bilgievlerim: Padişah
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Padişah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Padişah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2019 Salı

Yalan Değil Dersen Borcunu Öde Osmanlı Hikayeleri








YALAN DEĞİL DERSEN BORCUNU ÖDE

Padişahın biri:
“Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın vereceğim!” demiş.
Yalancılar hemen saraya koşuşturup başlamışlar yalanlara;
Birisi:
“Bir kuş aslanı kapıp yuvasına götürdü.” demiş. Padişah:
“Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavru.
Kaptı mı götürür tabii!” Diğeri:
“Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!” demiş. Padişah:
“Ülkenin kralı pencereden aşağı bakınırken tacını düşürmüş. Taç da
pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Tabii ki taç kimin başında ise kral
odur.” demiş.




13 Temmuz 2018 Cuma

Keloğlan ve Devanası




Çok, çok eskiden üç oğlu olan bir padişah yaşarmış. Padişahın, sihirli bir aynası varmış. Her sabah yatağın­dan kalkar kalkmaz, aynaya bakarmış. Aynaya baka­rak, o gün neler olacağını öğrenirmiş, Bir gün, aynaya bakmayı unutmuş. Aynaya bakmadığı aklına gelince, odasına geri dönmüş. Ama ayna yerinde yokmuş! Te­lâşla, her yeri aramış, Ama bir türlü bulamamış. O gün, üzüntüden eli ayağı tutmaz, ne iş yapacağını bilemez olmuş.
Düşünüp dururken, oğulları gelip:
- Baba, derdin nedir? Bugün, çok dalgınsın, demişler, Padişah:
-  Oğullarım, bugün aynamı kaybettim. Bu yüzden üzgünüm, demiş,
Oğulları:
-Eğer, izin verirseniz gidip aynanızı bulalım, demişler ve babalarını teselli etmişler,
Çocuklar, babalarının izniyle aynayı bulmak için yo­la çıkmışlar. Giderlerken yanlarına, bol bol para almış­lar.
Gide gide bir üç yol ağzına gelip, durmuşlar. Her yo­lun başında, bir dikili taş varmış. Sağdaki taşın üzerinde, "Bu yol, bir hana gider", ortadaki yolun başında "8u yol bir hamama gider." ve soldaki yoiun başında da nBu yoldan giden dönemez." yazıyormuş.
Büyük kardeş, han yoluna. Ortanca kardeş, hamam yoluna. Küçük kardeş de giden dönmez, yoluna sap­maya karar vermiş. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra, kimin geri dönebildiğini anlamak için yüzüklerini bir taşın altı­na saklamaya karar vermişler, Kim önce dönerse yüzü­ğünü, taşın aitından alacakmış. Aralarında sözleşerek, yüzüklerini bırakıp yola çıkmışlar,
Küçük oğlan, gide gide bir dağ başına varmış. Bak­mış ki, bir dev anası oturmuş helva yapıyor. Oğlan, kork­tuğu halde deve yaklaşmış ve nazik bir şekilde:
- Kolay gelsin anacığım! demiş ve devin elini öpmüş. Dev anası:
- Oğlum, sen bana çok nazik ve saygılı davrandın. Bana, 'anacığım' demeseydin seni yerdim, demiş. Oğlan:
-  Sen de bana 'oğulcuğum' demeseydin, ben de seni kılıcımla keserdim, diye karşılık vermiş.
Dev anası:
- Oğlum, nereden gelip nereye gidiyorsun? Buraya neden geldin? diye sormuş,
Oğlan:
- Anacığım, ben padişahın oğluyum. Babamın ay­nası kayboldu, onu arıyorum, demiş.
Dev anası:
- Oğlum, o aynayı devler çaldı. Şu dağın arkasında bir bağ vardır; aynayı çalan devler, orada yaşarlar. Sen şimdi oraya git. Gittiğin zaman, devleri göreceksin. Eğer, gözleri açıksa uyuyorlar demektir, O zaman hiç korkma, aynayı al. Ama bağın içindeki elmaslarla ve yakutlarla donatılmış ağaçlara sakın dokunma! Sonra yakalanırsın, demiş.
Oğlan, dev anasına teşekkür ederek yola çıkmış, Gi­de gide dev anasının söylediği bağı bulmuş, Biraz yak­laşınca, devierin yattığını görmüş, Devlerin gözleri, ateş gibi yanıyormuş, Oğlan, uyuduklarını görünce aynayı aramaya başlamış. Sonunda aynayı bulup, tam oradan ayrılacakken dalları elmaslarla ve yakutlarla dolu ağaçları görmüş.
Karanlıkta ışıl ışıl parlayan ağaçlara yaklaşıp:
- Nasılsa mışıl mışıl uyuyorlar, beni nereden görecek­ler? Şu dallardan bir tane koparayım, diyerek elini uza­tınca devler uyanmış. Oğlanın etrafını sarmışlar.
Onu yakalayıp:
-  Sen, ne cesaretle buraya  gelip, aynamızı ve ağaçlarımızı çalmaya kalkarsın? diye gürlemişler.
Hepsi, çok öfkeliymiş, Oğlan, korkudan zangır zangır titreyerek yalvarmaya başlamış,
Devler:
-  Eğer, Arap'ın kılıcını bize getirirsen, seni bırakırız, demişler,
Oğlan, hemen kabul etmiş ve dev anasının yanına
dönmüş, olanları anlatmış.
Dev anası:
-  Oğlum, ben sana demedim mi? Niçin onların ağaçlarına dokundun? Şimdi ne yapacaksın? demiş.
Oğlan:
- Aman anacığım! Bana yardım et! diye yalvarmış. Dev anası:
- Biraz ileride büyük bir saray vardır. Sarayın bir kapı­sı açık, bir kapısı kapalıdır. Kapalı kapıyı aç, açık olanı da kapat ve içeriye gir, Kapının sağında bir aslan göre­ceksin; önünde et durur. Solunda da bir köpek göre­ceksin, Onun önünde de ot var. Otu aslana, eti de kö­peğe vererek doğru yukarı çık, Arap, odasında yatar ve kılıcı duvarda asılıdır. Kılıcı hemen oradan al ve çıkıp bu­raya gel. Ama sakın kılıcı kınından çekme, demiş.
Oğlan, dev anasına teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş ve sonunda saraya ulaşmış. Kapalı kapıyı açmış, açık kapıyı kapat­mış. Aslana otu, köpeğe eti vermiş ve yukarı çıkmış. Arap'ın yattığı odaya girerek, duvarda asılı duran kılıcı alıp saraydan dışarı çıkmış ve koşmaya başlamış.
Yarı yola gelince:


- Artık, beni yakalayamaz! Bakalım şu kılıcın içinde ne var? deyip kılıcı, kınından çıkarmış.
O anda Arap, oğlanın yakasından yakalayıp:
- Seni gidi seni! Benim sarayıma gelip kılıcımı alırsın ha? Ben, şimdi sana gör bak neler yapacağım! diyerek oğlanı alıp, sarayına götürmüş.
Dev anası, daha önceden oğlanı uyarmış. Arap onu yakalarsa, kırk gün boyunca çeşitli şeyler öğretirmiş. Sonra da "Öğrendin mi?" diye sorarmış. Dev, oğlanı sa­kın "öğrendim" dememesi için sıkı sıkı tembih etmiş.
Arap, oğlana türlü beceriler ve kılıktan kılığa girme­nin yollarını öğretmiş,
Sonra da:
- Öğrendin mi? diye sormuş, Oğlan, her seferinde de:
- Öğrenmedim, diye cevap vermiş. Aradan kırk gün geçtikten sonra, Arap:
- Haydi oradan! Ben de seni, adam sandım. Senin, hiç bir şey öğreneceğin yok! Bana peri padişahının kızı­nı getirirsen, seni bırakırım, demiş.
Oğlan, canını kurtarmak için, kabui etmiş ve dev anasının yanına dönmüş; olanları dev anasına anlatmış.
Dev anası:
- Arap'ın istediği kız, bir şehirde oturur. Ama o şehir­de hiç erkek yoktur. Oraya kimse giremez. O kız, tılsımlı­dır. Kızın oturduğu şehre, bir erkek girecek olursa tılsımı bozulur.
İşte, bu yüzden de şehirde sadece kızlar yaşıyor. Hem, devler ji hem de Arap bu kıza âşıktır, Yıllardır onu  ellerine  geçir­li mek için  uğraştılar. Ama tılsımı yüzünden hiçbiri şehre giremedi, Senin, oraya nasıl gideceğini  ben  de bilemiyorum. Arap'tan hiçbir marifet öğrenmedin mi? • demiş.
— Kuş kılığına girmeyi öğrendim, demiş oğlan. Dev anası:
- Tamam, şimdi bir kuş olup doğru o kızın yaşadığı şehre uçarsın, Sarayın içinde bir havuz, havuzun üzerin­de de taş oymalı bir kafes vardır.
Gidip, o kafesin üzerine konarsın. O zaman kızın tılsı­mı bozulur ve sana yalvarmaya başlar, Onu alıp, Arap'a götürürsün, Böylece sen de bu dertten kurtul­muş olursun, demiş,
Oğlan, hemen bir kuş olmuş ve şehre gitmiş, Sarayın penceresinin önüne konunca, kız onu görmüş.
Kız, hizmetçilerine:
- Ne kadar güzel bir kuş! Pencereleri açın, belki içe­ri girer de yakalarız, demiş.
Hizmetçiler, pencereleri açmışlar. Kuş içeri girip, doğru havuzun üzerindeki kafese konmuş. Konduğu an­da da kızın tılsımı bozulmuş.
Kuşun, bir erkek olduğunu anlayan kız:
- Ademoğlu, şimdi ben de senin gibi oldum, demiş. Oğlan silkinip, eski haline dönmüş.
Kız, artık tılsımı bozulduğu için her tarafa haberciler göndermiş; isteyenlerin şehre girebileceğini duyurmuş. Bu oğlanla evlenmek istediğini de babasına söylemele­rini emrederken, oğlan:
- Olmaz sultanım! Benim babam, bir padişahtır, Dü­ğünümüzü, bîzim sarayımızda yapalım, demiş.
Kızla beraber yola çıkmışlar. Arap'ın sarayına yak­laştıkları zaman, kız nereye götürüldüğünü anlamış. Ağ­lamaya, bağırmaya başlamış.
Oğlan:
- Sultanım, ben seni vermezdim, ama başımı kurtar­mak için seni Arap'a götürmek zorundayım, demiş.
Saraya geldiklerinde Arap, oğlanın kızı getirdiğini görüp:
- Gelme, gelme! Ben senden korktum! Benim, bunca yıldan beri uğraşıp alamadığım kızı sen aldın. Kim bilir, bana neler yaparsın? Kız da senin olsun, kılıç da, Yeter ki yanıma gelme! demiş.
Oğlan, kılıcı ve kızı alıp sevinç içinde devlerin yaşa­dığı bağa gitmiş, Devler, oğlanın kızı ve kılıcı getirdiğini görünce, onlar da:
- Gelme, gelme! Biz, senden korktuk! Sen hem Arap'ın kılıcını, hem de kızı almışsın! Biz bile, onların hak­larından gelemedik, Kim bilir, sen onlara ne yaptın? Kız
da, kılıç da, ayna da, kopardığın allar da senin olsun! diye bağırmışlar.
Oğlan, dev anasının i yanına dönmüş. Ona, İ yaptığı iyilikler için teşek­kür etmiş. Sonra da dev anasına veda edip, sarayı­na doğru yola çıkmışlar. Üç yol ağzına gelmişler. Oğlan, taşı kaldırıp bakınca yüzüklerin orada olduğunu görmüş. Tam o sıra­da, kardeşleri de gelmiş. Ama tanınmayacak bir hal-deymişler. Üstleri başları kirli ve yırtık pırtıkmış. Neyse, bir­birlerine kavuşunca kucaklaşmışlar. Büyük oğlanlar, ay­nayı küçük kardeşlerinin bulmasını kıskanmışlar. Bu yet­miyormuş gibi, yanında da güzel bir kız varmış. Biraz otu­rup dinlendikten sonra susadıklarını söylemişler. Küçük kardeşlerini de yanlarına alarak, su aramaya çıkmışlar, Kızı, orada bırakmışlar. Biraz gittikten sonra, az ileride büyük bir kuyu görmüşler. Bu kuyunun ağzında, demir bir kapak varmış. Küçük oğlana:
- Sen, aşağıya inip şu kaba su doldurursun. Su kabı­nın ucuna da ip bağlarız ve dolunca yukarı çekeriz. Sonra da ipi sarkıtıp, seni çekeriz, demişler,
Oğlanın beline bir ip bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Oğlan inince kabı suyla doldurmuş. Ağabeyleri, suyu yukarı çekmişler. Sonra da oğlanı kuyuda bırakıp, kuyu­nun kapağını kapatmışlar. Oğlan, kuyuya atıyla gelmiş, Ağabeyleri, atı orada bırakıp, kızın yanına dönmüşler.
Kız, oğlanın nerede olduğunu sorunca:
- O biraz gezecek, Haydi, biz yola çıkalım, O arka­mızdan yetişir, demişler.
Onlar, gide dursunlar; oğlan, çaresizlik içinde ağla­maya başlamış. O da orada ağlaya dursun. Ağabeyle­ri, babalarının sarayına varmışlar.
Padişah:
- Küçük kardeşiniz nerede? diye, endişeyle sormuş. Onlar da:
- O bizden ayrıldı, bir daha bulamadık, Nereye gitti­ğini bilmiyoruz, demişler.
Neyse, padişah aynayı görünce oğiunu unutmuş, Aynasına kavuşmanın sevinciyle gözü başka bir şey gör­mez olmuş. Kızı, büyük oğlu ile evlendirmiş ve kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Bu arada, oğlanın gözleri ku­yunun içinde ağlamaktan kör olmuş. At da aç susuz, ku­yunun kapağına ayağıyla vura vura, ağlamaktan kör olmuş, Neyse, günlerden bir gün at kuyunun kapağını kırmış; başını kuyunun içine doğru eğip, kişnemiş. Oğlan, atının orada olduğunu görünce biraz kendine gelmiş ve bu sevinçle biraz güçlenmiş. El yordamıyla, kuyunun ağ­zına tırmanmış, O sırada iki kuş gelmiş. Kuşların biri oğla­nın sağ, biri de sol omzuna konmuş. Kuşlardan biri:
- Yere düşen tüyümü, şu oğlan bulup gözüne sürse gözleri açılır, demiş.
Diğeri de:
- Kanadımdan düşen tüyü bularak şu atın gözlerine sürse, onun da gözleri açılır, demiş.

Oğlan, kuşdili bildiği için kuşların öterek söylediği bu sözleri anlamış. Hemen, elleriyle yerleri yoklamaya ve tüyleri aramaya başlamış, Tüyün birini bulup kendi göz­lerine, öbürünü de bulup atın gözlerine sürmüş. İkisinin de gözleri iyileşmiş. Atına atladığı gibi, doğru babasının sarayına gitmiş, Padişah, oğlunu görünce çok sevinmiş; onu bağrına basmış. Nerelerde olduğunu sorunca, oğ­lan da başına gelenleri bir bir anlatmış, Bunu duyan pa­dişah, büyük oğullarını o şehirden kovmuş. Kızı da küçük oğlu ile evlendirip, kırk gün kırk gece süren güzel bir dü­ğün yapmış.

KIRKLAR HAMAMI




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Vaktin bir zamanında, zamanın bir anında, bir padişahın bir oğlu, bu oğlanın da bir lalası varmış. Lalası, şehzadeyi bir dakika bile yanından ayırmazmış. Şehzade, bir gece rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Kalbini bu kıza kaptır­mış. Kız, "kırklardan" mış, Bu yüzden, ona kim sevdalanırsa, sevdasından çıralar gibi yanıp tutuşur, yataklara düşer­miş. Şehzade, başka bir gece gene rüyasında bu kızı görmüş. Oğlan ağlayınca, kız:
- Ağlama! Beni görmek is­tiyorsan, kırklar hamamına gel, demiş,
Ertesi sabah, şehzade lalasına:
-  Canım lalacığım, kırklar hamamı nerededir, biliyor musun? diye sor­muş.
-   Aman şehzadem, bunu sana kim söyledi?
O zaman şehzade, gör­düğü rüyayı lalasına anlatmış.
Lala;
- Sen hiç üzülme şehzadem. Ben sana o kızı bulurum. Ama, bunu hiç kimseye söyleme, çünkü kız kırklardan, yani o bir peri. Belki, sana bir kötülüğü dokunur, demiş.
Ertesi gece lala, doğruca kırklar hamamına gitmiş. Daha hamamın kapısından adımını atar atmaz, zavallı lalayı sille tokat dövmeye başlamışlar, Ama, lala hiç al­dırmadan ta göbek taşına kadar ilerlemiş ve oturmuş. Bir iki dakika sonra, hamamın kubbesi gök gürültüsünü andıran bir sesle açılmış, Lala, korkmuş ama, belli etme­miş. Derken, şehzadenin âşık olduğu kız hamama gel­miş. Lalayı hiç görmüyormuş gibi bileziğini, küpelerini çı­kartarak göbek taşına koymuş. Başlamış yıkanmaya. La­la, kızın bileziklerini ve küpelerini almış. Gene dayak yiye yiye hamamın kapısına gelmiş. Hamamdan çıkar çık­maz, tabana kuvvet saraya doğru koşmaya başlamış. Saraya gelince, hemen şehzadenin yanına gitmiş. Lala, hamamdan aldıklarını şehzadeye göstermiş.
Şehzade:
- Lalacığım, bu bilezikleri ve küpeleri nasıl da aldın? diye sormuş.
-  Kırklar hamamında dayak yiye yiye göbek taşın­dan aldım, diye cevap vermiş lala.
Şehzade:
- Aman lala, ne olur hamama beni de götür!
Lala;
- Her şeyi yaparım ama, bunu yapamam. Sen benim yediğim dayağı yeseydin, aklını kaçırırdın. Ama, bir gün seni kızın yaşadığı yere götürürüm. Kızı, gizlice seyreder­sin. Sakın, onlara görünme. Yoksa, sen de kırklara karışır, onlar gibi peri olursun! Bir daha ne ananı, ne padişah babanı, ne de beni göremezsin, demiş. Şehzade:
- Lalacığım, yeter ki sen beni götür. Sen ne istersen yapacağıma söz veriyorum, demiş.
Bir gece, gizlice saraydan çıkmışlar, Gide gide, bir bahçeye varmışlar. Lala, şehzadeyi bir ağacın arkasına saklamış. Kendisi de onun yanı başına gizlenmiş. Biraz son­ra, nazlı nazlı kanat çırparak kırk güvercin bahçeye inmiş. Bahçede, kocaman bir havuz varmış. Hangi güvercin ha­vuza dalarsa, ay parçası gibi güzel bir kız olup çıkıyormuş. Şehzade, rüyasında gördüğü kızı hemen tanıyarak:
-  Lala, lala, şu en öndeki benim sevdalandığım kız, demiş.
Lala, şehzadenin ağzını kapayarak:
- Sakın konuşma oğlum! Bizi duyacak olurlarsa, hep­si güvercin olup kaçarlar. Biz de buradan bir daha dışa­rıya çıkamayız, demiş.
Şehzade, hemen susmuş. Kızlar, bir ziyafet sofrası ha­zırlamışlar bahçede. Yiyip, içmeye başlamışlar. Yemek­ten sonra şehzadenin sevdiği kız, bir testi şerbet getirmiş,
Kupalara doldurarak:
- Beni sevenin aşkına! diye hep birlikte içmişler. Son­ra da oynamaya başlamışlar. Oyun bittikten sonra, hepsi soyunup havuza girmiş. İşte, bu sırada kurnaz lala şehzadenin sevdiği kızın elbiselerini gizlice almış, Kızların yıkanması bitince, birer ikişer güvercin olup havalanmış­lar, Şehzadenin sevgilisi, elbiselerini aramış durmuş. Bula­mayınca, üzüntüden gözlerinden inci gibi yaşlar süzül­müş. Kızın ağlamasına dayanamayan şehzade, saklandığı yerden çıkmış. Kız, karşısında şehzadeyi görünce:
- Aman şehzadem, kulun kurbanın olayım! Elbisele­rim sendeyse bana ver! demiş.
Şehzade, yemin ederek elbiseleri almadığını söylemiş. Kız:
- Burada senden başka kimse olmadığına göre, sen almış olmalısın. Ne olur, ver onları bana! diye ısrar etmiş.


Şehzade:
-  Ben senin sevdanla yanıp tutuşurken, sen eğlen­mekten başka hiç bir şey düşünmüyorsun,
Benimle evleneceğine yemin et, elbiselerinin nere­de olduğunu söyleyeyim, demiş.
Kız:
- Peki, seninle evleneceğime yemin ederim! demiş.
Demiş ve arkasından ortalığı öyle bir rüzgâr kasıp kavurmuş ki o güzelim bahçe ve havuz yok olmuş,
Kız:
-  Eyvah! Şehzadem, beni bütün kardeşlerimden ayırdın! Şimdi, ben de senin gibi bir insan oldum, demiş,
Şehzade:
- Sevgilim, senin elbiselerini lalam almıştı.
Ama, şimdi ortalıkta yok. Acaba, nereye gitti? demiş, Kız:
- Şehzadem, artık iafanı arama. Eğer, benim elbise­lerimi yakmış olsaydın, o zaman lalanı kaybetmezdin, Şimdi, benim elbiselerimi ona giydirdiler. O bir peri oldu ama, ben kurtuldum.
Şehzade, sevgilisine kavuşup, [alasını kaybettiği için çok üzülmüş.
Kız:
- Şehzadem, sen nasıl lalanı kaybettiysen, ben de insan olunca dadımı kaybettim. Ama üzülme, Dadım, mutlaka beni arayıp, bulacaktır. O zaman, lalanı ona anlatırım. Bir çaresini buluruz, demiş.
Şehzade, kızın sözleriyle teselli olmuş ve onunla be­raber saraya dönmüş. Şehzade ve kız, odalarında otu-ruyorlarmış. Kızın dadısı, bir güvercin olup, penceresine konmuş ve kıza:
- Ey sultanım, benden nasıl ayrıldın? Şimdi, ben sen­siz ne yaparım? demiş,
Kız:
- Sevgili dadıcığım, şu bahçedeki havuza gir ve şeh­zademin lalası neredeyse onu bana çağır, demiş.
Dadı:
-  Sultanım, arkadaşları onun yanından hiç ayrılmı­yorlar, Onu alıp buraya getirecek olsam, beni öldürür­ler. Sonra sana hasret, senden tamamen ayrı kalırım. Ama, onu yalnız başına görürsem, belki buraya getire­bilirim, demiş,
Şehzade:
- Dadıcığım, ne yaparsan yap onu buraya getir. Hiç olmazsa, bir kez yüzünü göreyim, demiş.
Dadı, uçup gitmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dadı, şehzadenin lalasını bulmuş ve demiş ki:
-  Şehzade, senin için çok ağlıyor. Seni biraz olsun görmek için, benden yardım istedi. Ne yapıp, edip seni gitmeliyiz?
Lala:
- Sana çok teşekkür ederim. Bir gece, kimselere gö­rünmeden şehzademe gideriz. Birkaç dakikalığına da olsa onu görmüş, üzüntüsünü dindirmiş olurum. Ama, çok dikkatli olmalıyız. Kısa bir zaman aralarından ayrıl-sam, arkadaşlarım beni sorup duruyorlar. Benim şehza­deye gittiğimi öğrenirlerse mutlaka öldürürler, demiş.
Masalı çok uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım, Çok yükseklerde, pek alçaklarda yatmayalım. Bir gece, lala ve dadı güvercin olup, şehzadenin bahçesine gel­mişler. Bahçedeki havuza girince iala bir erkek, halayık ise bir kadın olmuş, Şehzadenin sevgilisi, lala ile dadısını içeri almış. Onlara, insan elbiseleri vermiş, giyinmişler,
Şehzade de onların havuz başına bıraktıkları elbise­leri, ateşe atıp, yakmış.
Elbiseler ateşte yanınca dadı ve lala:
- Eyvah yandık, mahvolduk! diye bağırıp, bayılmışlar,
Bayılmışlar ya, şehzade ile kız ikisini de ayıltmış. Artık m  kurtulduklarını söyleyince, iki­si de rahat bir nefes almış. Çok mutlu olmuşlar, Her şey yoluna girince, şehzade kızla, lala da dadı ile evlenmiş, Düğünleri, tam kırk gün kırk gece sürmüş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

11 Temmuz 2018 Çarşamba

ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ VE ŞEHZADE


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeni ca­mi içinde, abıhayat içince, ben kendimden geçince, bayırda "vak, vak"; "sultanım börek" diye bağıran bir dervişti, Lala, buna ermişti, Ben de bilmem ne işti, Ora­dan girdik bu yola, geldik geniş bir avluya. Oturduk bir kenara, başladık masala.
Bir varmış, bir yokmuş, Bir padişah varmış. Bu padişa­hın üç de oğlu varmış, O da insan değil mi? Padişah, bir gün hastalanmış, Yataklara düşmüş ve durumu gittikçe ağırlaşmış. Artık ömrünün sonuna geldiğini anlamış, Oğullarını yanına çağırtmış. Çocuklar, üzüntü içinde ba­balarının yatağının etrafına toplanmışlar.
Padişah, güçlükle konuşarak:
- Ben öldükten sonra, büyük oğlum padişah olacak. Canı istediği zaman, avlanmaya çıksın.
Ama ormanda bir üç yol ağzına geldiğinde, soldaki yola sapsın, Ne sağdakine, ne de ortadakine sapmasın, demiş.
Padişah, iki gün sonra ölmüş. Çocuklar, üzüntü içinde ağlamışlar.                
Babalarının vasiyetini yerine getirip, ağabeylerini tahta geçir­mişler. Bir gün, padişahın canı sıkılmış, ava gitmeye karar vermiş. Atına binmiş ve ya­nına baş vezirini de aiıp yola çıkmış, Gide gide  üç yol ağzına gelmişler, Çocuk, babasının söylediklerini  hatırlamış. Ama diğer yollara sa­parsa, ne olacağını da çok merak etmiş,
Yanındaki vezirine:
- Acaba, babam niçin soldaki yola sapmamızı tem­bih etmişti? Öteki yollardan birine sapsak, ne olur ki? demiş,
Vezir:
-Sakın gitme! Elbet babanın bir bildiği vardır. Bakar­sın başına bir kaza gelir, etme eyleme, diyerek onu bı­rakmak istememiş. Ama padişah, laf dinlememiş ve onu orada bırakıp atını sağdaki yola sürmüş. Yol kenarında, çimenlerin arasında sarı bir çiğdem çiçeği görmüş. Çiğ­demin böyle vakitsiz açtığını görünce, onu koparmak için atını çiğdeme doğru sürmüş, Ama çiğdeme bir tür­lü yaklaşamamış. Çocuk, atını sürdükçe çiğdem uzak­laşmış. Çiğdem önde, çocuk arkada, gide gide epey­ce yol almışlar. Çocuk, başını kaldırınca bir mağaranın önüne geldiğini görmüş. Mağaranın önünde, dumanı tüten bir kazan sıcak pilav duruyormuş,
O sırada karnı acıkmış:
- Çiğdemi koparamadım, bari şu pilavdan birkaç lokma yiyeyim, diyerek atından inmiş. Tam pilavdan bir kaşık alacakken, mağaradan bir Arap çıkmış.
—Hey âdemoğlu! Selâmdan evvel, kelâm olmaz, Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş.
Çocuk da ne yapsın, Arap'la dövüşmeye başlamış. Bunlar, boğaz boğaza gelmişler. En sonunda Arap, ço­cuğu yenmiş ve hançerini çıkarıp çocuğun başını kes­miş. Atı da kişneyerek kaçmış.
Yol ağzında uzun zaman bekleyen vezir, bakmış ki çocuktan bir haber yok. Biraz daha bekleyip, saraya dönmüş. Olup bitenleri, kardeşlerine anlatmış. Ağabey­lerini, günlerce beklemişler, Gelmediğini görüp, ortan­ca kardeşin tahta geçmesine karar vermişler.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, ortanca çocuk da ava çıkmak istemiş. Yanına vezirini alıp, yola koyulmuş. Gi­de gide o üç yol ağzına varmışlar, Çocuk, babasının vasi­yetini hatırlasa da:
- Gidip, bakayım ağabeyime ne oldu? diyerek, ağa­beyinin gittiği yola atını sürmüş.
Onun da önüne bir çiğdem çiçeği çıkmış. O da çiğdemi koparma­ya kalkıştıkça, çiğdem uzak­laşmış. Gide gide pilav kazanının başına gelmiş, O J da, ağabeyi gibi acıktığı için pilav kazanına yaklaşmış.
Tam o sırada Arap ortaya çıkıp:
-  Hey âdemoğlu! Se­lamdan  önce,  kelâm  olmaz. Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş,
Arap, onu da yenmiş ve hançerle başını kesmiş, Onun atı da kişneyerek kaçmış ve diğer atın yanına gitmiş.
Vezir, üç yol ağzında çocuğu beklemiş, beklemiş, Bakmış ki ne gelen var, ne giden:
-  Padişahın başına bir şey geldi galiba? demiş ve saraya dönmüş.
Hem büyük, hem de ortanca çocuk dönmeyince, bu sefer de küçük çocuğu tahta geçirmişler.
Küçük padişah, bir süre sonra ağabeyleri gibi yanı­na vezirini alıp, yola çıkmış. Gide gide üç yol ağzına var­mışlar. Çocuk, ağabeylerinin gittiği yola sapmak İstemiş,
Vezir:
- Ağabeylerinin ikisi de bu yola saptı ve geri dönme­diler. Sen de gidersen, kim padişah olacak? demiş.
Ama genç padişah kararlıymış:
- Hem ağabeylerimi ararım, hem de bu yolda ne ol­duğunu görürüm, demiş.
Gide gide epeyce yol almış. Demeye kalmaz, atla­rın kişnemelerini duymuş. Çocuk, ağabeylerinin yakında olduklarını anlamış. O sırada, çiğdem çiçeğini görmüş ve çiğdemi koparmaya çalışmış. Çocuk yaklaştıkça, çiğdem kaçmış. Çocuk, çiğdemin peşinde gide gide en sonunda pilav kazanının yanına gelmiş.
Çok yorulup, karnı acıktığı için:
- Şu pilavla karnımı doyurayım, diyerek atından in­miş ve kazanın başına gelmiş, Kaşığını, tam pilava dal­dıracağı sırada mağaradan Arap çıkarak:
-Şehzadem, selâmdan evvel kelâm olmaz. Gel, se­ninle yiğitçe bir dövüşelim. Ondan sonra pilavı ye, helâl olsun, demiş. Çocuk, Arap ile dövüşmeye başlamış.
Şehzadenin bildiği, tılsımlı bir dua varmış. Bu duayı oku­yunca, Arap'ın elleri tutmaz, gücü kuvveti yetmez ol­muş ve kılıç elinden düşmüş. Şehzade, Arap'ı tuttuğu gi­bi yere yıkmış ve hançerini çekip öldürmüş, Bir de bak­mış ki, çiğdem hâlâ orada duruyor. Eğilip çiğdemi ko­partmış ve kavuğuna takmış. Atına atlayıp, ağabeyleri­nin atlarını da alarak, vezirin yanına dönmüş. Vezire ba­şından geçenleri anlatıp, ağabeylerini Arap'ın öldürdü­ğünü söylemiş.
Padişah, saraya dönmâm dükten sonra, kavuğundan çiğdemi çıkarmış  ve bir bardağın  içine koymuş. Bardağı da su ile doldurup rafın üzerine koymuş.  Sonra da  yatıp, uyumuş.
Padişahın, bir âdeti var­mış. Hizmetçiler, her gece yatağının başucuna lokum, şerbet, altın şamdan ve ayakucuna da gümüş şamdan koyarlarmış, Sonra da şamdanları yakarlarmış.
Padişah uyuduktan sonra, gece yarısı çiğdem bar­daktan çıkmış, Silkinip, bir kız olmuş ki eşi benzeri hiçbir yerde görülmemiş. Öyle güzelmiş ki, bakmaya doyui-mazmış, Kız, padişahın lokumlarını yemiş, şerbetini içmiş, başucundaki altın şamdanı ayakucuna, ayakucundaki gümüş şamdanı da başucuna koymuş. Padişahı, iki yanağından öperek yine çiğdem olmuş.
Az sonra uyanan padişah, bir de bakmış ki lokumla­rı yenmiş, şerbetleri içilmiş ve şamdanların yerleri değiş­miş. Bu işi kimin yaptığını merak ederek, sabaha kadar düşünmüş. Sabah olunca da hizmetçileri çağırıp:
- Bu akşam, benim odama kim girdi? diye sormuş.
Hizmetçiler:
-  Padişahım, kim girecek? Kimse girmedi! demişler. Padişah, inanmamış; bu işe bir türlü akıl erdirememiş. Ak­şam, padişah yine yatıp uyumuş, Lokumlar, şerbetler ha­zırlanmış ve şamdanlar yerlerine konup mumlar yakılmış. Hizmetçiler, işlerini bitirince odanın kapısını çekip çıkmışlar. Gece yarısı, padişah uyurken çiğdem yine canlanıp, bir kız olmuş. Padişahın yanına gelip lokumlarını yemiş, şerbe­tini içmiş, şamdanların yerlerini değiştirmiş ve padişahı iki yanağından öptükten sonra yine çiğdem olmuş. Sabah uyanan padişah, lokumların yenmiş, şerbetin içilmiş, şam­danların yer değiştirmiş olduğunu görünce öyle sinirlenmiş ki; yapmadığını, söylemediğini bırakmamış.
Neyse, uzatmayalım meseleyi, çatlatalım kestaneyi. Padişah, o akşam uyumadan beklemeye karar vermiş, O gece de bardaktan çıkan çiğdem, bir silkinişte kız olur. Padişahın lokumlarını yemiş, şerbeti içmiş, şamdan­ların yerini değiştirmiş ve sonra da padişahın yanaklarını öpmek için eğiimiş. Padişah, gözlerini açıp kızı bileğin­den yakalamış.
Padişaha:
- Yalvarırım, beni bırak, demiş. Padişah, ömründe hiç bu kadar güzel bir kız görmemiş, Onu görür görmez, aşık olmuş, Kızı, kaybetmek istemediği için, hemen bar­dağın içindeki çiğdemi parçalamış, Böylece tılsımı bo­zulan kız, bir daha çiğdem olamamış ve padişahın ya­nında kalmış.
Padişah ve çiğdem kız, birbirlerini öyle çok sevmiş­ler, birbirlerine öyle bir âşk ile bağlanmışlar ki, iki dünya bir araya gelse de ayrılmamaya karar vermişler. Kırk gün kırk gece düğün yapıp, muratlarına ermişler.

Düğüne giden bir adama, bir tabak helva ve bir ta­bak da kemik vermişler. Helvayı dişinin kovuğuna kıstır­mış, kemiği heybesine koymuş, Heybesi kâğıttan, eşeği­nin ayakları mumdanmış. Giderken bir yangına rastla­mış. Eşeğin ayakları erimiş, heybedeki kemikleri köpekler yemiş. Adam, dişinin kovuğundaki helvanın tadıyla ye­tinmiş.

10 Temmuz 2018 Salı

KARGA




Zamanın birinde bir adam varmış. Bu adam, kuşları avlayıp satarak geçinilmiş, Adamın bir oğlu varmış. dünlerden bir gün, adam hastalanıp ölmüş. Oğlu, babasının ne ile geçindiğini bilmezmiş.
Bir gün anasına:
- Ana, babam ne iş yapardı? Eğer yapabilirsem biz de o işle geçiniriz, demiş.
Anası:
- Oğlum, senin baban kuş tu­tup satarak bizi geçindirirdi, demiş.
Oğlan:
- Babam kuşları neyle tu­tardı? diye sormuş.
Anası da:
- Oğlum, tavan arasında ba­banın bir kapanı var, onunla tutar­dı, demiş.
Oğlan, tavan arasına çıkıp kapanı almış. Kıra gide-ek, bir ağacın üstüne kapanı kurmuş. Derken efendim, Dir karga gelip kapana tutulmuş. Oğlan, ağaca çıkıp ;kapanı almış.
Karga, oğlana yalvararak:
- Beni serbest bırakırsan, sana güzel kuşlar yollarım. !en de onları yakalayıp, satarsan çok para kazanırsın, temiş. Oğlan, karganın yalvarmasına dayanamayıp onu bırakmış,
Kapanını yeniden kurmuş ve ağacın altında bekle­meye başlamış. Uzaktan bir kuş gelerek kapana yaka­lanmış.
Hemen ağaca çıkan çocuk, kuşu görünce güzelliği­ne vurulup:
- Ne kadar güzel bir kuş, diye sevinmiş ve hayranlık­la bakıp, dururken karga gelip oğlana:
-  Haydi bu kuşu götür ve padişaha sat. Sana çok para verir, demiş.
Oğlan, kuşu bir kafese koymuş ve doğru padişahın sarayına gitmiş.
Padişah, kuşu çok beğenip almış. Oğlana, bir sürü para vermiş. Oğlan, sevinerek paraları alıp evine gitmiş. Padişah, kuşa bir altın kafes yaptırıp içine koymuş; bü­tün gün bu kuşla eğlenip, hoşça vakit geçiriyormuş. Pa­dişahın veziri, padişahı bu kadar çok mutlu edecek bir kuş getirdiği için, çocuğu çok kıskanmış.
Vezir, bir gün:
- Efendim, bu güzel kuşa altın kafes yakışmıyor. Ku­şunuza fildişinden bir köşk yaptırmalısınız, demiş.
Padişah:
- İyi, ama o kadar fildişini nerede bulabilirim? demiş. Vezir;
- Efendim, kuşu getiren fildişini de bulur, demiş. Pa-lişah, hemen oğlanı çağırtarak:
- Bana, bir köşk yapmak için fildişi getireceksin! diye mretmiş.
Oğlan:
-  Aman padişahım! Ben o kadar fildişini nereden ulayım? demiş.
Padişah:
- Nerede bulursan bul! Sana, kırk gün izin! Eğer, bu­lmazsan kırk günün sonunda boynunu vurdururum!
emiş.
Oğlan, kara kara düşünerek evine dönmüş. Ağacın İtında dalgın dalgın oturan çocuğun omzuna konan arga:
-  Ne düşünüyorsun? diye sormuş. Oğlan, her şeyi anlatmış.
Karga:
-  Üzüldüğün şeye bak! Haydi, git, padişahtan kırk raba şarap iste, demiş,
Oğlan gidip:
- Padişahım, ben sizin istediğiniz fildişlerini gefirece-im, ama bana kırk araba şarap vermeniz gerekiyor, emiş.
Padişahın emriyle, oğlana kırk araba şarabı vermiş­ler. Oğlan, arabaları alıp giderken, karga gelmiş:


- Şimdi, arabaları şu dağın arkasındaki büyük çınar ağacının altına götür. Orada, kırk tane su yalağı vardır. Ne kadar fil varsa gelip o yalaklardan su içer. Sen bu şa­rapları yalakların içine doldur. Sonra da, bir yere gizle­nip bekle. Filler, susayınca oynayıp sıçrayarak gelir ve yalaklardaki şarapları içerler. Hepsi sarhoş olup düşünce, gidip fil­lerin dişlerini söker, padişaha götürürsün, deilmiş. Oğlan, arabaları EJJ çekerek dağı aşmış.',, Öğlene doğru, büyük çınar ağacının altına jjvarmış. Şarapları arabadan indirip, yalakla­ra boşaltmış. Bir ağacın arkasına gizlenerek, oturup bek­lemeye başlamış. Filler, uzaktan görünmüşler. Büyük bir gürültüyle gelip, yalakların etrafına doluşmuşlar, Bütün şarapları içip, bitirmişler. Az sonra hepsi yere düşmüş. Oğlan, hemen gidip, fillerin bütün dişlerini sökmüş. Son­ra, çuvallara doldurup arabaya yüklemiş ve padişaha götürmüş.
Padişah, fildişlerinden bir köşk yaptırarak kuşu içine coymuş, Ama kuşun sesi hiç çıkmıyormuş, Padişah:
- Bu kuş, çok güzel, ama niçin ötmüyor? diye merak ederken, veziri:
- Efendim, bu kuşun elbet bir sahibi vardır. Eğer, onu ulursak, kuş öter, demiş,
Padişah:
- İyide onu nerede buluruz? diye sormuş, Vezir:
- Efendim, fildişini bulan, onu da bulur, diye cevap vermiş.
Bunun üzerine padişah, hemen oğianı çağırtıp:
- Oğlum, bu kuşun sahibini bulmanı istiyorum! demiş. Oğlan:
- Padişahım, ben bu kuşu kırda yakaladım, Sahibinin im olduğunu bilmiyorum, demiş.
Padişah:
- Mutlaka bulacaksın! Yoksa seni öldürürüm! Haydi, ana kırk gün izin, demiş.
Oğlan, yine ağlayarak evine gelirken karga onu bulup:
- Neden ağlıyorsun? diye sormuş, Çocuk, olanları anlatınca karga:
- Ey şaşkın, bunun için ağlanır mı? Haydi, git padişah­tan bir gemi iste, ama geminin tayfaları kırk tane kızdan olacak, Geminin içine, güzel bir bahçe ve bir de hamam yaptırsın. Gemiyle gidip, kuşun sahibini bul, demiş,
Oğlan, padişaha gidip karganın dediği gibi bir ge­mi istemiş, Padişah, hemen oğlanın istediği gibi bir gemi yaptırıp ona vermiş, Oğlan, gemiye binmiş ve denizde ne tarafa gideceğini düşünüp duruyormuş.
Bizim karga, gelip imdadına yetişmiş:
- Gemiyi sağ tarafa çevir. Büyük bir dağ görünceye kadar git. Dağın yanına, gemiyi yanaştır. Bu kuşun sahi­bi, bir peridir. Her akşam, deniz kıyısında gezer. Sen onu görünce, hemen sandala bin ve yanına git, Geminin ne olduğunu bilmediği için, merak edip sana sorar. Gemi­yi görmek ister, Kızı alıp, gemiye getir. Bahçeyi, hamamı gezdirirken gemiyi yola çıkar, demiş.
Oğlan, gemiyle denize açılmış. Karganın dediği da­ğı görünce, gemiyi kıyıya yanaştırmış.
Aksam, periler:
-  Haydi, deniz kıyısına gidelim, deyince hepsi top­lanmışlar.
Kıyıda dolaşırken, denizdeki gemiyi görmüşler:
- A, bu nasıl bir şey? Nereden gelmiş? diye seyredip dururlarken, oğlan onları görmüş ve sandala binip yan­larına gitmiş,
Kız:
- Sen kimsin? Denizdeki şey nedir? diye sormuş. Oğlan:
- Denizdeki bir gemidir. Ben de onun kaptanıyım, di­ye cevap vermiş.
Kız, oğlana:
- Aman kaptan, beni gemi­ye götür! Nasıl bir şeydir göre­yim, demiş,
Oğlan, kızı sandala bindirip gemiye getirmiş. Kız, se­vinerek bahçeyi gezmiş ve hamama girmiş:
- Buraya kadar gelmiş­ken, şu hamamda yıkanayım, diyerek soyunmuş.
Kız yıkanırken, oğlan da gemiyi yola çıkarmış. Gemi giderken, kız hamam­dan çıkmış:
- Çok geç oldu. Ben geri döneyim, diyerek dışarı çı­kınca bakmış ki, gemi gidiyor.
-  Eyvah! Sen beni aldattın! Ben şimdi ne yapaca­ğım? diye ağlamaya başlamış.
Oğlan:
- Aman efendim, ben sizin için buraya geldim. Boş yere ağlamayın, demiş.
Neyse, sonunda padişahın şehrine dönmüşler. Top­lar atılıp, oğlanın geldiğini padişaha haber vermişler. Padişah, çok sevinmiş. Kız ve çocuk, saraya gelmişler, Padişah, kızı görür görmez âşık olmuş. Kızı gören kuş da başlamış ötmeye. Ötüşünü duyan herkes, kuşun sesine hayran olmuş. Padişah, kızla kırk gün kırk gece süren bir düğün ile evlenmiş, Kız bir gün, sancılanıp hastalanmış. Kızın, her zaman sancısı tutarmış. Bu hastalığının ilâcı, kı­zın daha önce yaşadığı yerdeymiş. Bu ilaç olmazsa, kı­zın sancısı geçmezmiş. Padişah, bunu duyunca hemen oğlanı çağırtıp:
-  Hemen kızı getirdiğin yere git! Onun bir ilâcı var­mış, onu alıp buraya getir! demiş,
Oğlan, mecburen yine gemiye binip yola çıkmış. Bi­zim karga gelip, oğlana:
- Nereye gidiyorsun? demiş. Oğlan:
- Sultan hanımın ilâcını almaya gidiyorum, diye ce­vap vermiş.
Karga:
- Haydi yolun açık olsun, Oraya vardığın zaman, bir saray göreceksin; bu onun sarayıdır. Ben sana bir tüy vereceğim. Saraya vardığın zaman, kapının önünde iki aslanla karşılaşacaksın. Sana verdiğim bu tüy ile aslan­lardan birinin ağzına vurursan, sana bir kötülük yapmaz­lar, diyerek oğlana bir tüy vermiş.
Oğlan, tüyü alıp yoluna devam etmiş ve oraya var­mış. Karşısına çıkan saray, çok güzelmiş, Böylesi padi­şahta bile yokmuş. Sarayın kapısına gelince, karganın verdiği tüyle aslanların ağzına vurarak içeri girmiş.
Saraydaki kızlar oğlanı görünce, neden geldiğini hemen anlamışlar:
-  Aman delikanlı, yoksa sultanımız öldü mü? diye sormuşlar.
Oğlan:
- Yok, ölmedi, ama hastalandı. Onun bir ilâcı var­mış, onu almaya geldim, demiş.
Kızlar, bir şişenin içindeki ilâcı hemen oğlana vermişler, Dğlan, tekrar gemiye binip, padişahın yanına dönmüş. Saraya girerken, karga da oğlanın omzuna konmuş, Birlikte îaraya girmişler ve padişahın huzuruna çıkmışlar,
Kız, ölü gibi yatıyormuş. İlâcı verir vermez, kız gözünü sçmış. Oğlanın omzundaki kargayı görünce:
- Hey gidi soysuz hey! En sonunda beni buralara düşürdün! Bu oğlanın katlanmadığı sıkıntı kalmadı. Sen hiç jtanmaz mısın? diye bağırıp çağırmaya başlayınca, padişah:
- Aman sultanım, ne oluyor size? diye sormuş, Kız:
- Padişahım, bu karga benim hizmetçimdir. Bir gün, beni çok kızdırdı. Ben de onu karga yapıp, serbest bı­raktım, O da bana, bu oyunu oynadı. Ben bir kötülük görmedim, ama onun yüzünden bu delikanlının çekme­diği kalmadı, dedikten sonra kargayı tekrar insana dön­dürmüş.
Karga, bir iki silkinip çok güzel bir kız olmuş. Kız, hiz­metçisini affetmiş ve padişaha:
-  Padişahım, bu oğlanı evlât edin ve bu kızı da onunla evlendir, demiş. Padişah, güzel eşinin isteğini ye­rine getirmiş. Oğlanı, kendi evlâdı gibi görmüş ve kız ile evlendirerek, kırk gün kırk gece süren güzel bir düğün yapmış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine,

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)