bilgievlerim: Hikaye ve Masallar
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Hikaye ve Masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye ve Masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2019 Salı

Yönetim Ne Zaman Çöker Osmanlı Hikayeleri








YÖNETİM NE ZAMAN ÇÖKER

Osmanlı’nın muhteşem zamanlarıdır. Kanuni Sultan Süleyman devletin
akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz
tutar mı diye.
Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye
sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu
Yahya Efendi’ye gönderir.
Mektupta:
“Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker?
Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı?”
Mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır;
“Neme lazım be Sultanım!”




Yalan Değil Dersen Borcunu Öde Osmanlı Hikayeleri








YALAN DEĞİL DERSEN BORCUNU ÖDE

Padişahın biri:
“Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın vereceğim!” demiş.
Yalancılar hemen saraya koşuşturup başlamışlar yalanlara;
Birisi:
“Bir kuş aslanı kapıp yuvasına götürdü.” demiş. Padişah:
“Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavru.
Kaptı mı götürür tabii!” Diğeri:
“Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!” demiş. Padişah:
“Ülkenin kralı pencereden aşağı bakınırken tacını düşürmüş. Taç da
pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Tabii ki taç kimin başında ise kral
odur.” demiş.




IV. Murat Ve Derici Osmanlı Hikayeleri








IV. MURAT VE DERİCİ
Bir gün IV. Murat sadrazamıyla birlikte tebdil-i kıyafet gezerken bir deri
dükkânın önünde dururlar. Dükkân son derece kötü bir durumdaydı ve
dericinin hali ise içler acısıydı.
İhtiyar derici sandalyesini çekmiş dükkânın önünde oturmaktadır.
Padişah:
“Selamın aleyküm derici” der.
Derici şöyle gelenlere göz atar ve hemen toparlanarak:
“Aleyküm selam Ya Cihan-ı Serdar” der.
“Yazı kışa hiç katmadın mı?”
“Kattım ama hiçbir şey tutturamadım.”
“Peki geceleri hiç çalışmadın mı?”
“Çalıştım ama el aldı.”





.Padişahın İşi Ne Osmanlı Hikayeleri







.PADİŞAHIN İŞİ NE
Sultan III. Murat’ta o gün değişik bir telaşe vardır. Sanki bir şeyler
söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç
değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
“Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?”
“Akşam garip bir rüya gördüm.”
“Hayırdır inşallah.”
“Hayır mı şer mi öğreneceğiz.”
“Nasıl yani?”
“Hazırlan dışarı çıkıyoruz.”
Ve iki molla kılığında çıkarlar sokaklara.
Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi
bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar döner Vefa’ya. Zeyrek’ten
aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır.
Etrafına daha çok dikkatli bakınır. İşte tam o sıra orta yerde yatan bir ceset
gözlerine batar.
Sorarlar “Kimdir bu?”
Ahali “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri işte!” derler.
“Nerden biliyorsunuz?”
“Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.” Bir başkası
açıklamaya girişir:





Kanuni'nin Askeri Osmanlı Hikayeleri







KANUNİ’NİN ASKERİ
Kanuni Sultan Süleyman, Haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla
sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar, hava çok sıcak
olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçerken, askerler susuzluktan
kıvranıyordu.
Çok güzel üzümleri bulunan bir bağdan geçerken, askerin biri
dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu
giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para
bağlayarak, yoluna devam etti. Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter
içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla padişah
ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni’nin huzuruna götürdüler. Kanuni
sordu:




Casusun İsteği Osmanlı Hikayeleri







CASUSUN İSTEĞİ

Alman İmparatoru Şarklen’in Osmanlı’daki elçisi tarafından “Dünyanın en
güçlü ordusu” olarak tanımlanan Osmanlı ordusu, Birinci Viyana
Kuşatması’ndan önce Budapeşte önüne gelmiş, şehri kuşatmıştı.
Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir
İbrahim Paşa’nın huzuruna çıkardılar.
İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:
“Sen kimsin?”
“Kral Ferdinand’ın subayıyım efendimiz!” “Demek casusluk niyetiyle
geldin. Peki, ne öğrenmek istersin?”
“Görevim, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!”
“Anlaşıldı. Şimdi git, istediğin bilgileri topla!”
İbrahim Paşa, sonra da ilgililere dönüp emir verdi:
“Bu casusa istediği her şey gösterilsin, sorduğu her şeye doğru cevap
verilsin!”




Akça Koca Osmanlı Hikayeleri







AKÇA KOCA
Orhan Gazi otuz üç yaşında Osmanlılar’ın başına geçti. Tahta çıkar
çıkmaz, baba dostlarını davet etti.
Onlarla dertleşecek, nasihat ve dualarını alacaktı. Hepsi bir araya geldiler.
Candan sohbet ediyorlardı. Osman Gazi’nin ruhu da mutlaka onlarla
beraberdi. Padişah en yaşlısına sordu:
“Akça Kocam. Seni epeydir göremeyiz, nerelerdesin?”
“Ferman buyur, Orhan’ım.”
“Baba dostlarına ferman işler mi Koca Ağam? İrşat ve nasihat dileriz.
Bilirsin ya, bizler de atalarımız gibi derviş gazileriz.”
“Cümlemizin Sultanısın beyim... Sen hemen emreyle... “ “Bazı küffar
beldelerini ıslah dileriz. Fikriniz nedir?” “Karar senindir ve çok yerindedir
Sultanım.” “İzmit tekfuresi Prenses Balakonya ile aranız iyi imiş derler!”
“Öyledir beyim.” Orhan Gazi gülümsedi.
“Samandra tekfurunu esir ettikten sonra, hakikaten bu prensese sattınız
mı?”




Tirit Ve Girit Osmanlı Hikayeleri





TİRİT VE GİRİT
İktidarları dönemlerinde birçok defa kuşatılarak alınamayan, padişahlara
bıkkınlık veren 8 bin 336 kilometrekarelik Girit adası, iki padişah döneminde
yirmi dört yıl içinde defalarca kuşatıldı. Ekonominin bozulup İstanbul’da
ocakların isyanlarına neden oldu. Sonunda da fethedilmiş olup, bu bilginin
padişaha bildirilmesi olayı, Osmanlı mutfağını ilginç bir şekilde tirit ile
buluşturdu.






13 Temmuz 2018 Cuma

UÇAN HALI


Evvel zaman içinde, iki kardeş varmış. Büyüğünün adı, Ahmet; küçüğünün adı ise Mehmet'miş. Anaları, babaları öldükten sonra kalan malları aralarında pay­laşmışlar. Mehmet, biraz akılsızmış. Ahmet, anasından babasından kalan mallaria bir dükkân açmış, Mehmet de orada burada yemiş, içmiş, gezmiş. Paralarını har vurup, harman savurmuş,
Sonunda, bütün parasını bitirmiş ve Ahmet'e gidip:
- Hiç param kalmadı, Bana biraz para verir misin? demiş. Ahmet, kardeşine acıyıp paraları vermiş. Meh­met, parasını bitirince gene gelip istemiş. Ahmet vermiş, o harcamış, Bu şekilde, uzun bir süre devam etmiş, Ah­met, bakmış ki kurtuluş yok dükkânını kapatmış. Mısır'a gitmek üzere köprüye gitmiş ve gemiye binmiş.
O sırada, Mehmet yine para istemek için Ahmet'in dükkânına gitmiş. Dükkânın kapalı olduğunu görünce, komşularına sormuş ve ağabeyinin Mısır'a gittiğini öğren­miş. Hemen köprüye koşmuş ve Mısır'a giden gemiyi sor­muş. Onu aramak için, gemiye binmiş. Ahmet, kardeşine görünmemek için gemide sakianmış. Gemi, yelken aça­rak yola koyulmuş. Ahmet, gemi hareket ettikten sonra saklandığı yerden çıkmış. Bir de bakmış ki kardeşi karşısın­da duruyor.
Ahmet'in canı çok sıkılmış, ama yapacak bir şey ol­madığı için birlikte Mısır'a kadar gitrnişier.
Mısır'a vardıklarında gemiden inip, limanda dolaş­maya başlamışlar.
Ahmet, kardeşine:
- Mehmet, sen burada bekle. Ben, iki at bulup gele­yim, demiş ve oradan kaçmış.
Mehmet beklemiş, beklemiş ve Ahmet'in gelmedi­ğini görünce yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere, tepe düz gitmiş. Sonunda, bir dağın eteğine varmış, Üç kişi, kavga ediyormuş,
Yanlarına yaklaşmış:
- Neden kavga ediyorsu­nuz? diye sormuş.
Onlar:
- Biz, üç kardeşiz, Babamız ölünce, bize  bir külah, bir kırbaç ve bir de halı bıraktı.  Bunları, ara­mızda nasıl paylaşacağı­mızı konuşurken, kavga çıktı, demişler.
Mehmet:
-Bu yüzden kavga etmeye utanmıyor musunuz? demiş.
Onlar:
- Külah, kamçı ve halı sihirlidir, Külahı giyen, görün­mez olur. Halıya oturup, kırbaçla vurunca istediğin yere gidebilirsin, demişler.
Mehmet:
- Ben, bir ok yapacağım, Siz de bana bir ağaç bu­lun. Oku uzağa fırlatacağım. Hanginiz, oku bulup getirir­se bunları ona veririm, demiş.
Adamlar, hemen bir ağaç bulup getirmişler. Meh­met, ağacı kesip biçmiş, yontmuş ve bir ok yapmış. Son­ra oku bütün gücüyle atmış. Kardeşlerin üçü birden, okun arkasından koşuşmuşlar. Onlar gider gitmez, Meh­met külahı başına takmış ve halının üzerine oturup kam­çıyı vurmuş.
Halı, diie gelmiş:
- Emret! demiş, Mehmet:
- Beni ağabeyimin yanına götür, demiş.
Halı şimşek gibi fırlayıp, havalanmış. Bir şehre gelince süzülüp, yere inmiş. Mehmet, halıdan inmiş ve şehirde dolaşmaya başlamış.
Bir tellal:
- Padişahımız, geceleri kaybolan kızının nereye gitti­ğini öğrenen cesur bir delikanlıyı kızıyla evlendirecek! Başaramayanların  başını vurdurarak cezalandıracak! diye bağırıyormuş.


Mehmet, hemen ortaya çıkmış:
- Ben öğrenebilirim, demiş. Onu, hemen padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, onu kızının odasına sak­lamış. Gece olunca, kız odasına girip yatmış, Mehmet, saklandığı yerden kızı gözetlemeye başlamış.
Kız, bir iki saat sonra kalkmış ve Mehmet'in yanına gelmiş. Elindeki iğneyi, Mehmet'in ayağına hafifçe ba­tırmış, Mehmet, sesini çıkarmayınca da uyuduğunu san­mış. Kız, bir şamdan alıp, odasındaki gizli bir kapıdan çık­mış. Mehmet de kalkıp, gizlice onu takip etmeye başla­nmış. Kız, bir Arap'ın başında taşıdığı altın bir tepsinin üze­rine oturmuş, Mehmet, külahını takıp, görünmez olmuş, Tepsinin üzerine sıçramış ve kızın yanına oturmuş. Tepsi sallanınca, Arap:
- Aman efendim, ne yapıyorsunuz? Az daha düşeçektiniz! demiş.
Lalacığım, kımıldamıyorum bile, demiş.
Arap, yürü­dükçe başına ağırlık çökmüş:
-  Efendim, bu gece ne oluyor? Çok ağırsınız, boy­num kopacak, demiş.
Kız:
- Her akşam nasılsam, yine öyleyim, demiş.
Neyse, az sonra bir bağa gelmişler. Ağaçların bütün dalları altınlar ve elmaslarla doluymuş. Mehmet, ağaç­tan bir dal koparıp, cebine koymuş, Ağaçlar, bağırarak:
- İnsanoğlu canımıza kıydı! demişler. Arap:
- Aman sultanım! Bu gece bize neler oluyor? diye sormuş.
Kız:
-  Lalacığım, bu akşam odama bir keloğlan koydu­lar. Neler oluyor bilemem ki! Her halde onun rüzgârına uğradık, diye cevap vermiş.
Gide gide bir bağa daha varmışlar. Buradaki ağaç­lar, gümüşler ve zümrütlerle doluymuş. Mehmet, yine bir dal koparıp cebine koymuş. Bütün ağaçlar, yeri göğü inleterek:
- İnsanoğlu canımıza kıydı! diye bağrışmışlar.
Kız ve Arap, bir köprüye varmışlar, Mehmet, tepsi­den atlamış ve köprünün kenarından bir parça koparıp cebine sokmuş.-Yine yerler zangır zangır sallanarak, bağrışmış, Uzatmayalım, kız ve lala bir saraya varmışlar.
Mehmet, arkalarından saraya girmiş. Sarayın kapısına dizilen hizmetçiler, kızı karşılamışlar ve inmesine yardım etmişler, Hizmetçiler elmas, inci ve zümrüt işlemeli bir çift terlik getirip kızın önüne koymuşlar, Mehmet, terliğin te­kini alıp cebine sokmuş, Kız, teriiğin bir tekini giymiş, son­ra da ötekini aramaya başlamış. Bulamayınca, hizmet­çiler hemen bir çift daha getirmişler. Mehmet, gene
bunlardan birini daha alıp cebi­ne sokmuş,
Kız sinirlenmiş:
- Aman terlik filân flk istemem! diyerek yürüyüp içeriye girmiş,
Bir odanın kapısını m açmışlar, Mehmet, kızın arkasından odaya girmiş.  Odada, bir dudağı  yerde  bir dudağı gökte bir Arap oturuyormuş.
Arap:
- Sultanım! Nerede kaldın? Ne zamandan beri seni bekliyorum. Niçin böyle geç geldin? diye sormuş. Kız:
—Aman efendim, bu akşam bize bir hal oldu. Biz de ne olduğunu bilemiyoruz. Babam, bu akşam odama bir keloğlan koydu. Buraya gelinceye kadar, neler oldu, neler! diye anlatmaya başlamış.
Arap:
- Endişelenmene gerek yok. Baksana ortada bir şey yok. Ne olacak sanki? demiş.
Arap, hizmetçilerine emir vererek, sultana bir şerbet getirilmesini istemiş. Hizmetçiler, elmaslar, billurlar içinde bir kupa şerbet getirmişler. Kıza verecekleri sırada, Meh­met kupaya vurduğu gibi kupayı yere düşürüp kırmış.
Arap hizmetçi, şaşırarak:
- Aman bu gece bize neler oluyor? diye bağırmış. Bunun üzerine kız:
- Efendim, şerbet falan istemem! Bu akşam, başıma bir iş gelmeden bir an önce şuradan gideyim, demiş, Arap, yine emirler verip yemekler getirtmiş. Kız ile Arap, sofraya oturmuşlar ve yemek yemeye başlamışlar, Meh­met de onlarla beraber yiyormuş.
Arap:
- Sultanım, tabağın bu kenarından ben yiyorum, şu kenarından da sen yiyorsun, diğer kenarından yiyen kim acaba? diye sormuş.
Sormuş, ama kız nereden bilsin! Neyse yemeyi ye­mişler, arkadan hoşaf gelmiş, Mehmet, kızın önündeki kaşığı alıp cebine sokmuş. Ne olduğunu anlayamayan hizmetçiler, bir kaşık daha getirmişler, O da ortadan kaybolunca bir üçüncü kaşığı kızın önüne koymuşlar. Üçüncü kaşık da yok olunca, kız hoşafı içmekten de vazgeçmiş.
Bu gece acayip olaylar olduğunu gören Arap:
- Efendim, sahiden de bu gece ortalıkta bir şeyler dönüyor; vakit geçirmeden saraya dönün, diyerek lala­yı çağırmış.
Kız, yine lalanın başında taşıdığı tepsiye binip gitmiş, Mehmet, orada kalmış, Arap'ın odasında asılı duran kı­lıcı almış ve bir vuruşta Arap'ın kafasını vücudundan ayırmış.
Arap, peri padişahıymış, Ölünce, sarayın içinde bir gürültü, bir patırtı kopmuş:
- Eyvah, insanoğlu padişahımızın canına kıydı! diye çığlıklar ortalığı kaplamış.
Mehmet, bu gürültüleri duyunca hemen saraydan çıkmış ve sihirli halısına oturmuş. Kamçıyı halıya vurunca,
halı:
- Emret, demiş. Mehmet:
- Beni hemen sultanın odasına götür, demiş,
Kızdan önce gelip, sanki hiç oradan ayrılmamış gibi yi­ne yatağına yatmış. Aradan epeyce zaman geçtikten sonra, kız gelmiş. Oğlanın, hala uyuduğunu görünce:
- Seni gidi kel seni! Beni bu akşam çok rahatsız ettin, diyerek elindeki iğneyi oğlanın ayağına batırmış. Oğlan­dan ses çıkmadığını görünce, uyuduğunu sanmış. Ses­sizce yatağına girip, yatmış.
Sabah Mehmet'i, padişahın huzuruna çıkarmışlar, Padişah:
- Oğlum, ne gördün? Söyle bakalım! demiş. Mehmet:
- Efendim, gördüklerimi burada söyleyemem. Bütün halkı, meydana toplayın, Sultan hanım, bir kafesin için­de yanımda dursun. O zaman, bütün gördüklerimi anla­tıp, herkese duyuracağım, demiş.
Padişah, onun dediği gibi herkesi toplamış. Meh­met, sarayın balkonuna çıkmış ve yüksek sesle, kızın odasına girdiği andan başlayıp, sabah oluncaya kadar neler gördüyse hepsini birer birer anlatmış.
Kız, onun söylediklerini yalanladıkça sözlerini ispatla­mak için cebine soktuğu şeyleri teker teker çıkarmış ve halka göstermiş, Ahmet de oradaymış, Kardeşine gö­rünmemek için, bir ağacın arkasına saklanmış, Meh­met, uzaktan ağabeyini görmüş. Sözlerini bitirince de hemen kalkıp ona doğru koşmuş, Ahmet, kardeşinin ne­ler anlattığını duyamıyormuş, Kendisi hakkında bir şeyler söylediğini sanmış ve korkup, kaçmaya başlamış. O kaçmış, öteki kovalamış. Sonunda, Mehmet ağabeyini yakalamış. Onların koşuştuklarını gören padişah, adam­larını yollamış ve onları yanına getirtmiş.
Padişah:
- Neden kaçıyordun? dîye sormuş,
Ahmet, kardeşinden çektiklerini padişaha bir bir an­latmış, Padişah, kızının nereye gittiğini öğrenen Mehmet ile kızını evlendirmek istemiş,
Mehmet:
- Kızınız ile ağabeyim evlenmen, O bunu hak ediyor, demiş,

Padişah, kızını Ahmet ile evlendirmiş. Kırk gün, kırk gece düğün dernek kurmuş, Mehmet, ağabeyinden ayrılmamış ve ölünceye kadar onun yanında kalmış.

Keloğlan ve Devanası




Çok, çok eskiden üç oğlu olan bir padişah yaşarmış. Padişahın, sihirli bir aynası varmış. Her sabah yatağın­dan kalkar kalkmaz, aynaya bakarmış. Aynaya baka­rak, o gün neler olacağını öğrenirmiş, Bir gün, aynaya bakmayı unutmuş. Aynaya bakmadığı aklına gelince, odasına geri dönmüş. Ama ayna yerinde yokmuş! Te­lâşla, her yeri aramış, Ama bir türlü bulamamış. O gün, üzüntüden eli ayağı tutmaz, ne iş yapacağını bilemez olmuş.
Düşünüp dururken, oğulları gelip:
- Baba, derdin nedir? Bugün, çok dalgınsın, demişler, Padişah:
-  Oğullarım, bugün aynamı kaybettim. Bu yüzden üzgünüm, demiş,
Oğulları:
-Eğer, izin verirseniz gidip aynanızı bulalım, demişler ve babalarını teselli etmişler,
Çocuklar, babalarının izniyle aynayı bulmak için yo­la çıkmışlar. Giderlerken yanlarına, bol bol para almış­lar.
Gide gide bir üç yol ağzına gelip, durmuşlar. Her yo­lun başında, bir dikili taş varmış. Sağdaki taşın üzerinde, "Bu yol, bir hana gider", ortadaki yolun başında "8u yol bir hamama gider." ve soldaki yoiun başında da nBu yoldan giden dönemez." yazıyormuş.
Büyük kardeş, han yoluna. Ortanca kardeş, hamam yoluna. Küçük kardeş de giden dönmez, yoluna sap­maya karar vermiş. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra, kimin geri dönebildiğini anlamak için yüzüklerini bir taşın altı­na saklamaya karar vermişler, Kim önce dönerse yüzü­ğünü, taşın aitından alacakmış. Aralarında sözleşerek, yüzüklerini bırakıp yola çıkmışlar,
Küçük oğlan, gide gide bir dağ başına varmış. Bak­mış ki, bir dev anası oturmuş helva yapıyor. Oğlan, kork­tuğu halde deve yaklaşmış ve nazik bir şekilde:
- Kolay gelsin anacığım! demiş ve devin elini öpmüş. Dev anası:
- Oğlum, sen bana çok nazik ve saygılı davrandın. Bana, 'anacığım' demeseydin seni yerdim, demiş. Oğlan:
-  Sen de bana 'oğulcuğum' demeseydin, ben de seni kılıcımla keserdim, diye karşılık vermiş.
Dev anası:
- Oğlum, nereden gelip nereye gidiyorsun? Buraya neden geldin? diye sormuş,
Oğlan:
- Anacığım, ben padişahın oğluyum. Babamın ay­nası kayboldu, onu arıyorum, demiş.
Dev anası:
- Oğlum, o aynayı devler çaldı. Şu dağın arkasında bir bağ vardır; aynayı çalan devler, orada yaşarlar. Sen şimdi oraya git. Gittiğin zaman, devleri göreceksin. Eğer, gözleri açıksa uyuyorlar demektir, O zaman hiç korkma, aynayı al. Ama bağın içindeki elmaslarla ve yakutlarla donatılmış ağaçlara sakın dokunma! Sonra yakalanırsın, demiş.
Oğlan, dev anasına teşekkür ederek yola çıkmış, Gi­de gide dev anasının söylediği bağı bulmuş, Biraz yak­laşınca, devierin yattığını görmüş, Devlerin gözleri, ateş gibi yanıyormuş, Oğlan, uyuduklarını görünce aynayı aramaya başlamış. Sonunda aynayı bulup, tam oradan ayrılacakken dalları elmaslarla ve yakutlarla dolu ağaçları görmüş.
Karanlıkta ışıl ışıl parlayan ağaçlara yaklaşıp:
- Nasılsa mışıl mışıl uyuyorlar, beni nereden görecek­ler? Şu dallardan bir tane koparayım, diyerek elini uza­tınca devler uyanmış. Oğlanın etrafını sarmışlar.
Onu yakalayıp:
-  Sen, ne cesaretle buraya  gelip, aynamızı ve ağaçlarımızı çalmaya kalkarsın? diye gürlemişler.
Hepsi, çok öfkeliymiş, Oğlan, korkudan zangır zangır titreyerek yalvarmaya başlamış,
Devler:
-  Eğer, Arap'ın kılıcını bize getirirsen, seni bırakırız, demişler,
Oğlan, hemen kabul etmiş ve dev anasının yanına
dönmüş, olanları anlatmış.
Dev anası:
-  Oğlum, ben sana demedim mi? Niçin onların ağaçlarına dokundun? Şimdi ne yapacaksın? demiş.
Oğlan:
- Aman anacığım! Bana yardım et! diye yalvarmış. Dev anası:
- Biraz ileride büyük bir saray vardır. Sarayın bir kapı­sı açık, bir kapısı kapalıdır. Kapalı kapıyı aç, açık olanı da kapat ve içeriye gir, Kapının sağında bir aslan göre­ceksin; önünde et durur. Solunda da bir köpek göre­ceksin, Onun önünde de ot var. Otu aslana, eti de kö­peğe vererek doğru yukarı çık, Arap, odasında yatar ve kılıcı duvarda asılıdır. Kılıcı hemen oradan al ve çıkıp bu­raya gel. Ama sakın kılıcı kınından çekme, demiş.
Oğlan, dev anasına teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş ve sonunda saraya ulaşmış. Kapalı kapıyı açmış, açık kapıyı kapat­mış. Aslana otu, köpeğe eti vermiş ve yukarı çıkmış. Arap'ın yattığı odaya girerek, duvarda asılı duran kılıcı alıp saraydan dışarı çıkmış ve koşmaya başlamış.
Yarı yola gelince:


- Artık, beni yakalayamaz! Bakalım şu kılıcın içinde ne var? deyip kılıcı, kınından çıkarmış.
O anda Arap, oğlanın yakasından yakalayıp:
- Seni gidi seni! Benim sarayıma gelip kılıcımı alırsın ha? Ben, şimdi sana gör bak neler yapacağım! diyerek oğlanı alıp, sarayına götürmüş.
Dev anası, daha önceden oğlanı uyarmış. Arap onu yakalarsa, kırk gün boyunca çeşitli şeyler öğretirmiş. Sonra da "Öğrendin mi?" diye sorarmış. Dev, oğlanı sa­kın "öğrendim" dememesi için sıkı sıkı tembih etmiş.
Arap, oğlana türlü beceriler ve kılıktan kılığa girme­nin yollarını öğretmiş,
Sonra da:
- Öğrendin mi? diye sormuş, Oğlan, her seferinde de:
- Öğrenmedim, diye cevap vermiş. Aradan kırk gün geçtikten sonra, Arap:
- Haydi oradan! Ben de seni, adam sandım. Senin, hiç bir şey öğreneceğin yok! Bana peri padişahının kızı­nı getirirsen, seni bırakırım, demiş.
Oğlan, canını kurtarmak için, kabui etmiş ve dev anasının yanına dönmüş; olanları dev anasına anlatmış.
Dev anası:
- Arap'ın istediği kız, bir şehirde oturur. Ama o şehir­de hiç erkek yoktur. Oraya kimse giremez. O kız, tılsımlı­dır. Kızın oturduğu şehre, bir erkek girecek olursa tılsımı bozulur.
İşte, bu yüzden de şehirde sadece kızlar yaşıyor. Hem, devler ji hem de Arap bu kıza âşıktır, Yıllardır onu  ellerine  geçir­li mek için  uğraştılar. Ama tılsımı yüzünden hiçbiri şehre giremedi, Senin, oraya nasıl gideceğini  ben  de bilemiyorum. Arap'tan hiçbir marifet öğrenmedin mi? • demiş.
— Kuş kılığına girmeyi öğrendim, demiş oğlan. Dev anası:
- Tamam, şimdi bir kuş olup doğru o kızın yaşadığı şehre uçarsın, Sarayın içinde bir havuz, havuzun üzerin­de de taş oymalı bir kafes vardır.
Gidip, o kafesin üzerine konarsın. O zaman kızın tılsı­mı bozulur ve sana yalvarmaya başlar, Onu alıp, Arap'a götürürsün, Böylece sen de bu dertten kurtul­muş olursun, demiş,
Oğlan, hemen bir kuş olmuş ve şehre gitmiş, Sarayın penceresinin önüne konunca, kız onu görmüş.
Kız, hizmetçilerine:
- Ne kadar güzel bir kuş! Pencereleri açın, belki içe­ri girer de yakalarız, demiş.
Hizmetçiler, pencereleri açmışlar. Kuş içeri girip, doğru havuzun üzerindeki kafese konmuş. Konduğu an­da da kızın tılsımı bozulmuş.
Kuşun, bir erkek olduğunu anlayan kız:
- Ademoğlu, şimdi ben de senin gibi oldum, demiş. Oğlan silkinip, eski haline dönmüş.
Kız, artık tılsımı bozulduğu için her tarafa haberciler göndermiş; isteyenlerin şehre girebileceğini duyurmuş. Bu oğlanla evlenmek istediğini de babasına söylemele­rini emrederken, oğlan:
- Olmaz sultanım! Benim babam, bir padişahtır, Dü­ğünümüzü, bîzim sarayımızda yapalım, demiş.
Kızla beraber yola çıkmışlar. Arap'ın sarayına yak­laştıkları zaman, kız nereye götürüldüğünü anlamış. Ağ­lamaya, bağırmaya başlamış.
Oğlan:
- Sultanım, ben seni vermezdim, ama başımı kurtar­mak için seni Arap'a götürmek zorundayım, demiş.
Saraya geldiklerinde Arap, oğlanın kızı getirdiğini görüp:
- Gelme, gelme! Ben senden korktum! Benim, bunca yıldan beri uğraşıp alamadığım kızı sen aldın. Kim bilir, bana neler yaparsın? Kız da senin olsun, kılıç da, Yeter ki yanıma gelme! demiş.
Oğlan, kılıcı ve kızı alıp sevinç içinde devlerin yaşa­dığı bağa gitmiş, Devler, oğlanın kızı ve kılıcı getirdiğini görünce, onlar da:
- Gelme, gelme! Biz, senden korktuk! Sen hem Arap'ın kılıcını, hem de kızı almışsın! Biz bile, onların hak­larından gelemedik, Kim bilir, sen onlara ne yaptın? Kız
da, kılıç da, ayna da, kopardığın allar da senin olsun! diye bağırmışlar.
Oğlan, dev anasının i yanına dönmüş. Ona, İ yaptığı iyilikler için teşek­kür etmiş. Sonra da dev anasına veda edip, sarayı­na doğru yola çıkmışlar. Üç yol ağzına gelmişler. Oğlan, taşı kaldırıp bakınca yüzüklerin orada olduğunu görmüş. Tam o sıra­da, kardeşleri de gelmiş. Ama tanınmayacak bir hal-deymişler. Üstleri başları kirli ve yırtık pırtıkmış. Neyse, bir­birlerine kavuşunca kucaklaşmışlar. Büyük oğlanlar, ay­nayı küçük kardeşlerinin bulmasını kıskanmışlar. Bu yet­miyormuş gibi, yanında da güzel bir kız varmış. Biraz otu­rup dinlendikten sonra susadıklarını söylemişler. Küçük kardeşlerini de yanlarına alarak, su aramaya çıkmışlar, Kızı, orada bırakmışlar. Biraz gittikten sonra, az ileride büyük bir kuyu görmüşler. Bu kuyunun ağzında, demir bir kapak varmış. Küçük oğlana:
- Sen, aşağıya inip şu kaba su doldurursun. Su kabı­nın ucuna da ip bağlarız ve dolunca yukarı çekeriz. Sonra da ipi sarkıtıp, seni çekeriz, demişler,
Oğlanın beline bir ip bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Oğlan inince kabı suyla doldurmuş. Ağabeyleri, suyu yukarı çekmişler. Sonra da oğlanı kuyuda bırakıp, kuyu­nun kapağını kapatmışlar. Oğlan, kuyuya atıyla gelmiş, Ağabeyleri, atı orada bırakıp, kızın yanına dönmüşler.
Kız, oğlanın nerede olduğunu sorunca:
- O biraz gezecek, Haydi, biz yola çıkalım, O arka­mızdan yetişir, demişler.
Onlar, gide dursunlar; oğlan, çaresizlik içinde ağla­maya başlamış. O da orada ağlaya dursun. Ağabeyle­ri, babalarının sarayına varmışlar.
Padişah:
- Küçük kardeşiniz nerede? diye, endişeyle sormuş. Onlar da:
- O bizden ayrıldı, bir daha bulamadık, Nereye gitti­ğini bilmiyoruz, demişler.
Neyse, padişah aynayı görünce oğiunu unutmuş, Aynasına kavuşmanın sevinciyle gözü başka bir şey gör­mez olmuş. Kızı, büyük oğlu ile evlendirmiş ve kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Bu arada, oğlanın gözleri ku­yunun içinde ağlamaktan kör olmuş. At da aç susuz, ku­yunun kapağına ayağıyla vura vura, ağlamaktan kör olmuş, Neyse, günlerden bir gün at kuyunun kapağını kırmış; başını kuyunun içine doğru eğip, kişnemiş. Oğlan, atının orada olduğunu görünce biraz kendine gelmiş ve bu sevinçle biraz güçlenmiş. El yordamıyla, kuyunun ağ­zına tırmanmış, O sırada iki kuş gelmiş. Kuşların biri oğla­nın sağ, biri de sol omzuna konmuş. Kuşlardan biri:
- Yere düşen tüyümü, şu oğlan bulup gözüne sürse gözleri açılır, demiş.
Diğeri de:
- Kanadımdan düşen tüyü bularak şu atın gözlerine sürse, onun da gözleri açılır, demiş.

Oğlan, kuşdili bildiği için kuşların öterek söylediği bu sözleri anlamış. Hemen, elleriyle yerleri yoklamaya ve tüyleri aramaya başlamış, Tüyün birini bulup kendi göz­lerine, öbürünü de bulup atın gözlerine sürmüş. İkisinin de gözleri iyileşmiş. Atına atladığı gibi, doğru babasının sarayına gitmiş, Padişah, oğlunu görünce çok sevinmiş; onu bağrına basmış. Nerelerde olduğunu sorunca, oğ­lan da başına gelenleri bir bir anlatmış, Bunu duyan pa­dişah, büyük oğullarını o şehirden kovmuş. Kızı da küçük oğlu ile evlendirip, kırk gün kırk gece süren güzel bir dü­ğün yapmış.

KIRKLAR HAMAMI




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Vaktin bir zamanında, zamanın bir anında, bir padişahın bir oğlu, bu oğlanın da bir lalası varmış. Lalası, şehzadeyi bir dakika bile yanından ayırmazmış. Şehzade, bir gece rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Kalbini bu kıza kaptır­mış. Kız, "kırklardan" mış, Bu yüzden, ona kim sevdalanırsa, sevdasından çıralar gibi yanıp tutuşur, yataklara düşer­miş. Şehzade, başka bir gece gene rüyasında bu kızı görmüş. Oğlan ağlayınca, kız:
- Ağlama! Beni görmek is­tiyorsan, kırklar hamamına gel, demiş,
Ertesi sabah, şehzade lalasına:
-  Canım lalacığım, kırklar hamamı nerededir, biliyor musun? diye sor­muş.
-   Aman şehzadem, bunu sana kim söyledi?
O zaman şehzade, gör­düğü rüyayı lalasına anlatmış.
Lala;
- Sen hiç üzülme şehzadem. Ben sana o kızı bulurum. Ama, bunu hiç kimseye söyleme, çünkü kız kırklardan, yani o bir peri. Belki, sana bir kötülüğü dokunur, demiş.
Ertesi gece lala, doğruca kırklar hamamına gitmiş. Daha hamamın kapısından adımını atar atmaz, zavallı lalayı sille tokat dövmeye başlamışlar, Ama, lala hiç al­dırmadan ta göbek taşına kadar ilerlemiş ve oturmuş. Bir iki dakika sonra, hamamın kubbesi gök gürültüsünü andıran bir sesle açılmış, Lala, korkmuş ama, belli etme­miş. Derken, şehzadenin âşık olduğu kız hamama gel­miş. Lalayı hiç görmüyormuş gibi bileziğini, küpelerini çı­kartarak göbek taşına koymuş. Başlamış yıkanmaya. La­la, kızın bileziklerini ve küpelerini almış. Gene dayak yiye yiye hamamın kapısına gelmiş. Hamamdan çıkar çık­maz, tabana kuvvet saraya doğru koşmaya başlamış. Saraya gelince, hemen şehzadenin yanına gitmiş. Lala, hamamdan aldıklarını şehzadeye göstermiş.
Şehzade:
- Lalacığım, bu bilezikleri ve küpeleri nasıl da aldın? diye sormuş.
-  Kırklar hamamında dayak yiye yiye göbek taşın­dan aldım, diye cevap vermiş lala.
Şehzade:
- Aman lala, ne olur hamama beni de götür!
Lala;
- Her şeyi yaparım ama, bunu yapamam. Sen benim yediğim dayağı yeseydin, aklını kaçırırdın. Ama, bir gün seni kızın yaşadığı yere götürürüm. Kızı, gizlice seyreder­sin. Sakın, onlara görünme. Yoksa, sen de kırklara karışır, onlar gibi peri olursun! Bir daha ne ananı, ne padişah babanı, ne de beni göremezsin, demiş. Şehzade:
- Lalacığım, yeter ki sen beni götür. Sen ne istersen yapacağıma söz veriyorum, demiş.
Bir gece, gizlice saraydan çıkmışlar, Gide gide, bir bahçeye varmışlar. Lala, şehzadeyi bir ağacın arkasına saklamış. Kendisi de onun yanı başına gizlenmiş. Biraz son­ra, nazlı nazlı kanat çırparak kırk güvercin bahçeye inmiş. Bahçede, kocaman bir havuz varmış. Hangi güvercin ha­vuza dalarsa, ay parçası gibi güzel bir kız olup çıkıyormuş. Şehzade, rüyasında gördüğü kızı hemen tanıyarak:
-  Lala, lala, şu en öndeki benim sevdalandığım kız, demiş.
Lala, şehzadenin ağzını kapayarak:
- Sakın konuşma oğlum! Bizi duyacak olurlarsa, hep­si güvercin olup kaçarlar. Biz de buradan bir daha dışa­rıya çıkamayız, demiş.
Şehzade, hemen susmuş. Kızlar, bir ziyafet sofrası ha­zırlamışlar bahçede. Yiyip, içmeye başlamışlar. Yemek­ten sonra şehzadenin sevdiği kız, bir testi şerbet getirmiş,
Kupalara doldurarak:
- Beni sevenin aşkına! diye hep birlikte içmişler. Son­ra da oynamaya başlamışlar. Oyun bittikten sonra, hepsi soyunup havuza girmiş. İşte, bu sırada kurnaz lala şehzadenin sevdiği kızın elbiselerini gizlice almış, Kızların yıkanması bitince, birer ikişer güvercin olup havalanmış­lar, Şehzadenin sevgilisi, elbiselerini aramış durmuş. Bula­mayınca, üzüntüden gözlerinden inci gibi yaşlar süzül­müş. Kızın ağlamasına dayanamayan şehzade, saklandığı yerden çıkmış. Kız, karşısında şehzadeyi görünce:
- Aman şehzadem, kulun kurbanın olayım! Elbisele­rim sendeyse bana ver! demiş.
Şehzade, yemin ederek elbiseleri almadığını söylemiş. Kız:
- Burada senden başka kimse olmadığına göre, sen almış olmalısın. Ne olur, ver onları bana! diye ısrar etmiş.


Şehzade:
-  Ben senin sevdanla yanıp tutuşurken, sen eğlen­mekten başka hiç bir şey düşünmüyorsun,
Benimle evleneceğine yemin et, elbiselerinin nere­de olduğunu söyleyeyim, demiş.
Kız:
- Peki, seninle evleneceğime yemin ederim! demiş.
Demiş ve arkasından ortalığı öyle bir rüzgâr kasıp kavurmuş ki o güzelim bahçe ve havuz yok olmuş,
Kız:
-  Eyvah! Şehzadem, beni bütün kardeşlerimden ayırdın! Şimdi, ben de senin gibi bir insan oldum, demiş,
Şehzade:
- Sevgilim, senin elbiselerini lalam almıştı.
Ama, şimdi ortalıkta yok. Acaba, nereye gitti? demiş, Kız:
- Şehzadem, artık iafanı arama. Eğer, benim elbise­lerimi yakmış olsaydın, o zaman lalanı kaybetmezdin, Şimdi, benim elbiselerimi ona giydirdiler. O bir peri oldu ama, ben kurtuldum.
Şehzade, sevgilisine kavuşup, [alasını kaybettiği için çok üzülmüş.
Kız:
- Şehzadem, sen nasıl lalanı kaybettiysen, ben de insan olunca dadımı kaybettim. Ama üzülme, Dadım, mutlaka beni arayıp, bulacaktır. O zaman, lalanı ona anlatırım. Bir çaresini buluruz, demiş.
Şehzade, kızın sözleriyle teselli olmuş ve onunla be­raber saraya dönmüş. Şehzade ve kız, odalarında otu-ruyorlarmış. Kızın dadısı, bir güvercin olup, penceresine konmuş ve kıza:
- Ey sultanım, benden nasıl ayrıldın? Şimdi, ben sen­siz ne yaparım? demiş,
Kız:
- Sevgili dadıcığım, şu bahçedeki havuza gir ve şeh­zademin lalası neredeyse onu bana çağır, demiş.
Dadı:
-  Sultanım, arkadaşları onun yanından hiç ayrılmı­yorlar, Onu alıp buraya getirecek olsam, beni öldürür­ler. Sonra sana hasret, senden tamamen ayrı kalırım. Ama, onu yalnız başına görürsem, belki buraya getire­bilirim, demiş,
Şehzade:
- Dadıcığım, ne yaparsan yap onu buraya getir. Hiç olmazsa, bir kez yüzünü göreyim, demiş.
Dadı, uçup gitmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dadı, şehzadenin lalasını bulmuş ve demiş ki:
-  Şehzade, senin için çok ağlıyor. Seni biraz olsun görmek için, benden yardım istedi. Ne yapıp, edip seni gitmeliyiz?
Lala:
- Sana çok teşekkür ederim. Bir gece, kimselere gö­rünmeden şehzademe gideriz. Birkaç dakikalığına da olsa onu görmüş, üzüntüsünü dindirmiş olurum. Ama, çok dikkatli olmalıyız. Kısa bir zaman aralarından ayrıl-sam, arkadaşlarım beni sorup duruyorlar. Benim şehza­deye gittiğimi öğrenirlerse mutlaka öldürürler, demiş.
Masalı çok uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım, Çok yükseklerde, pek alçaklarda yatmayalım. Bir gece, lala ve dadı güvercin olup, şehzadenin bahçesine gel­mişler. Bahçedeki havuza girince iala bir erkek, halayık ise bir kadın olmuş, Şehzadenin sevgilisi, lala ile dadısını içeri almış. Onlara, insan elbiseleri vermiş, giyinmişler,
Şehzade de onların havuz başına bıraktıkları elbise­leri, ateşe atıp, yakmış.
Elbiseler ateşte yanınca dadı ve lala:
- Eyvah yandık, mahvolduk! diye bağırıp, bayılmışlar,
Bayılmışlar ya, şehzade ile kız ikisini de ayıltmış. Artık m  kurtulduklarını söyleyince, iki­si de rahat bir nefes almış. Çok mutlu olmuşlar, Her şey yoluna girince, şehzade kızla, lala da dadı ile evlenmiş, Düğünleri, tam kırk gün kırk gece sürmüş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)