bilgievlerim: Haziran 2018
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


30 Haziran 2018 Cumartesi

En kıymetli ibâdet


En kıymetli ibâdet  

Sual: En kıymetli amel nedir?
CEVAP
Bir şeyin kıymetli olması, hâle, zaman ve kişinin durumuna da bağlıdır. Onun için (En kıymetli amel şudur) diye kesin bir şey söylenemez.
Peygamber efendimiz, (En kıymetli amel)i, soranların hallerine ve içinde bulunulan şartlara göre bildirmiştir. Mesela yiyeceklerin bol bulunduğu; fakat suyun bulunmadığı yerde, susuzluktan yanan kimseye bir bardak su vermek, fırın dolusu ekmek vermekten daha makbul olur. Vahşi hayvanların veya düşmanların saldırısına veya tehlikeli bir hastalığa maruz kalan kimsenin ölümden kurtulmasına sebep olmak, ona yapılacak diğer iyiliklerden daha üstün olabilir. Aşağıdaki hadis-i şerifler, bu durum göz önüne alınarak değerlendirilmelidir.
Bir kimseyi ebedi felaketten kurtarıp, sonsuz nimetlere kavuşmasına sebep olmak ise hepsinden daha kıymetlidir. Bu bakımdan İslâmiyetin başlangıcında amellerin en kıymetlisi cihad idi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

 

Cihadın Kıymeti

(En kıymetli amel cihaddır.) [Taberânî]

(Müşriklere karşı, mal, can ve dilinizle cihad ediniz!) [Hakim]
(Cihadı terkeden millet, mutlaka genel bir belâya maruz kalır.) [Taberânî]
(İnsanların en üstünü, canı ve malı ile Allah yolunda cihad edendir.) [İ.Ahmed]
(Cihad etmeden veya cihad etmeyi düşünmeden ölen, münafık olarak ölür.) [Müslim]
(En faziletli cihad, canı, malı ile müşriklerle mücadeledir.) [Nesâî]
(Fi-sebilillah cihad edin, böyle cihad, Cennet kapılarını açmaktır. Cihad edenin sıkıntıları gider.) [Hakim]
(Allahü teâlâ, bir ok yüzünden üç kişiyi Cennete koyar. Oku yapanı, atmak için ona vereni ve Allah yolunda o oku atanı.) [Hatib]
(En üstün amel, cihaddır. En üstün cihad, farzları ifa etmektir.) [Taberânî]
(En üstün cihad, nefisle yapılandır.) [İ.Neccar]
(En üstün cihad, zalim hükümdara söylenen hak sözdür.) [Beyhekî]

Emr-i marufun kıymeti
(Bütün ibâdetlere verilen sevab, Allah yolunda savaşa verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaşın sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i anilmünker sevabı yanında denize göre, bir damla su gibidir.) [Deylemî]
[Kur'an-ı kerime, hadis-i şeriflere ve akla uygun şeylere "Maruf", bunlara uymayan şeylere de "Münker" denir. Müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen şeylere de "Münker" denir.]
Günümüzde en kıymetli amel, yayın yolu ile (Emr-i maruf) ve (Nehy-i münker) yapmaktır. Ehl-i sünnet itikadını yaymalı, gayrı müslimlere ve sapıklara gerekli cevap verilmelidir! Bu yol ile cihad edenler yardımda bulunanlar, cihad sevabına ortak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah yolundaki bir mücahidi giydirip kuşatan veya onun çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını gören harbe gitmiş gibi sevaba kavuşur.) [Hakim]

İlmin Kıymeti
(İlim, öğrenmek amelden kıymetlidir.) [Hatib]
(İlim, islâmın hayatı, imanın direğidir.) [Ebuşşeyh]
(İlim, benim ve diğer peygamberlerin mirasıdır.Bana mirasçı olan da, Cennette benimle beraber olur.) [Deylemî]
(İlimle az amel faideli olur, ilimsiz çok amelin kıymeti olmaz.) [Deylemî]
(En üstün ibadet, fıkıh öğrenmektir.) [Ebuşşeyh]
İbni Abidin hazretleri de, (Fıkıh âliminin müslümanlara sağladığı faidenin sevabı, cihad sevabından daha çoktur) buyuruyor. (R. Muhtar)
Peygamber efendimiz, (En üstün amel, Allahı tanımaktır) buyurunca, (Ya Resulallah, biz amelden sorduk, siz ilimden bahsettiniz.) dediler. Cevaben (İlimle yapılan az amel fayda verir, ilimsiz çok amel faydasızdır.) buyurdu. (Deylemî)

(En üstün ihsan, hikmetli bir sözü öğrenip başkasına da öğretmektir.) [İ.Asâkir]

(En üstün sadaka, ilim öğrenip öğretmektir.) [İ.Mâce]

 

Namazın Kıymeti

(En kıymetli amel, vaktinin evvelinde kılınan namazdır.) [İ.Ahmed]
(Namaz, imanın direğidir) [Deylemî]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: "Namazlarını vaktınde doğru olarak eda eden kulumu, azab etmeden, hesab sormadan Cennete koyacağıma söz verdim") [Hakim]
(En üstün amel, vaktinin başında kılınan namazdır.) [İ.Ahmed]
(Amellerin en iyisi gece herkes uykuda iken namaz kılmaktır.) (Berika)
(En üstün namaz, cuma günü cemaatle kılınan sabah namazıdır.) [Beyhekî]
(En üstün amel, namazdan sonra [mümin] ana babaya iyiliktir.) [Müslim]
(En üstün amel, namazdan sonra zekâttır.) [Taberânî]
(En üstün nafile namaz, teheccüd namazıdır.) [Müslim]

 

Tefekkürün Kıymeti

(Allahın yarattıkları hakkında bir saat tefekkür, bir gece ibâdet etmekten daha kıymetlidir.) [Ebu Şeyh]
(Allahın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ibâdetle geçirmekten daha kıymetlidir.) [Ebu Şeyh]
(Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten kıymetlidir.) [K. Saadet]

 

İhlasın Kıymeti

(Allahü teâlâ, ancak ihlaslı amelleri kabul eder.) [Nisai]
(İhlaslı amel, az da olsa kâfi gelir.) [Dare Kutni]
(Dünyada yalnız Allah için ihlasla yapılan şeyler kıymetlidir.) [Berika]
(İbadetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah, buğd-i fillahtır.) Yani sevdiklerini yalnız  Allah için sevmek, buğzettiklerine de yalnız Allah için buğzetmektir. [Ebu Dâvud] 

Allahı Anmanın Kıymeti

(Amellerin en kıymetlisi, en temizi, derecenizi en fazla yükselten, altın ve gümüş vermekten daha kıymetlisi Allahı anmaktır.) [Beyhekî]
(Allahın azabından kurtulmak için, Allahı anmak kadar kıymetli amel yoktur)  [Taberânî]
(En üstün amel, imandır. En üstün iman, Allahı hep yanında bilmektir.) [Taberâni],
(En üstün amel, zikirdir, en üstün zikir ise La ilahe illallah demektir.) [Taberânî]
(En üstün tesbih “Sübhanallahı velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber” dir.) [Müslim]
(Altın vermekten de üstün amel, Allahı anmaktır.) [Beyhekî]
(En üstün amel, Allaha hüsnüzandır.) [Begavî]
(Mü'minin en hayırlı zamanı, Allahı andığı zamandır.) [Deylemî]
(En hayırlı zikir, gizli yapılandır.) [Ahmed]

İyiliğin Kıymeti

(Amelerin kıymetlisi, mümin kardeşini sevindirmek, onun borcunu ödemek veya ona yemek yedirmektir.) [İbni Adi]
(En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir.) [Taberânî]
(Kim bir mümini ferahlandırır, sevindirirse, Allah onu kıyamette sevindirir.) [İ. Mübarek]
(En üstün amel, bir müminin aybını örtmek, borcunu ödemek, yemek yedirmek veya bir sıkıntısını gidermek suretiyle onu sevindirmektir.) [Taberânî]
(En üstün amel, vermeyene vermek, zulmedeni affetmektir.) [Hakim]
(Amellerin en iyisi yemek yedirmektir) (Berika)

 

Diğer Kıymetli Ameller

(Amellerin en hayırlısı, farzlardır, en kötüsü de bid'atlerdir.) [Beyheki]
(İbadetin kıymetlisi, zahmetli olanıdır.) [M. Felah]
(Amellerin kıymetlisi az da olsa devamlı yapılandır.) [Müslim]
(En üstün amel, helâl kazançtır.) [İbni Lâl]
(Hac yolunda ölene, kıyamete kadar hac sevabı yazılır.) [Ebû Ya’lâ]
(Ramazan oruç tutup ölen, cennete girer.) [Deylemî]
(Amellerin en iyisi selam vermeyi yaymaktır) (Berika)
(En kıymetli amel, vaktinde kılınan namaz, sonra ana-babaya iyilik etmek, sonra da Allah yolunda cihaddır) (Berika)
(En üstün duâ, af ve âfiyet dilemektir.) [Tirmizi]
(En faziletli vakit, gecenin ikinci yarısıdır.) [Taberâni]
(En üstün sadaka, sağlıklı, mala tamahı çok, zenginliği umup fakirlikten korkarken verilen sadakadır.) [Müslim]
(En üstün sadaka, su vermektir.) [Nesai]
(En üstün sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır.) [Beyhekî]
(En üstün sadaka, iki kişinin arasını bulmaktır.) [Taberâni]
(En üstün sadaka, dilini tutmaktır.) [Deylemi]
(En üstün sadaka, gizli verilendir.) [Taberâni]
(En üstün ibâdet, duâdır.) [Hâkim]
(En üstün ibâdet Kur'ân okumaktır.) [İbni Kani]
(En üstün amel, sıkıntıya sabretmektir.) [Beyhekî]
(En üstün amel, iyi niyetli olmaktır.) [Hakim]
(En üstün kazanç, el emeği ile kazanılandır.) [Ahmed]

(En iyi isim, Abdullah ve Abdurrahmandır.) [Müslim]

(En üstün söz, doğru olan sözdür.) [Buhârî]

(En üstün yerler, camilerdir. En kötü yerler de, çarşı pazarlardır.) [Taberânî]

(En üstün oruç, Davud’un orucudur. Bir gün tutar bir gün yerdi.) [Müslim]

(En üstün iman, kadere rızâdır.) [E.Nuaym]
(En üstün huy, kimse zarar görmesin diye susmaktır.) [İbni Mübarek]
(En üstün amel, aç olan fakiri doyurmak, borcunu ödemek veya bir sıkıntısını gidermektir.) [Taberânî]
(En üstün yemek, üstüne çok elin uzandığı yemektir.) [Taberânî]
(En üstün söz, "Sübhanallahi ve bihamdihi" demektir.) [Müslim]

(En üstün ev, içinde yetime ikram edilen evdir.) [Beyhekî]

(En iyi hazine sâliha kadındır.) [Hakim]
(İşlerin en iyisi vasat [orta] olanıdır. Din ifrat ve tefrit arasındadır.) [Beyhekî]
(En iyi tedavilerden biri hacamattır.) [E.Davud]

En üstün müslümanlar
En üstün müslümanlarla ile ilgili hadis-i şerifler:
(İmanı en üstün olan; sabırlı, cömert ve hoşgörülü olandır.) [Deylemi]
(En üstün insan, Allahı çok anandır.) [Tirmizi]
(En üstün mümin, fakir diye değer verilmeyendir.) [Deylemi]
(En üstün insan, görülünce Allahın hatırlandığı kişidir.) [Hakim]
(En üstün kimse, orada değilken aranıp sorulmayan, orada iken de, itibar görmeyendir.) [E.Nuaym]
(En üstün kimse, dinleri uğruna yurdunu terk eden gariplerdir.) [İ.Mâce]
(En üstün kimse, az yiyip bedeni hafif olandır.) [Deylemî]

(En üstün kimse, çoluk çocuğuna faydalı olandır.) [Taberânî]

(En üstün arkadaş, Allahı andığında yardım eden, unuttuğunda sana hatırlatandır.) İ.Ebiddünya]

(En üstün insan, herkesin elinden dilinden selamette olduğu kişidir.) [Müslim]

(En iyi insan, ömrü uzun, ameli güzel olandır.) [Tirmizî]

(En iyi insan, kadın ve kızlarına karşı en iyi davranandır.) [Beyhekî]

(En iyi insan, hayrı umulan, şerrinden emin olunandır.) [Tirmizî]

(En hayırlınız, Kur’anı öğrenen ve öğretendir.) [Buharî]
(En iyiniz, kendisiyle kolay uyum sağlanandır.) [Beyhekî]
(En iyiniz, borcunu en güzel şekilde ödeyendir.) [Nesaî]
(En iyiniz, hanımlara en iyi davranandır.) [Tirmizî]
(En iyi arkadaş, Allahı andığında yardım eden, unuttuğunda sana hatırlatandır.) [Hakîm]
(En iyi arkadaş; sözleri ilminizi artıran, ameli de ahireti hatırlatandır.) [Hakîm]
(Hatice de, Meryem de, Fâtıma da zamanlarındaki kadınların en hayırlısıdır.) [Bezzar]
(Mü’minlerin en iyisi, kanaat eden, en kötüsü de aç gözlü olandır.) [Kudâî]
(Kadınların iyisi namusunu koruyan, şehveti fazla olsa da, gözü dışarıda olmayan, kocasına kanaat edendir.) [Deylemî]
(En hayırlınız, çoluk çocuğuna karşı en hayırlı olandır. Ben çoluk çocuğuma en hayırlı olanınızım. Kadınlara ancak şerefli kimseler değer verir, şerefsizler hor görür.) [İ.Asakir]
(Kadınların en iyisi, çok doğuran, kendisini kocasına sevdiren, onunla hoş geçinen ve uyum içinde olandır, en kötüsü de, açılıp saçılan, böbürlenendir.) [Beyhekî]
(En hayırlınız, ahlakı en güzel olanlardır.) [Buharî]
(En hayırlınız, en cömert olandır.) [Ebû Ya’lâ]
(En hayırlınız yemek yedirendir.) [Hâkim]
(İnsanların en iyisi, insanlara en çok faydası dokunandır.) [Dare Kutnî]
(Hırsızların en kötüsü namazından çalandır. Rükûdan, secdeden çalar. [Ta’dili erkana riayet etmez]) [Taberani]
(İnsanların en kötüsü, iki yüzlü olandır.) [Buhrârî]
(İnsanların en kötüsü, şerrinden korkulduğu için yanına varılamayan kimsedir.) [Buhârî]
(İnsanların en iyisi, geç kızan, tez yatışandır. En kötüsü de, tez kızan, geç yatışandır.) Tirmizi]
(Âlimlerin en iyisi merhametli olandır.) [E.Nuaym]
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(Herkes hata eder. Hata edenlerin en iyisi tövbe edendir.) [Tirmizî]

(En hayırlınız, dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.) [Hatib]

Endülüs’te İlk Savaş ve Gemileri Yakmak


Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayr, oldukça çetin bir kuşatmanın ardından Tanca kentini fethettiğinde, bu kuşatmanın başarıyla sonuçlanmasında çok büyük emeği olan Tarık bin Ziyad’ı bu başarısından dolayı Tanca ve çevresine vali olarak atamıştı. Tanca’nın alınmasının ardından Sebte kenti de kuşatılmış ama Julianus ve kent halkının olağanüstü bir gayretle kenti savunması ve karşı sahillerden kente deniz yoluyla sürekli olarak yardım gelmesi nedeniyle başarılı olamamış; Musa b. Nusayr, Tarık bin Ziyad’ı orada bırakarak kendisi Kayrevan’a dönmüştü.
Sebte Kontu Julianus bu ilk kuşatma denemesinin yalnızca bir başlangıç olduğunu, Müslümanların ilk fırsatta kenti tekrar kuşatacaklarını anladığından bölgenin geleceğini düşünerek Tarık veya Musa ile görüşmek istemiş ve onlara başka bir hedef sunarak Müslümanların Endülüs Yarımadası’nı fethetmelerini istemişti.
Müslümanları Endülüs’ü fethetmeye yönlendiren başlıca iki neden vardır.
Müslümanlar fetihlerde doruğa ulaşarak doğuda ve batıda en uzak noktalara kadar ilerlemişler ve İslam devletinin sınırları doğuda Çin’e, kuzeyde Kafkasya bölgesine, batıda ise Atlas Okyanusu’na dayanmıştı. Bu arada Afrika ile Avrupa’yı birbirinden ayıran boğaza gelince, karşıya geçmeyi ve Endülüs’ü ele geçirmeyi düşünmelerinde şaşılacak bir durum yoktur. Kuzey Afrika’nın tümü ve Mağrib Müslüman topraklarına katıldıktan sonra her tarafı çöl olan güney yerine boğazı geçerek verimli toprakları, ırmakları, bahçeleri, birçok meyve ve bitkileri sık sık dile getirilen, doğal zenginlikleri bakımından son derece çekici olan kuzeye yani İspanya’ya yönelmeleri mantığın bir gereğidir. Julianus kendilerine bu teklifle gelmeden önce, Musa b. Nusayr ve özellikle de Tarık b. Ziyad’ın Endülüs’ü fethetmeyi düşünmemiş olmaları oldukça zayıf bir olasılıktır. Bu teklif olsa olsa yalnızca bu konudaki düşüncelerini yaşama geçirme konusundaki kararlılıklarını artırmıştır.

Müslümanları fethe teşvik eden bir diğer konu da İspanya’yı kasıp kavuran karışıklıklardır. Özellikle de Rodrich (Rodrigo)’in son yasal kral Vitiza’ya karşı yaptığı darbeyle onu tahtından indirmesi ve Vitiza’nın çocuklarının intikam ateşi içinde kıvranmasıdır. Eski kralın çocukları hem Afrika’ya geçerek Müslümanlardan bizzat yardım istemiş, hem de Julianus’a mektup yazarak ondan tahtı almak konusunda destek istemişlerdi. Septe Kontu Julianus ile yeni kral Rodrich’in tam bir uyum içinde olduğu da söylenemezdi. Zira Julianus hâlâ eski krala saygı duyuyor ve gizli olarak ona bağlılığını sürdürüyordu. Tahtın yasal sahibinin Vitiza olduğunu, Rodrich’in meşru kral olmadığı ve hatta onun tahtı zorla gasp ettiğini kabul ediyordu. Üstelik bütün Arap tarihçilerinin üzerinde uzlaştıkları bir konu vardır ki, o da Rodrich’in Julianus’un kızına tecavüz ettiğidir. Bazı ayrıntılar dışında bu olayı bütün Arap tarihçiler ittifakla anlatır.
Elbette Vizita’nın çocuklarının düşüncesi Müslümanların sonsuza kadar İspanya’da kalacakları değildir. Onlar için önemli olan Rodrigo’nun nasıl olursa olsun devrilmesi ve ülkenin yönetimini tekrar ele geçirmekti. Fakat ellerindeki askeri güç bu hedefe ulaşmak için yeterli değildi ve bu nedenle Müslümanlardan yardım istiyordu. Onlar, Müslümanların elde edecekleri ganimetlerle bir süre sonra Endülüs’ü terk edip geri dönecekleri düşüncesindeydiler.
Julianus, Musa bin Nusayr ile görüşüp ona Endülüs’ü fethetmesi için yardım teklif ettiği ve emrinde bulunan dört gemisi ile Müslüman askerleri karşıya geçirebileceğini teklif ettiği zaman, Musa ona Müslümanlara neden yardım etmek istediğini elbette sordu. Musa, öne sürülen gerekçeleri kabul etse de böylesine yaşamsal bir konuda güvenliği elden bırakmaması gerektiğini, aksi durumda bir komplo karşısında ordunun büyük bir tehlike ile baş başa kalacağını çok iyi biliyordu.
Julianus ayrıca, yardım ederek fethi kolaylaştırabileceğini, zaten karşılarında güçlü bir direnişin olmayacağını, hatta ilk seferi kendisinin yapabileceğini vaat etti. Daha sonra Endülüs’ün güzelliklerinden, zengin gelir kaynaklarından ve bereketli toprağından söz ederek onu fethe teşvik etti.
Julianus, Vizigotların bu sıralar o kadar güçlü olmadığını ve kendisinin yapacağı yardım ile karşıdaki direncin daha da azalacağını söyledi. Ayrıca kendilerine yol gösterecek rehberlerin yardımıyla fethin çok kolay gerçekleşebileceğini ekledi. Bu sözlerini kanıtlamak için Musa’nın bir birliğini yanına alarak Ekim ya da Kasım 709’da dört gemisine bindirdi ve Endülüs kıyılarına geçerek el-Hadra Adası’na saldırdı. Dört gün boyunca en ufak direniş görmeden adada kalan birlik, ele geçirdiği bol miktarda ganimetlerle birlikte geri döndü.
Endülüs’e yapılan ilk seferin hiçbir zorlukla karşılaşmadan böylesine başarılı geçmesi üzerine, Musa’nın fethin kolay geçeceğine ve Julianus’un bu konuda gerçekten yardım edeceğine inancı arttı. Ayrıca Halife Velid bin Abdülmelik’e bir mektup yazarak fethin kolay olacağını ve fetihten elde edilecek faydaları anlatarak izin istedi.
Velid, Musa’dan bir serüvenden kaçınmasını, bütün orduyla İspanya’ya geçmemesini, Müslümanların denizde tehlikeye uğramaması için önce küçük birlikler göndererek dikkatli davranmasını isteyerek izin verdi. Musa, halifenin buyruklarına uyarak küçük birliklerle Ebu Zur’a diye bilinen Tarif bin Malik’i görevlendirerek Julianus’un verdiği gemilerle karşıya gönderdi.
Julianus’un dört gemisiyle beş yüz kişilik bir birlik, Tarif b. Malik’in komutasında harekete geçti. Tarif, günümüzde önemli bir sanayi merkezi olan liman şehri Cezîretü’l-Hadra (Yeşil Ada) yakınlarında bir noktaya çıktı. Daha sonra buraya Tarif Adası denmiştir. Tarif, Ceziretü’l-Hadra’ya saldırarak büyük miktarda ganimet elde etti (Temmuz 710).
Gelişmeleri değerlendiren Musa b. Nusayr’da, Julianus’un yardım teklifindeki içtenliği, Endülüs Yarımadası’ndaki direnişin zayıflığı ve deniz tehlikesinin ciddi olmadığı hakkındaki düşüncesi iyice pekişti. Hazırlıklarını hızlandırdı ve Endülüs’ü fethedecek or

dunun komutanlığa Tanca fatihi Tarık bin Ziyad’ı getirdi. Çünkü Julianus ile ilk defa o ilişkiye geçmişti. Musa, fetih için hemen harekete geçmesini emrederek Tarık’ın emrine yedi bin asker verdi

.

Tarık Bin Ziyad

Endülüs’ü fethetmek üzere İslam ordusunun komutanlığına getirilen Tarık’ın kimliği hakkında farklı rivayetler vardır. Bazı tarihçiler, onun Berberi olduğunu ileri sürerken, bazıları da Hemedan asıllı bir İranlı ya da Arap olduğunu kabul ederler. Emevi Halifesi Velid bin Abdülmelik döneminde Kuzey Afrika’nın fethi için görevlendirilen Musa bin Nusayr’ın azat edilmiş kölesiydi.
Tarık bin Ziyad, ilk askeri ve siyasi başarısını Mağrib-i Aksa’da ve özellikle de Tanca’da ele geçirilmesinde göstermiştir. Bu savaşlar sırasında çok büyük hizmetler vermiş, cesareti ve dehası ile takdir edilmiştir. Tarihçiler, Tarık’ın kuvvetli hitabet yeteneğinin, gözü kara oluşunun, keskin ve isabetli karar vermesinin komutanlığa getirilişinde etken olduğunu kabul ederler. Berberi olduğu çokça dile getirilmesine karşın, Arap dilini çok iyi bildiğini gösteren şiirler de söylemiştir.
Tarık’ın emrindeki askerlerin çoğu Berberi idi. Bunların da çoğu Berberilerin emirlere uymasını sağlamak ve isyan etme olasılığını ortadan kaldırmak için rehin olarak Musa’ya verilenlerdi.
Tarık, Julianus’un verdiği dört gemiyle ordusunu İspanya’nın en güneyindeki Calpe bölgesine geçirmeye başladı. Bütün orduyu tek seferde geçirmek olanaksız olduğu için karşı kıyıda korunaklı bir yer saptanıp, ordu, deniz yoluyla çok sayıda seferin ardından karşı kıyıya ulaşmayı başardı. Tarık’ın karargah kurduğu yerin adı bugün Tarık bin Ziyad’ın adıyla Arapça “Tarık’ın dağı” anlamına gelen Cebelitarık  (Gibraltar) olarak anılmaktadır.
Ordunun karşıya geçirilmesi işi hiçbir güçlükle karşılaşmadan ve fazla dikkat çekmeden tamamlandı. Çünkü bu iş için kullanılan gemiler ticaret gemileriydi ve bölgenin yerel halkı ticaret gemileriyle her zaman birçok yabancı tüccar ülkelerine geldiği için gemilerden inen bu insanların da yeni tüccarlar olduğunu sanıyordu. Kimse bu gemilerin Endülüs’ün yazgısını değiştirecek kuvvetleri taşıdığını anlayamamıştı. Nihayet gemilerin yaptığı son seferde Tarık da Endülüs’e ayak bastı.

Tarık bin Ziyad Gemileri Yaktı mı?

İlk kez, Endülüs seferinden tam 300 yıl sonra İdrisi tarafından yazılan Nüzhetü’l-Müştâk adlı eserde Tarık bin Ziyad’ın askerlerine yaptığı konuşmada, “Kaçacak yer var mı? Önünüz düşman, arkanız deniz” demesi kanıt gösterilerek savaştan önce Tarık bin Ziyad’ın gemileri yaktığı ileri sürülmüştür. Bu nedenle Tarık bin Ziyad günümüzde dahi gemileri yakan komutan olarak bilinir.
Buna karşın ister Müslüman olsun ister olmasın birçok tarihçi Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakması öyküsünün yalnızca bir şehir efsanesi olduğu konusunda birleşmektedir. Öncelikli olarak gemiler Tarık bin Ziyad’ın tasarrufunda değildir. Sebte Kontu Julianus tarafından kullanımına sunulmuştur. İslam adına fetih yapan Müslüman bir komutanın emanete ihanet ettiğini düşünmemizi gerektirecek bir kayıt yoktur. Olsa olsa askerlerin tümü boğazı geçtikten sonra geri gönderilmiştir. İkinci olarak,  düşman topraklarına ayak basan bir komutan için elindeki gemiler ile merkezle sürekli bağlantı içinde kalmak ve gerektiğinde lojistik açıdan takviye kuvvetler alabilmek yaşamsal bir önem taşımaktaydı. Tarık bin Ziyad gibi başarılı ve yetenekli komutanın böylesine büyük bir yanlışa düşerek gemileri yakacağını ve stratejik açıdan kendisini zor durumda bırakacak bir konuma sokacağını düşünmek olası değildir. Nitekim Tarık, Endülüs’ün fethi sırasında merkezle iletişimi bu gemilerle sağlamış, yardımcı kuvvetler de kendisine yine bu gemilerle gönderilmiştir.
Tarık bin Ziyad karşıya geçip de ülkenin başkentine doğru ilerlemeye başlayınca Rodrich’in büyük bir orduyla üzerine geldiğini haber almış ve Musa’dan yardım istemiştir. O da beş bin asker daha göndererek onun isteğine yanıt vermiştir. Sonradan gelen kuvvetler de gemilerle boğazı geçmiş ve Tarık’ın ordusu bundan sonra on iki bin kişiye ulaşmıştır. Eğer gemiler yakılmış olsaydı, bu yardımcı kuvvetlerin yüzerek geçmek (!) dışında karşı kıyıya ulaşması olanaksız olurdu. Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakmadığını gösteren başka bir olay da Musa’nın ordusuyla (sekiz bin civarında) Afrika’dan Endülüs’e geçmesidir. Bu geçiş Tarık bin Ziyad’ın geçişinden yaklaşık bir yıl sonra olmuştur. Musa’nın büyük ordusunu geçirmek için bu kadar zamanda yeterli miktarda yeni gemi yaptırdığını kabul etmek olanaklı değildir. Gerçek olan, Musa’nın bir yıl zarfında yaptırdığı gemilerin yanında Tarık’ın kullandığı gemileri de kullanmış olmasıdır.
Tarık bin Ziyad’ın konuşmasındaki ilk cümle, kuşkusuz arkalarında denizin olduğunu anlatmaktadır. Fakat bu ifade, sahilde gemilerin bulunmadığını göstermez. Yani Tarık bin Ziya arkalarında gemilerin bulunmadığını değil, o gemilerin azlığını ve kolay kolay o gemilere binip geri dönülemeyeceğini belirtmektedir. Çünkü var olan gemiler ile ordunun tamamının tek seferde taşınması olanaklı değildir. Tarık bin Ziyad “kaçacak yer mi var?” derken bu duruma atıf yapmaktadır.
Endülüs seferinin ardından tam 300 yıl boyunca yazılan hiçbir kitapta ya da belgede gemilerin yakılmasından bir tek kelime dahi olsun bahsedilmemesi, dönemin kaynaklarında geçmemesine karşın İdrisi’nin olaydan yüzyıllar sonra hiçbir belgeye dayanmadan böyle bir iddiada bulunması, herhalde gemilerin yakılmasının nasıl bir şehir efsanesi olduğunu gösterir. Kısacası Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakması konusu tarihsel ya da mantıksal nedenlerle örtüşmemektedir.

Endülüs Kıyısına Varış ve Savaş Öncesi Olaylar

Tarık bin Ziyad ordunun tamamı aynı yerde toplandıktan sonra, önce üzerinde bulundukları dağın stratejik durumunu inceledi. Sonra kendilerine yapılabilecek ani bir saldırıya karşı önlem olması için karargâhın etrafı tahkim edildi. Ardından, başlarında Abdülmelik b. Ebi Amir’in bulunduğu küçük bir birlik keşif için çevreye gönderildi. Bu birlik kısa bir süre sonra küçük bir kaleyi ele geçirdi. Daha sonra asıl ordu gelerek kent merkezini hiç bir direnişle karşılaşmadan teslim aldı. Direniş görmemelerin başlıca nedeni, Rodrich’in bu sırada ordusunun başında Beşkens (Boscos) ve Pamplona kentlerine saldıran Franklarla savaşmak üzere kuzeye doğru hareket halinde olmasıydı.
Tarık bundan sonra, daha önce yaptığı plana uygun olarak Kurtuba’ya doğru harekete geçti. Burada Rodrich’in yeğeni Bencio komutasında bir orduyla karşılaştı ve onu kolayca yenilgiye uğrattı. Fakat dağılan ordu kısa süre sonra toparlanarak Müslümanlarla çarpışmaya yeniden başladı. İspanyolların bu düzensiz kuvveti her çatışmada yeniliyor, bir miktar askeri ölüyor fakat yeniden saldırıyordu. Sonunda komutanları Bencio öldürülünce tamamen dağıldı. Yalnız bu savaşlardan sağ kurtulan Wiliesindo adında bir asker, kaçarak güneyden gelen bu tehlikenin büyüklüğünü Rodrich’e haber vermeyi başarmıştı. Rodrich haberci gelip durumu öğrenince hemen güneye dönmeye karar verdi.
Rodrich güneyden gelen bu tehlikeyi bertaraf etmek için ülkenin bütün kuvvetlerini toplamaya başladı. Ülkenin ileri gelenlerine bütün kuvvetleriyle gelmeleri için haberciler çıkardı. Kısa zamanda 40 bin (ya da daha çok) kişilik bir ordu oluşturuldu.
Rodrich, büyük bir hızla güneye doğru yol alıp İspanya’yı tehdit eden bu düşman karşısında eski kralın çocuklarından bile yardım isteğinde bulundu ve ellerindeki bütün siyasi, askeri ve ekonomik güçle birlikte kendisine katılmalarını istedi. Bu konuda gevşek davranmamaları konusunda dikkatlerini çekerek ortak düşman karşısında tek vücut olmaları gerektiğini bildirdi. Onlar da bu isteği görünürde de olsa olumlu yanıtlayarak kuvvetlerini toplayıp Rodrich’in ordusuna katılmak için yola çıktılar. Vitiza’nın iki oğluna gelince, Rodrich onları gayet iyi karşılayıp birini sağ, diğerini de sol kanat komutanlığına getirdi.
Vitiza’nın oğullarının, babalarının tahtını ellerinden alan Rodrich’in ordusuna katılmalarının asıl nedeni elbette ilk fırsatta yönetimi geri almak idi. İlk önce kazanılacak zaferden asıl payı almayı düşünmüş olmalarına karşın, savaş Müslümanların lehine gelişince tutumlarını değiştirmişler ve Rodrich’e ihanet etmişlerdir.
Rodrich, ordusuyla Kurtuba’ya gelince kendisine katılacak yardımcı kuvvetleri beklemeye koyuldu. Kurtuba, Toledo ile el-Cez’ıretu’l-Hadra’nın arasında bulunan bir kenttir. Bu nedenle iki ordunun da diğerinin hareketlerinden haberdar olması oldukça kolaydı. Tarık, Rodrich’in üzerine çok büyük bir ordu ile hareket ettiğini öğrendiğinde elindeki askerlerin yetmeyeceğini düşünerek Musa’ya hemen yardım göndermesi için haber gönderdi. Musa, mektup eline ulaşınca beş bin kişilik bir kuvvet daha hazırlayıp Tarık’a gönderdi.
Tarık bin Ziyad’ın emrindeki ordunun mevcudu son gelen takviyeyle birlikte on iki bin kişiye ulaşmıştı. Çoğunluğu piyade pek az bir kısmı ise süvariydi. Tarık, takviye kuvvetleri gelir gelmez ordusunu kuzeye doğru harekete geçirdi. Aynı sırada Rodrich de kendisine doğru ilerliyordu.
Rodrich, ortak düşman karşısında İspanya’yı korumak için herkesi bu savaşa çağırmıştı. Çünkü İspanya’nın geleceğinin bu savaşa bağlı olduğunu biliyordu. Öte yandan Tarık da askerlerine ateşli konuşmalar yapıyor, zafer kazanmakla elde edecekleri sevap ve ganimetten söz ediyor, Endülüs’ün Müslümanların eline geçmesinin bu savaşa bağlı olduğunun altını çiziyordu.

Tarık bin Ziyad’ın Konuşması

O gün Tarık bin Ziyad’ın askerlerine yaptığı konuşma şöyleydi:
Ey askerlerim! Görüyorsunuz ki arkanızda deniz, önünüzde düşmanlar ve kaçacak hiç bir yeriniz yok. Vallahi, sabır ve sebattan başka yapacağınız bir şey de yok. Düşmanımızın bütün gücüyle üzerimize geldiği apaçık bir gerçektir. Üstelik yiyecek ve donanımı da boldur. Halbuki bizim kılıçtan başka silahımız ve düşmanın elinden alacağımız yiyecekten başka erzakımız da yoktur.
Hiç bir şey yapmadan şu durumumuz birkaç gün devam ederse güçten düşeriz. Bizden korkan düşman da durumumuzu görüp bize karşı cesaretlenir. Bu kötü akıbete düşmekten kendinizi koruyarak şu azgın düşmana karşı görevinizi gereğince yapınız.
Müstahkem kentler ve güçlü düşman karşınızdadır. Ölümden korkmazsanız bu fırsatı değerlendirmek ve zafere ulaşmak olasıdır. Şunu kesinlikle biliniz ki, bu savaşta ben de sizden daha fazla güvende değilim. Yine iyi biliniz ki, eğer şu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir yaşama kavuşursunuz. En ucuz malın can olduğu bu pazara sadece sizi sürmüyor, bilakis önce kendi canımdan başlıyorum. Canınızı düşünerek benden yüz çevirmeyiniz. Siz de benden daha fazla bir zorluğa katlanmayacaksınız. Sizin payınıza da bana düşenden fazlası düşmeyecek. Hepimiz aynı yazgıyı paylaşıyoruz.
Bu ülkenin güzel kızlarla dolu olduğunu duymuşsunuzdur. Burasının inci ve mercan içindeki uzun elbiselerini yerlerde sürüyen ve altın tellerle dokunmuş hülleler giyen Yunan kızlarıyla dolu olduğu ve kralların saraylarında taç giyinmiş duvaklı kızların da bulunduğu bilgisi size gelmiştir.
Müminlerin emiri Velid b. Abdülmelik, kahramanları içinden sizi seçti ve bu ülkenin krallarına akraba ve damat olmanıza rıza gösterdi. Çünkü sizin savaştan korkmadığınıza, kahramanlar ve süvarilerle çekinmeden vuruşacağınıza ve sizin bu yaptığınız cihattan gayenizin İlay-ı Kelimetullah olduğuna dolayısıyla bu uğurda sevap kazanacağınıza güveni sonsuzdur. Böylelikle İslam dinini bu ülkeye yerleştireceğinize inanıyor. Elde edeceğiniz ganimetin tamamını size bırakmaya söz vermiştir. Allah yardımcınız olsun. İki dünyada sizin kahramanlığınız anılacaktır.
Biliniz ki sizi davet ettiğim şeye ilk katılan ben olacağım ve kesinlikle bilin ki iki ordu savaşa başlayınca bizzat kendim Rodrich denilen azgına saldırıp inşallah onu öldüreceğim. Siz de benimle birlikte saldırın. Eğer onu öldürdükten sonra ben de ölürsem sizi ondan kurtarmış olurum. Başınıza itaat edeceğiniz bir kahramanı getirmekten aciz değilsiniz. Eğer ondan önce (Rodrich) ölürsem benim bu arzumu terk etmeyin ve onun üzerine yüklenin. Onu öldürmek suretiyle bu ülkenin fethini tamamlayın. Çünkü düşman askerleri o öldükten sonra dağılırlar ve bir daha toparlanamazlar.

Lekke Vadisi Savaşı


İki ordu Sidonia kenti yakınlarındaki Lekke Vadisi’nde (Rio Guadalate) birbiriyle karşılaştığı zaman gecenin karanlığı çökmek üzereydi. Bu nedenle savaş başlamadı. Tarık, ordusuna etraflarındaki her harekete dikkat etmelerini söyleyerek o gece dinlenmelerini ve ertesi gün savaşa hazır olmalarını emretti
Sabah olunca iki ordu da savaş durumuna geçti. Kral Rodrich tahtına oturdu ve uşaklarına kendisini savaş yerine götürmelerini emretti. Tacını giydi ve bütün değerli eşyalarını taktı. İpek gölgelikler altında bayrak ve sancak ormanını andıran bir kalabalıkla, büyük gurur ve kibir içinde önünde savaşçıları, silahları ve bütün mallarıyla Müslümanlara doğru ilerledi.
Tarık ise atına atlamış, ordusundaki sıradan bir süvari gibi cephenin en önüne geçmişti. Müslümanların süvari sayısı oldukça azdı. Ordunun büyük bir kısmı piyadeydi ve içlerinde zırhlı olanları pek azdı. Artık iki orduda da sabır son haddine ulaşmış karşı taraftan gelecek ilk saldırıyı beklemeye başlamışlardı.
İlk saldırı Müslümanlardan geldi. Böylece İspanya’nın yazgısını belirleyecek savaş 19 Temmuz 711 tarihinde başlamış oldu. Tarihi kaynaklar Lekke Vadisi Savaşı’nın seyri hakkında fazla bilgi vermemekle beraber çok çetin bir savaş olduğunu kaydetmektedirler.
Her iki taraf da oldukça uzun süren savaşta çok sayıda kayıp vermişti. İlk önce Rodrich’in ordusunun sol kanadında çözülme başladı. Ardından sağ kanat da dağılmaya başladı. Bununla birlikte merkez kanat Müslümanlara karşı şiddetle direnmeyi sürdürdü. Tarihi kaynaklar bu çetin savaşın bir, üç ya da sekiz gün boyunca sürdüğünü kaydetmektedirler. Savaşın seyri hakkında İbn İzari: “Müslümanlar ve Rodrich’in askerleri öyle şiddetli savaştılar ki, her iki taraf da bu savaşın kendilerinin sonu olduğunu sandılar” diyor.
Ayrıca İbn İzari şunları da aktarmaktadır: “Güneşin doğuşundan batışına kadar savaştılar. Mağrib’de ondan daha büyük bir savaş görülmemiştir. Savaşta ölenlerin kemikleri uzun zaman orada kaldı.”
Savaşın sekiz gün sürdüğünü iddia eden er-Razi ise şunları söylemektedir: “Rodrich, Tarık’ın olduğu yere gelince Lekke vadisinde savaşa tutuştular. O gün Ramazan’ın bitimine iki gün vardı. Pazar günüydü. Güneşin doğuşundan batışına kadar savaştılar. Sonra Pazartesi sabah tekrar başladılar. Ve akşama kadar yine savaştılar. Savaş ertesi hafta Pazar gününe kadar sürdü.”
Savaşın bitimine yakın Rodrich’in elinde çok az bir kuvvet kalmıştı. Rodrich bu durumda yenileceğini anlayınca başka bir ordu düzenleyip yeniden savaşabilmek umuduyla savaş meydanından kaçtı. Müslüman süvariler onu takip etmişlerse de, Rodrich ellerinden kurtulmayı başarmıştı.
Onu takip etmeyi sürdüren süvariler Rodrich’in bindiği atı kıymetli taşlarla süslü eyeriyle birlikte bir bataklığın yakınında buldular. Giydiği çizmelerden birisi bataklığın çamuru üstünde yüzer halde bulunduğundan hareketle Rodrich’in kaçarken bataklığa düşüp boğulduğu anlaşılıyor.  El-Razi bu olayı şöyle anlatır:
Allah, Rodrich ve yanındakileri helak etti ve Endülüs yolunu Müslümanlara açtı. Rodrich’in akıbeti bilinemedi. Cesedi de bulunamadı. Sadece süslü çizmesi bulundu. O zaman bazıları “boğuldu”, bazıları da “öldürüldü” dediler.
Diğer taraftan, “Tarık, Rodrich’i görünce hemen saldırdı ve Rodrich’in önündeki savaşçılar dağıldı. Tarık, ona yetişerek kılıcını kaldırdı ve kılıcıyla başına vurarak onu öldürdü” şeklinde bir söylenti de vardır. Fakat bunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü Rodrich’in savaş sırasında öldürülmediği ve savaşın ardından kaçtığı ile ilgili çok sayıda kaynak bulunur.
Saavedra ve Levi Provencal gibi tarihçiler ise Rodrich’in ne savaş sırasında ne de bataklıkta boğularak ölmediğini yazar. Onlara göre Rodrich ordusunu yeniden toplamak için kuzeye çekilmiş ve Musa b. Nusayr ile yaptığı ikinci savaş sırasında ölmüştür.

Savaşın Sonuçları

Her iki tarafın verdiği ölü sayısı kesin olarak bilinmemektedir ama “dokuz bin Müslüman ganimeti paylaştı” sözünden Müslümanların bu savaşta üç bin şehit verdiğini söyleyebiliriz. Çünkü savaştan önce sayılarının on iki bin kişi olduğunu biliyoruz. Yine de kayıplar konusunda kesin rakam verilemez.
Vizigotlar’ın kayıplarının bundan kat kat fazla olduğu kesindir. Çünkü Arap kaynakları kaçanların sayısının çok az olduğunu aktarırlar. Her ne kadar az sözcüğünün ifade ettiği değer göreceli olsa da, Vizigotlar’ın kayıplarının Müslümanların kayıplarından fazla olduğu kesindir.
Müslümanlar, karşı tarafın karargâhındaki bütün mal, malzeme ve ağırlıkların hepsini ele geçirmiş ve sonunda bu ganimet dokuz bin Müslüman arasında paylaştırılmıştır. Tarık, savaştan sonra zafer müjdesini Musa’ya bildirerek İspanya’nın kalbine giden yolun önlerinde açıldığını belirtti. Müslümanlar, Tarık’ın zaferlerini ve ganimetin bolluğunu duyunca her taraftan akın akın İspanya’ya doğru yola koyuldular.
Bu savaştan kısa süre sonra, önlerinde kendilerine karşı duracak bir güç kalmayan Müslüman ordusu Malaga, Elvira, Cordoba ve Vizigotların başkenti Toledo’yu ele geçirdi. Artık tüm İspanya’nın Müslümanların eline geçmesinin ve Endülüs Emevi Devleti‘nin kurulmasının önünde ciddi bir engel kalmamıştı.



Büyük Temizlik Dönemi ve Stalin Diktatörlüğünün Başlaması


Tarihe Büyük Temizlik ya da Büyük Terör dönemi olarak geçen ve Moskova Duruşmaları ile başlayan dönem Josef Stalin’e Komünist Parti’de tek adam olmasının yolunu açmıştı. 1936 – 1939 yılları arasında süren bu siyasi tasfiye hareketi sırasında yüz binlerce insan ya kurşuna dizildi, ya da arkasında hiçbir iz bırakmadan kayboldu. 1988’de açıklanan Rus kaynaklarına göre bu dönemde 1,5 milyon insan öldürülmüş, milyonlarcası ise unutulmaz acılara katlanmak zorunda kalmışlardı.
1930’lardan başlayarak yaklaşık 25 yılı aşan bir süre için Sovyet sistemi toplumsal ve siyasal nitelikleri bakımından değişmez özellikler gösterir. Açık sosyalist muhalefetin dahi mümkün olmadığı bu döneme siyasal ve ideolojik damgasını vuran kişi ise Josef Stalin’dir. Felsefeden ekonomiye, filolojiden tarihe ve genetiğe kadar her alandaki “doğruların” Stalin tarafından belirlendiği bu dönemin özellikleri, onun ölümünden sonra da etkisini sürdürmüştür.
Bu etki, Sovyetler Birliği ve 2. Dünya Savaşı sonrasında Marksist-Leninist partilerin iktidara geldikleri ülkelerle de sınırlı değildir. Stalin tarafından çizilen ideolojik/siyasal ve örgütsel çerçeve bu ülke rejimlerinin biçimlenişinde belirleyici olduğu gibi, uzun bir dönem için dünyadaki sosyalist hareketin temel eksenini oluşturdu.
“Stalin ve Stalinizm olgusunun kökleri ve çözümlemesi konusunda “Leninizmin mantıksal sonucu” olmaktan başlayan, “bir ekonomik gelişme ideolojisi ve modeli” olarak değerlendiren görüşlerin yanısıra, bu olguyu “Slav ruhu” ve doğu toplumlarının “despotik devlet” geleneğinin bir uzantısı olarak gören yaklaşımlar ya da Stalin’in kişiliğine de bağlayarak “Marksizm-Leninizm’den bir sapma” olarak açıklayan anlayışlar gözlemlenebilmektedir. Öte yandan bu olgunun kökenim Rusya’nın ekonomik ve toplumsal bakımdan geriliğinde ve “köylü sorunu”nda, yani bütün olarak bu ülkeye özgü koşullarda aramak da yanlış olmayacaktır.

Moskova Duruşmaları


Daha sonra “Moskova Duruşmaları” olarak adlandırılacak olan eski Bolşeviklerlere yönelik büyük siyasi davaların ilki Ağustos 1936’da başlatıldı. Davanın başlıca sanıkları 1934’de Kirov’un öldürülmesinin ardından hapse mahkum edilmiş bulunanGrigori Zinovyev ve Lev Kamenev’di. Vatana ihanetin söz konusu edilmesi nedeniyle Moskova Duruşmaları’na SSCB Yüksek Mahkemesi’nin askeri kurulu tarafından bakılıyordu. İddia makamında SSCB Başsavcılığı’na getirilmiş olan Andrey Vişinski bulunduğu ve “Onaltılar Davası” olarak adlandırılan davada sanıklar, hükümeti devirmek üzere komplo kurmak ve Stalin başta olmak üzere Politbüro üyelerini öldürmeyi planlamakla suçlanıyorlardı. Sanıkların öldürmek istedikleri ileri sürülen Politbüro üyeleri arasında daha sonra Stalin tarafından öldürülecek olan Kossyor ve Postişev bile vardı. Moskova Duruşmaları Kamenev ve Zinovyev’in “itirafları” ile başladıktan sonra Sovyet basınında sanıkların ölümle cezalandırılmasını isteyen yazılar çıktı.
Mahkeme, iddianamesinde “tüm kudurmuş köpeklerin idamı”nı isteyen Vişinskiy’nin talebine uygun olarak “Troçkist-Zinovyevci Terör Merkezi” yöneticileri oldukları gerekçesiyle bütün sanıkların idamına hükmetti. Mahkum edilen 16 kişi, ertesi gün kurşuna dizilerek öldürüldü. Zinovyev son sözünün ne olduğu sorulduğunda şunları söyledi: “Benim Bolşevizm’im, Troçkizm aracılığıyla anti-Bolşevizm’e vardı, hatta dahası faşizme vardı. Zinovyevcilik Troçkizmin, Troçkizm de faşizmin bir biçimidir.” Kamenev ise çocuklarına “Karar ne olursa olsun, bunu adil kabul edin. Geriye dönüp bakmayın, yolunuza devam edin. Sovyet halkının yararına olacağı için Stalin’in peşinden gidin” tavsiyesinde bulundu.
Zinovyev duruşmalarda yalnızca kendisine yöneltilen suçlamaları kabul etmişken, Kamenev pek çok eski Bolşeviki suçlayan itiraflarda da bulunmuştu. Bu nedenle bu davayı diğerlerinin izleyeceği tahmin ediliyordu. Davadan kısa bir süre sonra eski Sendikalar Birliği Başkanı ve sağ muhalefetin önderlerinden Tomskiy’nin intihar etmesi bu beklentinin bir sonucuydu.
Eylül 1936’da yapılan bir Merkez Komitesi toplantısında Genel Sekretere eski muhaliflere karşı izlediği terör politikası dolayısıyla yöneltilen eleştiriler sonuç vermemiş, Stalin en yakın destekçilerine karşı bile acımasızca harekete geçmekten çekinmeyeceğini belli etmişti.
İçişleri Komiseri Genrih Yagoda’nın faaliyetlerini yeterli bulmayan Stalin’in, Eylül 1936’da Jdanov’la birlikte Politbüro üyelerine çektiği bir telgrafla, siyasi polisin “Troçkist ve Zinovyevci Blok’u ortaya çıkarmakta dört yıl geç kaldığını” bildirerek, Yejov’un bu göreve atanması isteği kabul edildi. Stalin adına eski muhaliflerin fiziki tasfiyesini hazırlayan Yagoda’nın yerine Merkez Komite üyesi Nikolay Yejov’un getirilmesi ile birlikte “Büyük Temizlik” zirvesine ulaşacak ve bu dönem “Yejovçina” diye anılacaktır.
Yejov’un başına geçtiği NKVD (İçişleri Halk Komiserliği), “Troçkist ve Zinovyevci Birleşik Merkez”in yanı sıra, buna paralel olarak Moskova’da tümüyle Troçkist bir yeraltı örgütünün ortaya çıkarıldığını, bu grubun Almanya ve Japonya hesabına ülkeye ihanet ettiği ve iktidarı ele geçirme halinde Ukrayna’yı Almanya’ya, Amur bölgesini ise Japonya’ya teslim edeceğini ileri sürüyordu.
Sanıkların önde gelenleri Ağır Sanayi Bakan Yardımcısı Pyatakov, 1905 Devrimi’nin kahramanlarından eski tarım bakanı Muralov, eski Maliye Bakanı Sokolnikov ve 1936 Anayasası’nı kaleme alanlardan biri olan Radek’ti.
Yine Ocak 1937’de o sırada hükümetin gazetesi İzvestia’nın yöneticisi olan ve 1936 Anayasası’nı hazırlayan komisyonda da görev yapmış olan Nikolay Buharin tutuklandı. “Moskova Duruşmaları”nın en kapsamlısı olan ve Mart 1938’de görülmeye başlanan “Yirmibirler Davası”nda Buharin’in yanı sıra eski başbakan Rykov dahil “sağ” muhalefetin önde gelenleri ile sol muhalefetin kalıntıları “Sağcılar ve Troçkistler Bloğu”nu oluşturmakla suçlanmaktaydılar. İddianameye göre yabancı casusluk örgütlerinin teşvikiyle “Troçkistler, sağcı Ziyovyevciler, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ile Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin burjuva milliyetçilerini” birleştirmek isteyen bu grup “SSCB’deki sosyalist toplumsal ve siyasal sistemi yıkmak, kapitalizmi ve burjuva iktidarını yeniden kurmak amacıyla” yıkıcı faaliyetlerde bulunmuştu. Üç kişi dışında tüm sanıkları idama mahkum eden mahkeme kararına göre 1917’den 1921’e kadar Merkez Komite üyeliği ve 1919-1921 yıllarında Merkez Komite Sekreterliği de yapmış olan eski Politbüro üyesi sanık Krestinskiy “Alman ajanı”, eski Ukrayna Başbakanı ve 1919-1925 arası Merkez Komite üyesi olan Rakovskiy 1924’den itibaren “İngiliz”, 1934’den itibaren ise “Japon ajanı” olarak çalışmıştı. Yine karara göre eski İçişleri Komiseri Yagoda, Troçki’nin emri ile Gorkiy’i, onun oğlunu ve başbakan yardımcısı Kuybişev’i öldürtmüş, Yejov’u ise zehirleyerek öldürmek istemişti. Baş sanık Buharin’in suçları 1918 yılına kadar gitmekteydi. Buna göre 1918’de Sol Komünistlerin önderi olan Buharin, Troçkistler ve Sosyalist Devrimcilerle birlikte Brest-Litovsk Barışı’nı engellemek amacıyla Lenin, Stalin ve Sverdlov’u öldürtmeyi ve Sovyet hükümetini devirmeyi planlamıştı. Lenin’e Ağustos 1918’de yapılan suikast da bu planın bir parçasıydı.
Kurşuna dizilmeden önce Buharin karısına bir son bir mesaj bıraktı:
Yaşamım sona eriyor. Bu korkunç makine karşısında kendini tamamen güçsüz hissediyorum. Bütün Merkez Komite üyeleri bile her an tutuklanabilir. Benim ölümüm başkalarının da ölümüne neden olacak, çünkü onlara bir örgüt gerek. Partinin gelecek kuşaklarına bu dönemin iğrenç uygulamalarına otopsi yapmalarını salık veriyorum. Lenin için her zaman yaşamımı verirdim. Stalin’e karşı hiçbir şey yapmaya kalkmadım. Partinin sonraki yöneticilerinden beni tartışmalarını ve beni tekrar parti saflarına almalarını istiyorum. Yoldaşlar, biliniz ki, taşıyacağınız bayrak benim kanımla da ıslanmıştır.

Büyük Temizlik Döneminin Büyük Kurbanı: Kızıl Ordu


Haziran 1937’de kısa ve gizli bir muhakeme sonucu Kızıl Ordu Genel Kurmay Başkanı ve iç savaş kahramanı Mareşal Mihail Tuhaçevski ve bir dizi önde gelen general de idam edildi. Mareşal Tuhaçevski’nin daha önce de “Onyediler Davası’nda ismi geçmiş, ancak savcı ve mahkeme, konuyu geçiştirmişti.  İç savaş sırasında Kızıl Ordu’nun en başarılı subaylarından biri olan Tuchachevski, en genç yaşta mareşal olan subaydı. Yabancıların “Kızıl Napolyon” lakabı taktıkları ve halk arasında büyük popülaritesi olan  Tuhaçevski doğal olarak Stalin’in en büyük rakiplerinden biriydi. Ne var ki Kızıl Ordu’nun ve Tuhaçevskiy’nin sahip olduğu prestij, parti yönetiminin 1925’de kaldırılmış bulunan “siyasi komiserlikleri” yeniden oluşturma ve kısa bir süre sonra Kızıl Ordu’nun üst yöneticilerine karşı harekete geçmesine engel olamamıştı. Bunun temel nedeni olarak terör uygulanmasına karşı olan askeri yöneticilerin bir darbe ile Stalin’i ve en yakın destekçilerini görevden uzaklaştırmayı planlamış olmaları ileri sürülmekle birlikte, Tuhaçevski davasında suçlananlar bu iddiayı ve itirafta bulunmayı ısrarla reddetmişlerdi. Tuhaçevski Olayı bu davayla sınırlı kalmayacak, orduda başlatılan yaygın bir temizliğin habercisi olacaktı. Moskova Duruşmaları ile ordu komutanlarının üçte ikisi, tümen komutanlarının % 90’ı tutuklandı. Büyük Terör döneminde 5 mareşalden 3’ü, 16 ordu komutanından 14’ü, 8 amiralden 8’i, 67 kolordu komutanından 61’i, 133 tümen komutanından 130’u, 599 tugay komutanından 211’i, 11 harp komiseri yardımcısından 11’i, 35 bin subay kadrosundan yarısı ya idam edildi ya da hapse atıldı.
Orduya yönelik büyük terörün, Çarlık ordusundan devralınan “burjuva uzman”lardan çok, çoğunluğu köylü ve işçi kökenli olan “kızıl komutan”lara yönelik olması dikkat çekiciydi. Daha sonra Sovyet tarihçileri ve Batılı uzmanlar Sovyet ordusunun Almanlara karşı başlangıçta uğradığı büyük başarısızlığı bu olaya bağlayacaklar, savaş sırasında da hapiste bulunan pek çok subay tekrar göreve alınmak zorunda kalınacaktı.
Duruşmalar kadar dikkati çekmemekle birlikte, muhalefete karşı Stalin’in yanında yer almış olan parti yöneticilerinin de temizlenmesi Yezjovçina’nın önemli bir boyutunu oluşturur. “Gürcistan Sorunu”nda Stalin’in destekçisi olan Gürcü asıllı Ağır Sanayi Komiseri ve Politbüro üyesi Ordjonikidze, yardımcısı Pyatakov’u kurtarmaya çabaladığı için gözden düşmekte ve gizemli bir biçimde ölmekteydi. Ukrayna parti yöneticileri, Politbüro üyesi Kosyor, Politbüro aday üyeleri Postişev ve Petrovskiy ile Cubar yine bu dönemde aniden ortadan kaybolmuşlardı. Bunlar hakkında ne bir suçlama, ne bir muhakeme, ne de öldürüldüklerine dair bir kayıt söz konusudur. Politbüro aday üyeleri Rucutak ve Eyhe yargılanmış, fakat mahkemede daha önceki “itiraflarını” reddedince, gizlice idam edilmişlerdi.
Ortadan kaybolanlar arasında Preobrajenskiy, Antonov-Ovseyenko, Smilga gibi önde gelen sol kanat muhalifler, Demokratik Merkeziyetçilerin hemen tümü, işçi muhalefeti önderleri Şlyapnikov ve Medvedev, Buharin yandaşı Uglanov, Marx-Engels Enstitüsü Müdürü Riyazanov, Ekim Devrimi’nin önde gelenlerinden Askeri Devrimci Komite Başkanlığı ve Adalet Bakanlığı yapmış olan Kirilenko, sayılabilecek isimlerden yalnızca bir kısmıdır. Temizlikten kurtulan önde gelen tek eski muhalif Kollantay’dı. 1937-38 yıllarında iz bırakmadan “ortadan kaybolan” bu kişilerin çoğunluğu büyük olasılıkla NKVD tarafından yok edilmişlerdi.
Moskova Duruşmaları ile başlayan büyük temizlik döneminde tüm Sovyetler Birliği’nde bir tutuklama, yargılama ve kurşuna dizme fırtınası esmekteydi. Bu dönemde partiden 1 milyonu aşkın üyenin tasfiye edildiği bilinmektedir. Partiden atılmanın çoğu kez tutuklanma ve çalışma kamplarına sürülme ile sonuçlandığı göz önünde tutulursa, Stalin’in bu yıllar içinde partide yürüttüğü operasyonun boyutları daha iyi anlaşılabilir.
Kruşçev’in Komünist Parti 20. Parti Kongresi’nde yaptığı açıklamalara göre, 1934 Kongresi’ne katılan 1966 delegeden 1108’i “karşı devrimci” oldukları gerekçesiyle tutuklanmış ve cezalandırılmıştı. Beş yıllık bir aradan sonra 1939’da 18. Parti Kongresi toplandığında Kongreye katılan 1570 delegeden yalnızca 34’ünün parti üyeliğinin 1917 öncesine gittiği görülüyordu. 1920’lerde veya daha önce partide önemli görevler üstlenmiş olanlardan yalnızca 7’si idam veya hapis cezasından kurtulmuş durumdaydı. 1934 Kongresi’nde Merkez Komitesi’ne seçilen 71 kişiden 16’sı hayatta kalmayı başarabilmiş, 51’i ise yok edilmişti. Merkez Komitesi’nin 63 aday üyesinden 59’u ya öldürülmüş ya da hapsedilmişti. 1923’te Stalin’in Merkez komitesi aday üyeliğine bizzat önerdiği 14 kişi, biri (L. Kaganoviç) dışında ortadan yok olmuştu. Başka bir deyişle muhaliflerin yanısıra “partinin sarsılmaz birliği” adına Stalin’i sonuna kadar desteklemiş olan ekip bile Politbüro üyeliğini koruyan bir avuç şanslı kişi dışında, tümüyle yok edilmişti.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni tüm anlamıyla “yenilemiş” ve parti yönetimini tek başına kesin olarak eline geçirmiş olan Stalin, uluslararası komünist hareketin pek çok liderini de öldürtmüştü. Almanya, Polonya ve Macaristan’dan kaçarak Sovyetlere sığınmış olan pek çok komünist “büyük temizlik”in kurbanı olmuşlardır. Bunlar arasında 1919 Macar Devrimi’nin önderi Bela Kun, Almanya Komünist Partisi önderliğinden Remmele ve Nuemann ile Polonya Komünist Partisi’nin hemen tüm Merkez Komite üyeleri de yer almaktaydı.

Büyük Temizlik ya da Büyük Terör Dönemi Neden Başladı?

Sovyetler Birliği’nin kapitalist kuşatmayı kırıp, kendisini dünyaya kabul ettirdiği, büyük fedakârlıklarla da olsa hızlı bir ekonomik gelişmenin sağlandığı, Halk Cepheleri politikaları ile Avrupa sosyal demokrasisi ile yakınlaşıldığı, ciddi bir örgütlü muhalefetin söz konusu olmadığı bu dönemde, Stalin’in “büyük temizlik” ya da “büyük terör”e girişmesinin nedenleri tam anlamıyla yorumlanabilmiş değildir. Gerçekten de Kruşçev’in 20. Kongre’de dediği gibi, “Troçkist, Zinovyevci ve Buharincilere karşı en sert ideolojik mücadelenin verildiği dönemde başvurulmayan önlemlere, sosyalizmin gerçekleştirilmesinden ve muhalefet yenilgiye uğratıldıktan sonra” niçin gerek görülmektedir? Bu konuda verilen en “mantıklı” yanıtlardan biri, Stalin’in Almanya ile patlak vermesi kaçınılmaz görülen savaşı göz önüne alarak Komünist Parti’de tek adam olmak istediği, önderlikte kendisine alternatif olabilecek herkesi yok etmek istediğidir. Zira Stalin’in ve mahkemenin iddia ettiği gibi tüm sanıklar vatan haini ya da işbirlikçi ise, Komünist Parti’de ya da Kızıl Ordu kadrosunda Stalin ve bir avuç insan dışında neredeyse tek bir komünist yoktu!
Troçki’nin 1927’de, I. Dünya Savaşı sırasında başarısız kalan Fransız hükümetini düşürmek için çalışan Clemenceau’nun davranışını örnek vererek, yönetime karşı muhalefetini her koşulda sürdüreceğini belirtmesi unutulmuş değildi. Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i kurmaya yönelik olarak başlattığı girişimin çevresinde toplananların sayısı arttıkça, Stalin, Troçki’nin düşüncelerinin artan etkisinden gittikçe daha fazla korku duyar oldu. Savaş olasılığının artması ile birlikte, temizliğin yaygınlık kazanmış olması bu görüşü destekleyen kanıtlardan biridir. Tasfiyenin, kendinden fedakârlık istenen Sovyet halkına, aksaklıkların suçunun yüklenebileceği bir “hedef’ gösterilmek amacından kaynaklandığının ileri sürüldüğü görülmektedir.
Stalin’i bu katliamlara yönelten başka bir neden de uygulamaya konulan ekonomik kalkınma programını mutlak biçimde başarıya ulaştırma isteğiydi. Bürokrasinin kolektif mülkiyeti altında devlet kapitalizmi gelişirken, Rusya’nın kapitalist dünya ile rekabet edebilmesi için çok hızlı bir sermaye birikimi gerekiyordu. Bunun tek yolu ise işçi sınıfını daha ucuza, daha fazla ve daha üretken olarak çalıştırmaktı.
Nitekim Stalinci bürokrasi de bunu yapmaya başladı. Fakat işçi sınıfını disiplin altına almaya çalışırken Parti içinden muhalefet yükselmeye başlayınca önce parti içi muhalefet temizlendi. Ardından işçi sınıfı deneyimli önderlerini yitirdi. İşe geç gelen, sosyalizmi sabote etme suçlamasıyla toplama kamplarına yollandı. İşçi sınıfının direnen unsurları için ağır cezalar verildi.
Öte yandan Stalin’in kendi destekçilerini de yok etmesine yol açan olaylardan birinin, 1937 başında yapılan Merkez Komitesi toplantısında bu kurulun “Yirmibirler Davası” ile ilgili İçişleri Komiseri Yejov’un raporunu reddetmesi olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle parti yöneticilerinin ve Kızıl Ordu’nun Stalin’i desteklemekle birlikte, ona tümüyle teslim olmaya hazır olmayışı Stalin’in bu gruba karşı da acımasızca harekete geçmesine neden olmuştur.
1938, terörün doruğa yükseldiği yıl olmakla birlikte, yıl sonunda Yejov’un görevden alınmasıyla birlikte bir durulma görüldü. Onun yerine görevini Stalin’in ölümüne kadar 15 yıl sürdürmeyi başaracak olan Beria getirilirken terörün tüm suçlan Yejov’a yüklenilmek isteniyordu. Böylece “Yejovçina”nın son kurbanları bizzat Yejov ve NKVD’nin bazı üst yöneticileri oldular. Ne var ki Beria’nın göreve gelmesi mahkemesiz cezalandırma uygulamasının ve çalışma kamplarının ortadan kalkması anlamına gelmedi, aradaki fark, Beria’nın bu işlemleri daha “sessizce” yürütmesinden ibaret kaldı.
“Büyük Temizlik” dönemine ilişkin olarak açıklanmayı gerektiren bir başka nokta da, “Moskova Duruşmaları”nda bazı direniş girişimleri dışında, tüm sanıkların suçlarını “itiraf’ etmiş olmalarıdır. Stalin’in ölümünden sonra, düzmece oldukları resmi Sovyet makamlarınca belgelerle açıklanan bu davalardaki suçlamaların hayal gücü geniş insanlar için bile inandırıcı olmadığına kuşku yoktur. Hemen tüm sanıklar, “Stalin ve Politbüro üyelerini öldürmeyi planlamak, kapitalizmi geri getirmek, işçileri kitle halinde zehirlemeye kalkışmak” gibi suçlarla itham edilmektedirler. Rus Devrimi’nin önde gelen yöneticileri olan sanıklar, devrimin ilk günlerinden beri, “İngiliz, Fransız, Japon ve Alman casusu olduklarını, Nazilerle işbirliği yaptıklarını, Sovyet topraklarını Japonya ve Almanya’ya terk etmeyi planladıklarını” kabul etmektedirler.
Sanıkların itiraflarının Kruşçev’in de açıkladığı gibi baskı ve işkence altında elde edildiği kuşkusuzdur. Kaldı ki, “itiraf’ etmemenin cezası ise çok kez duruşmasız kurşuna dizilmek olmaktadır. Ayrıca mahkumlara suçlamaları kabul etmeleri durumunda ailelerine bir şey yapılmayacağı garantisinin verilmesi bu itirafların başka bir nedenidir. İsteyen herkesin izleyebileceği, yabancı ülke temsilcilerinin ve tüm dünya basınının orada bulunduğu ve duruşmaların canlı olarak radyodan yayınlandığı bir davada beklenmedik bir savunmanın yapılmasını engellemek için sonuçta önlem alınması gerekliydi! Yine de bu kişilerin düşünce ve davranışlarıyla Sovyet Devrimi ve devleti için “objektif olarak” bir tehlike oluşturduklarına inandırılmış oldukları da ileri sürülmüştür. Buharin’in mahkemedeki savunması, buna iyi bir örnek olarak görülebilir.
Bir yandan “Lenin’i öldürmeyi planlamak, Kirov, Kuybiyşev ve Gorkiy’nin ölümünde parmağı olmak” gibi somut iddiaları ayrıntılı bir biçimde çürütmeye çalışan ve bu noktalarda kendini savunan Buharin, diğer taraftan “karşı devrimci işbirlikçileriyle birlikte Lenin’in eserini yıkmaya çalıştığını” itiraf etmektedir. Ülkenin Stalin’in arkasında olduğunu, onun dünyanın umudu olduğunu açıklayan Buharin, “ülke, parti ve halk karşısında diz çöküyorum” diyordu, “önemli olan bir düşmanın pişmanlığı değil, SSCB’nin yüceliği”dir.

Komünist Parti’de Stalin Egemenliği

Büyük Temizlik dönemi sona erdiğinde, Lenin’le birlikte yola çıkan ve 1917’de kurulan ilk Sovyet Politbürosunun 6 üyesinden beşi yok edilmişti. Geriye kalan tek kişi elbette Yoldaş Stalin’di. Gerekçesi ne olursa olsun Büyük Temizlik sonunda 19. Parti Kongresi 1939’da toplandığında, Stalin rakipsiz bir konuma geldi. 1939’dan ölümüne kadar geçen dönemde iktidar, Stalin ve onun izin verdiği ölçüde Politbüro’da görev yapan bir avuç kişinin elinde toplanmış, partinin Merkez Komitesi tamamen etkisiz kılınmıştı. 1919’dan 1921’e kadar ayda iki kez, 1921’den sonra ise ayda bir kez toplanması öngörülen Merkez Komitesi, 1939’daki tüzük değişikliği uyarınca yılda ancak üç kez toplanır hale geldi. Ne var ki, Şubat 1941’de toplanan Merkez Komitesi, II. Dünya Savaşı boyunca hiç toplanmadı, yeni bir toplantı ancak savaş bittikten sonra 1946’da gerçekleştirildi. Önceleri her yıl toplanan Parti Konferansı 1926’dan 1932’ye kadar üç yılda bir yapıldı, 1941’deki 18. Parti Konferansı’ndan sonra ise bu toplantı hiç gerçekleştirilmedi. 1939 tüzüğüne göre beş yılda bir toplanması gereken Parti Kongresi ise, 1952’ye kadar tam 13 yıl toplantıya çağrılmadı.
Bütün bunlara karşın Sovyet resmi teorisinde “kolektif liderlik” anlayışı savunulmaya devam ediliyordu. Merkez Komitesi gibi Politbüro’nun da kolektif bir organ olarak çalıştığı kabul ediliyor, Stalin’in hukuki konumu da Genel Sekreter ve Politbüro üyesi olarak “eşitler arasında birinci” olmaktan ileri gitmiyordu. Oysa Stalin çok kez kararlarını tek başına alıyor, kendi belirlediği Politbüro üyelerini dahi ancak gerekli gördüğü durumlarda haberdar etmekle yetiniyordu. Partinin üst yönetim organı sayılan Polütbüro üyelerinin dahi Stalin’e karşı kendilerini güvende hissetmedikleri görülür. SSCB Başbakanlığı da yapan Politbüro üyesi Bulganin, Kruşçev’in Komünist Parti 20. Kongresi’ndeki açıklamasına göre, bir keresinde bir kişinin Stalin’in bir dost olarak davetini kabul edip evine gittiği zaman, davet sonunda evine mi yoksa hapishaneye mi gideceğini kestirmesinin mümkün olmadığını açıkça kabul etmektedir. Kruşçev’in deyimiyle Stalin’in tüm rakiplerini tasfiye ettiği bu katliam dönemi, “insanlık tarihinin en barbar dönemi”dir.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)