bilgievlerim: Efsaneler Dünyası
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Efsaneler Dünyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Efsaneler Dünyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2018 Salı

Devlerin Dansı


Tepegözler Mimarisi
Neolitik (Cilalı Taş Çağı) insan inşaatçılığa, iri, oyulmamış kayalarla başladı ve bu kayaları harç ya da benzer bir şey kullanmaksızın birbirinin üzerine oturttu. Cilalı Taş Çağı’nın sonları ve onu izleyen Bronz Çağı’nın başlangıcın­da bu tür mimari oldukça gelişti. Bu kaba taştan anıtlar, dünyada görülen en olağanüstü yapıların arasında yer alır, çünkü:
Taşları bu yapıların olduğu yere taşımak ve birbirinin üzerine oturtmak için büyük bir yaratıcılık kullanılmış olmalıdır.

(Tepegözler (Kikloplar): Klasik mitolojide “Titanlar” ve “Kikloplar” (Cyclops) olarak iki ayrı dev ırkından söz edilir. Kikloplar Türk Mitolojisinde “Tepegöz” adıyla geçer. Kiklopların üç türünden biri de “duvarcı Kikloplar” adını taşırlar ki kökenleri Anadolu’nun Likya bölgesi olarak gösterilir.)
Birçok küçük taş yerine çok büyük taşlar kullanılmıştır. Örneğin, Malta’daki Hagiar Kim tapınağındaki bir taş blok 6,4 x 2,7 x 2,7 metre boyutunda ve Lübnan’da Baalbek’deki bir blok 18,8 x 6 x 4,6 metre boyutunda ve herhan­gi bir inşaatta kullanılmış en büyük tek parçalık kaya olduğu öne sürülmüştür. (Kiklopik tarzdan sonra geliştirilmiş olan Mısır Piramitleri’nin en büyük taşı 5,4 metreden fazla değildir ve bunlar destek olarak kullanılmış özel taşlardır. Oysa, kikloplarda neredeyse tüm taşlar devasa boyuttadırlar.)

Baalbek Blokları

Taşları üst üste, dikebilmek için çok sayıda ve iyi örgütlenmiş, uzun süre boyunca tek komuta altında, birlik içerisinde hareket eden, binlerce kişiden oluşan bir işçi takımı oluşturulmuş olmalı.
Bu kadar büyük taşların taş ocağından nasıl çıkartıldığını, taş ocakların­dan çıkartılmadılarsa da nasıl bu kadar çok sayıda, uygun biçimlerde ve kul­lanıma uygun olabildiklerini anlamak güçtür.
Kiklopik tarzdaki bu yapıların yedi ana yapısal türü bulunmaktadır ve yu­karıda söz ettiğimiz en basitinden başlayarak yapım zorluklarına göre sırala­yacağız:
(Burada sözü edilen tüm taş yapılar, prehistoryacılara göre tarih öncesi çağlarda dikilmiştir. Çoğu araştırmacı bu tür taş yapıların özellikle “ley hatları” üzerine yerleştirildiği ve çoğunlukla büyüsel ve psişik amaçlar doğrultusunda kullanıldığına ilişkin ortak görüşe sahiptir.)
(Kullanılan sınıflandırma türü T. E. Peet’e aittir: “Rough Stone Monuments and The­ir Builders” (Kaba Taş Anıtlar ve Bunları İnşa Edenler), Londra ve New York, 1912. Diğer yazarların sınıflandırmalarına göre daha doğru görünüyor.)
1- Bir ile dokuz metre arasındaki yükseklikte, bazı noktalarda sayıca çok olan ve birbirine benzeyen menhirler ya da megalitler.
2- İki dikey taşın üzerine oturtulmuş, üçüncü bir yatay taştan oluşan trilithon’lar.
3- Bir boşluğu çevreleyen birkaç dikey taşın üzerine oturtulmuş bir yatay taştan oluşan dolmen’ler.
4- Belirli bir biçimde aralı küçük ya da orta boy menhirler ya da hizalan­mış taşlar.
5- Sağ kollarda koridorlar bulunabilen, birbiriyle karşılıklı trilithon sıraları ya da koridor-mezarlar.
6- Stonehenge’deki gibi, bazen üst kısımda yatay kare taşlar bulunan çember, elips ya da ender olarak kare biçiminde menhir sıraları ya da cromlechler (kromleç).
7- Sardinya Adası, Malta ve Gozo’daki olağanüstü yapılara benzeyen daha karmaşık biçimli, büyük bir olasılıkla, daha sonraki dönemlerde yapılmış megalitik tapınaklar. Bu megalitler birçok yerde kayalara oyularak yapılmış ve yukarıda anlatılan uzun tünelli ve kurganlara benzetilir. Bazılarında, tünelin içinde yukarıda değinilen koridor mezarın eşi olan megalitik bir yapı bulunur. Hatta kimileri, önceden bir tünelin içerisinde yer almış ve üzeri toprakla ör­tülü olabilir. (Kurgan (İng. caim): Bir yeri işaretlemek için, bir insanın ya da bir olayın anısına, özellikle dağ tepelerine dikilen taş yığını biçiminde anıt.)

Yaygın Bir Kült
Megalitlerin dağılımı da doğaları kadar olağanüstüdür. Britanya adalarında sıkça rastlanır, Galler’de ise dikkat çekici biçimde çok sayıdadırlar. Fransa’da, özellikle de Bretagne’da neredeyse sayısızdır ve zaten menhir ve dolmen sözcükleri Breton kökenlidir. İspanya ve Portekiz’de de birçok örnekleri vardır. İsveç, Danimarka ve Kuzey Almanya’da da sık görülür. Hollanda ve Belçi­ka’da ender rastlanır ve İsviçre’de yalnızca iki adettir. Akdeniz’de Korsika, Sardinya, Malta, Gozo, Pantellaria, Lampedusa ve bir noktaya kadar Sicilya’da rastlanabilir, ancak İtalya’da hiç yoktur. Balkanlar’da birkaç tane var­dır, ancak Yunanistan’da yoktur. Kafkaslar’da ve Kırım’da görülür, ancak Rusya’nın hiçbir yerinde yoktur. Afrika’nın kuzey kıyısı boyunca, Tripoli’den Fas’a kadar uzanırlar, ancak anlaşılan, yerlerini piramitlerin aldığı Mısır’da görülmezken, Sudan’da birkaçına rastlanabilir. Asya’da Ürdün, Suriye, İran, Hindistan, Kore ve Japonya’da vardır ve Alaska, hatta Büyük Okyanus ada­larına kadar yayılmışlardır.
Meksika ve Peru’da, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, yerlerini bir piramit kültüne bırakmışlardır.  Afrika’nın birçok yerinde, kuzey ve orta Avrupa ile kuzey Asya’nın büyük bir bölümünde görülmezler.
Megalitler Malinezya’da, özellikle Yeni Hebrid Adaları’nda yalnızca birkaç adet bulunmakla kalmaz, hâlâ zaman zaman yenileri dikilmektedir. Yakın za­manlara dek, halkın yüce beklentilerini temsil eden anatanrıça ve oğlunu çevreleyen, ilk Avrupalılarınkini oldukça andıran ayinler ya da gizemlerle dolu bir taş devri kültü geliştirilmişti. Bununla birlikte domuz kurban edilirdi. Bu kült önceden, başka yerlerde ilgi görmüş ve Mısır, Girit, Yunanistan ve Ro­ma’yı oldukça etkilemiştir. Malta’nın megalitik tapınaklarında bize göre, tu­haf anatanrıça (Daha önce anlatılan şişman figürlere benzer) ve Sümer ile Girit etkilerini taşıyan erkek ve kadın figürleri bu­lunmuştur. Boğa ya da koyun gibi, domuzdan başka hayvanlar ve bazen de yalnızca bitkiler kurban edilirdi.
İlkel megalitik yapıların taşları ya az yontulmuş ya da hiç yontulmamıştır, ancak yer yer Akdeniz bölgesinin ilk dinsel ve estetik figürlerine benzeyen simgesel motifler görülür.
Çok sayıda megalitik yapının yıkıldığı, parçalandığı ya da yeni yapıların ya­pımında kullanıldığı kesindir.
Megalitik yapıların kimileri belirli bir biçimde konumlanmanın izlerini ta­şır ve neredeyse tüm kadim anıtlar gibi ilkel astrolojiyle bağlantılıdır.
Devler ve Erkek Büyücüler (Wizards)
Hiç kuşku yok ki, bu tür taşlar, boyutlarından ötürü ve ancak “büyü” yoluy­la yerlerine konulabileceği şeklindeki yaklaşımdan ötürü her zaman devlerle ilişkilendirilmişlerdir.
İlk İngiliz yazarları, Stonehenge’in taşlarını Sakson işgalciler tarafından kılıç­tan geçirilen birçok ünlü savaşçının anısına, Kral Arthur’un sarayındaki ünlü büyücü Merlin’in büyücülük yeteneği ve onbeş bin kişinin yardımıyla, İrlanda’dan getirtilip şimdiki yerine yerleştirildiğini öne sürmüşlerdi. Bunlara “Devle­rin Dansı” adı verilmişti ve Britanya Kralı Aurelius Ambroius’ün döneminde, İrlanda’da bir dağ olan Killarius’ta bulunuyordu. Kimilerine göreyse devler tara­fından Afrika’dan İrlanda’ya getirilmişlerdi. Açıkçası, onlara ulusal güvenliği sağlayan bir unsur gözüyle bakılıyordu. İrlanda’yı fethetmek isteyen birçok ki­şi onlar için savaşmak zorundaydı ve onları ele geçirmeye geldiklerinde, Merlin kendi olanaklarıyla yardıma gelene kadar taşları indirmeyi başaramadılar.
Fransa’daki megalitlerin çoğu, François Rabelais’nin (1490-1553) aşk kome­dilerinde kahramanlaşmadan önce de, Fransız folklorunda tanınan dev Gargantua’yla özdeşleştirildi.
Berkshire’da üç odalı bir koridor-mezar Demirci Wayland Mağarası adını taşır. İnanışa göre Wayland, atları büyüsel bir yöntemle nalladığı sanılan ve görkemli kılıçlar ve zırhlar üreten hayalete benzer, bir başka deyişle esrarengiz bir nalbanttır. Bu isim, Almanya’da Wieland, İskandinavya’da da Völund adıyla bilinir ve klasik mitolojideki Vulkan’a çok benzer.
Megalitlerle ilgili başka bir görüş de, Druidler ile bağlantılı olduklarıdır ve 18. yüzyılda antikacı W. Stukeley ve şair William Blake taralından da önemli bir yaklaşım olarak desteklenmiştir.
Güneş Tapınakları
Megalitlerin önemli kişilerin mezarı olduğu konusunda çok az kuşku bulun­makta ve Güneş ya da gezegenlerle ilgili bir simgeciliği içeren bir tür tapın­mayla bağdaştırılmaktadır.
İngiltere’nin Wiltshire yöresindeki Salisbury ovası üzerinde yer alan Stonehenge cromlech’i, hâlâ görülebilen bir toprak yığınıyla ortak bir merkezi çev­releyen iki daireden oluşur. Burada bir sunak taşı bulunmakta ve biraz ötede, aynı sırada, toprakla kenarları belirlenmiş geniş bir yolun yanında “Friar’ın to­puğu” olarak bilinen dik bir taş vardır. Yaz gündönümünde, güneş bu sıra bo­yunca en üst noktaya çıkar. Yapının doğru yönde dikildiği sanılmaktadır.


                                                                     Stonehenge




Stonehenge cromlech’inin yapım aşamaları


Bir 19. Yüzyıl fotoğrafında Stonehenge
Britanya’da birkaç tane daha cromlech bulunmaktadır. Bunların kimileri ol­dukça karmaşıktır. Daha çok Cornwall’ dadırlar, ancak Somerset’te bulunan bir cromlech, bir büyük ve iki küçük çemberden oluşur. Dolmenler ise Galler’de, Domwall ve Devon’da sıkça, Britanya’nın geri kalan yerlerinde ender görülür.
İngiltere’de megalitlerin en yaygın bulunduğu yer Wiltshire’da Avebury yöresidir. Burada çok sayıda toprak siperler vardır ve yakınlardaki Silbury Hill’in yapay bir tepe olduğu sanılmaktadır. Avebury’de yaklaşık yüz taştan oluşan bir daire ve bu dairenin içinde ortak bir merkezi çevreleyen iki çift daire daha vardır. Kuzeydeki çiftin ortasında sunağa benzeyen, üç desteğin üzerine oturtulmuş bir yatay taş; güneydeki çiftin ortasında bir tek menhir vardır. Bu düzene giden uzun yolun iki tarafı menhirlerle sıralıdır. Yolun düz değil de, yılan gibi kıvrılıyor olması, Stukelcy’in bunu Druidler’in yılana tapmalarıyla ilişkilendirmesine neden olmuştur.  


Avebury

Bretagne’da bulunan çok sayıda megalitik kalıntının en büyüğü Carnac yö­resinde beş sıra şeklinde ve en büyüğü 20 metre boyunda, yaklaşık 600 taştan oluşanıdır. Ayrıca kurgan niteliği taşıyan birkaç dolmen vardır. Bugün sayıla­rı oldukça azalmış olsa da, özgün durumunda her sırada 15 bin taş olduğu sa­nılmaktadır.


Carnac Megalitleri
Malta ve Gozo’daki megalitik tapınaklar şu anki biçimleriyle daha çok bi­naya benzerler, bazılarında dev taşlar kabaca bir duvar oluşturur. Ayrıca, kiklopik taşlardan oluşan bir duvar da İspanya’nın Tarragona yöresinde bulun­maktadır.
Bunlar, daha çok geleneksel biçimlere benzese de bu tür yapılar mimarlığın başka bir biçimine girer. Ancak genelde yontulmuş ve kesilmiş olsa da dev blokların kullanılmış olması bakımından gerçekte mcga­litik yapılardır.
Bunların en dikkat çekici olanı, Bolivya’da And Dağları’nın üst kısımların­da, yaklaşık 150 km uzunlukta çok geniş bir alanı kaplayan Titicaca Gölü’nün yakınlarındaki Tiahuanaco kalıntılarında görülür. Neredeyse 430 hektarlık bir alanı kaplayan bu kalıntıların İnkalar’dan önceki bir kültüre ait olduğuna inanılır. Burada çok büyük monolitler bulunmuştur ve bu monolitlerle büyük bir tapınak inşa edildiği sanılmaktadır. Harç kullanılmamış, ancak taşlan birarada tutmak için bronz kıskaçların kullanıldığına ilişkin bazı izler bulunmakta­dır. Bu bölge günümüzde oldukça kasvetli ve terk edilmiş durumdadır.



Tiahuanaco Kalıntıları

Büyük Okyanus’un kuzeybatısındaki Caroline Adaları’ndan biri olan Ponape’de, “Büyük Okyanus’un Viyanası” denilen Nan-Matal adında bir kent vardır. Kent, kanallarla bölünmüş sayıca elliden çok adanın üzerinde bulunur. Bu adaların tümü yapaydır ve iri prizmatik bazalt blokların, sırayla paralel katmanlar halinde sağ açıyla yerleştirilmesiyle inşa edilmiştir. Yerel inanışlara göre, burası Yunan mitolojisindeki Titanlara benzeyen kadim bir ırktan iki prensin büyüsel güçleri ve ruhların yardımıyla inşa edilmiştir. Benzeri kiklopik yapılar Lele adasında da bulunmaktadır.
Güney Amerika’da, Şili’ye yaklaşık 3.500 km uzaklıkta, Büyük Okyanus’un doğusunda bir yerleşim bölgesi olan Paskalya Adası’nda kaba ve ürkütücü gö­rünümlü, boyları 1 ile 21 metre arasında değişen 550’den fazla taş heykel bulunmaktadır. Bunları yapan insanların, 600 yıl önce Maori kökenli işgalciler tarafından yok edildiği bilinmektedir. (Birkaçı başka yerlere götürülmüştür; biri British Museum’ın dışında durmaktadır, Bloomsbury, Londra; arkasında crux ansata ya da Mısır haçının [ankh] işareti var­dır.)
Son olarak, artık kaba olmayan, daha ince çalışılmış megalitik yapıların Mısır tapınaklarında kullanıldığını görüyoruz. Bunların işçiliği farklı ve çok daha özenli olmakla birlikte, biçimsel olarak fark edilir ölçüde benzerlikler vardır. Örneğin Karnak tapınağının giriş yerlerinin triliton biçiminde olduğu açıktır.
Kader Taşı
Malta’daki tapınaklar gibi, çok gelişmiş megalitik yapılar Sir Arthur Evans (1851-1941: Girit’teki Knossos Sarayı kazılarıyla ünlenen İngiliz arkeolog.) tarafından baetyl’e tapınmayla ilişkilendirilmişti. Bu, büyük bir olasılıkla önceleri bir ağaçtı; sonradan dikey bir odun ya da taş sütununa dönüştü. As­lında, menhirler dikmek düşüncesi, bu baetyl’lerden ortaya çıkmış olabilir ve cromlech’ler inşa edildiğinde, ortada kutsal bir dikey taşın ya da trilitonun oluşturduğu bir oyuk vardı. Üstelik, megalitik tapınakların çoğunda bir sunak taşı ya da biri dikey, diğeri yatay iki taş vardı ve ilk çağlardan beri sunaklar yağlanarak kutsanmıştır. Dahası, rahipler ve krallar yağla kutsanmış ve bazen göreve getiriliş ya da taç giyme töreninin bir parçası olarak sunağa benzer bir yapının üzerine çıkartılmıştır. (Menhirler ve cromlech’ler bazen ahşaptan inşa edilirdi; Avebury yakınlarında, Woodhenge olarak adlandırılan tarih öncesinden kalma daire biçimindeki yapay ağaç gövdelerinin kalıntıları havadan keşfedilmiştir.)
İngiliz taç giyme taşı ya da Kader Taşı yalnızca bir efsane de olsa, Filistin, İrlanda, İskoçya ve İngiltere arasında değerli bir psişik bağ içerdiğine inanıyo­ruz. Taç Giyme tahtının altına yerleştirilmiş ve İngiliz hükümdarlarının Taç Giyme törenlerinde tahtta oturmaları için kullanılan taş, kırmızı damarlı, 56x 33×38 cm boyutunda, çelik mavisi renginde bir kumtaşı bloğudur.
Bu taşın, Yakup peygamber tarafından yağlandığı, yerine yerleştirildiği ve “Tanrının evi” olarak (oturduğu yer anlamında) adlandırdığı söylenir. İbrani kralları döneminde, taşın Kudüs Tapınağı’nda olduğu ve Yahudi krallarının ta­şın üzerinde ya da yanında taç giydikleri söylenir. İ.Ö 4. yüzyılda peygamber Yeremya’nın Yahuda’nın son kralının kızı ve soylu bir yazmanla birlikte taşı yanlarına alıp Filistin’den ayrıldığı ve Mısır ve İspanya’dan geçerek İrlanda’ya gittikleri belirtilir. Eski İrlanda kayıtlarında, Ollamh Fodhla adını alan peygam­berin, prenses ve soylu yazmanla oraya varışı anlatılır. Grup iyi bir şekilde kar­şılanır ve prenses İrlanda kralı Eochaid’le evlenir. Böylelikle, kralların çağlar bo­yunca mutlaka taşın üzerinde taç giyme geleneği başlamıştır. Yeremya’nın ay­rıca, hâlâ İngiliz hanedan arması ve bayrağında yer alan arpı Davud’a tanıttığı söylenir. Mezarı hâlâ İskoçya’daki Eme gölündeki bir adada ziyarete açıktır.
Yaklaşık İ.S 502’de İrlanda kralının kardeşi Fergus, şimdi İskoçya dediğimiz ülkeye, Pictlere karşı bir sefer düzenledi. Çok başarılıydı ve İskoçya kralı ola­rak taşın üzerinde taç giymesine izin verildi. Daha sonra taş, İskoçya’daki Scone’ye götürüldü ve ardarda otuzdört İskoç kralı, üzerinde taç giydi.
1296’da İngiltere kralı I. Edward taşı Westminister’a getirtti ve şimdiki taç giy­me tahtını yaptırdı. İngiliz krallarının tümü bu tahtın üzerinde taç giymiştir.
Benzer bir “kutsanmış taş”ta Anglo-Saksonlar zamanında İngiliz taç giyme töreninde kullanılmıştır ve hâlâ adını buraya veren Kingston Thames’de bulunmaktadır. Königstuhl olarak bilinen bir diğeri, uzun zamandır Rhine ve Lahn kavşağındaki bir yapıda korunmuştur ve kutsal Roma İmparatorları bu­nun üzerinde tahta çıkmıştır. Upsala’daki Mora Taşı, 16. yüzyılın başlangıcı­na kadar İsveç krallarının seçimi sırasında kullanılmıştır. Munster’in eski kral­ları arasından bir hanedan bir taşın üzerinde, diğeri kutsal bir ağacın altında göreve getirilirdi. Danimarka kralları taştan bir daire içerisinde, kuşkusuz or­tadaki taşın üzerinde ya da yanında taç giyerdi. Kral Arthur ve diğer İngiliz kralları için de aynı şey söylenir. İncil’de, (Kral James versiyonu, Hakimler 9: 6) bir dikme ya da ağacın yanında kral olunduğuna ilişkin bazı işaretler vardır.” Eski Mısır’da da firavu­nun tahtının altında bir taş görünür.
Taş sözcüğü önceleri kutsal bir unvandı ve Tanrı’nın temsilcileri olarak rahiplere ve krallara verilirdi. İsa’ya baş köşötaşı denilirdi. İsa, Peter’a kaya, da­ha doğru bir çeviriyle taş dediğinde, kendi unvanlarından birini temsilcisine veriyordu.
Gökten Gelen Taşlar
Mineral kütlelerin yeryüzüne düştüğü bir gerçektir. Yere ulaştıklarında onlara meteor denir. Genellikle maden (çoğunlukla da demir) açısından zengindirler, Böyle nesnelerin dinsel ya da büyüsel bir anlam taşıdığının düşünülmesi şaşır­tıcı değildir.
Dünyada en çok yüceltilen taş, Arabistan’ın Mekke kentinde büyük bir alanın or­tasında duran küp biçiminde bir yapı olan Kâbe’nin güneydoğu köşesine yer­leştirilen Hacer’ül Esved ya da Kara Taş’tır. Burası İslam inancının merkezidir ve her yıl çok sayıda hacı orada toplanır. Müslümanlar günde beş kez ibadet etmek üzere bu yöne döner. Hacer’ül Esved oval biçimdedir ve sanki kırılmış ve yeniden birleştirilmiş gibi görünür. 18 cm uzunluğundadır ve önceden parlatılmış yuvarlak gümüş bir bandın çevrelediği, betondan bir hal­ka içine oturtulmuştur. Kabe birkaç kez yeniden inşa edilmiştir. Bakımını Muhammed’in Kureyşli ailesinin bireylerinin üstlendiği kutsal yapı, Muhammed’e peygamberlik gelmeden önce de vardı. Peygamberin yaşadığı süre içe­risinde yeniden inşa edildi ve Kara Taş’ı yerine kimin koyacağına ilişkin anlaş­mazlık çıktı. Buna Muhammed’in karar vermesi konusunda uzlaşıldı, o da ta­şı cüppesinin üzerine yerleştirdi ve tartışan herkesi cüppenin bir yerinden tut­maya çağırdı. Önce taş kaldırıldı daha sonra da, peygamberin onları eliyle yönlendirmesiyle taş yerine oturtuldu. Bu kutsal taşın Cebrail tarafından İsmail’e verildiği sanılmaktadır.


Hacer-ül Esved ya da Kara Taş. Kabe’yi ziyaret eden Müslüman hacılar, gümüş bir muhafaza içerisinde saklanan Hacer-ül Esved’e yüz sürüyorlar. İslam inancına göre, “Bir melek tarafından yeryüzüne İndirilen Hacer-ül Esved, cennet yakutlarından beyaz bir yakut idi. Fakat Tanrı onu, kötülerin günahlarından ötürü değiştirip, zalim ve günahkârlardan gizledi. Çünkü onlar cennetten çıkma bir şeye bakmaya layık değillerdir.” 

Toplum üzerinde koruyucu bir işlevi olduğuna inanılan, yüceltilen herhan­gi bir nesne anlamına gelen, palladium sözcüğü, Troya kentinde bulunan ve oraya Yunanlılar tarafından götürüldüğü söylenen Pallas Athena’nın heykeli­nin özgün adından türemiştir. Klasik yazarlar birbiriyle çelişen öyküler anla­tır, ancak çoğu bu heykelin gökten düştüğünü belirtir.
Roma’da Ancile adında kutsal bir kalkanın Romalıların kaderini koruduğu­na inanılırdı. Kalkanın Numa’nın döneminde gökten düştüğü, Numa’nın ay­nı boyutta ve biçimde onbir nesne yapılmasını emrettiği ve sonra da oniki kal­kanı Vesta tapınağında koruması için oniki rahipten oluşan bir kurul atadığı anlatılır. Kalkanlar her yıl 1 Mart’ta düzenlenen bir törenle kentin çevresinde dolaştırılırdı.

Bu Roma sikkesinde Ancile Kalkanı resmedilmiş

Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes’teki Artemis tapınağında da gökten düşen bir taş ya da heykel olduğu söylenir.
Megalitik kültle bağlantılı olarak meteorların seçilmesine, taşlara tapınma­yı ilk kez göklerin tanrısı Uranos’un gösterdiğini anlatan tuhaf bir mit, bir açıklık getirebilir.
Heliolitik Kültür
Bazı antropologlar (En önemlileri Elliot Smith ve Rivers; Smith’in yayılma kuramıyla ilişkilendirilmiştir, Hiçbir biçimde önemsenmeyen kurama göre, bu kültür Mısır’dan tüm dünya­ya yayılmıştır; bununla birlikte sonraki sayfalarda anlatılan özellikler birbiriyle iliş­kili ve beşeri gelişimin evrelerinden biri olduğu görünür.) tarafından, dünyanın büyük bir bölümüne yayılan ve neolitik ile megalitik kültürlerden ortaya çıkan gelenekler bileşimine heliolitik kültür adı verilir. Sonraki iki bölümde bu kültür genel olarak ele alınacak. En çok Mısır’da gelişmiştir ve bazılarının inanışına göre buradan da tüm dünyaya yayılmıştır. (Heliolitik: Bir uygarlıkta hem güneşe (helios) tapınmayı, hem de megalit yapımını içeren uygulama için kullanılan sıfat.)
Heliolitik kültür, başlıca şu özellikleri taşır:
Bir yandan, Britanya’daki mezar-tepelerin örnek oluşturduğu höyükler, öte yandan, dikkatle inşa edilen Mısır ve Meksika piramitleri: Her iki tür ya­pı da hem astronomik hem de mezar amaçlı yapılmıştır.
2- Megalitik takvim çemberleri. Örneğin, Britanya’da cromlech’lerle bağ­lantılı astronomik fenomenler ve Mısır, Meksika ve Peru’da doğuya bakan ta­pınaklar.
3- Ölülerin Mumyalanması.
4- Yaşayanlara dövme yapılması.
5- Sünnet.
6- Masaj uygulamak.
7- La Couvade; çocuğunun doğumu sırasında babayı yatağına göndermek.
8- Swastika’nın (Gamalı Haç) büyüsel dinsel bir sembol olarak kullanılması.
9- Altın aramak ve büyüsel anlam taşıyan nesnelerin yapımında altın kullanılması. (Altın, büyük olasılıkla, insanoğlu tarafından kullanılan ilk madendir ve açıkça büyüsel anlam taşımasından simyanın kökenine ulaşabiliriz.)
10- Yaşam veren ya da Yaşam İksiri olarak bazı kabukların kullanımı, özellikle de deniz salyangozu kabuğu.
11- İkili politik düzen, Eski Mısır’ın iki hükümdarı olduğu gibi ülkenin iki krallığa ayrılması; bu durum ayinlerde birçok yolla simgeleniyordu, iki ağızlı bir çanak, iki başlı bir figür gibi.
12- Toplumun birçok sınıftan oluşması ve özellikle babadan oğula geçen sa­vaş liderliği sınıfının ortaya çıkması. Bu sınıftan kişiler ya da temsilcileri, üzer­lerinde hançer ya da kılıç bulundurabilirdi.
Anlaşıldığı kadarıyla, bu uygulamalar megalitlerin yayılmasını (ya da geç neolitik ve erken bronz çağlarında) izlemiştir ve bu, eski Mısır, Meksika ve Pe­ru’nun yerli kültürlerine ilişkin özellikleri incelemeye başlayacağımız bir so­rundur.

Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi (S. 37-47)
W. B. Crow








11 Haziran 2018 Pazartesi

Bir Milyon Ton Bakır ve Tarih öncesi maden

“İnsanlığı yok eden çok farklı felaketler olmuştur ve olacaktır; bunların en büyüğünü ateş ve su yapmıştır”
PLATON, TIMAIOS
Atlantis. Hiçbir ad, binlerce yıl sonra, dünya üzerindeki milyonlarca insanda bu kadar çağrışım yapmamıştır. O, kimli­ğini bir uzay mekiğine ödünç verdi. Önemli filmlerde ve televiz­yon programlarında konu edildi. Sulara gömülmüş bir ülke hak­kında şimdiye kadar yayınlananlardan çok daha fazla sayıda ye­ni kitap ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konuda yayınlanan, tahmini 2.500 makale ve dergi yazısı da var. Gelenekçi bilim adamları­nın yanında anılması ya da kayıp şehirle ilgili belli bir temel önerme bile, “yalancı manyakların” empatiyle mahkûm edilme­lerini sağlamaya yeterli. Ama bir yüzyılı aşkın süren resmi muhalefete rağmen, çoğunluğu bağımsız araştırmacılardan oluşan uluslararası bir çevrenin yoğun ilgisi kadar, insanların Atlantis’ten büyülenmeleri de, onun bir zamanlar gerçek olduğuna da­ir genel inanışın sağlamlığını gösteriyor.

21. yüzyılın başında, biriken önemli bilimsel kanıtların miktarı, teoriyi hızla gerçeğe dönüştürürken, bu çevre beklenmedik şekilde genişliyor.
Çünkü Atlantis’in bütün ününe rağmen, birçok insan onun hakkında çok az şey biliyor. Onun okyanusta bir krallık olduğu­nu, doğal bir afetle denizin altında kalmadan önce yer kürenin büyük bölümüne uzun yıllar egemen olduğunu, bunun ardından da hayatta kalanların gezegenin çeşitli yerlerine kaçtıklarını tah­min ediyorlar. Birçok Atlantis bilimi uzmanı, başlangıçta bu uy­garlığın, en az on iki bin yıl önce “Atlantis” kıtasında doğduğu­na ve büyük bir tufanla M.Ö. 9500’de yıkıldığına inanıyor. Bu­nunla beraber, bu kitap hem kuşkucuları, hem de gerçekten ina­nanları, geride kalmış olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Bu kitap, daha önceki araştırmamın, Atlantis in Yok Oluşu’nun (The Destruction of Atlantis) yeniden bir tartışması değil; aynı konu­da tümüyle yeni bir malzemenin ortaya çıkarılmasıdır. Atlantis savaşı, dört büyük tufan ve hayatta kalanların dünyanın üzerin­deki kaderleri burada ilk kez anlatılıyor.
Atlantis’ten Hayatta Kalanlar’ın ilk tohumlarını, İngiltere’nin Cambridge şehrinde toplanan, bilimsel otoritelerin bir konferan­sı oluşturuyor. 1997 yılının yazında, jeolojiden astrofiziğe, arkeoastronomiye ve oşinografiye kadar çeşitli akademik disiplinler­den uzmanlar, geçmişin resmini, geçerli görüşü savunan eğitim­ci kuşakların öğrettikleri bildik görüntüden radikal şekilde farklılaştırmak için, birbirlerinden bağımsız olan bulgularını birleştirdiler. Ortaya koydukları yeni kanıtlar, ikna edici olduğu kadar şaşırtıcıydı da. İnsanlık tarihinin ilk döneminde, bir kaç kuyruk­lu yıldız silsilesinin yakından geçmesinin, gezegenimiz üzerinde dört farklı tufana yol açtığını gösterdiler. Gökyüzündeki bu olay­lar ve onların meydana getirdiği felaketler, sadece teorisyenlerin çıkarsamaları değil. Birçok somut kanıt da, dünya çapındaki bu felaketlerin gerçekten meydana geldiğini ve sonuncusunun, uy­garlığı yok olmanın eşiğine getirdiğini doğruluyor.
Cambridge konferansındaki düzinelerce sunumu inceledikten sonra, dünya üzerindeki birçok kültürün, ardından toplu göçlerin geldiği dört büyük tufanı hatırladığını fark etmemek imkansızdı. Bu gelenek Peru’daki İnkalar, İrlandalı Keltler, klasik dönemdeki Yunanlılar, Meksika’daki Aztekler gibi çeşitli halk­lar tarafından paylaşılmıştı. Üstelik bu halkların anılarıyla, bili­min artık, beş bin yıldan daha uzun süre önce başlayan ve yer­yüzünü yıkıma uğratan doğal felaketler dörtlüsü olarak kabul et­tikleri arasında yakın bir uyum da var. Ama mitolojiye, astrono­miye ve jeolojiye fiziksel arkeolojinin elde ettiği kanıtlar eklen­diğinde kadim geçmişin üzerinde aniden yeni bir ışık göz kırpı­yor. Onun parlaklığı, tarihi var eden ve bugüne kadar görülme­yen nedenleri aydınlatıyor. Açıkça görülen şey ortak bir tema et­rafında tekrarlanarak çoğalan ve büyük bir insanlık dramındaki bütün iniş çıkışları anlamlandıran Atlantis’tir. Ve bu adın bütün gücüyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bu sulara gömülmüş ülkeyle, meydana geldiğini artık bildiğimiz dört ayrı küresel felaket arasında bağlantı kurmak, uygar­lığın başlamasını ve gelişmesini açıkladığı gibi, aynı zamanda spekülatif bir fantezi olarak değil, gerçek tarihin güvenilir para­metreleri içinde Atlantis’i de açıklıyor. O, tek değil, farklı birçok felaket yaşadı, dördüncü yıkım krallığı yok edinceye kadar her bir felaket birbirinden yüzlerce yıl arayla meydana geldi. Atlan­tis ten Hayatta Kalanlar, bu birbirinden ayrı olayları ilk kez an­latıyor. Bunları Mısır, Mezopotamya, Fas, Kanarya Adaları, İr­landa, Galler, İskandinavya, Kolomb öncesi Kuzey Amerika, Orta Amerika ve fetih öncesi Güney Amerika gelenekleriyle açıklamaya çalışıyor. Sular altında kalmış ülkeyi anlatan Atlan­tis tufanı mitlerinin birçoğu, genel kamuya daha önce asla ulaştırılmamıştı ama bu kitapta bu bilgiler, bilimsel kanıtlara insanı da katmak için sunuluyor. Her şeyden çok, klasik öncesinin bü­tün erkekleri ve kadınları dünyalarını tekrar tekrar yıkıma uğra­tan tufanların ve yok olmayan malzemelerin üzerine tarihlerini kaydettikleri felaketlerin görgü tanıklarıydılar. Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mito­lojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde koru­nan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.

Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, henüz anlatılmamıs baska bir öykü de anlatıyor: Platon’un, Atlantislilerin dünyayı fethetmek ıçin cesurca başlattıklarını söylediği savaşı. Onların, tarihçilerin daha önce ihmal ettikleri askeri maceraları, eninde sonunda kendilerini boğan doğal felaketlerle yakından bağlantılıydı ve bu fe­laketler belirleyiciydi. İnsanlığın yeryüzüne getirdiği kaos, öf­keli göklere ayna gibi yansıyordu. Bu bakımdan, Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, savaşa değinen ama ayrıntı vermeyen bu konudaki ilk araştırmamın yoldaşı.
Atlantis’ in Yok Oluşu, ölüme mahkûm olan bu uygarlığın son anlarına odaklanıyordu, çünkü bu anlar, zaman olarak bize en yakın olandı, bu nedenle daha kolayca belgeleniyordu. Atlantis’in, M.Ö. 10.000 civarında yok olduğu zaman binlerce yıldan beri var olduğunu varsayan okurlar, şehrin nihai kaderiyle sade­ce 3200 yıl önce karşılaştığını öğrendiklerinde şaşırıyordu. Bununla beraber, bu kitabın amacı, Atlantis’in kökenini ya da yaşı­nı tartışmak değil, onu en son yok eden olayı, Bronz Çağı bağ­lamında açıklamak. Onun M.Ö. 1200 civarındaki ani sonuyla, fi­ravunların Mısır’ından Homeros’un Yunanistan’ına, Hitit İmpa­ratorluğu’ndan Çin’in Şang Hanedanlığıma kadar, her yerdeki klasik öncesi uygarlık yıkıldı ya da geriye dönüşü olmayacak şe­kilde çöktü. Dünya çapındaki felaketin bir kurbanı da Atlantis oldu. Platon’un tanımlamasına göre, diğerleri gibi o da, yeri bel­li bir Bronz Çağı kentiydi.


Platon’un M.Ö. 340 civarında derlenen diyalogları, Timaios ve Kritias, kendi türlerinde, ilk hayatta kalanların öykülerini içeriyor. Bu kitaplarda Atlantislilerin, uzak mesafelere gemiyle gi­den ve Platon’un, yaşadığı dönemde artık bulunmadığını belirt­tiği, sertlik derecesi olağanüstü yüksek bir bakır olan orikalkum üreten üstün denizciler ve madenciler olarak portreleri çiziliyor. Platon’un, onların karakterlerini denizcilikle uğraşan, refah içinde yaşayan madenciler olarak tarif etmesi, iki büyük tarihsel bil­meceyi birbirine bağlayan kanıtın bir parçası.
Kuzey Amerika kıtasında on bin yıldan daha uzun süre, gö­çebe avcı-toplayıcı olan Paleo-Kızılderili kabileleri dağınık olarak yerleşmişlerdi. Bu kabileler göç eden hayvan sürülerinin peşinden gidiyorlardı ve çok az maddi kültüre (material cultu­re) sahiptiler. Ara sıra Yukarı Büyük Göller bölgesinde, çekilen buzulların geride bıraktığı “yüzen bakır” parçalarını topluyorlardı. Sonra külçeleri tavlıyorlar ya da çekiçle soğuk dövme ya­pıyorlar, üzerlerini süsledikleri gündelik eşyalara dönüştürü­yorlardı. Sonra, M.Ö. 3000 civarında, Michigan Yarımadası’ndaki Superior Gölü kıyılarında ve Superior Gölü’ndeki Royale Adası’nda birdenbire tutkulu bir madencilik girişimi başla­dı. Yirmi iki yüzyılı aşkın bir süre, dünyanın sertlik derecesi en yüksek olan bakırının en az üç yüz bin tonu, bazıları sağlam ka­yaların 18 metre derinine gömülü olan beş bin maden ocağın­dan çıkarıldı.
1995 tarihli Wisconsin’deki Atlantis (Atlantis in Wisconsin) kitabımda anlattığım gibi, maden ocağı başına ortalama 1000- 1200 ton cevher çıkarılıyordu, her birinden 50 ton bakır elde ediliyordu. Bu olağanüstülüğü, kadim madencilerin, hızla ve uzmanca çalışabilecekleri basit teknikleri kullanmaları sağlıyordu. Bakırın bulunduğu bir damarın üzerinde harlı ateş yakıyorlar, kayayı çok yüksek dereceye gelinceye kadar ısıtıyorlar, sonra da üzerine su döküyorlardı. Kaya kırılıyordu, bundan sonra bakırı çıkarmak için taş aletler kullanılıyordu. Çentmeyi (kayayı katmanlara ayırmak) hızlandırmak ve dumanı azaltmak için ocakların dibinde sirke karışımından yararlanılıyordu. Bu kadar yük­sek ısılarla nasıl çalıştıkları bilmecenin bir parçası. Kayanın yüzünde yakılan ateşin dibi en soğuk bölgesidir. Özellikle tenekenin içinde yakılan ateşin, damarda çentik oluşturmak için yeter­li ısıya ulaşması uzun zaman alabilir; şayet bunu başardılarsa. Tarih öncesi madencilerin konsantre asetilen ısıyı toprağa nasıl yönlendirdikleri, modern teknolojinin yanıt veremediği kafa karıştırıcı bir soru.
Kıbrıs’ta tütsü yakılan bir yerin üzerindeki bu betimlemede, yere kadar inen giysisinden saptandığına göre, Deniz insanları’nın bir üyesi bakır “oksit” külçesi taşıyor, yaklaşık M.Ö. 1200. Platon’a göre Atlantisliler Bronz Çağı’nın önde gelen bakır baronlarıydılar. (Bodrum Arkeoloji Müzesi, Türkiye)
Bununla beraber, bu insanların yüksek teknolojilerinin bü­yük bölümü günümüze gelmiştir. Ağırlığı 3 tona yakın bakır kütleleri madenden çıkarılmış ve ağır metali ayrıştırmak için sık dokunmuş kafesler, taş ve kereste platformlar kullanılmıştır. Bu kafesler genellikle, şekil verilmiş büyük dallardan yapılıyordu. Bir dizi lövye ve takozla yukarıya kaldırılabilen, ağaçtan bir kulube şeklindeydiler. Eski Michigan’da maden çıkarılan kayanın muazzam oranlarının bir örneği, Ontonagon Boulder’dir. On do­kuzuncu yüzyılın sonunda Smithsonian Enstitüsü’ne götürülen kaya 5 ton ağırlığındadır. Ortaya çıkarılan kafeslerden birinde, terk edilmiş gibi görünen, in s i tu(özgün yerinde, ç.n.) 6 tonluk bir kütle bulunmuş­tur. Burnu ve çıkıntı yapan noktaları yer yer kesilmiştir. 3 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve 65 cm kalınlığındadır. Michigan Yukarı Yarımadasında tonlarca ham bakır işleyen maden­cilerle, Büyük Piramidin taş bloklarını benzer şekilde yukarıya kaldıranlar aynı insanlar olabilirler mi?
Kadim madencilerin kullandıkları binlerce aracın bulunması inanılmaz geliyor. 1840 gibi eski bir tarihte, Michigan’da Rockland yakınında tek bir yerde on vagon dolusu taş çekiç bulun­muştur. Royale Adası’nın kuzey kıyısında McCargo Koyu’nda bulunanlar ise 1000 tondur. Bu çekiçlerin hiç biri üstünkörü üre­tilmemiştir. Antik bakır madenleri konusunda uzman olan yirminci yüzyıl insanlarından Roy W. Drier’a göre:
“İnsan, çıkarılan araçları incelediğinde, işçiliğin mükemmel­liğine ve onların benzer amaçlarla yapılmış, günümüzde kul­lanılan araçlarla biçimlerinin özdeş olmasına ister istemez şaşırıyor, bugünkü uygarlığımızın araçlarının prototipleri. Mızrak uçları, keskiler, ok uçları, bıçaklar ve kasap bıçakla­rı, neredeyse bütün örneklerde, günümüzün en iyi metal iş­çisi tarafından, sanatının bütün gelişmiş imkânlarıyla yapıl­mış gibi, simetrik ve mükemmel (DuTemple 1962, 27).”
Maden ocakları basit birer çukur değildi, çöküntüleri atmak ve bazısı 15 m uzunluğunda olan önemli açmaları doldurmak için, modern zamanlardakilere benzeyen sulama sistemleriyle donatılmıştı. Kuzey Amerika’daki kadim madencilik konusunda ilklerden biri ve hâlâ da saygı duyulan bir otorite olan William R. F. Ferguson’a göre, “İşin anıtsal bir doğası vardı ve bu, bütün oluşumun derinlerine kadar inmekten ve hektar küplerce -mil küp demek gerçekten de savurganlık olmaz- kayayı hareket et­tirmekten oluşuyordu.”
Michigan’daki üç yerleşimden geçen kazılar, Superior Gölü kıyısında, 150 mil uzunluğunu buluyordu ve Royale Adası’nda 40 mile yayılıyordu. Şayet bütün tarih öncesi maden ocakları birleştirilseydi, 5 mil uzunluğundan, 6 m genişliğinden ve 9 m derinliğinden dahi da büyük bir açma oluşturdu. Sonra, maden ocakları aniden hızla M.Ö. 1200 civarında kapandı. Bu ocaklar konusunda önde gelen bir otorite olan Octave Du Temple, şunları merak ediyor:
“Bu madenciler, ertesi günü iş başı yapmayı planlıyorlarmış gibi neden işlerini ve aletlerini bıraktılar? Neden gizemli şekilde geri dönmediler? Kızılderili destanları, her ırkın tarihine dahil edilmeye değer  muhteşemlikte ve büyüklükte olan bu madencilik işlerinden hiç söz etmez. Destanlar, Kızılderililerin tarihinde beyaz ırkın çok eskilere kadar gittiğinden söz eder (1962,59).”
Du Temple’nin göndermede bulunduğu Kızılderililer, atalarının kökenleri Michigan’daki Yukarı Yarımada’ya giden Menominee’lerdir, Onların halk geleneklerinde, bakır çıkarılmasına şiirsel bir kinayede bulunarak, “Yeryüzü Ana’yı, parlak kemiklerini kazarak yaralayan”, deniz yoluyla gelen çok sayıda açık tenli Deniz Adamlarından söz ediliyor. Üç yüz bin ton civarında bakırın yok olduğunu anladığımızda, Kuzey Amerikadaki tarih öncesi madencilik bilmecesi büyüyor. Du Temple’a göre. “Bu bakırın nereye gittiği hâlâ bir gizem.” Madison, Wisconsin Üniversitesi fahri profesörü Dr. James P. Scherz’in sözleriyle;
“Henüz yanıtlanmamış temel sorulardan biri, Superior Gölü’ndeki bakırın nereye gittiği? Höyüklerde bulunan bakırın hepsi, büyük miktarda da olsa, çıkarılan madenlerin ancak ufak bir yüzdesi. Avrupalıların da benzer bir sorunu var. Bütün bu bakır nereden geliyordu? Bizim şimdi petrol için çıldırdığımız gibi, M.Ö. 3000’den M.Ö. 1000 yılına kadar Avrupalılar da bakır için çıldırıyorlardı, çünkü ekonomileri bakırla işliyordu (Joseph 1995, 54).”
Scherz, bilmecenin diğer yanını da ortaya koyuyor. Bronz Çağı, Avrupa’da ve Yakındoğu’da başlamıştır, çünkü bronzdan yapılan silahlar ve aletler, bakırdan ya da taştan yapılanlardan üstündü, çünkü bronz daha sertti, daha esnekti, keskin bir ucu bakırdan daha iyi kavrayabiliyordu ve daha hafifti. Bronz elde etmek için bakır; kalay ve çinko karıştırılmalıdır. Bakırın sertlik derecesi ne kadar yüksekse silah ya da alet o kadar iyi olur.
Uygar dünyanın her yerinde, her krallık tarafından girişilen iyi ka­liteli bronz işlerinin kitlesel üretimini destekleyecek, sertlik de­recesi yüksek bakır kaynaklan kadim Eski Dünya’da asla yeter­li değildir. Metal işçileri milyonlarca mızrak, kılıç, şahmerdan, keski, matkap, heykel, kazan, sunak, tapınak kapısı ve yaptıkla­rı sayısız başka nesneler için sertlik derecesi yüksek bakırı nere­den buluyorlardı? Ayrıntılı olmanın ötesine geçen kanıtlar Michigan’da Yukarı Yarımada’yı gösteriyor. Deniz İnsanları burada sertlik derecesi yüksek bakırın çıktığı, dünyanın en büyük alanı­nı kazmakla kalmamışlar, bronz üretiminin diğer temel bir bileşeni olan kalayı da çıkarmışlardı.
Kuzey Amerika’nın muazzam bakır madenciliği girişimiyle bakıra aç olan kadim Eski Dünya’nın tam ortasında, gemicileri ve madencileriyle ünlü Atlantis’in stratejik bir yeri vardı. Zaman parametreleri karşılaştırıldığında, bakır madenciliğiyle Eski Dünya’nın bakırı kullanması arasındaki çakışma daha da netle­şir: Bakır ve kalay madenlerinin çıkarılmasına, tıpkı Avrupa’da ve Yakındoğu’da Bronz Çağı’nın başlaması gibi, M.Ö. 3000’den az önce Michigan’ın Yukarı Yarımadası’nda başlandı. Hem Kuzey Amerika’daki madencilik, hem de kadim Eski Dünya’daki Bronz Çağı, eşzamanlı olarak M.Ö. 1200 civarında so­na erdi. Aşağıda anlatıldığı üzere bu, Atlantis’in son yıkılışını gösteren özgün ay takvimine göreydi.
Platon, Atlantis’in yok oluşunun, 8300 yıl daha önce meyda­na geldiğini belirtiyor. Ama M.Ö. dördüncü yüzyılda Platon’un zaman kavramının bizimkiyle aynı olduğunu bize düşündürten ne? Aslında bu zaman, çok farklı! O, Atlantis’in 11.500 yıl önce yıkıma uğradığını söylediğinde ne demek istediğini kimse kesin olarak bilmiyor. Bu ‘”yıllar” ona göre neydi? Güneş yılı, ay yılı, yıldız yılı, astrolojik yıl kuşaklara göre hesaplanan yıl? Klasik dönemlerde bütün bu ölçüler ve daha çoğu kullanılıyordu ve bilim adamları Platon’un hangi sistemi kullandığını uzun zaman­dan beri tartışıyorlar. Onun ay takvimine göndermede bulundu­ğu konusunda dört önemli neden öneriyorum: Bu, Atlantis’i Geç Bronz Çağı’na yerleştiriyor.
Bu dönemde, Atlantis’in kale­si, Platon tarafından anlatıldığı gibi, o zamanlar Akdeniz bölge­sinde yapılan anıtsal inşaatla benzeşiyor. Bu kale M.Ö. 3000 yılından önce yapılmış olamazdı ve Bronz Çağının ortasındaki bir gökdelen kadar, Son Buzul Çağının sonunda da yer alamaz­dı. Atlantis’in son yıkımı Eski Dünyadaki Bronz Çağı ve Kuzey Amerika’daki bakır madenciliğinin eşzamanlı çöküşüyle rastlaşıyordu. Atlantis’in öyküsünün ilk kez öğrenildiğinde Mı­sır rahipleri ay sistemini kullanıyorlardı. Bilim, M.Ö. 1200 civarında, çöküntüler oluşturan bir kuyruklu yıldızın gezegenimize çok yaklaştığını artık kabul etmiştir. Yeryüzü, Atlantis dahil olmak üzere, başka çağdaşı uygarlıkları da yok eden küresel  bir felakete maruz kalmıştır.
Yeni kanıtlar, bizi kayıp uygarlık hakkında onun son buzul çağında ortaya çıkmış bir Bronz Çağı fenomeni olduğuna dair bildiklerimizden vazgeçmeye zorluyor. O zamanki koşullar, Platon’un anlattığı hoş ve güzel iklimle pek benzeştirilmiyor. Bu son olayda neredeyse iki bin yıl önceki tarihinin bir bölümü kadar, Atlantis’in son olarak ne zaman yıkıma uğradığını da artık saptayabiliyoruz.  Atlantis’ten hayatta kalanlar, felaketten kaçanlara ne olduğunu bize anlatmak için bilimle halk söylencesini birleştiriyor.
Bununla beraber, Atlantis’in ne zaman kurulduğu ve ne ka­dar  sürede geliştiği belli değil; MÖ. 3100’den önceki ilk tufan­dan daha önceki olayları göremiyoruz. Bütün göstergelere göre o zamanlar Atlantis, karmaşık maddi kültürü olan,  zaten hayli gelişmiş bir toplumdu. Taş Çağı’na inen kökenlerinden gelişmesi yüzyıllar boyunca sürmüş olmalıdır. Bununla beraber, yanıtları bulmak için, Batı Avrupa’daki o döneme ait tarih öncesine bakabiliriz. Paleolitik ve Neolitik dönemler, M.Ö. dördüncü bin boyunca evrim geçirdi. O zamanlar insanlar usta birer denizciydiler -o zamandan çok önce de, modern bilim adamları bunu artık biliyorlar.
Kuzey Amerika’daki Kızıl Boyalı İnsanlar’ın ve Kuzey Avrupa’daki Kızıl Toprak Rengi İnsanlar’ın, yedi bin yıl­dan beri düzenli olarak, gemilerle Atlantik Okyanusu’nda seyahat eden proto-Atlantisliler oldukları neredeyse kesindi. Olası­lıkla bu ilk denizciler ve onların torunları, daha sonra, adını bü­yük bir yanardağından alarak Atlas diye bilinen adaya megalitîk becerilerini getirdiler. Yanardağın sebep olduğu bereketli toprak ve adanın ılımlı iklimi, tarımın ve uygarlığın temeli olan yerle­şimin gelişmesini kolaylaştırıyordu. M.Ö. 3500 civarında güney kıyıyla dağın arasında gelişen bir topluluk, bir şehir -“Atlas’ın kızı”, Atlantis- yeşertecek kadar yeterli bir nüfus yoğunluğuna ulaştı. Sanskrit dilinde Atlas, “yukarıya kaldıran” anlamına ge­lir. Altı bin yıl yada daha uzun zaman önce bu, “dağ” ile eş anlamlı olabilirdi. Bu, bazı araştırmacıların, modern alfabemizdeki A harfinin, denizde yükselen bir dağı simgeleyen, Atlantis dö­neminden günümüze gelen gerçek bir ideogram olup olmadığını merak etmelerine neden oldu. Her ne olursa olsun, M.Ö. dört binin ortasında Atlantis, eğer Mezopotamya’daki çağdaşların­dan daha ileri değilse de, onlarla kıyaslanabilir yüksek bir kültür düzeyine erişmiş olabilirdi.
Ama bütün bunlar, çıkarsamaya dayanan bir spekülasyon.
Atlantis’ten hayatta kalanlar, bunun yerine, kıyıları Atlantik Okyanusu tarafından yıkanan insanların, geleneksel anılarında gra­fik diliyle anlattıkları ve bilimin ortaya çıkardıkları olarak, dört küresel tufana odaklanıyor. Bu anlatılanlarla, kayıp imparatorlu­ğa şimdiye kadar olmadığı şekilde daha net odaklanılıyor. Onun, şimdiki uygarlığımızın üzerinde sürüp giden etkisinin mirası ilk kez cesur bir rölyefte göze çarpıyor -ve biz Atlantis’in öyküsünün dünyanın öyküsü olduğunu anlıyoruz.
Kaynak: Kayıp Uygarlık Atlantis (Hayatta Kalanlar) – Frank Joseph/ Dharma

Eski Dünya’nın Efendileri


Devleri Kim Bilmez, kim tanımaz! Kocaman boyları, korkunç güçleri, çoğunlukla kötü huyları, serüvenleriyle dünya mitolojisini, masal dünyasını, eski destanları doldurmuşlardır. Devleri bilmeyen, tanımayan, anlatmayan ırk yoktur denebilir; devlerden yararlanmayan, onları çarpıcı, korkutucu bir unsur olarak kullanmayan masal, efsane, mitos olmadığı gibi.
Acaba devler neden böylesine yaygın bir unsur olup bütün sınırları aşmış, ilkel toplulukları, eski toplumları, büyük uygarlıkları etkilemişlerdir? Acaba çok eski, adeta unutulan çağlarda devler var mıydı? Acaba mitosların arkasında artık insanoğlunun belleğinden silinip yalnız efsanelere, masallara sığınan bir gerçek mi yatıyor? Ya da, Jung’un tanımlamasıyla, devler düşlerimize giren atalardan kalma hatıralar, ilk örnekler, büyük görüntüler midir?
Devlerin varlığını destekleyen görüşlere geçmeden, devlerin izlerinden, fosillerden hatta son yıllarda görülen devlerden söz açmadan, masalları, efsaneleri, mitosları karıştırarak bu yaratıkları tanımaya çalışalım.
Türk mitolojisiyle ilgili bir kitapta şu bilgileri buluyoruz:
”Türk mitolojisinde olduğu gibi, hemen bütün ulusların mitolojilerinde görülen devler, görünüş bakımından çok defa insan uzuvlarından alınarak büyütülmüş, biçimlendirilmiş korkunç yaratıklardır.
Gövdeleri çok büyüktür. Olağanüstü güçlüdürler. Tanrılarla savaşır, kahramanlarla uğraşır, ama sonunda öldürülürler.
Bunlar bir dağı yerinden kaldırıp öbür dağın üstüne koyar, tanrılarla savaşmak üzere göklere doğru tırmanırlar.
Devlerin birden yüze kadar gözleri, ikiden çok elleri, ayakları, başları vardır. Devler en çok doğuda Hint mitolojisinde, Batıda Kuzey Avrupa mitolojisinde görülür. Bunların yanı sıra başka uluslarda, hatta perilerle, aşk hikayeleriyle süslü Yunan mitolojisinde de epeyce yer alırlar. ·
Türklerde dev olaylarının en bilinenlerinden biri Sümer Mitolojisinde görülür:
Sümerler’in Asakhu, Enmeşarru ve Zu adında üç büyük devi vardır. Bunlardan Asakhu hastalıkları verir, karanlıkları temsil eder, bir tanrı ayarındadır. Enmeşarru ise bir dev ve ölüm tanrısıdır. Bu devler ünlü tanrı Enlil’i öldürmüşler ama, sonradan bu tanrı canlanmıştır. “Enuma Eliş” destanında bu üç devin adı vardır.
Kainatın yaratılışı sırasında “Kingo” adında korkunç ve kudretli bir dev türemiştir. Kumarbi efsanesinde geçen “Uuelluri” adındaki dev ise gökle yeri sırtında tutardı. Bu dev, Kumarbi’nin Diyorit taşından yapılmış oğlunu sağ omzu üzerinde büyüttü, az zamanda suların içinde uzanarak boyu göklere kadar ulaştı.
“Alatkak” adındaki dev de Kırgız efsanelerinde yer almaktadır. İran efsanelerinde Hükümdar ve kahramanlarla savaşan korkunç devlerin maceraları, yakındoğu Türkleri arasında da yayılmıştır.
“Div-i Sefit” yani “Ak Dev” ile “Erjenk” bunların ön planda gelenleridir. Ak Dev’in bulunduğu yerde büyü ve sihir yapmakta çok usta devler vardır. Bu dev İran kahramanı Rüstem ile savaşmış sonunda öldürülmüştür. Ak Dev boncuk gözlü, arslan tüylüdür. Eni ve boyu yeryüzünü kaplayacak kadar büyüktür.
Erjenk ise devlerin kumandanıdır. Rüstem bununla da savaşmış sonra öldürülmüştür.
Bir İran minyatüründe Rüstem’in Ak Dev’le mücadelesi
Bir İran minyatüründe Rüstem’in Erjenk’le mücadelesi
Diğer bir İran minyatüründe Rüstem Erjenk’i öldürüyor
Halk ağzında bir de “Dev Anası” dolaşır: Bunun iki uzun, büyük memesi vardır. Biri sağ omuzunda, öbürü de sol omuzunun üzerinde asılıdır. Eğer yolda bir kimse rastlarsa da ona iltifat etmez, memelerini emmezse dev anası onu yok eder. iltifat ederse, onu alır, iyi davranır, korur.
Bir korkunç dev daha vardır ki ona da “Rüzgar Devi” denir. Bu dev gözlere pek görünmez, görünse de ona silah işlemez, rüzgardan daha çabuk havalara uçar. Cadılarla Ejderhalar nasıl tılsımları bozulunca ölürlerse, devler de tılsımları bozulursa ölürler. Rüzgar devi denilen bu devi öldürebilmek için, tılsımını bozmak gerekir. Bunun tılsımı da çok uzaklarda bulunan bir adadır. Bu adayı bulmak çok güçtür. Orada bir öküzün yanında içinde üç güvercin bulunan bir kafes vardır. Önce ada, sonra öküz ve kafes bulunur da içindeki üç güvercin öldürülebilirse, tılsım bozulduğu için, Rüzgar Devi de ölür.”
Mitoslarda yücelen, gerçekten olağanüstü bir tanrı ya da yarı-tanrı özellikleri olan, kahramanlarla savaşan, evrenle ilgili işlere karışan devler halk masallarına girince yüceliklerini kaybederler. Masaldaki dev büyücü sınıfına girer, tılsımlara bağlı kalır. Başka bir deyimle masaldaki dev devliğini kaybeder. Dolayısıyla devlerin altın çağını, tanrılarla, insanlarla epik kavgalarını mitoslarda aramak gerekir. Yunan mitolojisinde·tanrılaşmış devleri sonradan masallara karışan devlerden ayırmak biraz güçtür. Buradaki devler, tanrılar arasındaki ilişkilerin ürünüdür; yine de tanrı derecesine pek ulaşamazlar.
Devler sürekli o­larak tanrılara, tanrıların getirmiş olduğu düzene karşı çıkan, ilkel gücü belirleyen yaratıklardır. Toprak Ana Gea’nın oğulları olan, Uranus’un parçalanmış vücudundan doğan devler (Titanlar, Briareus ve kardeşleri, Kikloplar v.b.) Olimpos dağını bile yağma etmeye kalkarlar ve Zeus’un şimşekleriyle bozguna uğratılırlar. Bir ara Zeus Herkül’ü yardıma çağırır, Yalnız başına bu görevi başaramayan Herkül, devlerin dikkatini dağıtmak için, Afrodit’le Hera’nın güzelliklerini kullanmak zorunda kalır.
Aslında Yunan mitolojisinde devler konusunda zıtlıklar vardır. Devler bazen tanrılara karşı çıkar. onları tehdit eder, ölümsüzlüklerinden yararlanmaya kalkarlar. Bazen, Atlas ya da çocuklarını yiyen Satürn gibi tanrılaşırlar.


Jacob Jordaens’in bu eserinde Odysseus ile dev Polyphemos resmedilmiş

Odysseus ile dev Polyphemos

Louvre Müzesi’nde (Fransa) bulunan bu Antik Yunan vazosunda Odysseus ile dev Polyphemos 
görülüyor


Güneşi arayan Kör Orion (Nicolas Paussin – 1658)
İskandinav ülkelerinde devler, tanrılarla savaşırlar ama, kimi denizde, kimi dağlarda, kimi rüzgarın içinde yaşarlar. Dünyanın ortasında yükselen Yggdrasil ağacının üç kökünden biri Dondurulmuş Devlerin ülkesinden geçer. Evren’in başlangıç noktası da bir devdir: Ymir. Bu dev ilk erkeği ve kadını yarattığı gibi dondurulmuş devleri de yaratmıştır. Ymir’in yaratıkları olan insanlarla devIerin dünyalarını Midgard duvarı ayırır.

Ymir’in resmedildiği bir tasvir
İskandinav mitolojisinde de tanrılaşan devler olur. Genel bir kural olsa gerek, çünkü burada da devlerle tanrılar karışır, kaynaşır ve devlerle insanlar düşman olurlar. Cenneti dondurulmuş devlerden koruyan, dokuz bakirenin oğlu Beyaz dev Heimdall ya da dev oğlu kötü Loki bu çeşit tanrılaşmış devlerdir. Bütün bu aile bağlarına rağmen bazen tanrılar devlerle çarpışmak zorunda kalırlar; o zaman Yüce Tanrı Thor bütün ağırlığını ortaya koyarak işe karışır ve devleri bozguna uğratır.


Thor’un Devlerle savaşı


James Taylor Gray’in eserinde Thor’un Devlerle savaşı
Eski Yunanlılar, İskandinavlar gibi Mayalar ve İnkalar da devlere, tayfundan önce yaratılan ilk ırkın devler ırkı olduğuna inanırlardı. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir deprem dizisinden sonra yeryüzünden silinen Kinametzin devlerinden söz edilir. İkinci dönemde yer alan bu olaydan sonra insanlar dünyaya egemen olur, kalan devleri yok ederler.Yeni Gine yerlilerinin bir mitosunda iyi kalpli ve Tagaro ile kötü ruhlu dev Suke’nin kavgası anlatılır. Devlerin yaşadığı çağda geçen bu olayda Tagaro, Suke’yi bir uçuruma atıp dünyayı son kötü devden kurtarır.


Vatikan Kodeksi’nde yer alan bu tasvirde Meksika’nın dağlık bölgelerinde bir grup yerlinin bir devi yakalayışı ve öldürüşü resmedilmiş
Hitit mitologyasında Tanrılara yardım etmek için devlerle savaşan ve onları bozguna uğratan bir kahramanın hikayesine rastlanır. Yunan tarihçisi Herodotos’a göre eski Mısırlılar’ın ilk kralı dev Herkül olmuştur. Bu dev Kral Yunanlıların Herkül’ünden ayn bir tanrı sayılır.


Bu Eski Mısır duvar çiziminde insanlar tarafından ele geçirilen devler tasvir edilmiş



Bu Eski Mısır duvar çiziminde ise bir firavun dev olarak tasvir edilmiş



Sümerler’den kalma bir çizimde resmedilen devler
Devlere geniş yer veren, hatta onlardan gerçek yaratıklar gibi söz eden ilginç bir kaynak Tevrat’tır
”Ve çaşıtlamış oldukları memleket hakkında İsrael oğullarına fena haber getirip dediler: Çaşıtlamak için içinden memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir; ve içinde gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefilimden (iri adamlar) olan Anak oğullarını, Nefilimi gördük; ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik ve onların gözünde de öyle idik.” (Sayılar, Bap 13, 32-33). “Çünkü Fefalardan artakalan ancak Başan kralı Og vardır; işte onun yatağı demir yataktı; o Ammon oğullarının Rabba şehrinde değil midir? İnsan arşınına göre uzunluğu dokuz arşın ve eni dört arşın idi.” (Tesniye Bap, 3, 1 1).
Dev Golyad’ı öldüren genç Davut’un hikayesi Toltekler’in efsanesine benzer biçimde, insanoğlunun son devi nasıl ortadan kaldırdığını anlatır.
“Ve bundan sonra vaki oldu ki, Gezerde Filistinlilerle cenk çıktı; o zaman Huşalı Dev Sibbekay Rafa oğullarından Sippayı vurdu ve onlar baş eğdiler. Ve yine Filistinlilerle cenk oldu; ve Yairin oğlu Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşi Lahmiyi vurdu, onun mızrağının sapı çulha sapı gibi idi.” (1. Tarihler, Bap 20, 4-5).

Bir Gustave Dore eserinde (1866) Davud’un Golyat’ı öldürüşü
Koca yataklarda yatan, insanlar tarafından savaşlarda yokedilen bu yamyam devlerin kimin tarafından yaratıldığını Tevrat şöyle açıklar:
Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim vardı; bunlar eski zamanda zorbalar, şöhretli adamlardı.” (Tekvin, Bap 6,4).
Başka bir deyişle, devler, Tanrıların ve insan kızlarının oğulları, eski, unutulan çağların dehşet saçan kahramanlarıdır.
Bütün bu mitoslar, efsaneler, dini inançlar sınır tanımayan bir zamanı canlandırıyor. Çok eski çağlarda tanrısal bir ırktan kalma (Tevrat’taki “Tanrının oğullan”) ya da tanrısal ırkla insan oğullarının karışımından doğan devler yeryüzünde yaşıyordu. Bir süre sonra Kral ve Tanrı durumuna gelen bu devler ilkin Tanrılarla mücadele ettiler, sonra birbirlerine saldırdılar, sonunda insanların başına bela kesildiler. insanlarla devlerin karşı karşıya gelmesi devlerin son çağına rastlar. Devler artık, belki Tanrılar tarafından red edildikleri için, ünlerini kaybetmişlerdir ve insanoğlu bu son perişan devlerin hakkından gelir.
Devlerin düşüşü mitoslardan, efsanelerden çok daha açık bir şekilde masallarda anlatılıyor. Bir derginin özel sayısında şöyle yazar:
“Dev, Türk masallarının önemli kahramanlarından biridir. Bazı yerde hem biçim, hem ruh yapısıyle insana benzer, Çokluk çok büyük gövdelidir. Tozu dumana katarak yıldırım hızıyla gider. Bir aylık yolu bir saniyede aşmak onun için işten bile değildir. İnsan eti yemesini sevdiği için, bir yerde insan bulunup bulunmadığını kokusundan anlar. Çoğu zaman, çevresi yüksek ve kalın duvarlarla, dikenli bahçelerle çevrili büyük köşklerde, kendine özgü saraylarda yaşar. En değerli eşyalar,
hiç kimsenin. ele geçiremeyeceği, ama herkesin, hatta padişahların bile özledikleri dünya güzelleri, hiçbir yerde bulunmayan meyve bahçeleri, sihirli güvencinler, her telinden binbir ses çıkan çalgılar, sihirli kılıçlar, başınıza geçirdiğiniz zaman sizi hiç kimseye göstermeyen külahlar, sihirli sarayların kapılarını açan anahtarlar bu devlerin buyruğu altında, onların köşklerinde, saraylarındadır.
Bunların bir memeleri arkalarında, öteki memeleri önlerindedir. Yanlarında size bir dervişin öğrettiği usulle ve iyi sözlerle yaklaşır, arkalarındaki memelerini (anacığım) diyerek emerseniz size bir evlat gibi davranırlar, bir yerinize dokunmazlar. İstediğiniz şeyi verirler. Ne güçlüğünüz varsa giderirler. Devler kendilerine kötülük yapmak isteyenleri ele geçirirlerse, kızartarak yerler. Fakat en sonunda, her zaman, insanoğlu tarafından, bazen de bir rastlantıyla çeşitli yollar ve kurnazlıklarla canları cehenneme gönderilir. DevIerin her zaman yardımcıları vardır. Arap Bacılar, çokluk insan ruhunda ve karakterinde görünen dev oğlanlar ya da kızlar, bu yardımcıların arasındadır.”
Türk masallarında olsun batı ya da doğu masallarında olsun, dev eski kişiliğinden, yüceliğinden çok şeyler kaybetmiştir. Korkunç olmasına korkunçtur, olağanüstü bir yaratıktır ama çokluk gülünçtür. Eski mitoslara renk katan devlerin bir çeşit karikatürüdür. Hem insanlardan ayn yaşar, onlara düşman olur, hem de onlara özenir. İnsanın güçlükle erişebileceği yerlerde oturur ya da gizlenir; yardımcılar kullanır, büyü ile uğraşır; artık gücüne güvenmediği için lüks içinde boğulur. Masallar daha önce çizdiğimiz zamanın son dönemini anlatıyor. Devler çöküyor ve sonunda insan tarafından öldürülüyor. Masallardaki devler artık yalnız çocukları korkutabilir ve birçok masallarda, çocuk hikayelerinde çoklukla küçük çocuklarla uğraşırlar.
Kutsal kitaplardaki devler; çeşitli mitoslarda yer alan devler; Homeros’un tek gözlü Kiklopları; gemici Sinbad’ın arkadaşlarını çiğ çiğ yiyen dev ve bunlara benzer yüzlerce örnek nereye varır, bütün bunların çıkış noktası nedir? Yoksa bütün bunlar, sürekli olarak öne sürülen çok eski zamanlarda dev bir ırkın, garip bir değişiminin varlığını mı açıklıyor?
Devlerin varlığını destekleyen, klasik bilimin kabul etmediği, Nazilerin çok tuttuğu bir kuram vardır: Hanns Horbiger’in Welteilehre’si (Ebedi Buz Doktrini). Kopernik’e meydan okurcasına bütün bilimsel kurallara karşı çıkıp yeni devrimci bir kavramı öne süren Horbiger’in adı, 1925’te yaptığı açıklamayla, dünyanın, ö­zellikle Almanya ve Avusturya’nın dikkatini çekti. Yeni bir siyaset anlayışı kurmakta olan Hitler gibi Horbiger de, altmışbeş yaşına bastıktan sonra, Alman halkını kurtaracak, yükseltecek yeni bir bilimsel anlayışı savunuyordu. Bu savunma ilk başta Nazilerin yöntemlerine uygun biçimde geniş bir örgütle, büyük imkanlarla, binlerce taraftar ve özellikle genç Naziler arasından seçilmiş zorbalarla yapılıyordu. Doktrini açıklayan kitaplar, dergiler, broşürler yayınlamaktan başka Horbiger, halkı galeyana getirebilecek, ulusal ve ırki coşkulan kamçılayabilecek sloganlar da yaratıyordu:
“Kuzeyli atalarımız karların ve buzların arasında yaşadıkları için güçlüdürler… Ebedi Buz Doktrini Yahudi politikacıları kovdu; İkinci bir Avusturyalı, Horbiger, Yahudi bilim adamllarını kovacaktır.”


Horbiger
Horbiger’e başından beri inanan, destekleyen Hitler, yepyeni bilimsel doktrinin havasına kapılarak buna benzer konuşmalar yapıyordu: ”Yahudi ve liberal bilime karşı çıkan kuzeyli ve ulusal-sosyalist bir bilim var!” Aslında Horbiger, Hitler’in klasik anlamda bir politikacı olmadığı gibi klasik anlamda bir bilim adamı da değildi. Viyana Teknoloji Okulunda öğrenimini tamamlamış sonradan kompresör uzmanlığı yapmış ve 1894’te icat ettiği yeni bir musluk sistemiyle servete kavuşmuş amatör bir astronom ve astrofizikçiydi. Tanrı tarafından kutsanan deha mucit Horbiger’in başlıca tutkusu suyun çeşitli durumlarıydı; doktrinini de buz konusunda çalışmalarını yürütürken kurmuştu.
Horbiger’in Ebedi Buz Doktrini, tarihten antropolojiye, astronomiden jeolojiye kadar bütün bilim kavramlarını yok edip, yeni, orijinal, çarpıcı bir görüş getirmek amacındaydı. Bu görüş şöyle özetlenebilir: Horbiger’in kozmogoni kuramına göre Ay dünyamızın ilk uydusu değildir; birçok Ay’lar olmuştur ve her jeolojik çağda değişik bir uydu dünyamızın çevresinde dönmüş, her çağ bu Ay’ın dünyaya düşmesiyle kapanmıştır. Ay dünyamızın çevresinde kapalı bir elips çizerek dönmüyor, tersine dünyaya yaklaşan bir spiral yaratıyor ve bu spiral daralınca Ay dünyanın üzerine düşüyor.


Her çağda, yüzbinlerce yıl boyunca, Ay dünyanın çevresinde dönmüş, yaklaşmış yaklaşmasıyla yerçekimi kurallarını bozup ayçekimi olayına neden olmuştur. Bu dönemlerde, organizmalar olağanüstü büyümüştür. Birinci Zamanın sonundaki dev bitkileri, İkinci Zamanın so­ nundaki dev yaratıkları bu irileşmeye örnek verebiliriz. Üçüncü Zamanda, Ay’ın uzaklarda olduğu bir dönemde, insanlar türüyor ve bu ilk insanlar, İkinci Zamandan kalma devlerin yönetimi altında, uygarlıklar kuruyor. Üçüncü Zamanın sonunda Ay düşünce devlerin çağı da sona e­riyor, arta kalan, bozulan, yamyamlaşan devler insanlar tarafından öldürülüyor. Horbiger’in Efsanevi Tarihi ırkçı kuramdan başka bir şey değilse de dünya mitologyasına bütünüyle bağlı bir sisteme dayanıyor. Horbiger’in doktrini, bunu hala sürdürenler karanlık kalmış birçok tarihi esrarları bu kuramlara dayanarak açıklıyorlar.
Bizim amacımız Horbiger’in görüşünü savunmak değil, oldukça karmaşık bir şekilde ortaya attığı kuramla eski mitos, gelenek ve inançlar arasında görülen bağlantıyı belirtmektir. Daha önce de sözünü ettiğimiz Toltek kozmogonisi dünya tarihini dört ayrı çağa ayırıyor:
– Birinci çağ ve dünyanın yaradılışı. Bu çağ büyük bir tayfunla sona eriyor;
– İkinci çağ ve devler. bu çağ düyayı kasıp kavuran yer sarsıntılarıyla bitiyor;
– Üçüncü çağ ve devleri öldüren insanlar.
– Çağımız olan ve genel bir patlama ile bitecek olan Dördüncü çağ.
Yeni Gine yerlilerinde de benzer motiflere rastlanılmaktadır:
Çok eski zamanlarda insanlara yardım eden devler vardı. Sonradan bu devlerin huyu değişti; insanlar kötüleşen bu devlere kurban kesmek zorunda kaldılar.  Ardından da bu baskıya dayanamayarak isyan edip devleri öldürdüler.
Bu örneği daha önce sıralamış olduğumuz çeşitli mitolojik olaylara ve inançlara eklersek Horbiger doktrininin genel bir çizgiden yararlanmış olduğunu görürüz. Şu var ki Horbiger’in kuramı bilimle sürekli çatışmaktadır;
Alman kompresör uzmanına göre çok eskiden uzayda, güneşten milyonlarca defa büyük bir nes­ne vardı. Bu nesne, kozmik buzlardan bileşik dev bir gezegenle çarpıştı, dev gezegen olağanüstü büyüklükteki güneşin içine saplandı. Aradan yüzbinlerce yıl geçti, dev güneş içinde meydana gelen buharın baskısı altında patladı ve uzayı dolduran yıldızları, gezegenleri yarattı.
Çağdaş bilim evrenin bir patlamanın sonucunda yaratıldığını kabul eder.Bir yoruma göre evrenin bütünü patlayan bir atomun içindeydi, gezegenler ise güneşin kısmi bir patlamasından ortaya çıkmışlardır.
Horbiger 1930’larda öldü, ama yakl􀂀aşık olarak bir milyon kişi hala doktrini izlemekte. Kimi, İngiliz Beliamy gibi, yeni bir antropoloji kurmaya çalışıyor, kimi, Fransız Denis Seurat gibi, devlerin uygarlığını araştırıyor, kimi de, Alman yazarı Elmar Brugg gibi, Horbiger’i kabul etmeyen geleneksel bilime karşı savaşını sürdürüyor.
Ebedi buz Doktrininin yaratacısını bir bilim adamı kabul etmek imkansızdır; Hitler’in ulusal-sosyalizmini ve Nazi örgütünü besleyen kuruluşları etkileyen Horbiger’in kuramı bir çeşit gizemciliği aşamamıştır. Ancak çok sonradan Horbiger’in doktrini gereğiyle araştırıldı, derinleştirildi; devlerin, kayıp ülkelerin esrarengiz uygarlıkların sırrını açıklayabilecek nitelikte bir anahtar olarak kullanıldı.
Devlerden söz eden mitoslardan, efsanelerden, masallardan birkaç örnek verdik, devlerin varlığını bilimsel biçimde açıklamaya yeltenen bir kuramın başlıca noktalarını özetledik; yine de sorun bir açıklığa kavuşamamıştır. Ayrıca da çok önemli bir soru ortaya çıkar: Devlerin gerçek izleri bulunmuş mudur, dünyanın herhangi bir yerinde dev bir insan ırkına rastlanılmış mıdır?

Gustave Dore’un bu eserinde Titanlar resmedilmiş
Dev bir yaratıkla ilgil ilk keşiflerinden biri, 14. yüzyılın ortalarında Dekameron’un ünlü yazarı Boccacio tarafından açıklanıyor. Boccacio, “Geneologia Deorum” (Tanrıların Şeceresi) adlı eserinde, Sicilyada Trapani şehrinin dolaylarındaki bir mağarada keşfolunan tek gözlü dev Polifemo’nun iskeletinden söz ediyor. Kemiklerin, en azından 9-10 metre boyundaki bir dev’e ait olduğunu belirten Boccacio, böylece Agrirento’lu Empedokles’in savını destekliyordu. Agrirenyto’lu Empedokles, M.Ö. 440 yılında, Homeros’a dayanarak çok eski zamanlarda Sicilya’da devlerin yaşadığını öne sürmüştü. Boccacio’dan üçyüz yıl sonra Cizvit bilim adamı Athanasius Kircher de bu kemiklere değiniyor. Aradan yıllar geçince, ünlü kemikler kayboluyor, çağdaş bilim bunlara fil kemikleri etiketini koyup olayı kapatıyor.
Benzer bir olay 1577’de İsviçre’de Willisau’da görülüyor: Bir kazı sırasında kocaman bir iskelet bulunuyor. Zamanın ünlü anatomi uzmanı Doktor Felix Platter uzun incelemelerden sonra kemiklerin 5.80 m boyunda tarihöncesi bir􀀙 adama ait olduklarını açıklıyor. Olayı duyan Göttngen Üniversitesi anatomi profesörü J.F Blumenbach, kemikleri inceledikten sonra bunların aslında tarihöncesi bir file ait olduğunu kesinlikle açıklıyor.
Aynı dönemde benzer iskeletler, kemikler İngiltere’de Gloucester’de ve özellikle Güney Amerika’da keşfediliyor. Güney ve Orta Amerika’da meydana gelen olaylar oldukça ilginçtir; Guatemala’da yaşayan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı sayılan Popol Vuh’un aktardığı olayların yanı sıra Meksika fatihi (1519-1522) İspanyol Hernan Cortes’e yerliler tarafından gösterilen, bazıları Cortes tarafından İspanya Kralına gönderilen dev insan kemikleri bu örneklerdendir.
Yazar Bernal Diaz del Castillo’ya göre:
“Eskiden bu topraklarda gayet uzun boylu erkekler ve kadınlar yaşardı; kötü ruhlu olduklarından büyük çoğunluğu yerliler tarafından öldürüldü.”
Amerika devleriyle karşılaşanlardan biri de ünlü Portekiz gemicisi Macellan’dır. Macellan’ı izleyen Antonia Pigafetta’nın yazdıklarına göre 1520 yılının Haziran ayında San Julian’da gemiciler bir devle karşı karşıya gelmişlerdi:
“Öylesine uzun boyluydu ki başımız beline kadar varamıyordu; sesi de bir boğanınkine benziyordu.”
Macellan bu dev yaratıkların ikisini ele geçirip gemisine aldı; Avrupa’ya götürecekti. Ancak gemi Ekvator’a varmadan ikisi de öldüler.
Devlerle karşılaşan yalnız Macellan değildir. Sir Francis Drake, 1578’de San Julian’da ikibuçuk metre boyunda yerliler gördüğünü hatıralarında belirtmişti. Drake’ten sonra Pedro Sarmiento, Tome Hernandez, Anthony Knyvet ve Sebald de Weer gibi gemiciler Büyük Okyanus kıyılarında kimi 3 kimi 3,60 boyunda yaratıklarla karşı karşıya gelmişlerdi. Bu arada özellikle Patagonya’da sık sık devierin izlerine rastlanılıyor. 1712’de Şili’de Valdivia bölgesini yöneten İspanyol hükümeti Patagonya’nın içlerinde üç metre boyunda bir yerli kabilesinin yaşamakta olduğunu resmen açıklamıştı. 1764 yılında Cabo Virgines’ın yakınlarında bu dev yerlilerle karşılaşan, ünlü İngiliz ozanı Byron’un dedesi Commore Byron izlenimlerini şöyle anlatıyordu:
“Biri bana doğru geldi. Kocaman bir şeydi; masallarda sözü geçen insan yüzlü canavarlara tıpatıp uyuyordu. Ölçüsünü alma imkanını bulamadım. Ama en azından 2.10 metre boyundaydı … ” ·



Java Adası’nda, Güney Çin’de, Transvaal’da ve Doğu Cezayir’de ele geçen dev taş baltalar, kesinlikle saptanamayan tarihöncesi bir çağda, yaklaşık olarak 4 metre boyunda yaratıkların yaşadığını açıklamışlardır. Filipinler’de, Gargayan’da, dişleri 7,5 cm. uzunluğunda ve 5 cm. genişliğinde olan 5,18 m. boyunda bir dev yaratığın iskeleti bulundu; Çin’deki kazılarda elde edilen ve 3 m. boyundaki ilkel insanlara ait olduğu sanılan kemiklerin yaşını, dünyaca tanınmış antropoloji uzmanı . Doktor Pei Wen Chung 300.000 yıl olarak hesapladı; Agadir’de keşfedilen ve en azından 3000 yıl öncesine ait olduğu hesaplanan taş baltaların ağırlığı 8 kiloyu aşıyordu.



Gargayan’da (Filipinler) bulunan iskelete ait bir kemik


1800’ler de ABD’nin Ohio eyaletinde bulunmuş bir iskelet
Yukarıda sözü geçen baltalara benzer aletler, çeşitli tarihlerde, İskoçya’da, ABD’de (Ohio ve Wisconsin) ele geçirildi; kimi 50-70 cm. boyunda, kimi de 30-40 cm. genişliğindeydi. Yine ABD.’de Nevada’da 50-60 cm. boyunda ayak izleri, Tunus’ta, Cheninin’in güneyinde, altı metrelik mezar ortaya çıkarıldı. 1833’te Kaliforniya’da bir dehliz açan bazı askerler 3,65 boyunda bir iskeletle karşılaştılar. 1887 yılında Nevada’da 99 cm lik bir bacak iskeleti, 1891 yılında Arizona’da 3 m. boyunda bir insan mezarı bulundu.

                                             Bu taşlaşmış dev ayak izleri Suriye’de bulundu



Bu taşlaşmış dev ayak izi de Hindistan’da
Şimdi yaşayan ve hareket eden dev yaratıklarla ilgili örnekler görelim:
23 Temmuz 1963 günü Oregon’da Satus Phass ile Toppenish arasındaki ana yolda arabayla giden üç kişi 4 metre boyunda bir yaratığın ilerki yoldan geçtiğini gördüler. Yine Oregon’da Lewis nehrinde balık avlayan iki kişi kocaman bir devle karşılaştılar. Aynı yıl, “Oregon Jo­urnal” gazetesi için röportaj yapan bir gazeteci 40 cm. uzunluğundaki ve 15 cm. genişliğindeki ayak izlerinin resmini çekip yayınladı.
Mitoslardaki, efsanelerdeki, masallardaki devlere karşılık Horbiger’in varsayımı ve Meksika, Patagonya, Amerika devleri ve bütün bunlara ek olarak dünyamızın çeşitli köşelerinde rastlanılan dev izler, devlere uygun aletler ele geçmiştir.

Dr. Robert Schoch Güney Afrika’da keşfettiği dev ayak iziyle görülüyor
Devler gerçekten yaşadı mı? Yoksa yeryüzünün bazı uzak bölgelerindeki çok eski çağların bir kalıntısı olan ayrı bir ırk, bir çeşit değişime uğrayarak hala yaşıyor mu? Yirmi yıl önce Beyrut Müzesi Dergisi’nde yayınladığı bir araştırma yazısında, Doktor Louis Burkhalter şu sonuca varıyordu.
“350.000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bunun şimdiden bilimsel açıdan ispat edildiğini kesinlikle göstereceğiz.”

Kaynak: Dünyamızın Gizli Sahipleri – Giovanni Scognamillo (S. 121-137)

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)