bilgievlerim: Aralık 2016
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


26 Aralık 2016 Pazartesi

Animizm Nedir?

Animizm Nedir? ile ilgili görsel sonucu

Animizm ya da diğer adıyla canlıcılık, doğada insan ruhuna az çok benzeyen başka ruhların da bulunduğunu kabul eden ilkel insanların dinidir. Bu inanca göre evrendeki bütün varlıkların, bitki ve hayvan gibi canlıların, denizlerin ve göklerin hatta yağmur ve yıldırım gibi doğa olaylarının giz dolu etkisi olan birer ruhları vardır.
İlkel çağlarda insanlar açıklayamadıkları, aciz kaldıkları ve korktukları doğa olaylarını kişiselleştirerek anlamaya çalışmışlar; korku kaynaklı bir beklenti ile birlikte onun içinde bulunduğuna inandıkları ruhlara saygı göstermişlerdir. Tıpkı insanlar gibi bu ruhlar da iyi ya da kötü karaktere sahip olabilir ve yeterince saygı görmezlerse kötülük yapabilirler. İnsan, gücünün dışında kalan bu bilinmeyen güçleri denetleyemez ama onlardan yardım isteyebilir ya da dualarla öfkelerini yatıştırabilir.
Animizm ilk başlarda fetişizm olarak adlandırılmıştır. Fetişizm sözcüğü dinler tarihine ilk olarak De Brosses tarafından 1760’da yayınlanmış olan “Fetiş Tanrıların Dini Üzerine” adlı yapıt ile girmiştir. Fetiş (fetiche) sözcüğü Portekizce Feitiçio’dan, o da Latince Facticius sözcüğünden gelmektedir: Büyü gücüne sahip perili nesne anlamına gelen bu terimi Portekizli gemiciler zencilerin dinsel eşyası ile büyücülük aletlerini anlatmak için kullanıyorlardı. De Brosses’un düşüncesine göre fetişlere tapınmanın bütün dinlerin kökünde bulunması gerekirdi.
Büyük Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) da Pozitif Felsefe Dersleri”nin birincisinde ünlü Üç Durum Yasası’nı (Üç Hal Kanunu) formülleştirdiğinde bu Fetişizm terimini benimsemiştir. Auguste Comte’a göre insanlık birbiri ardınca üç durumdan geçmiştir. Teolojik durumda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen fakat daha kudretli iradelerle izah eder.  Metafizik durumda insan olayları soyutlamalar (tecrit, abstraction) ve doğa kuvvetleriyle izah eder. Ve Üç Durum Yasası’nın sonuncusu olan pozitif durumda ise insan olayları başka olaylarla izah eder.
Animizm sözcüğü ilk olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz antropolog Edward Burnett Tylor’ın “Primitive Culture” adlı yapıtında kullanılmıştır. Latince Anima (ruh, hayvan) sözcüğünden gelir. Bu inancın teorisini kuran Taylor ilkel dinleri, bütün insan toplumlarının sonraki evrimleri ne olursa olsun bu inanç evresinden geçtiklerini ileri sürerek açıklamaya çalışmıştır.
Şunun da altını çizmek gerektir ki Animizmi, kendisine yakın dinsel görüşlerden belirli olarak ayırmak olanaksızdır. Örneğin Totemizm inancının temel tezlerinden birkaçı Animizmde de bulunmaktadır: Mana fikri, tabu fikri ve yarı insan-yarı hayvan efsanevi atalar fikri. Öte yandan bütün çevrelerdeki bütün dinlerde Totemizmin olduğu kadar Animizmin kalıntılarına da rastlanmaktadır.
Burnunla birlikte Avusturalya yerlilerine göre daha olgun, fakat daha eski uygarlığa sahip toplumlarla kıyaslandıkları zaman daha ilkel gibi görünen birçok toplumların dinini de Animizm deyimiyle tarif edebiliriz: Örneğin Müslüman olmayan zenci Afrika toplumları, Polinezya toplumu, Kuzey ve Güney Amerika’nın şimdiki Kızılderili toplumu, Eskimo toplumu vb.
İlgili resim

Animizmin Temelleri

Bu ilkel insanların can ve doğa hakkındaki inançlarını, büyü usullerini, dinsel törenlerini incelemek yerinde olur.
İlkel insanlara göre can yahut ruh bedene, bedenin bazı parçalarına; Avustralya yerlilerine göre de özellikle böbreklerdeki yağ tabakasına sıkı sıkıya bağlıdır. Zaten can, beden ölmeksizin bundan bir zaman için ayrılabilir. Bu takdirde beden üzerinde uzaktan dahi olsa, sanki bedenin içindeymiş gibi etki yapar. Frazer bir eserinde bu dış canı özellikle incelemiştir. Ona göre “can çalınabilir, yenilebilir, geri getirilebilir ve bazı durumlarda da yamanabilir, onarılabilir ve yerine başkası konabilir.” Cherokee Kızılderililerinden bir şef bir savaş sırasında canını bir ağacın tepesine yerleştirmişti. Düşman durmaksızın ona ok atıyor ama şef ne ölüyor, ne de yaralanıyordu. Fakat hasmı, savaşta yapılan bu büyüyü anladığından, dallara doğru ok attırdı. Bunun üzerine kabile şefi düşüp öldü.
İlkel insana göre, kişilik onun şahsiyetinin çevresinde bitmez. İlkel zihniyete göre bu kişilikte bedenin kendisiyle beraber onun üzerinde biten (yetişen) ve ondan çıkan salgılar (ifrazlar) veya bedenin dışarıya attığı saç, kıl, tırnaklar, gözyaşı, idrar, gaita maddeleri, sperm, ter gibi maddeler de dahildir. Onun için birçok toplumlarda herkes saçlarının, tırnak parçalarının yahut gaita maddelerinin kötü niyetler besleyebilecek bir başkasının eline geçmemesine büyük özen gösterir. Bunları elinde tutmak, o insanın canını da elinde tutmak demektir. Kişinin kılları, salgıları vs., tıpkı ayakları, elleri, yüreği ve kafası gibi, kendi benliğinden bir parçadır. Kelimenin tam anlamıyla bunlar da ona ait bulunmaktadır.
Kişiliğin bu elemanlarına, bedenin örneğin üzerinde oturulan iskemle gibi bir eşya veya yer üzerinde bıraktığı izleri ve özel olarak ayak izlerini de eklemek gerektir. Bir çocuğu kudretli bir büyücünün bıraktığı izler üzerine yerleştirerek, çocuğun da onun kuvvetinden bir şeyler edineceği sanılır Kişinin gölgesi, sudaki aksi, resmi de yine onun kişiliğine dahil nesnelerdendir. İlkel insanlarda genel olarak resminin yapılmasından ya da fotoğrafının çekilmesinden korku duyması da bundan ileri gelmektedir.
şamanizm nedir ile ilgili görsel sonucu
Kişinin adı da kişiliğe dahil bir nesnedir. Eskimolar üzerine çok derin incelemeler yapmış olan Rasmussen’e göre bir insan bir bedenden, bir candan ve bir addan meydana gelmedir.
Giyecek eşyası da kişiliğe ait şeylerdendir. Terli bir erkeğin urbasını giymiş olan bir kadın gebe kalabilir. Bir insan tarafından sık sık kullanılan kap-kaçak ve başka eşya da onun kişiliğine dahildir ve bazı toplumlarda o insan öldü mü, bunlar yakılır.
Yaşamın özü olan can, bedeni kesin olarak terk ettiğinde ölüm meydana gelir. Bununla birlikte daha karmaşık bir düşünce olan ve ruhun bedenden ayrılarak ölüler ülkesinde yaşayabileceğine inanan ruh göçü de Animizmden doğmuştur. Bu düşünceye göre ölen bir kimsenin ruhu bir maymunun, bir incir ağacının, bir sineğin bedenine girebilir. Ölen kimsenin yaşayanları kıskanıp onlardan öç almaması için bu cesede özen göstermek gerektir. Ölüler yiyip içmek ister, saygı görmek isterler. Levy-Bruhl’ün düşüncesine göre ilkel zihniyete göre ölü hem “mevcut”, hem “namevcuttur” ya da aynı anda birkaç yerde birden hazır bulunur. Bu zihniyet ölülerin iki yerde birden hazır olabileceklerini kabul ederek, bunların başka bir alemde oturmakla beraber, bazı hallerde yaşayanlara görünebileceklerine inanmaktadır.
Ölüler alemi tıpkısı tıpkısına canlılar aleminin zıddıdır, karşıtıdır. Orada her şey tersinedir. Bizim gecemiz onların gündüzü olduğundan, yeryüzüne geceleyin gelirler; geceleyin onlarla karşılaşmak tehlikelidir. Bununla beraber ölülerin toplumu da canlılarınki gibi klanlara bölünmüştür. Ölülerin tekrar bir bedene girdikleri gerçekleştiği gibi, büsbütün kaybolup gittikleri de olur.
Animizmde düşle gerçek devamlı olarak birbirine karışmış haldedir. Örneğin Afrika’nın Ekvator bölgesinde, düşte yapılan bir yolculuk gerçekten yapılmış sayılır. Kızılderililerde düşte kendisini bir yılanın soktuğunu gören kimse, gerçekten yılan sokmuş gibi aynı tedaviyi görmek zorundadır.
Dış alemi vücuda getiren hayallerde ya ruhsal kuvvetler vardır, ya da bu hayaller ve ruhsal kuvvetlerin egemenliği altındadır. Levy-Bruhl’e göre ruh kelimesi çok açık ve kesin olmakla beraber, ilkel insanların çevresinde daima faaliyet halinde olan bu etkileri ve bu hareketleri anlatabilmek için bulabildiğimiz en rahat kelimedir.
Kreglinger’e göre ilkel insanların bütün dinsel hayatı mana ile tarif edilir. Bu insanların bütün tapınış usullerinde ki amaç, ya mana ile temasa hazırlıksız oldukları zaman kendilerini ondan korumak; ya da dinin sırrına erdikleri zaman tersine olarak bu kutsal cevherden mümkün olduğu kadar fazlasını benliklerine sindirmektir. Rahip manaya sahip olan kimsedir, onun için bunu dilediği gibi kullanabilir. Tapınak ise mananın büyük miktarda toplanıp birleştiği yerdir.
Büyük şefler öylesine mana doludurlar ki, onlarla temas sıradan insanlar için sakıncalıdır. Şefler nereye giderlerse manaları da onlarla birlikte gider ve bedenlerinden toprağa geçebilirdi.  Bu nedenle şefin ayağının değdiği yerlere basmak başkaları için tehlikeli durum yaratabilirdi. Şefin yemek yerken kullandığı kap-kacağa ve gereçlere bulaşabilirdi. Yüksek şefler böylesine yoğun bir manaya sahip olduklarından, bedenleri ve eşyaları tabuydu. Sıradan insanlar büyük şeflerin taşıyabildiği ölçüde kutsal akıma dayanamayacağından, kaza sonucu buna maruz kaldıklarında arınma ritleri gerekmekteydi.
İlgili resim

Büyü Animizmin Tekniği ve Stratejisidir

Ruhlara benzetilebilecek olan mistik kuvvetler doğada mevcutturlar ve insan gerekli birtakım sözler söyleyip hareketler yaparak ruhsal varlıklar üzerinde etki yapabildiği gibi doğa üzerinde de etki yapabilecektir. Böyle bir etki de adına büyü dediğimiz nesnenin temelini oluşturmaktadır. Salomon Reinach’ın dikkate değer bir formülüne göre büyü, “Animizmin tekniği ve stratejisidir.” Yüksek sesle ya da makamla söylenen sözlerde bir takım kuvvetler vardır. Bir olayın taklidi yapılmakla, o olayın meydana gelmesine yol açabilir. Bir sefere çıkmadan önce bunun ayrıntıları adeta temsil edilir, oynanır; savaş raksları yapılarak zafer böylece sağlama bağlanır. Bir takım tapınma usullerine uygun olarak su döküldüğü zaman, yağmur yağması sağlanır. Bunun adına taklidi büyü denir.
Kişi ile imgesi arasındaki ortaklığı kullanan büyü çeşidine bazen duygudaşlı büyü denir. İmgeyi yaralamak yahut yok etmekle, kişinin yaralandığı veya yok edildiği sanılır. Bu, bir insanın imgesine acı çektirip kendisine acı çektirme amacını güden sihirin prensibidir. Bunun tipik örneği Voodoo bebeklerine iğne batırarak ona zarar vermeye çalışmaktır.
Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi def ederler, mutluluk getirirler.  Mana taşıyan bu nesneler kişinin yazgısını etkiler. Örneğin başarılı bir avcının taşıdığı muskayı ele geçiren bir başkası o avcı ile aynı güce sahip olurdu. Muska, nazarlık, tılsım gibi günümüzde dahi kabul gören inanışların kökeninde Animizm vardır.
Büyünün bir iyi çeşidi vardır ki bu, şefler, rahipler ve Fetişçiler tarafından yapılır. Bir de kötü şekli vardır ki bunu büyücüler yaparlar. Bu büyücüler hastalığa, ölüme sebep olurlar; bunlar bir çeşit yamyamdır. Kötü bir büyücünün hareketini felce uğratmak için, iyi bir fetişçi bunu bozmak üzere bir karşı büyü yapar. Kongo’da Animizm üzerinde çok ayrıntılı incelemeler yapmış olan Mary Kingsley’nin dediği gibi, “ilacın ruhu, hastalığın ruhu üzerinde etki yapar.”
Büyücü toplumun tehlikeli bir düşmanı olduğundan, onu meydana çıkarmak gerekir. Bu da iyileri koruyup kötüleri vuran bir sınavla (ordalie) meydana çıkarılır. Bu sınav Afrika’nın Ekvator bölgesinde zehirle yapılır: “zehir bir çeşit mistik tepkiye sahiptir”, ancak suçluyu öldürür.
Totemist toplumlarda olduğu kadar Animist toplumlarda da bir mitologyaya, bir efsaneler sistemine rastlanır. Efsaneler veya masallar, tarihsel geçmişle ilgisi olmayan, doğaüstü bir tarihi anlatırlar. Efsane, efsanevi devirdeki atalarla temasa gelmek ve onların etkilerinin devri bir şekilde yenilenmelerini elde etmek olanağını sağlar.
şamanizm nedir ile ilgili görsel sonucu

Atalar Kültü

Animizmin en ilgi çekici yönlerinden biri de atalar kültüdür. Atalar kültü ölülerin özellikle de ataların ruhlarının canlı varlıkların günlük yaşamını etkileyebileceği inancından doğmuştur. Ayrıca atalar insanlara ateş yakmayı ya da avlanmayı öğretmiş, yaşamalarını kolaylaştırmış yarı tanrılardır. Atalar kendileriyle aynı kandan gelenleri korur, onlar için tanrılardan yardım ister. Bu nedenle onlara teşekkür edilmelidir. Ancak ataların öbür dünyada yaşayıp bunları yapabilmesi için gereksinimlerinin karşılanması gerekir. Bu kurban keserek ya da mezarlarına yiyecek bırakarak olur. Efsane ataların şerefine yapılan törenler son derece hayret verici gösterileridir. Bu törenlerde çoğu zaman maskeler ve özel urbalar taşıyan oyuncular müziğin sesine uyarak raks ederler. Sırf klanın şimdi yaşamakta olan üyelerinin gerek ölmüş üyeler ile gerekse görünmez kuvvetlerle birleşerek bunlarla haşır-neşir olmaları ve yarattıkları kutsal heyecanın derinliği bakımından bu törenler dinsel mahiyettedir. Bu törenlerin amacı saygısızlığa uğramış ölülerin öfkesini yatıştırmak, canlılardan öc almasını engellemektir.
Animizm insanlara dünyayı incelemek olanağı veren ilk hipotez olmuş; eski çağların ilkel insanlarını olduğu gibi bugünün insanlarını da, kendilerininkine benzer ruhlarla dolu sandıkları doğa üzerinde etki yapmaya kalkışmak bakımından cesaretlendirmiştir. Auguste Comte’la birlikte biz de “Animizmin, insan zihnini içinde bulunduğu hayvanca uyuşukluktan çıkardığını” söyleyebiliriz.
Renkli ve renksiz resmin heykelin, raksın, müziğin; doğrudan doğruya yahut dolayısıyla bütün güzel sanatların kökünde Animist büyücülüğün bulunması olasıdır. İnsanların yaşamında sanatın oynadığı yahut oynaması gerekli muhteşem rol düşünülürse, bu ilkel dinin yüzyıllar boyunca bütün insanlara yaptığı iyilikten dolayı ancak minnet duyulabilir.

Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet Kimin Fikriydi?

Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu
Ezanın Türkçe okunması, Cumhuriyet devrimleri içinde laiklik, ibadetin (hutbenin ve namazın) ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi gibi din reformlarının içinde önem sırasına göre en sonda gelenidir. Hem kronolojik seyir itibariyle hem de önem açısından bu sıra gerçeği yansıtmaktadır. Ezanın ibadetin özüne değil çağrıya ilişkin olması, bu açıklamayı haklı kılsa da, ibadet ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesinde uğranılan başarısızlığın rövanşını karşı devrimciler ancak Türkçe ezanla alabilmişlerdi. Ezan sırf bu nedenle, din devrimleri arasında simgesel olarak kıymetli bir yeri hak etmektedir.
İbadet dilinin Türkçe olması yönündeki düşünceler Osmanlı’da ilk kez II. Meşrutiyet döneminde dile getirilmiştir. Türk dünyası içinde ise ibadetin Türkçeleştirilmesine yönelik ilk adımların Rusya’da Türkler tarafından atıldığı söylenebilir. Omsklu Niyazi Mehmet Süleymanof kendi okuduğu hutbelerden oluşan “Türk-i Hutbeler” adlı kitabını Orenburg’daki Vakit Matbaası’nda 1910’da iki cilt olarak yayımlamıştı. Rusya’da yaşayan Müslümanlar arasında oldukça rağbet gören bu hutbeler büyük yankı uyandırmış ve Osmanlı basınına da konu olmuştu.
Osmanlı’da ise II. Meşrutiyet döneminde Galatasaray Lisesi Müdürlüğü yapan Yeni Osmanlılardan Ali Suavi, yayımlamakta olduğu “Ulum” gazetesindeki köşesinde hutbelerin ve namaz surelerinin Türkçeleştirilebileceğini, namazın Türkçe ifa edilebileceğini savunuyor ve ezanın Türkçe okunmasını istiyordu.
Keza aynı şekilde Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp de aynı düşünceler içindeydi. 1918 yılında Yeni Hayat adlı dergideki Vatan adlı şiirinde Ziya Gökalp bu isteğini şöyle dile getiriyordu:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Cumhuriyet’i kuran kadrolar Osmanlı’nın son zamanlarında dile getirilmeye başlanan ibadet dilinin Türkçeleştirilmesine sahip çıktılar. Cumhuriyet ilan edildiğinde bu kadronun hedeflerinden biri de Osmanlı’nın yüzyıllarca Türklüğü ikinci planda tutup değişik ırk ve dinleri bir arada bağdaştırmasının artık olanaksızlığı karşısında, dini de ulusallaştırmaktı. Bu da ibadetin Türkçeleştirilmesi görüşlerini gündeme getirmişti. Batılı uluslar, kutsal kitaplarını dillerine çevirerek, ibadetlerini de yine ulusal dilleriyle yapıp, benliklerini bulduklarına göre, pekâlâ Kuran’ı Türkçeye çevirmek, hutbeleri Türkçe okumak, ezanları, selâları, tekbirleri Türkçe okuyup, namazları da Türkçe kılmak yerinde olacaktı.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

İlk Türkçe Hutbe

Tarihsel kayıtların gösterdiğine göre Osmanlı’daki ilk Türkçe hutbe 1911 yılında Bursa Hüdavendigar Cami’nde okunmuş ve bu olay Sırat-ı Müstakim dergisi tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Keza Balıkesir’de yayımlanan Karasi gazetesinin 10 Eylül 1916 tarihli sayısında, Balıkesir İbrahim Bey Cami’nde Hafız İsmail Efendi’nin cemaate Türkçe hutbe okuduğu haberine rastlayabiliyoruz. Cumhuriyet döneminde Türkçe hutbeye geçiş, Abdülmecit Efendi’nin Halife seçilmesi olayıyla başlamıştır. 22 Kasım 1922 günü, Abdülmecit Efendi’yi tebrik için İstanbul’a giden Kırşehir mebusu Müfid Efendi (Kurutluoğlu),  Fatih Cami avlusunda toplanan halka Ayet-Hadis, Allah’a övgü, Peygambere de dua kısımları hariç Türkçe hutbe okumuştur.
1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin imzasıyla yürürlüğe konan talimatla hutbelerin ayet ve hadis metinleri dışında kalan bölümlerinin Türkçe okunması istenmiş ve o tarihten itibaren hutbeler Türkçe olarak okunmaya başlanmıştır. Kısacası ibadetin Türkçeleştirilmesi çalışmaları içinde Türkçe hutbe denemesi hepsinden önce başarıya ulaşmıştır. Osmanlı’da kısmen uygulanmış, Cumhuriyet döneminde kolayca yerleşmiştir. Bugün de tartışmaya neden olmaksızın sürmektedir.
Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi hutbeye göre çok daha şiddetli tepkilere neden olacaktı.  Cumhuriyet’in ilanından yalnızca birkaç ay sonra ilk Ramazan’da iki Kuran tercümesi yayınlanmıştı. Bunu Albay Cemit Sait Dikel’in üçüncü bir çevirisi izledi. Dini konularda ehliyetsiz kişilerce ticari amaçlarla Kuran çevirilerin sayısının giderek artması üzerine 21 Şubat 1925’te Meclis’te yapılan görüşmelerde, “hatalı Kuran çevirilerinin yayınlandığı ve Türkçe tefsirlerin yetersiz kaldığı” gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı  Kuran-ı Kerim ve temel hadis kitaplarının Türkçeye çevrilmesi konusunda görevlendirildi. Diyanet’e bu amaçla 20.000 TL bütçe aktarıldı. ve Mehmet Akif (Ersoy) ile Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır bu işle görevlendirildi.  Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları özellikle Arap dünyasından büyük tepki gördü. Bu tepkilerin en şiddetlisi, Arap milliyetçisi Muhammet Reşit Ride ve onu destekleyenlerden geliyordu: “Kuran başka dile çevrilemezdi.” Oysa en büyük hadis bilginlerinden kabul edilen İmam Buhari şöyle diyordu: “Arapların Kuran’ı değişik lehçelerle okuması caiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları caizdir.”
Ne tuhaftır ki, Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeye çalışan bu kitle, o dönem yapılan Kuran’ın İngilizceye çevirisini ise şiddetle destekliyordu. Fakat bu kitle amacına ulaşıp Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeyi başarınca görev Elmalılı Hamdi Yazır’a kaldı. Elmalılı Hamdi Yazır, 1926’da başladığı bu Kuran tefsirini (Hak Dini Kur’an Dili) ancak 1938’de tamamlayabilecekti.
Camilerde Türkçe Kuran okunmasındaki ilk somut eylem 22 Ocak 1932’de gerçekleşti. Hafız Yaşar Okur, o gün İstanbul Yerebatan Cami’nde kendisini dinleyen binlerce kişiye Yasin suresinin önce Arapçasını ardından ise Cemil Sait Diker’in çevirisiyle Türkçe mealini okudu. Yerebatan Cami’nde okunan Türkçe Kuran’ı diğer camiler izledi. Özellikle 5 Şubat günü, yani Ramazan’ın son Cuma günü Sadettin Kaynak tarafından Süleymaniye Cami’nde okunan Türkçe hutbeyi binlerce kişi dinledi. (Yerebatan Cami’nde Türkçe Kuran okunması çoğu yerde yanlış yorumlanma nedeniyle ilk Türkçe hutbe olarak dile getirilmektedir. Oysa Bursa’da 1911 yılında okunan hutbe ve 1928 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İstanbul Evkaf Matbaası’na bastırılan “Türkçe Hutbe” kitabı bunun yanlışlığını göstermektedir. Yalnız daha önceki hutbelerin aksine ayet ve hadislerin de Türkçe okunması nedeniyle bir ilktir.) Atatürk gelişmelerden hoşnuttu; ne var ki Cemil Said Diker’in, Kasimiriski’nin Fransızca “Le Koran” adlı çevirisinden hazırladığı ve birçok hatası bulunan Türkçe Kuran çevirisini beğenmemiş ve Diyanet’ten çeviri işlemlerini hızlandırmasını istemişti.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Anadilde Namaz

Anadilde namaz konusunda İslam tarihinde bilinen ilk olay bizzat Hz. Muhammed zamanında gerçekleşmiştir. Dillerinin Arapçaya dönmediğini söyleyen Farslılar, ilk sahabelerden biri olan Selmanı Farisi’den Fatiha suresinin Farsçaya çevrilmiş halini istemişler ve dilleri Arapçaya alışıncaya kadar Fatiha suresini kendilerine gönderilen tercümeden okuyarak kılmışlardır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife de hiçbir koşul olmadan çeviri ile namaz kılınabileceğini söyler. Öğrencisi Muhammed eş-Şeybaninin aktardığı bilgiye göre Ebu Hanife, “şayet biri namazına Farsça tekbir getirerek başlasa ve onda Farsça okusa, bu kişi Arapçayı iyi biliyorsa da namazı caizdir” demiştir.
Tarihi belgelerde de anadilde ibadet konusunda kayıtlar bulunmaktadır. Ebu Bekr Muhammed b. Ca’fer en-Narşahi, Tarih-i Buhara adlı kitabında şunları yazar: “Emir Küteybe hicri 94 (miladi 712) yılında Buhara Zerdüşt ateşkegesini yıktırdı. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Farsça yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namaz da bir adamın ‘Niktaniknet – nikünya nikünü’ komutasıyla kılınıyordu.” Bu ifadeden o dönemde yalnızca ezanın Farsça okunduğunu değil, aynı zamanda namazın da Farsça kılındığını anlayabiliyoruz. Keza daha sonra Irak içtihat medresesi için Kuran’ın yanlışsız ve tam çevirisi ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin verdiği fetva (Fetva-yı Gıyasiye) bunu doğrulamaktadır. 819-999 yılları arasında hüküm süren Samaniler de özellikle güçlerinin doruk noktasında oldukları 10. yüzyılda Kuran-ı Kerim’i Taberi tefsiriyle birlikte Farsçaya çevirtmişler ve bu arada Arapçanın yanında Farsça da ibadet edilebilmesi için fetva çıkartmışlardır.
Türkçe namaz konusunun ise, 2. Meşrutiyet’teki bir öneri ayrık tutulursa resmi şekilde ilk defa Cumhuriyet döneminde dile getirildiği söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Meşrutiyet’in ilanında Ubeydullah Efendi, bütün namaz surelerini, tekbirlerini, selâlarını Türkçe ifa için izin istemişse de, Talat Paşa “bunun vakti var” deyip teklifi ka­bul etmemiştir.
Cumhuriyet döneminde de Türkçe namaz kılınması bir kere denenmiş fakat belli kesimin şiddetli tepkisi ile karşılandığından başarılı olamamıştır. Türkçe namaz kılınmasının öncülüğünü Abdullah Cevdet (İçtihat dergisi başyazarı), Nurettin Artam (Çengelköy Kadiri Tekkesi Şeyhi) ve Ayasofya Camii hocalarından Mehmet Cemalettin’in başını çektiği bir grup yapmıştır. Nitekim Mehmet Cemalettin Efendi, İstanbul Göztepe’de bir camide 19 Mart 1926 Ramazan ayının ilk Cuma günü, önce hutbeyi Türkçe okumuş ve sonra da namazı kendisinin hazırladığı Türkçe Kuran çevirileriyle kıldırmıştır. Tekbirleri ve teşbihleri de Türkçe yapan Mehmet Cemalettin Efendi, namazı bitirirken “Selam size ve Allah’ın rahmeti size” demeyi de ihmal etmemiştir. Fakat cemaatten bazı kişiler Mehmet Cemalettin’i Üsküdar müftülüğüne şikâyet etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da hocayı 23 Mart’ta geçici bir süre görevinden alıp İmam Hatip Mektebine atamıştır. Mehmet Cemalettin kendisiyle röportaj yapan Vakit gazetesi muhabirine namazı Ebu Hanife’nin fetvasına dayanarak Türkçe kıldırdığını belirtip şunları söylemiştir:
Türkün dini gibi dili de vardır. Allah hangi milleti kusursuz yaratmıştır da Türkü -haşa- kusurlu yaratmıştır? Ne çare ki, asırlardan beri Türkün başı, dini, dünyevi iki türlü kapitülasyonla derttedir. Türk, çok şükür başını dünya kapitülasyonlarından kurtardı; din kapitülasyonundan da kurtarmanın zamanı gelmiştir. Türk dilinde ibadet olmaz demek Allah’a ve Hz. Muhammed’e bühtandır.
1938’de Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze namazını kıldıran Şerafettin Yaltkaya da  “Allahu Ekber” yerine “Tanrı uludur” ve selam verirken de “Es-selamu aleykum ve rahmetullah” yerine “Esenlik üzerinize olsun” diyerek cenaze namazını kıldırmıştır.  Bu tarihten sonra da Türkçe namaz konusunda fazla bir gelişme yaşanmamıştır.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezan Çalışmalarının Başlaması

İlk ezan, 15 Haziran 622 tarihinde Bilal-i Habeşi tarafından Medine’de okundu. O tarihe kadar Müslümanlara ibadet vaktinin geldiğini anımsatan bir herhangi bir yöntem yoktu. Fakat Müslümanların sayısının giderek artması bir yöntem bulunmasını zorunlu kıldı. Çan çalınması, ateş yakılması ya da boru sesi gibi yöntemler önerildiyse de gayrimüslim adetlerine benzediği düşüncesiyle hiçbiri kabul görmedi. Sonunda sahabelerden Abdullah ibn-i Zeyd’in bir gece rüyasında duyduğu sözlerle Müslümanların ibadete çağrılmasına karar verildi. Ezanın sözleri işte böyle doğdu. İlk başlarda okunan sabah ezanında “Es- salatu hayrun mine’nnevm- Namaz uykudan hayırlıdır” cümlesi bulunmuyordu. İmam Mâlik’ten rivayetle, “Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer’in yanına gider. Onu uyuyor bulunca: ‘Essalatu hayrun mine’nnevm’ der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini emreder.” Böylece ezan günümüzdeki şekline ulaşır.
Türkçe ezan, Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı konularından biridir ve hatta günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır.  Zira Kuran’da ya da hadis kitaplarında bu konuda bir hüküm bulunmadığı için ezanın anadilde okunup okumayacağı konusunda din adamları iki kutba ayrılmış durumdadır. Hanefi ve Hanbeli din bilginleri ezanın Arapçadan başka bir dilde okunmasının caiz olmadığı söylerken, Şafii din bilginleri ise Arapça bilmeyen yabancıların, ezanı orijinal şekliyle okuyabilen birini bulamadıkları takdirde kendi dillerinde okumalarına izin vermişlerdir. Keza günümüzde İran gibi Şii ülkelerde okunan ezanın sözleri bile bizdekinden farklıdır ve Sünni ülkelerde şu an okutulan ezanın Emeviler döneminde tahrif edilen ezan olduğunu iddia ederler.
Ezanın Türkçeleştirilmesi çalışmaları da dini ulusallaştırma çalışmalarıyla birlikte başlar. Türkçe ezanın caiz olduğuna yönelik dayanak noktası ise Ebu Hanife’nin verdiği fetvadır. 1931 yılı Aralık ayında Dolmabahçe’de Türkiye’nin en tanınmış müezzinlerini ağırlayan Atatürk, onlardan ezanın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulunmuştur. İlk olarak ise Tekbir’in Türkçeleştirilmesi konusu ele alınmış, bu amaçla başkanlığını Hasan Cemil Bey’in (Çambel) yaptığı dokuz kişiden oluşan bir hafızlar kurulu oluşturulmuş ve kurul Dolmabahçe Sarayı’nda Türk Tarih Kurumu’nun odasında çalışmalarına başlamıştır. Bu hafızlar şunlardır: Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki, Sultanselimli Hafız Rıza’dır.
Camilerde Türkçe ezan okuyacak kişilerin hem çok iyi Arapça hem de çok iyi Türkçe bilmesi ve musikiden anlaması gerektiği gibi konularda kurul görüş birliğine varmıştı. Ancak ezandaki “Allahu Ekber” kısmının Türkçeye çevirisi konusunda görüş ayrılığı yaşandı. Hafız Rıza  “Tanrı uludur” şeklinde çevrilmesini savunurken, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal “Allah uludur” şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunuyordu. Her iki söylenişi de birkaç kez dinleyen Atatürk, “eskisi unutulsun” diyerek Rıza Bey’in “Tanrı uludur” şeklindeki çevirini onayladı.
Türkçe ezanın sözleri belirlendikten sonra sıra hangi makamda okunacağına gelmişti. Peygamberin zamanında ezan herhangi bir makam olmadan okunurdu. Ama Osmanlının ezana kattığı bir yenilik, ezanı Saba, Uşşak, Hicaz, Segah, Rast, Dügah ve Neva gibi musiki makamlarla okumak olmuştu. Sonunda Konservatuar üyesi İhsan Bey’in ezan için belirlediği beste beğenildi ama müezzinlerinin kısa sürede bunu öğrenemeyeceği anlaşılınca yıllardan beri alışılageldiği biçimde okunmasına karar verildi.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezanın Sözleri

Türkçe ezan gayrıresmi kayıtlara göre ilk olarak 29 Ocak 1932’de Kuşadası’nda Hafız Sadık Bey tarafından resmi kayıtlara göre ise 30 Ocak 1932 günü, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. O gün ikindi ezanının Türkçe okunacağını duyan binlerce kişi Fatih Cami önünde toplanmış merakla bekliyordu.  Hafız Rıfat Bey ezanı önce Arapça, ardından ise Türkçe okudu. 15 Temmuz 1932 tarihinde son metnine karar verilen ve 1950 yılına kadar okunan Türkçe ezanın sözleri şöyledir:
Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır
Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Ezanın tüm Türkiye’de Türkçe olarak okunması için yapılan çalışmaların Ramazanın birinci günü olan 29 Aralık 1932 tarihine yetiştirilmesi planlanmıştı; ne var ki planlanan günde bütün müezzinlerin hazır olamayacağı anlaşıldı. Bu nedenle bazı yerlerde geçici bir süre için Arapça ezan okunmasına izin verildi. İlk uygulamaların ardından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932’de yayınladığı 636 sayılı genelgeyle ezanın ve kametin Arapça okunması yasaklandı. Son biçimini alan Türkçe ezan metninin 800 nüshası 26 Eylül 1932 tarihinde Türkiye’deki bütün Evkaf Müdürlüklerine gönderildi. Ezanın yanı sıra salanın ve tekbirin de Arapça okunması resmen yasaklanarak Türkçe okunması emredildi ve yasaklar oldukça sıkı denetlenmeye başlandı.
Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere bir genelge göndererek “Türkçe ezan ve kamet suretlerinin memleketin her tarafında bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğunu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağını” belirtti. Böylece 7 Şubat 1933 tarihinden sonra İstanbul’da -Evkaf Müdüriyetinin tebliği ile- bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı. Hatta ABD’nin Detroit kentinde yaşayan Türkler ezanın Türkçe metnini istemişler ve 1933’ün Mayıs’ından başlayarak ezanı Türkçe okumuşlardı.
1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşanan olaylar dışında ezanın Türkçeleştirmesine yönelik büyük bir tepki oluşmadı. Eylemler ya bireyseldi ya da kaçamaktı. Örneğin cezai ehliyeti olmayan delilere ve çocuklara Arapça ezan okutularak yasak delinmeye çalışılıyor, ya da Ticani tarikatı üyeleri milli maçlar sırasında Arapça ezan okuyup yasağı bireysel olarak deliyordu. Ezanın Arapça okunmasının bir genelgeyle yasaklamasından sonra, bu yasağa aykırı davrananlara verilecek cezanın yasal dayanağı  ise ancak 2 Haziran 1941’de çıkarılan 4055 sayılı yasa ile sağlanmıştır. Yasanın gerekçesi şudur: “Arapça zihniyetini eski zihniyete bağlayan, eski ananelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak.” Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesine eklenen fıkraya göre, Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapis cezası alacak ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezanın Son Bulması

Böylece 18 yıl süresince Demokrat Parti iktidara gelene kadar militan birkaç ses dışında yerleşmiş sayılan Türkçe ezan uygulamasına ciddi anlamda bir tepki olmadı. Ancak, 18 Temmuz 1945 tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşuyla başlayan çok partili demokrasi dönemiyle birlikte Türkçe ezan konusundaki muhalefet artmaya başladı. Hatta oy kaygısı nedeniyle CHP içinde bile çatlak sesler ortaya çıkmaya başladı.
Muhalefet yıllarında DP, Arapça ezancılara angaje olmuştu. Ve kapalı kapılar arkasında verilmiş bulunsa da; iktidara gelir gelmez yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vaatti. Nitekim Menderes, 1950 seçimlerini kazanmasının hemen ardından, ezanın Türkçeleştirilmesinin o dönemki gericilikle mücadele zorunluluğundan doğduğunu, şimdi bu tedbirlere gerek kalmadığını söyleyerek değişikliğin sinyallerini veriyordu. Ezan önce hükümette gayrıresmi olarak konuşulmaya başlandı. Hazırlık yapanların Bayar’dan çekindikleri, “Acaba ne der?” dedikleri söylenmiştir. Bayar ki, Atatürk devrimlerine bağlılığını her fırsatta yineleyen bir siyasetçidir. Hakkındaki bu yargı o denli sağlamdır ki, Atatürk devrimlerinden verilen ödünlerin sorumluluğu hep Menderes’e yüklenmiştir. Üstelik Bayar DP’yi kurarken İnönü’ye devrimler konusunda dikkatli olacağı sözünü de vermişti. Nadir Nadi’nin anlattığına göre Bayar, başkanlık ettiği kabine toplantısında Arapça ezan tartışılırken: “Arkadaşlar, kararımızla Atatürk’ün ruhu muazzep olmaz mı” diye sorar. Buna ilk Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger karşılık verir: “Büyük zaferimiz üzerine (14 Mayıs 1950) Atatürk’ün ruhu bu kadarcık kusuru bize bağışlar, efendim” der ve toplantı neşeli bir havada devam eder.
31 Mayıs 1950’de Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, 2 Haziran 1950’de Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı, 14 Haziran 1950’de Başbakan Adnan Menderes hükümetince TBMM’ye ezanın yeniden Arapça okunabilmesi için yasa teklifi verildi. 16 Haziran 1950 tarihinde Meclis’te yapılan oylama sonucunda Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesindeki “Arapça ezan ve kamet” okuyanlar hakkındaki kısmı 5665 sayılı yeni bir yasayla düzenlenerek Arapça ezan üzerindeki yasak kaldırıldı. Böylece ezanın istenilen bütün dillerde okunmasının önü açıldı. Yasanın oylanması sırsında İsmet İnönü ve birkaç arkadaşı hariç tüm CHP milletvekilleri de DP ile birlikte yasağın kaldırılması yönünde oy kullanmıştı.
Türkçe ezan uygulamasına gösterilen direnç, İslamiyet’in yanı sıra Arapçaya da kutsallık atfedilmesinden ve dolayısıyla ibadet dilinin zorunlu olarak Arapça olması gerektiğine inanılmasından kaynaklanmıştı. Oysa tarihi kayıtların da gösterdiği gibi yalnızca ezan değil namaz bile daha Hz. Muhammed’in döneminde başka bir dilde kılınabiliyordu. Günümüzde yaşanan tartışmalarda gericiliğin artmasında Arapça ezana dönüşün bir başlangıç noktası olduğu, bu kararın DP’nin Atatürk Devrimlerini sorgulayan tutumunun bir göstergesi olduğu, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımı olduğu ve karşı devrimcilere verilmiş bir ödün olduğu sıklıkla dile getirilmektedir.

Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı

Anubis ölünün kalbini tartarken

Antik Mısır’da ölümden sonraki yaşam hakkındaki inançların sayısı birçok insanı hayreti düşürür. Mitolojinin zengin öykülerinden mumya uygulamalarına kadar birçok motif Mısır’da tarih boyunca ölüm sonrası fikrinin ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Bu düşünce Mısır’ın birçok yerinde tarih boyunca egemen olmuştur.
Öbür dünya için yapılan bunca şey günümüz insanına, ölümün bir Mısırlı için ne kadar önemli olduğunu düşündürür. Aslında o dönemdeki bir Mısırlı için yaşamın ne kadar önemli olduğunu ve sürekliliğini anlamak daha doğru olacaktır. Mısırlılar için bizim anladığımız anlamda bir ölüm olmadığını söyleyebiliriz. Ölüm anlayışı yıllar boyunca değişse de, her gün yeniden doğan Güneş Tanrı Ra gibi ya da yeniden dirilen Tanrı Osiris gibi, insan için de ölümün bir son olmadığı hep düşünülmüştür
Mısırlıların ölümün ürkütücü yüzüne karşı buldukları çare, yaşamın sonunu anlaşılabilir bir şeye dönüştürmek olmuştu. Ölüm basitçe, bildikleri yaşamdan, yaşamın aynada yansıyan görüntüsü olan sonsuz varoluş dünyasına geçiş haline getirilmişti. Mısırlılar için gökteki parlak yıldızlar tanrı olmuş ölülerden başkası değildi. Hatta geceleri ölülerin lambalarıyla oturduklarına inanıyorlardı.
Mısır inançlarında ölümle ilgili olarak ele alabileceğimiz üç ana kavram vardır. Mısırlılar ruh ve bedeni ayrı gördüklerinden, ölüm anında çıkan ruhu üç ayrı varlık olarak görmek gerekir.
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu

Eski Mısır’da Ölümle İlgili Üç Temel Kavram

Bunlar KaBa ve Akh‘tır.
Ka, yukarıya uzanmış iki kolla temsil edilir ve kişinin yaşam gücüdür. Ka kişinin bir tür “ikizi” olarak yaşamı boyunca onunla birlikte olabildiği gibi, ölümden sonra da varlığını bir şekilde sürdürür. Bu bağlamda Ka, yemek yemek zorunda olduğundan mezara ya yemek bırakılır ya da yemekle ilgili bir sembole rastlanır. Ka’nın alanı mezar odası ve sunak arasında sınırlıdır.
Ba, insan başlı bir kuş, genellikle de bir şahin olarak gösterilir. Ölen kimsenin kişiliği ve onu tamamlayan özelliklerle ilgilidir. Ölümlü insanların dünyasına gidebilmekte, gökyüzünde dolaşabilmektedir ama sonunda mezara döner. Mezara dönmesinin nedeni canlılığını Ka’ dan almasıdır. Bu bağlamda Ba iki dünya arasında bir haberci olarak düşünülebilir. Bunun, Mısır inançlarında olduğu gibi, kuşların ölülerden haber verdiği inancıyla alakalı olduğu düşünülebilir.
İbis kuşu ile temsil edilen Akh ise ölen kişinin evrenle bir olan ölümsüz kısmıdır. Kişi öldükten sonra Evren’e ait olan kısmı serbest kalır.
Ölülerin bir de ebedi isimleri vardır. Bu isimler ölünün kaybolmamasını ve öteki dünyada yaşamalarını sağlar. Ayrıca Tanrılar tarafından temize çıktığını da gösterir.
Ka, Ba ve Akh’ın düzgün hareket edebilmelerinin ve varlıklarını sürdürebilmelerinin koşulu, fiziksel bedenin sağlam kalması ve bunun yanında, tanınabilir bir şekilde korunmasıdır. Bu nedenle özellikle Ba her gece döndüğünde bedeni tanıyabilsin diye beden bozulmayacak şekilde mumyalanır hatta daha iyi tanıyabilsin diye lahitlerde ölünün fiziki görüntüsü canlandırılır. Aynı şekilde mezarların “sonsuz yaşam evleri” olarak görülmesi de bu inançlarla bağlantılıdır.
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu

İyi Korunmuş Bir Beden, Ölümsüzlüğe Giden Yoldur

Birçok Mısırlı, çok iyi korunmuş bir bedenin ölümden sonra yaşama kavuşmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyordu. Öldükten sonra bedeninin, yiyecek adaklarınız ve bir mezarın duvarlarındaki sihirli büyülerin sizinle birlikte öbür dünyaya geçmesine izin veren geçit görevi görüyordu. Aslında beden bir mumyaya dönüştürülerek çürümesi önleniyor ve ölümsüzlüğe giden yolun ilk adımı tamamlanıyordu. Beden artık “sah” adını alıyor ve sonsuzluğa kadar sürecek büyüyle dolu yeni, mükemmel bir şekle sahip oluyordu. Ancak bedenin herhangi bir parçası zarar görecek olursa (örneğin bir timsah tarafından yenecek kadar şanssızsa) olmayan yerler bir heykel ya da resimle ayrıntılarıyla gösterilebiliyordu. En kötüsü başınıza gelir ve bedeniniz tamamen yok olursa, öldükten sonra adınızın anılması bile ölümden sonra yaşamınızı güvence altına almak için yeterliydi. Tek yapmanız gereken, öldükten sonra binlerce yıl insanların adınızı söyleyecekleri kadar ünlü olmaktı. Birçok firavun, adlarının hiç unutulmaması için arkalarında yüzlerce heykel ve yazı bırakmıştır. Bunlar bazen öbür dünyada onları yok etmeye çalışan mirasçıları tarafından yok edilmiştir.
Bedenin sağlam olması aynı zamanda Akh’ın “Sazlık Topraklar”a (Aaru) gitmesini ve Osiris’in hükmettiği bu cennette var olmasını sağlar. Önceleri bu cennete sadece kralın Akh’ının gittiğine inanılırken, sonraki dönemlerde soylulardan başlamak üzere zenginlerin, çiftçilerin ve sonunda da herkesin Akh’ının gittiğine inanılmaya başlanmıştır.
Mumyalama işleminin geçmişinin çok eski olması bu inançların da Mısır tarihinin ilk evrelerine kadar gittiğini göstermektedir. İlk ölüm kültlerinde ölünün bedeninin doğal yollardan, sıcak kumla kurutulması söz konusuyken daha sonra mumyalamaya kadar varan yöntemler üç bin yıl boyunca geliştirilmiş, birçok farklı teknik kullanılmıştır. Roma döneminde sonra ise bu âdet terkedilmiştir.
Mumyalama aynı zamanda bedenin çürümesinin yarattığı korkunç duyguya karşı da bir yöntemdir.
Ölüler Kitabı’nın “Bedenin Yok Olmasına İzin Verme” başlıklı bölümü ilginç ipuçları vermektedir:
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu
Biatim sanadır, ey ilahi babam Osiris! Benim bu uzuvlarımı mumyalaman, evet mumyalaman için sana geldim ki yok olmayayım ve son bulmayayım da ilahi babam Khepera gibi, onun çürüme bilmeyen ilahi rumuzu gibi olayım. O halde lütfet de beni nefesimin efendisi kıl, ey sen rüzgârların efendisi, sen, sana benzeyen ilah varlıkları büyütensin. Beni tam kıl ve sağlamlaştır, ey cenaze sandukasının rabbi. Lütfet ki sonsuzluk ülkesine girebileyim, tıpkı sana ve babam Temu’ya bahşedildiği gibi, ey sen bedeni bozulma görmeyen ve kendin de asla bozulmamış olan. Senin sevmediğin şeyleri hiç yapmadım. Hayır, senin Ka’nı sevenlerle birlikte hep sana yöneldim… Bedenimin solucanlara dönüşmesine izin verme, beni onlardan kurtar, tıpkı kendini kurtardığın gibi. Sana yalvarıyorum, ölünce ve ruh gittiği zaman her tanrının, her tanrıçanın, her hayvanın ve her sürüngenin başına gelmesine izin verdiğin şeyin bana olmasına izin verme çürümeyeyim. Çünkü ruh ayrıldığı zaman, insan çürümeye başlar ve bedenin kemikleri çürür ve bütünüyle iğrençleşir, uzuvları-parçaları ayrılır, kemikler ufalanarak hareketsiz bir yığın haline gelir, eti yapışkan bir sıvı olur ve başına gelen çürümeye yoldaş olur. Ve solucanlara misafir eder, bir solucan yığını olur, ona bir son verilir ve her tanrı, her tanrıça, her tüylü kuş, her balık, her sürünen, her kertenkele, her hayvan ve başka ne varsa her şeyin başına geldiği gibi Tanrı Shu’nun görüşünden kaybolur. Solucanlar beni gördüğü ve bildikleri zaman onları karınları üzerine düşür, benden öyle korksunlar ki dehşetle uzaklaşsınlar ve ölümümden sonra, her mahluk için de hayvan ya da balık ya da solucan ya da sürüngen için de böyle yap (benden uzak olsunlar). Ve ölümden hayat çıksın. Herhangi bir kertenkelenin çürümeme yol açarak sonumu getirmesine izin verme, bunların hiçbir cinsi üzerime gelmesin. Beni bedenin uzuvlarını öldüren ve onları çürüten, pek çok beden üzerinde yok etme işlemi yapan ama kendisi saklı olan ve katlederek yaşayan, işkence odasındaki kan dökücüye verme; izin ver yaşayayım ve onun mesajını yerine getireyim ve onun emrettiklerini yapayım. Beni onun ellerine verme ve bana egemen olmasına izin verme, çünkü ben senin emrindeyim ey tanrıların rabbi.
İlgili resim
Mumyalama Mısır tarihi boyunca değişik şekillerde yapılmıştır.
İlk önceleri cesetler sıkıca sarılırken daha sonra koruyucu maddeler kullanılmaya başlanmış, daha sonra da bunu iç organların çıkarılması takip etmiştir. Mumyalama teknikleri içinde reçine ve zift kullanımı da yer almıştır.
Mumyalama da diğer kutsal eylemler gibi ritüelik bir eylem olmuştur. Ritüellerin kökeninde Tanrı ya da Tanrıların (ya da Tanrıça) yaptıkları bir eylemin tekrarı vardır. Burada da “ilk” eylem Tanrı Osiris’in mumyalanmasıdır. Bu da her mumyalamada bir ritüel, sihirli sözcükler ve eylemler gerektirmiştir.
Ceset önce Nil’in sularıyla yıkanır, temizlenir ve “arındırılır” mumyalama işlemi ondan sonra başlar. Mumyalama işlemine Anubis kıyafetli “Sır Kalfası” başkanlık eder. İşlem sırasında dualar ve büyülü sözler okunur. Kesiciler, sarıcılar gibi birçok görevlinin eşlik ettiği bu işlem zaman içinde özellikle de iç organların çıkarılmasıyla ve bedenin korunmasıyla ilgili uygulamalarla değişmiş olsa da ritüel olarak aynı kalmıştır.
Genelde müzelerde dört kavanoz görürüz. Bunlar da iç organların konduğu kavanozlardır. Ölünün mumyalanmış bedeniyle ilgili birçok ritüel ve inancın yanı sıra, çıkarılan organlar da o organlarla ilgili tanrıların koruduğu kaplarda muhafaza edilmiştir. İnsan başlı olan İmset karaciğer, Babun başlı Hapi ciğerler, şahin başlı Kebehsenuef bağırsaklar ve çakal başlı Duamutef mideyi korumak için kullanılmıştır. Zaman ve yere göre değişiklikler olsa da bu kutsal kaplar hep iç organları korumuştur.
Beden biçimli tabutlar ve lahitler de bu işlemin son parçası olarak kullanılmıştır. Bazen iç içe birçok tabut ve lahit de kullanılmıştır. Bazı lahitlere konulan kanatlar da Tanrı ya da Tanrıçaların koruyucu kanatlarıdır.
Mısır’da bulunan en ilginç buluntulardan biri de hayvan mumyalarıdır. Kediden balığa kadar birçok hayvan mumyalanmıştır.
Bundan sonraki aşama, cenaze törenidir. Nil’den törenlerle geçen cenaze alayı ağıtlar ve feryatlar eşliğinde mezara gitmiş, gerekirse paralı ağlayanlar ve ağıtçılar da tutulmuştur.
Çok eski bir papirüste şöyle yazmaktadır:
İlgili resim
Mezarında uzanmış olacağın o günü düşün. Bir akşam sedir yağı ve Tanrıça tarafından örülmüş bantlarla kutsanacaksın. Gömülme gününde, güzel ağlayıcı kadınlar cenaze alayının önünde gidecekler ve başlarına Batı vadisinin ince kumlarını serpecekler. Mumyan altından olacak. Öküzlerin çektiği ölü arabasında giderken, sandukanın tavanı, gökyüzü gibi üzerinde olacak. Mezarının kapısında kutsal danslar yapılacak ve rahipler kalbini sevindirecek sözler söyleyecekler.
Bazen “temizlik” için yola süt ya da başka bir sıvı döküldüğü; bunun yanında cenazede yemek yendiği ve içki içildiği de olur.

Ölüm Sonrası Ruhun Yargılanması

mumyalama işlemi

Gelelim mezar âdetlerine ve ölüm sonrasına…
Mısır’da mezarlıklar, şehrin batısında, çölde yapılmıştır. Bunun birçok nedeni vardır. En önemlisi ekilebilir alanların dışına mezarlık yaparak ekilebilir alanlardan yararlanmaktır; ekilebilir alanlar yaşamı temsil ederken çöl ölümü temsil etmektedir. Bir mezarlığın batıda olmasının nedeni Ra’nın, yani Güneş’in batıdan batmasıdır.
Kraliyet ailesine mensup olmayanların mezarları piramitlere kıyasla daha az gösterişlidir ama mutlaka ölü sunuları olur.
Aslında Mısır’da ilk zamanlarından beri ölü gömme adetleri ilginçtir. Önceleri ölülerin kuma kazılan basit çukurlara gömülmesi daha önce de belirttiğimiz gibi çöl koşullarından ötürü doğal mumyalanma da sağlamıştır.
1. Hanedan zamanından itibaren cesetleri çölde yaşayan hayvanlardan korumak için, mezar yapıları yapılmaya başlanmıştır. Bunlar mezarların üzerine inşa edilen dikdörtgen biçimli, yassı tavanlı yapılardır. Mastaba adı verilen bu yapılar varlıklarını bir müddet daha sürdürmüş, kralların daha görkemli yapılar yaptırmasıyla bir süre bazı soylular tarafından kullanılmış, sonra da kaybolmuştur.
Başlarda mastaba adı verilen sade mezarlar kullanılmışsa da zamanla daha karmaşık mezar yapıları da yapılmıştır. Bunun dışında kaya mezarları da sık rastlanan buluntulardan olmuş, zaman için de daha süslemeli örnekler de kullanılmıştır.
Ölüler kültünün en önemli gereklerinden biri de geride kalanların ölümle ilgili ritüelleri yerine getirmesidir; ölen kişi ancak bu şekilde öte dünyaya gidebilir ve buradaki sınavları aşıp gerekleri yerine getirebilirdi. Ölünün akraba ve yakın dostları, ölünün kendine yapılması gerekeni isteyeceğini, eğer bunlar yapılmamış veya kötü yapılmışsa, yaşayanların evlerine taciz etmek için gelebileceğini bilirler. Buna ne Teb esnafının sattığı muskalar, ne rahiplerin duaları, ne de bu biçim yazılarda uzmanlaşmış kâtiplerin yazıları engel olabilmektedir. Torino papirüsü ‘rüzgârla taşınan’ bu ölülerin yapabilecekleri kötülüklere değinmektedir. Metin, ölülerle yakınları arasındaki hasis pazarlıklardan bahseder. Dullar ve yetimler ölmüş koca ve babalarına artık kötülük yapmaması ve kendilerini içinde bıraktıkları sefaleti arttırmaması için yalvarırlar.
İlgili resim
Bu bağlamda ölüler kültü nesiller boyu süregelen ve kısmen bozulmamış bir nitelik kazanmıştır.
Hanedanlar dönemi kralların cenaze törenlerinin en önemli adeti, kralın heykeli önünde yapılan törenlerdir. Heykel, sembolik olarak ölünün bedenini temsil ettiğinden onu süslemek, kokular sürmek ve merhemlerle ovmak önemli bir adettir. Daha sonra, diğer pagan kültürlerinde olduğu gibi heykelin de bulunduğu bir ortamda cenaze yemeği düzenlenir. Bu törenin en önemli anı, heykelin dudaklarına peskef adı verilen ve ölü kralın sargılı ağzını açmaya yarayacak aletin konmasıdır. Böylece kral ağzını açarak serbest kalacaktır.  Mısırlıların inanışına göre ölümden sonra ruh, ağızdan bir kuş biçiminde ayrılırdı.
Daha sonraları rahiplerin bizzat bu töreni gerçekleştirdiği olmuştur. Rahipler heykel üzerine ağzını açar ve artık Osiris’in yerinde olan kral için şu duayı okurlar:
Selam sana Osiris! Seni kucaklamaya geldim. Ben Horus’um. Ağzını senin için kapattım. Ben senin sevgili oğlunum. Ağzını açtım. Ağzın sağlamlaştırıldı. Ağzını ve dişlerini yerlerine yerleştirdim. Selam sana Osiris! Horus’un gözü ile ağzını açtım. Ağzını açtım. İki gözünü de açtım. Horus Osiris’in ağzını ve gözünü açar. O Tanrı Osiris’in ağzını açtığı zaman, böylece Seth’ten yükselen demir ile babasının da ağzını açar. Osiris yürüyecek ve konuşacak, bedeni, Anu’da yaşayan Güneş Tanrısı’nın büyük sarayında oturan Tanrıların Büyük Birliği ile beraber olacak. Burada insanların efendisi Horus’un huzurunda, Urtt tacını alacaksın. Selam sana Osiris.
İlgili resim
Ölüm sonrası ölü için yapılması gerekenler içinde kuşkusuz en önemli olan, mezara inisiyatik metinleri ve ölüm sonrasıyla ilgili açıklamaları kapsayan papirüslerin, yani Ölüler Kitabı’nın bırakılmasıdır. Bu kitaplarda önemli dua, ilahi ve yakarışların yanında ve Osiris’i sakinleştirecek ve hatta kandıracak formüller bulunmaktadır! Balık, yılan, hamamböceği ve diğer bazı böceklerin rahibin kutsamasının ardından ceset içine konulduğunda, ölüye yardımcı olacakları kabul edilirdi. Ayrıca, öbür dünyada kendilerine hizmet edeceğine inandıkları küçük biblolar olan Uşabtiler de mezarın içine konulurdu.
Eski Krallık sonlarında, Piramit Metinleri’nin yanı sıra Tabut Metinleri de ortaya çıkar. Bunlar artık Krallar kadar normal ailelere de hitap eden metinlerdir. Bu metinlerin en çok MÖ 2. binyıl başlarında eyalet yöneticileri ve aileleri tarafından kullanıldığı görülmüştür. Bu metinlerde de aynı Piramit metinlerinde de olduğu gibi öteki dünya tasvirleri bulunur ve kötü varlıklara karşı büyülü sözler vardır.
Mısır ölüm inançlarına göre, ölümden sonraki en önemli olay ölünün yargılanmasıdır. Bu inanışa göre ölen insanın ruhu Duat’ta (Mısır mitolojisinde yer altı dünyası) yargılanırdı. Ölünün yargılanması fikri Mısır’ın en eski dönemlerinden beri vardır ve betimlenmektedir.
Ele geçen en eski metinlerden biri MÖ 3600’lü yıllara, kral Menkau-Ra (Mikerinos) dönemine aittir. Bu metinde ölünün Osiris’e benzetildiğini ve kendi hakkında kötü söz söylenmesini istemediğini görürüz.
Ölünün yargılanması genel hatlarıyla kalbin tartılması şeklinde olur. Yunancada Psikostazi ya da psikostasya (ruhun tartılması) şeklinde anılan bu sahne aynı zamanda içsel bir inisiyatik yolculuğun da betimlemesidir.
Çok ayrıntılı bir betimleme veren Ani Papirüsü üzerinden gidersek, ilk olarak, tahtında oturmakta olan Osiris’in huzuruna çıkan ölüyü görürüz. Ölü burada kendini aklamak için bulunur. Mezar metinlerinde ölünün kendisini Osiris’e karşı şöyle savunduğuna rastlanır:
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu
Hiç kimseye kötülük etmedim.
Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim.
Gerçek evinde alçaklık etmedim.
Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım.
Benim yüzümden kimse korku duymadı,
Yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı.
Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım.
Kölelere kötü muamele etmedim ve ettirmedim.
Kimseyi aç bırakmadım.
Kimseye gözyaşı döktürmedim.
Kimseyi öldürmedim ve kimsenin öldürülmesini emretmedim.
Kimseye yalan söylemedim.
Hiç bir utandırıcı davranışta bulunmadım.
Zina etmedim.
Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım.
Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım.
Teraziyle tartarken hiç bir zaman hile yapmadım.
Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım.
Hayvanları çalmadım.
Tanrının kuşlarını avlamadım.
Ölmüş balığı tutmadım.
Hiç bir arkın suyunu başka yöne çevirmedim.
Ben temizim, temizim, temizim…
Bu sırada Osiris’le beraber İsis ve diğer kız kardeşi Nepthis de ölünün karşısında bulunur. Osiris’in tahtının önünde bir lotusa benzer şekilde Horus’un dört çocuğu durur. Bunlar ölü organlarının konulduğu kanobos adı verilen kaplar şeklinde de olabilir. Bu kaplar daha önce de belirttiğimiz gibi içlerine belli iç organların konulduğu ve korunduğu hayvan başlı kaplardır. Sahnede daha yukarıda, yargıç görevini gören Tanrılar ve ölüler kültünün en önemli tanrısı Anubis de yer alır.
Daha sonra Tanrı Anubis ölünün kalbini terazinin bir kefesine, diğer kefesine Mısır’ın doğruluk ve adalet tanrıçası Maat’ı simgeleyen tüy koyarak tartar. Burada, kalbin tüyden hafif olması yani adalet karşısında kusursuz olması gerekir.
Tanrıların yazıcısı olan Thot ise ölünün yargılanma sonucunu Osiris’e bildirmek için yazar. Sonuç olumlu olunca ölü Osiris ile birleşip yeniden doğar ve sonunda da Horus’un yanına gider. Yeniden doğma Phoenix kuşu ile sembolize edilir. Sınavdan başarıyla geçemeyenlerin kalbini Ammit (su aygırı, timsah, aslan karışımı bir yaratık) yer ve ölüler mezarlarında sonsuza aç, susuz ve güneşsiz kalmaya mahkum olurlardı. Aynı zamanda timsahlar tarafından parçalandıkları varsayılırdı.
İlgili resim
Ve ölüm ile ilgili bölümü çok eski bir Mısır duası ile bitirelim:
Heykellerin mihraplarında ebediyen kalsın… Bedenin nekropoldeki mezarında sabit dursun… Batı güzelliklerinle sevinsin. Batı dağından arzunca çıkıp girebilesin, önünde öbür dünya kapılarının ardına kadar açıldığım göresin… Dağda yükseldiği zaman Ra’ya tapabilesin ve ufkun eşiğinde dinlenirken onu yüceltebilesin. Etrafı ebedi bahçelerle çevrili gök havuzunun kıyılarında her zaman gezebilesin..

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)