bilgievlerim: Fen ve Teknolji Dersleri
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Fen ve Teknolji Dersleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fen ve Teknolji Dersleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2019 Cuma

Deniz Suyu Neden Tuzludur?






Yaz mevsimi çoğu insan tarafından adeta iple çekilir. Sıcacık güneş, rengarenk kıyafetler, yemyeşil kırlar ve en keyiflisi de masmavi ve serinletici deniz zamanı gelmiş demektir bu. 

Denize girmek en keyif veren yaz aktivitelerinden birisidir ama ah bir de şu denizin tuzu olmasa. Gözleri ve genzi yakan deniz tuzu, deniz suyunun en belirgin özelliklerinden birisidir. 





21 Şubat 2019 Perşembe

Su Döngüsü Nedir, Nasıl Oluşur?







Su döngüsü nedir, neden gerekli ve önemlidir? Su döngüsü nasıl meydana gelir, aşamaları nelerdir, su döngüsü hakkında bilgi.

Suyun hava, denizler ve canlılar arasında bir döngüsü vardır. Deniz ve göllerdeki su, güneşin etkisiyle buharlaşır ve atmosferde yükselmeye başlar. Su buharı soğuk havaya rastladığında yoğunlaşır. Bunun sonucunda yağmur, kar ve dolu şeklinde su tekrar yeryüzüne iner.




21 Ekim 2018 Pazar

Kanın Vücutta Dolaşımı



  A) Kanın Vücutta Dolaşımı
  1.    Kan dolaşımı
  2.    Stetoskop
  3.    Kan vücutta neden dolaşır.  

Dışarıdan alınan besinler ve oksijen vücudumuzun her yerine taşınır.
Vücut besinleri oksijenle beraber tüketir.
Bunun sonucunda atık maddeler ve karbondioksit boşaltım organlarına taşınır.
Bu taşıma olayına boşaltım denir.
Boşaltım organlar arasındaki madde iletimini sağlar.
Taşıma sıvısı kandır.kan,kalpten pompalandıktan sonra bütün vücudu dolaşı tekrar kalbe geri döner.
Dolaşım elemanları kan,kalp ve damarlardır.

Sindirilmiş besinleri ve oksijeni vücudun her yerine taşır.
Karbondioksiti ve zararlı maddeleri akciğere ve böbreklere taşır.
İçinde besin ve oksijen olan kana temiz kan denir.
Karbondioksiti fazla olan besini az olan kana da kirli kan denir.
Kanın içinde kan serumu ve üç farklı yapı bulunur.
Kan serumu kanın sıvı kısmıdır,görevi sindirilmiş besinleri vücuda taşır.
Kanın yapısında alyuvarlar,akyuvarlar ve kan pulcuları olamak üzere şekilleri ve görevleri farklı olan yapılar bulunur.bu yapılar kırmızı kemik iliğinde üretilir.
Kırmızı renktedir.oksijen ve karbondioksit taşır.
Beyaz renkli yapıdadır.vücudu mikroplara karşı korur.
Bir yerimiz kesildiğinde kanı pıhtılaştırarak kan kaybını önler.
Göğüs kafesi içinde iki akciğer arasına yerleşmiş bir organdır.
Şekli sivri ucu aşağı doğru olan bir koniye benzer.yaklaşık olarak yumruğumuz biyikliğindedir.
Kırmızı kaslardan yapılmış olup isteğimiz dışında çalışır.
Kalp üstte iki kulakçık altta iki karıncık olmak üzere dört odacıktır.
Kalbe kan getiren damarlar kulakçıklara açılır.
Vücuda kan taşıyan damarlar ise karıncıklardan çıkar.
Kalbin sol tarafında temiz kan ,sağ tarafında kirli kan bulunur.
Kalp kanı pompalayarak vücutta dolaşımını sağlar.


Kalbin çalışması kasılıp gevşeme şeklinde olur.
Kulakçıklar ve karıncıkların sıra ie kasılıp gevşerler.
İki karıncık kasılırken iki kulakçık da gevşerler. Bu dakşkada 70-80 kere tekrar eder.
Kulakçıkların kasılması ile sol karıncıktan temiz kan vücuda, sağ karıncıktan kirli kan temizlemek için akciğere gider.
Aynı anda gevşeyen kulakçıklardan, sol kulakçığa akciğerden gelen temiz kan , sağ kulakçığa  vücuttan gelen kirli kan dolaşır.
Bu temiz ve kirli kan kulakçıkalrın kasılması ile gevşeyen karıncıklara dolar.
Yaşadığımız süre zarfında kanın vücutta dolaşımı devam eder.

Vücudumuzda üç çeşit damar bulunur.
Bunlar atardamar,toplar damar ve kılcal damarlardır.
Karıncıktan çıkan ve kalpten vücuda kan taşıyan damarlardır.
Sol karıncıktan çıkan atardamar temiz kanı vücuda taşır.
Sağ karıncıktan çıkan atardamar kirli kanı temizlemesi için akciğere taşır.
Kulakçıklara açılan ve vücuttan kalbe kan taşıyan damardır.
Sol kulakçığa açılan toplardamar akciğerde temizlenen kanı kalbe taşır.
Sağ kulakçığa açılan toplardamar ise vücutta kirlenen kanı kalbe taşır.
Atar ve toplar damarlar arsında yer alan ince damarlardır.
Vücudumuzu bir ağ gibi sarar.
Vücut ile kan arsındaki madde alışverişi kılcal damarlarda gerçekleşir. 



Kalbin pompladığı kanı damarlarda hissetmemize nabız denir.
Sağlıklı bir insanda nabız atışı dakikada 70-80 kadardır.
Koşma, heyecanlanma ve hastalanma durumunda nabız artar. Bir süre sonra normale döner.
Nabzımızı boyun, el ve ayak bileklerinde kolaylıkla hissederiz.
Doktorların kalp atışlarını ve akciğerin sesini ve çalışmasını dinlediği alete stetoskop denir.

Düzenli ve dengeli beslenmeliyiz.
Hareket ve yürüyüşler yaparak dolaşımın düzenli olmasını sağlanmalıdır.
Alkol ve sigara gibi zararlı alışkanlıklardan uzak durulmasıldır.
Aşırı dar giyecekler dolaşımı engeller.kalbin rahat çalışması için dar giysiler giyilmemelidir.

AIDS, tetanoz, kuduz, sıtma, sarılık kan yolu şle bulaşan hastalıklardır.
Bu nedenle enjektörler bir defadan fazla kullanılmamamlı
Hastaya verilecek kanın mikrop taşıyıp taşımadığı iyi bilinmelidir. 



Kan; dolaşım sisteminde dolaşarak organizmadaki tüm organlara ulaşan, onlara metabolizma için gerekli besin ve oksijeni götüren, onlardan topladığı atık maddeleri boşaltma organlarına (böbrekler, akciğerler, deri) taşıyan canlı sıvı maddedir.
İnsanda yaklaşık 4-5 litre kan bulunur, bu beden ağırlığının %7-8’idir. (İnsan bunun yarısını kaybederse hayatı tehlikeye girer. 2/3 ünü kaybederse yaşayamaz) Kan, plâzma denilen bir sıvı ve çeşitli özellikler gösteren katı cisimlerden oluşur. Plâzma, mineral tuzlar, proteinler, glikoz ve üre içerir. Katı cisimcikler ise üç çeşittir: Alyuvarlar (eritrositler), akyuvarlar (lökositler) ve kan pulcukları (trombositler).

Alyuvarların sayısı 1 mm3 kanda ortalama 4-5 milyondur. Bunlar çekirdeksiz çift dış bükey halkalar biçimindedir. Kana kırmızı rengini veren hemoglobin de alyuvarlar içinde yer alır. Hemoglobin, içinde demir bulunan bir kırmızı pigment (boyayıcı, renk verici) ile birleşmiş bir proteinden oluşur. Kanın pıhtılaşması, kanda bulunan "fibrinogen-fibrinojen" proteininin "fibrin" haline dönüşmesinden olur.


Balıklar, kuşlar ve sürüngenlerde alyuvarların her birinin bir çekirdeği vardır. Buna karşılık, memelilerde çekirdek hücreden dışarı atılır. Hücre geliştiği zaman çekirdek kaybolur. Bu durumun gerçek sebebi bilinmemektedir. Ancak, alyuvarların ömrünün kısalığına (insanda 3 ay) yorulmaktadır. Ölen bu hücreler yerine sürekli olarak yenileri gelir. Memelilerin hayatı boyunca, kırmızı kemik iliği içinde aralıksız sürüp giden hücre bölümleriyle yeni alyuvarlar oluşur. Eskiyen alyuvarlar dalak ve karaciğerdeki bazı hücreler tarafından tahrip edilir ve vücuttan dışarı atılır. Aşırı çalışma, heyecan ve yaralanmaya sebep olan sarsıntılar, alyuvarların artmasına zemin hazırlar. Lökosit adı verilen akyuvarlar, alyuvarlarla birlikte kan hücrelerini meydana getirirler.


Akyuvarlar; vücuda giren canlı cansız her çeşit yabancı maddeyi tanımak ve onlarla savaşmak için görev yaparlar. Bir kısmı doğrudan mikroplarla savaşırken, başka bir kısmı yabancı molekülleri ve mikropları tanıyarak sistemi uyarır, diğerleri de mikropla savaşmak üzere antikor denen spesifik proteinleri üretir. 

Akyuvarların sayısı daha az olup 1 mm3 kanda 7-8 bin civarındadır. Akyuvarlar tek çekirdekli ve çok çekirdekli olarak iki gruba ayrılır. Lenfositler tekçekirdekliler arasında yer alır. Çokçekirdekliler; nötrafiller, bazofiller ve eozinofiller olarak üçe ayrılırlar. Kan pulcuklarının sayısı 1 mm3 kanda 200-400 bin arasındadır. Akyuvarların yaşam süresi değişiktir. 48 - 72 saat ile yaşam boyu canlı kalabilirler. Çekirdeksiz olan bu küçük öğeler kanın pıhtılaşmasında rol oynarlar.

Kanın, damar dışına çıktığında pıhtılaşma özelliği vardır. Bu durum, plazmada erimiş olarak bulunan fibrinojen maddesinin özel bir ferment ile fibrin haline geçerek erimez bir hale gelmesinden ileri gelir. Kanın damar dışında olmasıyla medyana gelen bu fermentiakyuvarlar kana salarlar.
Trombositler; bir yaralanma halinde yaralanan bölgeyi ilk tamir etme ve bu bölgede pıhtı oluşması için bir dizi olayı başlatma görevi olan hücrelerdir. Bu hücrelerin yaşam süreleri 7-9 gündür.

Görüldüğü gibi kan hücreleri kemik iliğinde sürekli olarak yapılan, yaşayan ve ölen hücrelerdir. Bir bakıma kan hücreleri sürekli olarak yenilenen hücrelerdir. Kemik iliği ise sürekli olarak çalışan ve gereksinime uygun miktarda hücre üreten bir fabrikadır. İnsan vücudunda 70 ml / kg kadar kan vardır (70 kg ağırlıkta biri için yaklaşık 5 litre). Bu kanın % 35-40 kadarı hücresel elemanlardan oluşmuştur.

Kan, hücrelerden ve “plazma “ adı verilen bir sıvıdan oluşmuştur. Hücreler eritrositler (kırmızı kan hücreleri), lökositler (beyaz kan hücreleri) ve trombositlerdir. Hücrelerin % 99’undan fazlasını eritrositler oluşturur. Eritrositler kanın oksijen taşıyan hücreleridir. Lökositler vücudu enfeksiyonlara ve kansere karşı koruyan hücrelerdir. Trombositler ise kanın pıhtılaşmasında görev alırlar. 

Eğer kan santrifüj edilirse, hücreler plazmadan ayrılır. Hücreler daha ağır oldukları için dibe çökerken daha hafif olan plazma üstte kalır. Kan, içi heparin ile sıvanmış “mikropipet” denilen küçük tüplerde santrifüj edilir. Bu tüpün en alttaki kısmında eritrositler toplanır, bunun hemen üstünde ise çok ince bir tabaka halinde lökositler bulunur, en üstte ise plazma bulunur. Hematokrit, eritrositlerin oluşturduğu kan hacminin toplam kan hacmine oranıdır. 

Hematokrit tayini için kan heparinize özel tüplerde santrifüj edilir, eritrositler en altta toplanır, onun üstünde lökosit ve trombositlerin oluşturduğu çok ince bir tabaka oluşur, en üstte ise plazma adı verilen açık saman sarısı-beyaz renkte sıvı toplanır. Hematokriti hesaplamak için eritrositlerle dolu olan tüpün uzunluğu kanla dolu tüpün uzunluğuna bölünüp, çıkan sonuç 100 ile çarpılır. 

Hematokrit pipetinde eritrositler 36 mm lik bir sütun oluştururken, lökosit ve trombositler birlikte yaklaşık 1-2 mm’lik bir sütun oluşturmalarının sebebi, bu hücrelerin sayılarından kaynaklanmaktadır. 1 mm3 kanda 4,6-6,2 milyon eritrosit varken, 5.000-10.000 lökosit ve 200.000-400.000 trombosit vardır. Doğal olarak, sayıca fazla olan eritrositler hematokrit pipetinde daha uzun bir sütun oluşturacaklardır. Hematokrit oranı erkeklerde % 40-50 arasında değişirken, bu oran kadınlarda % 35-45 arasında değişir. Erkeklerde hematokrit oranının yüksek olmasının sebebi, erkeklerdeki toplam kan hücresi sayısının kadınlarınkinden daha fazla olmasından kaynaklanmaktadır. 

Erkeklerde 1 mm3 kanda ortalama 5,1-5,8 milyon kan hücresi varken kadınlarda 1 mm3 kanda 4,3-5,2 milyon kan hücresi vardır. Eritrositlerin sayısının azaldığı durumlara anemi (kansızlık) denirken, eritrosit sayısının arttığı durumlara ise polisitemi denir. Plazma kanın sıvı kısmıdır, su içinde çözünmüş çok sayıda organik ve inorganik maddelerden oluşur. Bu maddelerden en önemlisi proteinlerdir. Proteinler plazmanın toplam ağırlığının yaklaşık yüzde 7 sini oluşturur. Plazma proteinleri 3 ana gruba ayrılır. 

Bunlar, albüminler, globülinler ve fibrinojendir. Bu proteinlerin kandaki konsantrasyonu, sırasıyla 4,5 g/100mL, 2,5 g/100 mL ve 0,3 g/100mL dir. Proteinler içinde miktar olarak en fazla olan albüminlerdir. Bu proteinler, hücreler tarafından kullanılmak üzere plazmadan ayrılmazlar. Hücreler kendi proteinlerini yapmak için plazma amino asitlerini kullanırlar fakat hiçbir zaman plazma proteinlerini kullanmazlar. 

Plazma proteinleri plazmanın içinde ya da interstisiyel sıvıda fonksiyon yaparlar. Kısacası, plazma proteinleri, hücreler tarafından kullanılmak üzere plazmayı terk etmezler. Eğer kanın pıhtılaşmasına izin verilirse, tüpün üstünde kalan sıvıya plazma değil serum denir. Serumda fibrinojen ve pıhtılaşma ile ilgili diğer proteinler, pıhtılaşmada kullanıldığı için yoktur. Matematik formül olarak ifade etmek gerekirse
Plazma - Fibrinojen = Serum diyebiliriz.




Eritrositler bikonkav disk şeklinde yapılardır. Yani her iki tarafından basık daire şeklindedirler. 7 mm çapındadırlar. Eritrositlerin yapım yeri yassı kemiklerin iliğidir. Eritrositlerin hücre zarı kişiden kişiye değişen özel proteinler içerir, bu proteinler sayesinde kan, A, B, O dediğimiz kan gruplarına ayrılır. Eritrositler hemoglobin denilen ve eritrosit ağırlığının üçte birini oluşturan bir protein içerirler. Bu proteinin görevi O2 taşımaktır, oksijenin yaklaşık % 99’u hemoglobin ile taşınır, geri kalan % 1’lik kısım ise kanda çözünmüş olarak taşınır. 

Hemoglobin proteini 4 adet hem ve 4 adet polipeptid zincirinden oluşur. Bu polipeptid zincirlerini ikisi a diğer ikisi ise b zincirinden oluşmuştur. Her bir hem grubu bir adet polipeptid zinciri üzerinde yer alır. Oksijeni bağlayan hem grubudur, her hem grubu bir molekül oksijen bağlar, dolayısı ile bir hemoglobin 4 adet oksijen molekülü bağlayabilir. 

Dört adet O2 bağlayan hemoglobin tümüyle doymuştur, yani artık bir beşinci O2 molekülünü bağlayamaz, buna oksihemoglobin denir. Oksihemoglobin parlak kırmızı renktedir. Oksihemoglobin bağladığı 4 adet O2 molekülünden bir veya daha fazlasını kaybederse, o zaman deoksihemoglobin adını alır. 

Deoksihemoglobin koyu kırmızı renktedir. Venöz kan arteryel kandan daha fazla deoksihemoglobin içerdiği için daha koyu renktedir. Hemoglobine hiç O2 molekülü bağlı değilse ilk O2 molekülünün bağlanması daha zordur, eğer hemoglobin 2 yada 3 O2 molekülü bağlandıysa 3. Veya 4. O2 molekülünün hemoglobine bağlanması daha kolaydır, buna allosterik etki denir. 

Bu etkinin sonucu olarak oksijen basıncının artmasıyla hemoglobinin oksijen bağlaması “S” şeklinde ya da “sigmoid” şeklinde artar. Parsiyel oksijen basıncı ile hemoglobin bağlanması arasındaki bu ilişki “oksihemoglobin disosasyon eğrisi” ile gösterilir. Oksijen taşıma kapasitesi belirli bir hacimdeki kanın içerdiği O2 hacmidir. 

Bu kapasite etkin hemoglobin konsantrasyonuna bağlıdır. Taşıma kapasitesi anemide azalır. Aneminin tipine bağlı olarak, bu kapasite, ya eritrositlerin sayısının azalmasından, ya da, yetersiz veya anormal hemoglobin yapımından kaynaklanır. Kemik iliğinden ayrılan immatür (tam gelişmemiş) eritrosit, çekirdeği olduğu için bölünme yeteneğine sahiptir, fakat henüz hiç hemoglobin içermez. 

Gelişme devam ederken eritrosit çekirdeğini kaybeder ve içerdiği hemoglobin miktarı artar. Gelişme tamamlandığı zaman, eritrosit çekirdek de dâhil tüm organellerini kaybeder. Eritrositlerin çekirdek ve organelleri olmadığı için ne bölünebilirler ne de yaşamlarını uzun süre devam ettirebilirler. Eritrositlerin yaşam süresi 120 gündür. Eritrositlerin yapımı için aminoasit, lipid, karbonhidrat gibi olağan besin maddelerinin yanı sıra, ek olarak demir, folik asit ve B12 vitamini de şarttır. 


Bu maddelerden demir olmadığı zaman, eritrositler normalden daha küçük olur ve görevlerini tam yapamazlar, bu duruma demir eksikliği anemisi denir. Folik asit ve B12 eksikliğinde ise eritrositler normalden daha büyük olur ve yine görevlerini tam olarak yapamazlar, bu duruma da megaloblastik anemi denir. 

Anemi, normal hemoglobine sahip eritrositlerin toplam sayısının azalmasından, ya da eritrositin içindeki hemoglobinin konsantrasyonunun azalmasından, ya da her ikisinin birlikte olması sonucu ortaya çıkan hastalık durumudur.

 Diette demir, B12 vitamini veya folik asit eksikliği; kemik iliğinin kanser ya da toksik maddelerle bozulması, yada aşırı kan kaybı, böbrek hastalıklarında eritropietin eksikliği, yada eritrositlerin şekil bozukluğundan dolayı aşırı yıkılması.




Bir damla kanı uygun bir boya ile boyayıp mikroskop altında incelediğimiz zaman çeşitli tiplerde lökosit görülür. Lökositler yapılarına ve çeşitli boyalara karşı olan afinitelerine göre sınıflandırılırlar. Buna göre lökositler 3 gruba ayrılırlar.
1. Polimorfonükler granülositler
a) Nötrofiller
b) Eozinofiller
c) Bazofiller
2. Monositler
3. Lenfositler
Polimorfonükleer granülositlerin nükleusları çok lobludur ve sitoplâzmalarında çok sayıda granül bulunur. Bu gruptaki hücrelerin bazılarının granülleri “eozin” isimli boyayı tutarlar. Bu hücrelere eozinofil denir. Bir diğer grup bazik boyaları tutar, bu yüzden bu gruba bazofil denir. Bir başka grup ise boyalara özel bir afinite göstermez, bu gruba da nötrofil denir. Monositler granülositlerden biraz daha büyüktür ve at nalına benzeyen tek parçalı bir nükleusları vardır, sitoplâzmaları da daha azdır. Lenfositler en az sitoplâzma içeren gruptur, monositler gibi tek parça ve büyük çekirdek içerirler. Lökositlerin hepsi kemik iliğinde yapılırlar, ancak daha sonraki gelişmelerini kemik iliği dışında tamamlarlar.



Trombositler çok sayıda granül içeren renksiz hücre parçalarıdır. Megakaryosit denilen kemik iliğinin büyük hücrelerinin parçalarından oluşur. Bu megakaryosit parçaları sistemik dolaşıma girince trombosit adını alırlar. Hemostazın sağlanmasında yani kanamanın durdurulmasında önemlidirler. Trombositler bir yüzeye yapışma eğilimindedirler, fakat kan damarlarının içini döşeyen normal endotel hücrelerine yapışmazlar. 

Ancak damarın içindeki endotel bir şekilde hasar görürde altındaki bağ dokusu (kollajen) açığa çıkarsa, trombositler kollajene bağlanır. Bu bağlanma trombositlerin granüllerdeki içeriği ortama boşaltmalarına sebeb olur. Ortama boşalan bu maddelerden biri olan ADP trombositlerin yüzeyinde birtakım değişikliklerin başlamasına neden olur ve yeni gelen trombositler de bu trombositlere bağlanarak trombosit agregasyonu denilen olaya yol açarlar. Hızla ilerleyen bu olay damarın içinde trombosit tıkacının oluşmasını sağlar. Endotel hücreleri tarafından salgılanan bir protein olan von Willebrand faktörü (vWF) trombositlerin hasarlı damar duvarına tutunmasını kolaylaştırır. VWF önce kollajene bağlanır ve trombositin kollajene bağlanmasını sağlar. 

Koagülasyon için trombosit agregasyonu şart olduğu için von Willebrand faktörü eksikliği ya da bozukluğunda koagülasyon bozuklukları görülür. Bu faktörün eksikliğinden kaynaklanan hastalığa von Willebrand hastalığı denir. Trombositlerin kollajene bağlanması, trombosit hücre zarındaki araşidonik asidin tromboksan A2 ye dönmesine neden olur. Bu madde trombosit agregasyonu uyardığı gibi, trombosit granüllerinden diğer maddelerin de salınmasına neden olur. Trombosit tıkacı kan damarındaki sızıntıyı tümüyle önler ve bu tıkaç kontraksiyon ile daha da kuvvetlenir. 

Trombositler yüksek oranda kontraktil protein içerirler. Kontraksiyon trombosit tıkacının sıkışarak daha kuvvetli hale gelmesini sağlar. Bu olaylar olurken aynı zamanda hasarlı damar duvarındaki düz kaslar da kasılarak o bölgeye gelen kan miktarını azaltır, dolayısı ile o bölgedeki kan basıncını azaltır. Trombosit tıkacı sadece hasarlı bölgede olur ve oradan yayılmaz. Bunu nedeni damar duvarının prostasiklin de denilen PGI2 isimli bir madde sentez etmesidir. PGI2 kuvvetli bir trombosit agregasyon inhibitörüdür.


Solunum işlevi: Oksijeni akciğerlerden dokulara, dokulardaki susuz karbonu da dışarı atmak üzere akciğere taşımasıdır.

Beslenme İşlevi: Sindirim sonunda bağırsağın emdiği ya da organizmanın kendi kendine yaptığı besleyici maddeleri hücrelere ulaştırmasıdır.

Boşaltım İşlevi: Hücresel metabolizma sonucu açığa çıkan artıkların, boşaltım organlarına gitmesini sağlamasıdır.

Koruma ve Savunma İşlevi: İçinde bulunan birçok hücre ile enfeksiyonlara karşı savaşımda ve bağışıklık tepkimelerinde rol oynamasıdır.

Beden Sıvısı Dengesini Sağlama İşlevi: Organizma tarafından salgılanan hormon, enzim vb. maddelerin metabolizma tepkilerinde ve bireşim olaylarında biyokatalizörler gibi seçici olarak araya girmesini sağlamasıdır.

Sıcaklık Düzenleme İşlevi: Derin dokulardaki ısı ve suyu bedenin yüzeyine doğru taşıyarak etkisiz kılmasıdır.

Ayrıca; sıvı-mineral ve kimyasal dengeyi sağlama, tansiyon düzenleme işlevleri vardır.

Meydan Larousse
Büyük Larousse
Temel Brittanica

SOLUK ALIP VERME



Soluk alıp veriyorum:
Bir canlının yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjinin sağlanması için besinlere ihtiyaç duyulur. Oksijen alıp karbondioksit verme ile gerçekleşen olaya solunum adı veriler. Solunum olayı:

Burun=yutak=gırtlak=soluk=borusu=akciğer



A-Burun: koku alma organıdır. Havayı ısıtır ve nemlendirir. İçindeki kıllar toz ve mikropları tutarak alınan havayı temizler. Hava burundan yutağa geçer.
B-Yutak: ağız ve burun arka tarafta yutağa açılır. Hem sindirim hem de solunum organıdır. Yemekler yutaktan yemek borusuna hava ise yutaktan soluk borusuna geçer.
C-Gırtlak: ses tellerimizin olduğu yapıdır.
D-Soluk borusu: yemek borusunun önünde yer alır. Üst üste dizilmiş kıkırdak halkalardan oluşur. Havanın akciğere iletilmesini sağlar.
E-Akciğer: göğüs kafesi içinde bulunur dış etkilerden koruyan zara sahiptir. Sağ ve sol olmak üzere iki tanedir. İç yüzeyleri nemlidir. Oksijen girişini karbondioksit çıkışını sağlar. Diyafram ile birlikte çalışırlar. Nefes alırken genişler. Nefes verirken büzüşür.

Nasıl nefes alıp veriyoruz?
Burundan ve ağızdan alınan hava, yutaktan gırtlağa, gırtlaktan da soluk borusuna geçer. Soluk borusundan akciğere gelir

Soluk alıp verirken akciğerimiz nasıl çalışır? 


Soluk alırken: kaburga kasları yukarı doğru kasılır. Diyafram aşağı doğru düzleşir ve kasılır. Sonuçta göğüs kafesi ve akciğer genişler. Akciğere hava dolar.
Soluk verirken: kaburga kasları aşağı doğru gevşer.Diyafram yukarı doğru kubbeleşir. Sonuçta göğüs kafesi ve akciğer daralır. Akciğerden hava dışarı çıkar.

Neden soluk alıp veriyoruz?
Bir kaç gün yemek yemeden yaşayabiliriz ama bir kaç dakika soluk almadan yaşayamayız. Hareket etmek için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjiyi besinlerden alırız. Soluk alırken havadaki oksijen akciğerlerden kana geçer. Tüm vücuda kanla geçen oksijen besinledeki atık gazları dışarıya karbondioksit yardımıyla atıyor. Karbondioksitin vücuttan atılırken izlediği yol şöyle gerçekleşiyor:

Kanla vücutta toplanır         →   akciğere taşınır   →   soluk borusuna gider                         gırtlaktan geçer                              burundan dışarı çıkar.


Not: solunum yapmamızın temel nedeni vücudumuza gerekli olan enerjiyi elde etmektir.

Solunum yolu ile bulaşan hastalıklar nelerdir?
Nezle, grip, zatürre, bronşit, verem, suçiçeği, boğmaca, menenjit
Bu hastalıklardan korunmak için neler yapmalıyız
v  Bu hastalığa yakalananlarla aynı ortamda durmamalıyız.
v  Soluduğumuz havanın temiz olmasına dikkat etmeliyiz.
v  Sigara içmemeli, içilen yerde de bulunmamalıyız.
v  Hastalıklarla ilgili aşılarımızı yaptırmalıyız.

BEŞ DUYUMUZ



DUYU ORGANLARIMIZ
Çevremizdeki varlıkların özelliklerini algılamamızı sağlayan organlar duyu organlarımızdır. Duyu organlarımız: göz, kulak, burun, dil ve deridir.
Kulak: Kulak işitme organımızdır.
Burun: Burun koklama organımızdır.
Göz: Göz görme organımızdır.
Dil: Dil tatma organımızdır.
Deri: Deri hissetme organımızdır. 



DUYU ORGANLARIMIZIN GÖREVLERİ

Göz: Göz görme organımızdır. Gözümüz sayesinde çevremizdeki varlıkları, renkleri şekilleri görürüz. Gözün görebilmesi için ışığa ihtiyaç vardır. Çevremizde olup bitenleri gözlerimizle görür ve gözlerimizle onların ne olduklarını anlarız. Varlıkların rengi, boyu, hareketi ve şekli gibi özelliklerini ancak gözlerimiz yardımıyla görebiliriz.


Kulak: Kulak duyma organımızdır. Kulaklarımız sayesinde sesleri işitir, işittiğimiz seslere göre hareket tarzımızı belirleriz. Kulak aynı zamanda vücut dengemizin sağlanmasında görev alır. Kulaklarımız sayesinde sevdiklerimizin uyarılarını, isteklerini, sevgi sözcüklerini duyabilir ve onlara cevap verebiliriz. Peki, cevap verirken de kulaklarımız gerekli midir?
Elbette, konuşmak, işitmekle doğrudan ilgilidir. Kulaklarımız duymazsa konuşmaları da işitemeyiz. Bu nedenle doğuştan işitemeyenler, konuşamazlar. Böyle kişilere konuşma ve işitme engelli kişiler deriz.


Burun: Burun koku olma ve solunum organımızdır. Burnumuz sayesinde sağlığımıza zararlı ortamları ayırt edebiliriz. Kokusunu aldığımız yiyeceklerin tadını algılarız. Çevremizdeki  güzel ve kötü kokuları da burnumuz yardımıyla anlarız. Bazen tanımadığımız çiçekleri, önceden tatmadığımız yiyecek ve içecekleri önce koklarız ve kokusundan tanımaya çalışırız.
Koku alma duyumuz sayesinde bazı zamanlar tehlikeden de korunuruz. Herhangi bir yerde bir şey yandığı zaman hemen kokusunu alır ve yangın tehlikesi var ise önlemimizi alırız.

Dil: Dil tat alma organımızdır. Dilimiz sayesinde sözlü iletişim kurabiliriz. Ayrıca dil, yutkunma, çiğneme, besinlerin ağzımızda yer değiştirmesine de yardımcı olur. Bir besinin acı mı tatlı mı, ekşi mi tuzlu mu olduğunu dilimizle anlarız. Dilimiz, ayrıca konuşmamıza da yardımcı olur. Her türlü istek ve dileklerimizi konuşarak ifade edebiliriz. Pekmez, incir, üzüm, zeytin, peynir ve daha birçok meyve sebzeyi yerken hepsinin birbirinden farklı tatlarını da ancak dilimiz sayesinde alırız. Bir yiyeceğin ne olduğunu, tadının nasıl olduğunu gözlerimiz kapalıyken bile dilimizle anlayabiliriz.

Deri: Deri hissetme organımızdır. Derimiz sayesinde; sıcağı, soğuğu, serti, yumuşağı, acıyı ya da tatlıyı hissederiz. Terleme yoluyla fazla sıvıyı vücut dışına atarız. Aynı zamanda vücudu dış etkilerden korur. Derimiz,  vücudumuzu çarpma, vurma gibi dış etkilerden de korur. Derimiz sayesinde cisimlerin yüzeyleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Sert mi, yumuşak mı, kaygan mı, yapışkan mı? Bütün bunları derimiz sayesinde hissederiz. Görme özürlü insanlar çevrelerindeki birçok varlığı dokunma duyularıyla tanırlar. Bazı insanları hiç görmedikleri hâlde yüzlerine ve vücutlarına dokunarak tanıyabilirler.
DUYU ORGANLARIMIZIN SAĞLIĞI
Duyu organlarımızın sağlığını korumak için aşağıdaki uyarıları dikkate almalıyız.
Göz sağlığımızı korumak için;
• Televizyonu yakın mesafeden izlememeliyiz.
• Gözlerimizi temiz tutmalıyız. Başkalarına ait havlu ve gözlükleri kullanmamalıyız.
• Okuma  sırasında gözlerimiz ile kitap arasındaki  uzaklığın 30 cm’den az olmamasına dikkat etmeliyiz.
• Gözlerimizi aşırı ışıktan korumalıyız.
• Gözlerimizin görme yeteneğini artırmak için A vitamini içeren besinler yemeliyiz.
• Ders çalışırken ışığın çok az ya da çok fazla olmamasına dikkat etmeliyiz.
Burun sağlığımızı korumak için;
• Ne olduğunu bilmediğimiz maddeleri koklamamalıyız.
• Burun ici kılları koparmamalıyız.
• Burun temizliğine özen göstermeliyiz.
• Uzun  süren  burun  tıkanıklıklarında  doktora gitmeliyiz.
• Kötü kokulu ortamlarda uzun süre bulunmamaya dikkat etmeliyiz.
• Ne olduğunu bilmediğimiz ya da kokusu keskin olan maddeleri koklamamalıyız.
Kulak sağlığımızı korumak için;
• Kulağımıza yabancı cisimler sokmamalıyız.
• Gürültülü yerlerde bulunmamalıyız.
• Kulaklarımızı temiz tutmalıyız.
• Kulaklarımızı soğuktan korumalıyız.
• Kulaklıkla yüksek sesli müzik dinlememeliyiz.
• Kulaklarımızı şiddetli darbelerden korumalıyız.
• Patlama sesi gibi şiddetli seslerin olduğu ortamlarda oluşan basıncın kulak zarımıza zarar vermesini engellemek için ağzımızı açmalıyız.
Dil sağlığımızı korumak için;
• Çok sıcak ya da çok soğuk gıdalar tüketmemeliyiz.
• Dişlerimizle beraber dilimizi de fırçalamalıyız.
• Ağız ve diş sağlığımıza dikkat etmeliyiz.
• Asitli ve gazlı içeceklerden uzak durmalıyız.
• Alkol ve sigara kullanmamalı ve dilimize zarar verebilecek bazı kimyasal  maddelerden  uzak durmalıyız.
Deri sağlığımızı korumak için;
• Bilinçsiz şekilde güneş ışığına maruz kalmamalıyız.
• Alkol, sigara gibi sağlığa zararlı maddelerden uzak durmalıyız.
• Derimizi ezilme, kesilme ve yanmalardan korumalıyız.
• Derimizin  üzerinde mikropların çoğalmasına engel olmak için vücudumuzu temiz tutmalıyız. Bunun için sık sık yıkanarak  vücudumuzda  oluşan  kirleri  de vücudumuzdan atmalıyız.
• Çarpma, vurma gibi darbelerden kendimizi korumalıyız.

17 Eylül 2018 Pazartesi

Doğadaki Üç Unsur: Su - Toprak - Bitki

Su Kaynakları

Su, insanlar ve diğer canlılar için vazgeçilmez bir kay­naktır. Dünya’daki başlıca su kaynakları;
  • Okyanuslar
  • Denizler
  • Buz dağları ve buzullar
  • Yeraltı suları
  • Göller
  • Bataklıklar
  • Akarsular
şeklinde ifade edilebilir. Dünya üzerindeki sular sürekli hareket halindedir. Yeryüzündeki su kaynaklarında meydana gelen buharlaşma ve bitkilerdeki terleme sonucu atmosfere karışan su buharı, soğumayla yoğunlaşarak sıvı veya katı olarak tekrar yeryüzüne düşerek su kaynaklarına karışır. Suyun bu hareketine su döngüsü adı verilir. Su döngüsü sonucunda su kaynakları kaybettikleri suyu tekrar kazanır. Dünya’daki su kaynaklarının % 97’sini tuzlu sular, % 3’ünü ise tatlı sular oluşturmaktadır. Tuzlu suların tarımda sulama, içme suyu ve sanayide kullanımı sınırlı olduğundan, tatlı suların da büyük bir kısmını buzullar ve yeraltı suları oluşturduğundan insanların kullanabileceği su miktarı çok azdır.
Günümüzde sınırlı olan bu su kaynaklarının yanlış kullanımı ve kirletilmesi sonucu Dünya’da 1 milyardan fazla insan su sıkıntısı çekmektedir.
Genel olarak su kaynakları yüzey suları ve yeraltı suları olmak üzere iki grupta incelenebilir.

Yüzey (Yerüstü) Suları

A) Okyanuslar ve Denizler

Kıtalar arasında yer alan yer kabuğundaki büyük çu­kurlukları dolduran su kütlelerine okyanus denir. Ok­yanuslar büyüklüklerine göre; Büyük Okyanus (Pasifik) 180 milyon km2, Atlas Okyanusu (Atlantik), 106 miyon km2, Hint Okyanusu 75 milyon km2 şeklinde sıralanabilir. 
Denizler okyanusların karalara sokulmuş kollarıdır. Kıtaların kenarlarında bulunanlara kenar deniz, iç kısımlarına sokulmuş olanlara ise iç deniz adı verilir. Yeryüzünün % 71’ni okyanuslar ve denizler kaplarken % 29’unu karalar oluşturmaktadır. Kara ve denizlerin oranı yarımkürelere göre farklılık gösterir. Kuzey Yarımküre’nin % 39’unu kaplayan karalar Güney Yarımküre’nin % 19’unu kaplamaktadır. 
İçme, kullanma ve tarımda sulamada pek kullanılamayan denizler ve okyanuslar milyonlarca canlının yaşam alanıdır. Okyanus ve denizlerin tuzluluk oranı enleme bağlı olarak Ekvator’dan kutuplara doğru azalmaktadır.

B) Göller

Karalar üzerinde çeşitli nedenlerle oluşmuş çukur alanlarda birikmiş genellikle tatlı ya da tuzlu olan su kütlelerine göl denir. Göllerin oluşumu bulundukları bölgenin iklimi, jeolojik yapısı ve yer şekillerine bağlıdır. Dünya’daki tatlı yüzey sularının % 87’sini oluşturan göllerin toplam alanı ise karaların ancak % 2’si kadardır. Dünya’daki en büyük göl Asya Kıtası’ndaki Hazar Gölü, en derin göl ise yine bu kıtadaki Baykal Gölü’dür. Göller yeraltı ve yerüstü sularıyla beslenmektedir. Göllerin suları acı, tatlı, tuzlu ya da sodalı olabilmektedir.  Bu farklılığın nedenlerini iklim koşulları, beslenme kaynakları, gölün bulunduğu arazinin kayaç yapısı ve gideğeninin (göl ayağı) olup olmamasıdır. 
Bir gölün fazla sularını denize veya başka bir göle bo­şaltan akarsulara göl gideğeni (göl ayağı) denir. Su­larını bir gideğen aracılığıyla dışarıya gönderebilen göllerin suları tatlıdır. Göller oluşumlarına göre iki ayrılır. 

1. Doğal Göller

Göl çanağının çeşitli iç ve dış kuvvetler tarafından oluşturulduğu göllere doğal göller denir. Bu göller genel olarak hangi doğal faktör tarafından oluşturulmuş ise göl o adla adlandırılır.

a. Tektonik Göller

Bu göller yerkabuğu hareketleri (tektonik hareketler) sonucu kıvrım alanlardaki senklinal çukurları ile kırık alanlardaki graben çukurlarının sularla dolması sonucu oluşmuştur. Güneydoğu Afrika’daki Tanganika, Niyassa, Albert Gölleri ile Asya’daki Baykal, Aral, Hazar ve İsrail - Ürdün sınırındaki Lût Gölü tektonik göllerden bazılarıdır.

b. Karstik Göller

Karstik bölgelerdeki kalker, kayatuzu, jips gibi kolay eriyebilen kayaçların suda erimesi sonucu oluşan obruk, dolin, polye gibi çukurların tabanlarında suların birikmesiyle oluşan göllerdir. En güzel örnekleri Yunanistan - Makedonya sınırındaki Presba Gölü ile Arnavutluk - Makedonya sınırındaki Ohri Gölü’dür.

c. Volkanik Göller

Volkanik patlamalarla oluşmuş krater, kaldera ve maar gibi çukurların sularla dolması sonucu volkanik göller oluşur. Sönmüş volkan konilerinin baca ağızlarındaki çukurların sularla dolmasıyla krater gölü, birkaç kez patlama sonucu kraterler genişleyip kazan biçimini alırsa kaldera gölü, volkanik gaz patlamalası sonucu oluşan göllere ise maar gölü denir. Dünya’da volkanik araziler İtalya, Japonya ve Endonezya gibi ülkelerde yaygındır.

d. Buzul Gölleri

Buzul aşındırmasıyla oluşan çukur alanların sularla dolması sonucu oluşurlar. Bu göllere sirk gölüdenir. Norveç, İsveç, Finlandiya, Kanada buzul göllerinin yaygın olduğu ülkelerdir.

e. Set Gölleri

Akarsu vadileri, koylar, körfezler veya bunlara benzer göl oluşumuna elverişli arazilerin çeşitli nedenlerle önlerinin kapanması sonucu oluşan göllere set gölleri denir. Bu setin oluşumuı hangi nedene bağlı ise göl o adla anılır. Heyelan sonucu hareket eden kütlelerin akarsu vadilerinin önlerini kapatması sonucu oluşan göllere heyelan set gölleri denir. Alüvyal set gölleri akarsular tarafından taşınan alüvyonların zamanla vadi içinde birikmesi veya akarsuyun denize döküldüğü yerde bulunan bir koy veya körfezin önünü kapatması sonucunda oluşur. Volkanik set göllerin çanakları volkanik püskürmeler sonucu ortaya çıkan lavların bir havzanın önünü kapatması sonucu oluşur. Kıyılardaki körfez ve koyların önlerinin zamanla dalga biriktirmesiyle kapanması sonucu bu koy ve körfezlerin denizle bağlantısı kesilir. Bu şekilde oluşan göllere ise kıyı set gölü veya lagün gölü denir.

2. Yapay Göller (Baraj Gölleri)

Elektrik enerjisi elde etmek, tarımda sulama yapmak ve içme suyu temin etmek nedenlerle bazı akarsuların önü insanlar tarafından setlerle kapatılması sonucu oluşan göllerdir. 

C. Akarsular

Yerkabuğu üzerinde belirli bir yatak içerisinde devamlı ya da zaman zaman akışı olan su kütlelerine akarsu denir. Akarsular; kaynak suları, eriyen kar ve buz suları ve yağmur suları ile beslenir. Akarsular çeşitli özelliklerine göre gruplandırılır.

1. Rejimlerine Gire Akarsular

Akarsuyun herhangi bir kesitinden bir saniyede geçen suyun m3/s cinsinden miktarına debi denir. Havzaya düşen yağış miktarı, havzanın büyüklüğü, buharlaşma, zemin özelliği, kaynağın büyüklüğü ve bitki örtüsü debiyi (su miktarını) etkileyen başlıca etmenlerdir. Akarsuların yataklarından geçen su miktarı yıl içinde aynı değildir. Akarsuların tamamında yıl boyunca az ya da çok değişmeler görülür. Akarsularda meydana gelen bu akım miktarı değişmelerine rejim denir. Yıl içinde seviyelerinde aylık ya da mevsimlik belirgin bir değişiklik görülmeyen akarsuların rejimleri düzenlidir. Su seviyesinde belirgin bir değişme oluyorsa rejimleri düzensizdir. Yağışın yıl içinde düzenli olarak düştüğü Ekvatoral iklim bölgesindeki Amazon ve Kongo gibi nehirlerin rejimi düzenli iken, yağışın yıl içinde belli dönemde artıp, belli dönemde azaldığı Akdeniz, savan, muson gibi iklim bölgelerindeki akarsuların rejimleri düzensizdir.

2. Döküldüğü Yere Göre Akarsular

Akarsuların bütün kollarıyla birlikte sularını topladığı alana havza denir. Sularını deniz veya okyanuslara ulaştırabilen akarsuların havzasına açık havza, ulaştıramayan akarsuların havzalarına ise kapalı havza denir. Akarsu havzalarının açık ya da kapalı olması daha çok akarsuyun bulunduğu bölgenin iklim özellikleri ve yer şekillerine bağlıdır. Havzası kapalı olan akarsular çoğunlukla sularını göllere boşaltmaktadır.
Bunun yanında buharlaşma ve yeraltına sızmaya bağlı olarak sularını açık denizlere ulaştıramayan kapalı havzalar da vardır.
Birbirine komşu akarsuların beslenme havzalarını ayıran ve genelde dağların doruklarından geçen sınıra su bölümü çizgisi denir.

3. Beslenme Kaynaklarına Göre Akarsular

Akarsuların başlıca beslenme kaynakları; yağmur su­ları, yeraltı suları, kaynak suları, kar ve buz sularıdır. Ayrıca göllerden beslenen akarsular da vardır.
Farklı iklim bölgelerinden geçen ve bir çok kaynaktan beslenen akarsulara karma rejimli akarsulardenir. Karma rejimli akarsulara en güzel örnek Afrika’daki Nil Nehri’dir. Ekvatoral iklim bölgesinden doğan Nil Nehri; savan, çöl ve Akdeniz iklim bölgelerinden ge­çerek Akdeniz’e dökülür.

D. Yer Altı Suları ve Kaynaklar

Yağışlarla yeryüzüne düşen suların bir kısmı yüzey­den akarken bir kısmı da yeraltına sızar. Geçirimli ta­bakalardan geçip geçirimsiz tabaka üzerinde biriken bu sular yeraltı sularını oluşturur. İçinde yeraltı suları­nı bulunduran boşluklara akifer denir.
Bir yerdeki yeraltı suyunun miktarını ve beslenmesini, başta o bölgeye düşen yağış miktarı olmak üzere, ara­zinin eğimi, bitki örtüsü ve zeminin geçirimliliği belirler. Yeryüzünde bol yağış alan ve geçirimli arazilere sahip alanlar yeraltı suyu bakımından zengin alanlardır.
Yeraltı sularının fiziksel ve kimyasal özellikleri farklıdır. Bunda kaynağın bulunduğu bölgenin kayaç yapısı, yükseltisi ve yer yapısı etkilidir. Yeraltı sularından ge­nel olarak; içme suyu, sulama suyu ve sanayide kullanma şeklinde yararlanılır. Yeraltı sularının kendiliğinden ya da beşeri faktörlere bağlı olarak yeryüzüne çıktığı yere kaynak denir.

1. Artezyen Kaynağı

Çanaklaşmış arazilerde iki geçirimsiz tabaka arasın­da bulunan geçirimli tabakalarda biriken yeraltı sula­rı sondajla açılan kuyudan basınçlı bir şekilde fışkırır. Bunlara artezyen kaynağı denir.

2. Karstik Kaynaklar

Kalker, kayatuzu, jips gibi kolay eriyebilen kayaçların bulunduğu arazilerde erime sonucu oluşmuş yeraltı boşluklarında biriken suların tekrar yeryüzüne çıkma­sıyla oluşan kaynaklardır.

3. Fay Kaynakları

Fay hatlarındaki kırıklara bağlı olarak oluşmuş kay­naklardır. Fay kaynakları yüzey sularından veya mağmatik sulardan beslenebilir. Suları yerin derinliklerine kadar inen bu kaynaklara mağmanın etkisiyle ısındık­larından ılıca, kaplıca veya genel bir adlandırma ile termal kaynak da denir. Bu kaynakların suları bol miktarda eriyik içerir.

4. Yamaç (Vadi) Kaynakları

Dağ ve vadi yamaçlarındaki geçirimli tabakalardan yeryüzüne çıkan kaynaklardır. Kar erimeleri ve yağ­mur sularıyla beslenirler.

5. Gayzer Kaynağı

Volkanik arazilerde yerin derinliklerine sızan sular mağmanın etkisiyle yeryüzüne çok sıcak ve tazyikli olarak çıkıyorsa bunlara gayzer kaynağı denir. Gay­zer kaynakları İzlanda, ABD, Yeni Zelanda gibi ülke­lerde yaygın olarak bulunur.

Toprağın Hikayesi

Yer kabuğunu oluşturan kayaçların fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkilere bağlı olarak ayrışmasıyla oluş­muş, bitkilere ve diğer canlılara yaşam alanı oluştu­ran örtüye toprak denir.
Toprak içerisinde çeşitli mineraller, canlı organizmalar, organik maddeler, hava ve su bulunmaktadır. Kayaçların ayrışması fiziksel (mekanik) çözünme ve kimyasal çözünme olmak üzere iki şekilde gerçekleşir.
Kayaların çatlaması, parçalanması ve ufalanması şek­lindeki fiziksel parçalanma daha çok gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkının fazla, nem miktarının az ol­duğu kurak ve yarı kurak iklim özelliklerinin görüldüğü çöl, step ve karasal iklim bölgelerinde görülür.
Çözünebilir özellikteki kayaçların bulunduğu yerlerde sıcaklık ve nemin etkisiyle taşların bileşimindeki bazı mineraller çözünerek taşın yapısı bozulur. Bu olaya kimyasal çözünme denir. Kimyasal çözünme nemli ve sıcak iklim bölgelerinde daha etkilidir.

Toprak Oluşumda Etkili Olan Faktörler

1. İklim Etkisi

Toprak oluşumunda ve özelliklerinin belirlenmesinde en etkili faktör iklimdir. Çünkü sıcaklık ve yağış şartla­rı kayaçların fiziksel ve kimyasal ayrışmasını etkiler. Nemli iklim bölgelerinde kimyasal ayrışma, kurak ik­lim bölgelerinde ise fiziksel ufalanma daha fazladır. Yağış miktarının fazla olduğu yerlerde aşırı yıkanma sonucunda topraktaki besin maddeleri, tuz ve kireç oranı azalır. Buna karşılık kurak bölgelerde yıkanma yeterli olmadığından topraktaki tuz ve kireç oranı faz­ladır. Topraktaki humus miktarı da iklime bağlıdır. Humus, bitki artıklarının çürümesiyle toprağa karışan, toprağın verimliliğini artıran organik maddelerdir.

2. Ana Kayanın Etkisi

Toprağa fiziksel ve kimyasal özelliğini veren ve topra­ğı oluşturan temel yapı ana kayadır. Ana kayanın cin­si ve bileşimi toprağın yapısını doğrudan etkilemekte­dir. Örneğin, şistli arazilerde killi topraklar oluşurken, granitlerin bulunduğu arazilerde kumlu topraklar oluşmaktadır. Sert kayaçlarda ayrışma zor olurken yumuşak kayaçlarda daha kolay olmaktadır.

3. Zaman Etkisi

Ana kayanın fiziksel ve kimyasal ayrışmaya uğraması ve daha sonrada üzerinde bitki ve diğer canlıların yer­leşmesi, toprağın humus oranının artması uzun yıllar almaktadır. Söz gelimi kolay ayrışabilen bir kaya üze­rinde 1 cm kalınlığındaki toprağın oluşması 100-150 yılda, kayacın sertliğine göre bu sürenin 1000 yıla ka­dar çıktığı bilinmektedir.

4. Canlılar ve Bitki Örtüsünün Etkisi

Bitki örtüsünün toprak oluşumunda önemli bir etkisi vardır. Toprak yüzeyine düşen yapraklar, dallar, mey­veler mikroorganizmalar tarafından parçalanarak top­rağa karışır ve topraktaki humus miktarını artırır. Hu­mus toprağın rengini koyulaştırıp verimini artırır. Ge­niş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlık alanlar ile gür otlakların bulunduğu yerlerde toprak humus yö­nünden zengindir. Bitki örtüsü özellikle eğimli arazi­lerdeki toprağı kökleriyle tutarak toprak örtüsünü erozyona karşı korur. Ayrıca bitki köklerinden çıkan asitler de toprağın ayrışmasını hızlandırır. Tarla faresi, köstebek gibi yuvaları toprak altında olan hayvanlar yüzeydeki toprağın derinlere, derindeki toprağın yü­zeye taşınmasını sağlarlar.

5. Yer Şekillerinin Etkisi

Yerşekillerinin eğim, bakı ve yükselti gibi özellikleri toprak oluşumu üzerinde etkili olmaktadır.
Yükseltinin artmasına bağlı olarak sıcaklığın düşmesi, yağış miktarı ve yağışın değişmesi sonucu bir dağın farklı yükseltilerinde farklı karakterde topraklar oluşur. Arazinin eğimli olması çözünen malzemenin yerçeki­minin etkisiyle aşağılara doğru inmesine sebep olur. Bu nedenle bitki örtüsü olmayan eğimli yüzeylerde toprak örtüsü kaybolmaktadır.
Bakıya bağlı olarak sıcaklık ve nemlilik şartları farklı olan yamaçlardaki kayaçlarda, ayrışma ve toprak olu­şumu farklılık gösterir.
Oluşumu bitmemiş bir toprak kesitinde yüzey­den derine doğru inildikçe farklı özellikler gösteren ve horizon olarak adlandırılan katmanlar vardır.

A Horizonu

Organik maddelerin birbirine karışmasından dolayı renginin çoğunlukla koyu olduğu ve yıkanmanın meydana geldiği horizondur. Yıkanmadan dolayı bu horizondaki hu­mus ve kil gibi maddelerin bir kısmı taşınmıştır. Bura­da çözülme ve ayrışma olayları meydana gelmiş ve bu olaylar sonucunda toprağın oluşum süreci tamamlanmıştır. Bu katman çeşitli mikroor­ganizmaların ve çeşitli küçük omurgasız hayvanların canlıların yaşadığı kat­mandır. Bitki kalıntılarının sürekli toprağa karışması bu katmanın humusça zengin olmasını sağlar. Tarım bu katmanda yapılır ve insanlar ihtiyaç duydukları bitkisel besinleri bu katman sayesinde üretirler.

B Horizonu

Toprak oluşumunun sürdüğü katmandır. A katmanından bu katmana su sızar. Sızan suların taşıdığı demir, kil ve  tuz gibi maddeler bu horizonda birikir.
A ve B katmanları dışında ana kayayı meydana getiren taşların küçük bloklar halinde bulunduğu C katmanı ve bu katmanların daha altında bulunan D katmanı vardır.

Toprağın Sınıflandırılması

A. Zonal Topraklar

Herhangi bir bölgede etkili olan iklim şartları ve bitki örtüsü özelliğine göre oluşmuş ve A, B, C horizonlarına sahip topraklardır. Zonal topraklar yeryüzündeki iklim ve bitki örtüsü şartlarına uymaktadır. Başlıca zonal topraklar:

1. Laterit Topraklar

Ekvatoral bölge ve savan bölgelerinde oluşan toprak­lardır. Bu bölgelerde sıcaklık ve yağış fazla olduğun­dan topraktaki yıkanma fazladır. Toprak içerisindeki demir bileşikleri yağışın etkisiyle oksitlenerek topra­ğın kiremit kırmızısı bir renk almasına sebep olmuş­tur. Bitki örtüsünün çok gür olmasına karşın bunların canlılar tarafından tüketilmesi toprağın humus bakı­mından fakirleşmesine sebep olmuştur.

2. Podzol Toprakaları

Soğuk ve nemli iklim bölgelerinde iğne yapraklı or­manlarda oluşan topraklardır. Aşırı yıkanmadan dola­yı mineral bakımından fakirdir. Sibirya, Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaygın olarak bulunurlar.

3. Kahverengi Orman Toprakları

Orta kuşaktaki nemli iklim bölgelerinde kışın yaprağı­nı döken yayvan yapraklı orman örtüsü altında olu­şan topraklardır. Humus bakımından zengindir.

4. Kahverengi ve Kestane Renkli Step Toprakları

Orta kuşakta deniz etkisinden uzak karaların iç kısım­larında yağışın az olduğu ve bozkırların görüldüğü alanlarda oluşan topraklardır. Yağış az olduğundan topraktaki tuz ve kireç oranı fazladır.

5. Çernezyom Toprakları

Orta kuşağın yarı nemli karasal iklim bölgelerinde uzun boylu çayır bitki örtüsü altında oluşan topraklar­dır. Bu topraklara kara topraklar da denir. Toprak yü­zeyinde büyüyen gür çayırlar kuruyarak ya da kışın yağan kar örtüsü altında çürüyerek toprağa karıştı­ğından topraktaki humus miktarı oldukça fazladır. Or­ganik kalıntılar nedeniyle koyu bir renk almıştır. Ol­dukça verimli olan bu topraklar Orta Avrupa, Rus­ya’nın güneyi, ABD ve Arjantin’de yaygın olarak görü­lür.

6. Çöl Toprakları

Yıllık yağış miktarının çok az olduğu çöllerde oluşan topraklardır. Kimyasal çözünmenin yetersiz olduğu bu toprak yüzeyinde şiddetli buharlaşmanın da etki­siyle kireç ve tuzlar toprağın üst kısmında bir tabaka halinde birikmiştir. Organik madde yönünden çok fa­kir olan bu topraklar tarımsal faaliyet için uygun de­ğildir

7. Tundra Toprakları

Tundra iklim bölgelerinin toprağıdır. Kışın donmuş olan bu toprak yazın sıcaklığın artmasıyla çözülerek batak­lık halini alır. Tarımsal faaliyet için elverişli değildir.

8. Terra - Rossa (Kırmızı Topraklar)

Akdeniz iklim bölgesinde kalkerli arazi üzerinde olu­şan topraklardır. Genellikle maki ve kızılçam orman­ları altında gelişme gösterir. Bünyesindeki demiroksitten dolayı rengi kırmızımsıdır.

B. İntrazonal Topraklar

Bu toprakların oluşumunda topoğrafya ve ana mater­yaller etkilidir. Toprak yüzeyinde ana maddenin etkisi görülür. Topraktaki bütün horizonlar gelişmemiş olup genellikle A ve C horizonludur.

1. Halomorfik Topraklar

Bu topraklar genellikle kurak ve yarı kurak bölgelerde suda eriyik halde bulunan tuz, karbonat, sülfat gibi çe­şitli maddelerin suyun buharlaşması sonucu toprağın yüzeyine veya çeşitli derinliklerde birikmesiyle oluşur­lar. Halomorfik topraklar tuzlu topraklar ve tuzlu – sodik (alkali) topraklar olmak üzere iki guruba ayrılır.

2. Hidromorfik Topraklar

Bataklık, sazlık gibi dışa akışın olmadığı alanlar ile ta­ban suyu seviyesinin yüksek olduğu alanlarda olu­şan topraklardır. Toprak devamlı olarak su altında kal­dığından bataklık bitkileri toprağın organik madde yönünden zenginleşmesini sağlar.

3. Kalsimorfik Topraklar

Yumuşak kireçtaşı ve killi kireçtaşı depoları üzerinde oluşan topraklar kireç yönünden zengindir. Başlıcaları şunlardır:

a. Vertisoller

Çoğunlukla eski göl tabanlarındaki killi ve kireçli depo­lar üzerinde oluşan topraklardır. Kurak dönemlerde bu topraklarda 1 metre derine kadar çatlaklar oluşur. Üst kısımlardan bu çatlaklara devamlı toprak dökülür. Ya­ğışlı mevsimde toprak suya doygun hale gelince çat­laklardan dökülen topraklar tekrar yukarı itilir. Böylece alt toprağa taşınan topraklar tekrar yüzeye çıkarak es­ki yerine döner. Bundan dolayı bu topraklara dönen toprak anlamına gelen vertisol adı verilmiştir.

b. Rendzina

Genellikle yumuşak kireç taşları üzerinde gelişirler. Koyu renkli olan bu toprakların alt kısmında kireç biri­kimi mevcuttur.

C. Azonal Topraklar

Akarsular, rüzgarlar, buzullar gibi dış kuvvetler tarafın­dan aşındırılıp taşınan malzemelerin dış kuvvetlerin et­kisinin azaldığı yerlerde biriktirilmesiyle oluşan toprak­lardır. Bu topraklar taşınmış topraklar olarak da adlandırılır. Horizonları olmayan bu topraklar mineralce zengindir.

1. Alüvyal Topraklar

Akarsuların taşıdığı kum, kil, çakıl gibi maddeleri eğimin azaldığı yerlerde biriktirmesiyle oluşan toprak­lardır. Tarımsal faaliyet için oldukça elverişlidir.

2. Kolüvyal Topraklar

Bitki örtüsünden yoksun eğimli yamaçlarda fiziksel çözülme sonucu ufalanan malzemelerin dış kuvvetle­rin etkisi sonucu yamaçların eteklerinde birikmesiyle kolüvyal topraklar oluşur. Bu tür toprakların bulundu­ğu arazilerde ince malzemeler sürekli taşındığından geriye iri malzemeler kalır. Bu malzemelerin yoğun ol­duğu taşlı topraklara litosol denir.

3. Regosoller

Dağ eteklerinde biriken kum boyutundaki malzemeler ile akarsuların biriktirdiği kum depoları ve volkanlar­dan çıkan kum boyutundaki malzemeler üzerinde oluşan topraklardır.

4. Lösler

Kurak ve yarı kurak iklim bölgelerinde rüzgarların taşı­yıp biriktirdiği malzemelerden oluşan topraklardır.

5. Morenler

Buzulların etkisiyle taşınıp biriken topraklardır. Genel­likle yüksek enlemler ile orta kuşakta yükseltisi fazla olan alanlarda görülürler.

Dünyayı Kaplayan Örtü: Bitkiler

Bir bölgede iklim şartları, yerşekilleri, toprak özellikle­ri ve biyolojik faktörlerin etkisiyle doğal olarak yetişen ağaç, çalı, ot gibi bitki türlerinin oluşturduğu toplulu­ğa bitki örtüsü denir. Yeryüzünde bitki örtüsünün dağılışını etkileyen birçok faktör vardır. 

İklim Etkisi

Bir bölgede görülen iklim özelliklerini en iyi yansıtan bitki örtüsüdür. İklim özellikleri benzer olan bölgelerin bitki örtüleri de benzerdir.
Bitki türlerinin dağılışında iklimin sıcaklık ve yağış şartlarının belirleyici etkisi vardır. Sıcaklık şartları en­lem, yükselti, nemlilik ve bakı faktörlerine bağlı olarak değişiklik gösterdiğinden bitki örtüsü de bu durumla­ra bağlı olarak değişiklik göstermektedir.
Doğal bitki örtüsünün dağılışında enleme bağlı olarak Ekvator’dan kutuplara doğru ve yükseltiye bağlı ola­rak bir dağ yamacı boyunca bitkilerin geniş yapraklı­lar, karışık yapraklılar, iğne yapraklılar ve çayırlar şek­linde kuşaklar oluşturmasında sıcaklık etkili olmuştur.
Ayrıca yıllık yağış miktarı ve yağışın aylara göre dağı­lışı da bitki örtüsü üzerinde etkilidir. Yağışın bol olduğu yerlerde gür bitki toplulukları görü­lürken çöllerde ve kurak iklim bölgelerinde bitki örtü­sü seyrek ve cılızdır. 

Yerşekillerinin Etkisi

Yerşekillerin bitki örtüsüne olan etkisi iklim şartları üzerinde yapmış olduğu etkiden kaynaklanır. Sıcaklık ve yağış koşulları, yükselti, dağların uzanışı ve bakı faktörüne bağlı olarak değişiklik göstermektedir.

Toprağın Etkisi

Toprak, bitkilerin besin kaynağı ve yaşam alanıdır. Bit­kiler kökleriyle toprağa tutunarak beslenir. İhtiyaç duydukları mineralleri de topraktan alır. Bu yüzden toprağın fiziksel ve kimyasal özellikleri bitki türlerinin dağılışını etkilemektedir.

Biyolojik Faktörlerin Etkisi

Başta insanlar olmak üzere, hayvanların ve bitkilerin bitki örtüsü üzerinde yaptıkları etkilere biyolojik etkiler denir. İnsanlar tarih boyunca; yangınlar, savaşlar, yerle­şim yeri açma, tarım alanları açma, yakacak ihtiyacı, hayvan otlatma, yol yapımı, ağaç kesme gibi nedenler­le bitki örtüsünü tahrip etmişlerdir. Karasal iklim bölge­lerinde ormanların tahrip edilmesiyle antropojen boz­kır, Akdeniz iklim bölgelerinde makilerin tahrip edilme­siyle garig olarak adlandırılan bitki türleri ortaya çıkmıştır.
Buna karşılık insanların çeşitli yerlerde ağaçlandırma çalışmaları yapmasıyla yeni ormanlık alanlar oluştu­rulmuştur.

Yeryüzündeki Bitki Formasyonları

Dünyamızda yaklaşık 1 milyon çeşit bitki türünün var olduğu tahmin edilmektedir. Bitkiler de diğer canlılar gibi bir araya gelerek topluluk oluşturur. İklim, yerşekilleri, toprak özellikleri ve biyolojik faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan bitki türlerinin oluşturduğu toplu­luğa bitki formasyonu denir. Bitki formasyonları genel görünüşlerine göre ağaç, çalı ve ot formasyonları ol­mak üzere üç gruba ayrılır.

A. Ağaç Formasyonu

Sıcaklık ortalamaları, yıllık yağış miktarı ve toprak şart­larının elverişli olduğu alanlarda ağaçlar yetişir. Or­manların temel unsuru ağaçtır. Ağaçların oluşturduğu topluluklara orman denir. Başlıca orman alanları;
Ekvatoral yağmur ormanları: Yıllık sıcaklık ortala­masının yüksek olduğu ve her mevsim yağış alan ekvatoral iklim bölgesinin doğal bitki örtüsüdür. Yıl boyunca yeşil kalan bu ormanlar Orta Afrika, Amazon Havzası, Endonezya ve Malezya’da yay­gındır. Boyları 50-60 m’yi bulan ve çok sık bir örtü oluşturan bu ormanlar bitki türleri bakımından ol­dukça zengindir.
Muson ormanları: Yıllık yağış miktarı 2000 mm ci­varındadır ve yağışların çoğu yazın düşer. Yaz ya­ğışları ile yeşillenen bu ormanlar kurak dönemde yapraklarını döker.
Orta kuşağın karışık ormanları: Bu ormanlar orta kuşakta ılıman iklim bölgelerinde görülür. Sıcaklı­ğın yüksek olduğu alanlarda geniş yapraklı, sıcak­lığın düşük olduğu alanlarda ise iğne yapraklı or­manlar yetişmektedir. İğne yapraklı ormanlar ile geniş yapraklı ormanların iç içe bulunduğu yerler­de ise karışık ormanlar oluşur.
Tayga ormanları: Kanada, Kuzey Avrupa ve Sibir­ya’da karasal iklimin nemli alanlarında görülen bu ormanlar sıcaklığın düşük olması nedeniyle iğne yapraklıdır. Bu alanlarda en fazla yağış yazın en az ise kışın düşmektedir. Yıllık yağış miktarı 500 mm civarındadır.

B. Çalı Formasyonları

Gerek ormanların tahrip edilmesi sonucu, gerekse ik­lim şartlarına bağlı olarak oluşan kısa boylu, bodur ağaçların oluşturduğu bitki topluluğuna çalı formosyonu denir. Bunlar;
Maki: Akdeniz ikliminin bitki örtüsüdür. Daima ye­şil yapraklı olan makiler yaz kuraklığına dayanıklı­dır. Maki bitki örtüsü bodur ağaç ve çalılardan oluşmaktadır. Başlıcaları; defne, mersin, kocayemiş, zakkum, zeytin, keçi boynuzu ve kermes me­şesidir.
Garig: Akdeniz iklim bölgelerinde maki bitki örtü­sünün tahrip edildiği yerlerde ortaya çıkan bodur çalı topluluğuna garig denir.
Psödomaki: Nemli ılıman iklim bölgelerinde or­manların tahrip edilmesiyle ortaya çıkan ve maki­ye benzeyen çalı topluluklarına yalancı maki ya da psödomaki denir.

C. Ot formasyonu

İklim şartları, yerşekilleri ve toprak özelliklerinin ağaç yetişmesine imkan vermediği yerlerde ot türü bitkilerin oluşturduğu topluluğa ot formasyonu denir. Bunlar belli dönemlerde yağan yağış ve tamamı yeraltına sız­mayan sulara bağlı olarak büyürler. Başlıcaları;
Savan: Tropikal iklim bölgelerindeki uzun boylu ot topluluklarına savan denir. Bu bölgelerde yazlar yağışlı kışlar kurak geçtiği için, yağışlı yaz döne­minde yeşeren bu ot toplulukları kurak olan kış döneminde sararmaktadır. Geniş alan kaplayan savan bölgelerinde tek tek ağaçlara ve ağaç kü­melerine rastlanır. Brezilya, Venezüella, Kolombi­ya, Peru, Sudan, Çad ve Nijerya’da savan formas­yonu yaygın olarak görülür.
Step (bozkır): Yağışların az olduğu yerlerde ilkba­har yağışlarıyla yeşeren yaz kuraklığıyla sararan ot topluluklarıdır. Bozkır bitkilerini kökleri derine inmiş kurakçıl yaprakları olan otlar oluşturur. Boz­kır alanlarında yıllık yağış miktarı 250-300 mm ci­varındadır. Geven, çoban yastığı, üzerlik, yavşan otu, sığır kuyruğu gibi ot türleri bozkır bitki örtüsü­nü oluşturmaktadır.
Çayır: Yüksek dağlık alanlarda ormanın üst sınırın­dan sonra kalıcı kar kuşağına kadar olan yerler ile orta kuşak karasal iklim bölgelerinde yağışın biraz fazla olduğu yerlerde görülen gür ot toplulukları­dır.
Tundra: Tundra iklim bölgelerinde toprak yılın bü­yük bir bölümünde donmuş halde bulunur. Yazın toprağın üst kısmının buzulları çözülür ve birçok yerde zemin bataklıklar halindedir.
Bu kısa yaz döneminde yeşeren ve soğuğa karşı dayanıklı olan otsu bitkilere tundra denir. Avrupa’nın kuzey kıyıları, Kuzey Sibirya, Kuzey Kanada ve Grönland adası kıyıları tundraların baş­lıca yayılış alanlarıdır.
Çöl bitkileri: Yağışın çok az olduğu çöl bölgelerinde çok seyrek olarak kurakçıl otlar, çalılar ve kaktüslerden oluşan bit­ki topluluğuna çöl bitkileri denir. Kuzey Afrika, Arabis­tan Yarımadası, Asya’nın ve Avustralya’nın iç kesimle­rindeki geniş çöl alanlarında bu bitkilere rastlanır.
Çöl alanlarında yeraltı sularının yüzeye çıktığı vaha denilen alanlarda palmiye ve hurma ağaçları görül­mekte ve bu alanlarda sınırlı da olsa tarım ve hayvan­cılık yapılmaktadır.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)