bilgievlerim: Ekim 2016
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


31 Ekim 2016 Pazartesi

Osman Gazi [Tek Part / Full] - Radyo Tiyatrosu - Sesli Kitap

OSMAN GAZİ
BabasıErtuğrul Gazi
Annesi: Hayme Hatun
Doğumu: Söğüt, 1258
Ölümü: Bursa, 1326
Saltanatı: 1281 - 1326
Devlet Sınırları16.000 km2

HAYATI
Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Gazi 1258'de Söğüt'te doğdu. Babası Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Hatun'dur. Osman Gazi uzun boylu, yuvarlak yüzlü, esmer tenli, ela gözlü ve kalın kaşlıydı. Omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı aşağı kısmına oranla daha uzundu. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatay tarzında Horasan tacı giyerdi. İç ve dış elbiseleri geniş yenliydi.

Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adaletliydi. Fakirlere yedirip, giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti kendi evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.

Osman Gazi, 1281 yılında Söğüt'te Kayı Boyu'nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok ustaydı. Aşiretin ileri gelenlerinden Ömer Bey'in kızı Mal Hatun ile evlendi ve bu evlilikten ilerde Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi doğdu.

Osman Gazi, Ahi Şeyhlerinden Edebali'nin görüşlerine değer verir ve ona saygı duyardı. Sık sık Şeyh Edebali'nin Eskişehir Sultanönü'ndeki Dergahına gider ve misafir kalırdı.

Osman Gazi bir gece Şeyh Edebali'nin dergahında misafirken, bir rüya gördü. Sabah olunca hemen Şeyh Edebali'ye koşup, ona şöyle dedi: 
"Şeyhim, rüyama girdiniz. Göğsünüzden bir ay çıktı. Yükseldi, yükseldi, sonra benim koynuma girdi. Göbeğimden bir ağaç büyümeye başladı. Büyüdü, yeşillendi. Dal, budak saldı. Dallarının gölgesi bütün dünyayı tuttu. Rüyam ne manaya gelir

Şeyh, bir süre sustuktan sonra ona şöyle dedi:
"Müjdeler olsun ey Osman! Hak Teala, sana ve senin evladına saltanat verdi. Bütün dünya, evladının himayesinde olacak, kızımda sana eş olacak."

Bu olaydan sonra Şeyh, kızı Bala Hatun'u Osman Bey'e verdi. Bu evlilikten de Alaeddin doğdu.

Anadolu'da kurulup, 600 yıllık bir tarih diliminde ve üç kıtada hüküm süren Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi, 1326'da Bursa'da Nikris hastalığından öldü. Vefat ettiğinde geriye bıraktığı mal varlığı şunlardı: Bir at zırhı, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, bir tirkeş, birkaç at, üç sürü koyun, tuzluk ve kaşıklık.

Erkek çocukları: Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey
Kız çocukları: Fatma Hatun





28 Ekim 2016 Cuma

Bülbül İle Hükümdar



Bülbül İle Hükümdar


Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbülmüş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş.

Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp; "Bu ne demek oluyor şimdi?" demiş, "Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?"

Vezir cevap veremmiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp; "Söyle bakalım" demiş, "saraydan bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok? Bahçıvan; "Bağışlayın efendim!" Vezir: "Çabuk onu bulun bana!" diye bağırmış.

Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbül bulamamış.

Vezir çare olarak, hükümdara "Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek" demiş.

Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve "Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım" demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip; "Aradığınızı burada bulamazsın!" demiş "ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm."

Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar.

Bülbülün yaşadığı yere gelince; "Küçük bülbül!" diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, "Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak" demiş.

Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler.

Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şakıya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle "dile benden ne dilersen!" demiş. Bülbül "en güzel hediye, sizi mutlu görmek" diye cevaplamış onu.

Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış orada bir.

Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.

Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozul vermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.

Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.

Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş.

Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.

Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.

İmece

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

İmece


İmece günü, genç kızlar, delikanlılar en güzel giysilerini kuşanmışlardı. Köyün içinde birisi dolaşıyor;

- İmeceye! diye herkesi çağırıyordu.

Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, herkes imeceye hazırlanıyordu. Tan yeri ışırken biz, bütün köy, Kısıkgedik'i aşmış, tarlaların yoluna düşmüştük. Öndeki topluluktan bir türkü geliyordu. Şimdiye kadar bu türküyü hiç duymamıştım.

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

Derken tarlaya geldik. Büyük bir tarlanın ekini biçilecekti. Şimdi aklımda kaldığına göre tarlanın sahibi altı aydır hastaydı. Bu imece, bir yardım imecesiydi. Tarlanın ekini biçilecek, sonra harman edilecekti.

Orakları çeken delikanlılar, orta yaşlılar ekine hemen giriştiler. dersimiz.com Kızlar, kadınlar desteleri harmana hemencecik taşımaya başladılar. Yaşlılar harman yerinde kalmışlar, bir yandan konuşuyorlar, bir yandan da harman yapıyorlardı.

Bir türkü, bir kıyamettir gidiyordu, öğleye kalmadan, sıcak çökmeden kocaman tarlanın ekini biçildi; harman edildi.

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

Sonra belki on beş hayma* yaptı delikanlılar. Büyük, üstü çiçekli otlarla kaplı alanda kocaman bir kazanla düğün yemeği gibi patatesli et pişiyordu. Bir kocaman kazanda da bulgur aşı... Yemek kondu, yendi, içildi. Ama hemen köye dönülmedi.

Oyunlar başladı. Delikanlılar halay çektiler. Musa davul, Hüseyin de zurna çalıyordu. Hüseyin, daha sonra türlü kılıklara girip ustaca bir oyun oynadı.

Önce kirpi, sonra ayı, sonra sansar, tilki, çakal oldu. Her girdiği kılıkta o hayvanın huyunu suyunu alıyordu. Öylesine gerçek taklit yapıyordu ki, bu hayvanlara, millet gülmekten kırılıyordu.

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

İmece cümbüşü o gün, gün batıncaya kadar sürdü. Herkes çalışmayı, yorgunluğu unutmuştu. Eğlencenin tadı herkesin damağında kalmıştı.

Yaşar KEMAL
Hayma : Bağ ve bahçelerde çalı çırpıdan yapılan çardak.

Konuşan Defter

Konuşan Defter ile ilgili görsel sonucu

Konuşan Defter


Evden dışarı çıkmak istemiyor, kimseyle konuşmak istemiyormuş küçük kız. Çünkü kimse ne onu anlayabiliyor, ne de ona yardım edebiliyormuş. Arkadaşları gibi olamadığı için gün geçtikçe hayata bağlılığı azalan kızın tek bir hayali varmış, yaşıtları kadar uzun olmak.

Boyu kısa olduğu için arkadaşları arasında hep alay konusu olan kız, oyun falan oynamak istemiyormuş. Gün boyu evde duran küçük kız, camın önündeki pembe sandalyesine çıkıp, yoldan gelip geçenleri izleyip, iç geçiriyormuş. Herkes ondan uzunmuş ve hepsi mutluymuş…

Evdeki çekmecelere ulaşmakta zorlanan kız hep bir tabureye ihtiyaç duyuyormuş, tabure olmadan en basit işlerini bile göremiyormuş. Bu duruma çok üzülen kız, bir gün odasındaki çok sevdiği pembe sandalyesine oturmuş, gözlerini yummuş ve başlamış hayal kurmaya.

Kendini bir anda farklı bir dünyada buluvermiş küçük kız. Pembe halılarla bezeli yollarda şarkı söyleyerek koşuyormuş. Papatyalı yolun sonunda ahşap bir kulübe fark etmiş Kulübenin önüne geldiğinde küçük kızın kalbi küt küt atıyormuş. Heyecanını az da olsa bastıran kız, kapının tokmağını çalmış hızlıca.

Kapıya bembeyaz saçlı, nur yüzlü bir kadın çıkmış. Kız bir anda korkuya kapılmış; ama yaşlı kadının şu sözleriyle az da olsa rahatlamış:

“Hoş geldin yavrum. Buyur, gir içeri. Sen ne güzel kızsın maşallah.”

Küçük kızın dikkatini çeken ilk şey, yaşlı kadının belinin bükük olması olmuş. Yaşlı kadının elini “Hoş buldum teyze” dedikten sonra öpen kız, bu teyzeyle neler yaşayacağını çok merak ediyormuş.

Eve girerken heyecandan kızaran küçük kız, yaşlı kadının anlattıklarını pür dikkat dinliyormuş.

Yaşlı kadın ona yolunun neden buraya düştüğünü, bir derdinin mi olduğunu sormuş. Küçük kız şöyle cevap vermiş:

-Evet teyze, bir derdim var, hem de ne büyük dert!

-Anlat hele, derdin dert mi ben söyleyeyim.

-Teyze ben 9 yaşındayım; ama bütün arkadaşlarımdan kısayım. Onlar gibi uzun olmayı çok istiyorum; ama bu mümkün değilmiş, annem, babam öyle dedi. Onlar yüksek yerlere çok rahat ulaşabiliyor, her istediklerini giyebiliyor; ama ben bunları yapamıyorum. Üstelik bir araya gelip fotoğraf çekindiğimizde beni önlerine alıyorlar. Zaten okulda, öğretmenim de beni en ön sıraya oturtuyor, bu durumdan nefret ediyorum.

-Hmmm…

-Annem uzun, babam uzun, arkadaşlarım uzun, bir ben kısayım. Onlara o kadar özeniyorum ki..

-Kızım derdin bu mu sadece?

-Teyze başka ne derdim olsun? Bu dert değil mi sizce de?

-Ah benim güzel gözlü kızım, ah benim yüzü güzel, gönlü güzel kızım. Şimdi beni iyi dinle tamam mı?

Bizim buralarda, boyu kısa olduğu için mutsuz bir kadın vardı. Kadının hayatında birçok güzellik olmasına rağmen, o boyunun kısalığını bütün güzelliklerin önüne geçirdi ve hep mutsuz yaşadı. Evladı bir trafik kazasında ölen bu kadının daha sonra eşi vefat etti. Ardından bütün malını mülkünü kaybetti. Yaşlandıkça sağlığı git gide bozulan bu kadın, şu an belki de ömrünün son günlerini bir hastane köşesinde geçiriyor. O kadını geçenlerde ziyaret ettim bana ne dedi biliyor musun?

-Ne dedi?

Küçük kız bunu sorarken sesi titriyordu. Ve yaşlı kadının vereceği cevabı çok merak ediyordu.

O kadın, şunları bana söyledi canım yavrum:

“Hayattaki en büyük nimetin sağlık ve boş vakit olduğunu çok geç anladım. Sağlığımın da, ömür defterimden karaladığım sayfaların da kıymetini bilemedim ben. Öyle pişmanım ki, şu an bana eski günlerimi verseler, neler neler yaparım… Boyumun kısa olmasına takılıp kaldım, dünyanın en büyük derdini kısa boylu olmak gibi gördüm, ama kaybettim. Önce canımdan çok sevdiğim evladımı, ardından aynı yastığa baş koyduğum eşimi ve ardından sağlığımı…”

Küçük kız, yaşlı kadını can kulağıyla dinliyordu. Ağlamamak için kendini zor tutan kız, eline sıkı sıkı sarıldığı yaşlı kadına şöyle sordu:

-Ben yanlış mı yapıyorum üzülmekle?

-Ah benim güzel kızım, ah benim gözü güzel, sözü güzel kızım, daha bitmedi dinle bak.

Ölüm döşeğindeki o kadın bana şu defteri verdi ve “Günlerden bir gün senin kulübeni ziyarete sırma saçlı, yeşil gözlü küçük bir misafir gelecek. Onu benim yerime öp ve bu defteri göster.” dedi.

Küçük kız defterin içinde ne yazdığını çok merak ediyordu. Yaşlı kadının kendisine uzattığı defteri eline aldı. Kızın elindeki defter birden konuşmaya başladı:

“Merhaba güzel kız, sahibim bu defteri senin için hazırladı. Hadi ilk sayfamı çevir.”

Küçük kız merak ve korku ile karışık bir duygu içerisinde elindeki pembe defterin ilk yaprağını çevirdi.

Defterin yaprağının çevrilmesiyle, odada biri belirdi.

Yüzü ay gibi parlayan bir kızdı bu yeni misafir.

Defter, “Hadi şimdi ikinci sayfamı çevir.” dedi.

Küçük kız, denileni yaptı ve odada yeni biri daha belirdi. Bu da küçük kızdan yaşça çok büyük biriydi.

Derken küçük kız, elindeki defterin, her dediğini yaptı ve odada on kişi oldular.

Küçük kız karşısında dizilen bu insanların yüzüne bakıyor, bir yandan da az önce konuştuğu yaşlı teyzeyi arıyordu. Ama o yoktu. Kız kulübenin her yerine bakındı; ama yaşlı kadını bulamadı.

Odadaki on yeni misafir bir bir kendini tanıttı. Onlardan sonuncusu olan kız şunları söyledi:

“Okulda çok başarılıydım, ailemin tek evladıydım. Bir sürü arkadaşım vardı beni seven. Annem babam bir dediğimi iki etmiyordu; ama ben boyum kısa olduğu için mutsuzdum. Ömür boyu mutsuz biri olarak yaşadım. Şu an en büyük pişmanlığım hapsedildiğim yerden çıkarılmak, eskisi gibi özgür olmak.

Bizleri, yani elindekilerle yetinmeyi ve mutlu olmayı bilmeyenleri kötü bir kral olan Şeradam toplattı ve zindana attı. Şu an orada benim gibi, kurtarılmayı bekleyen onlarca insan var. Bizim suçumuz ne adam öldürmek, ne hırsızlık yapmak, sadece mutsuz olmak…

Biz ailelerimizin kıymetini, dostluk ve arkadaşlığın kıymetini ve diğer bir sürü güzel şeyin kıymetini o kara zindanda anladık. Ve oradan kurtulmamız tek bir şeye bağlı…”

Konuşmanın tam burasında küçük kız söze girdi ve merakla sordu:

-Sizin kurtulmanız neye bağlı abla?

-Sen ve senin gibilerin mutlu olmasına.

-Nasıl yani? Ben boyum kısa diye üzülmezsem, siz ailelerinize kavuşacak mısınız?

-Evet tatlı kız, yıllardır biz bugünü bekliyoruz. Sen o kadar iyi niyetli bir kızmışsın ki, Şeradam bizim senle konuşmamıza, sıkıntılarımızı dile getirmemize izin verdi. Normalde bizim başkalarıyla konuşmamız yasaktı; ama Şeradam sana kıyamadı ve bizim konuşmamıza izin verdi. Eee ne diyorsun? Bizi kurtaracak mısın bu kara zindandan?

-Ben böyle olduğunu bilmiyordum. Yoksa…

-Yoksa boyunun kısalığına bu kadar takılıp kalmazdın değil mi? Böyle ufak tefek şeyleri dert edip, hayata küsen insanlar bizleri ne tür işkencelere maruz bırakıyorlar keşke bilseler..

İnsanlar dert denilemeyecek şeyleri dert edip, gözyaşı döktüğü sürece, bize o zindanda işkenceye devam edilecek.

Sen akıllı bir kızsın, n’olur bize yardım et, kurtar bizi. Hem boyunun kısalığına üzülmeye devam edersen Şeradam seni de yanımıza alır, benden söylemesi.

Küçük kız tam bir şey diyecekti ki, önce elindeki defterin sayfaları bir bir kapandı, ardından odadaki herkes kayboldu.

Küçük kız etrafına çok bakındı; ama kimseyi göremedi. Usulca kulübeden çıktı ve az önce yanlarından geçtiği mis kokulu papatyaları koklaya koklaya evine yol aldı.

Pembe sandalyede uyuyakalan bu güzel kızın uykusu, annesinin “Kızım yemek hazır” sözü ile bölünmüş. Küçük kız uyanır uyanmaz annesine sarılmış, ve onu doya doya öpmüş.

Sonra da hemen o an yazdığı şu şiiri okumuş:

Boyum kısa diye çok üzüldüm

Üzüldüğüm yetmedi, herkesi üzdüm

Hayat güzelliklerle doluyken

Ben hep mutsuzluk örgüsü ördüm…

Örgüyü attım elimden,

Gördüğüm rüya ile hayatım değişti aniden

Boyum kısa diye üzüldüğüm için

Özür dilerim Allah’ım senden

Neşe Doktoru

Neşe Doktoru

Neşe Doktoru


Şehrin birinde akıllı, çalışkan bir Bey varmış. Bu Bey ileri görüşlü, yenilikler yapmayı seven biriymiş. Her sabah kalktığında bugün, dünden farklı, iyi bir şey yapabilir miyim diye düşünürmüş. Yardımcılarına danışırmış, bazen de sokağa çıkar halka sorarmış. Beğendiği bir fikir olduğunda hemen uygulamaya koyarmış. Sonra bir süre kimseden uygulanabilir yeni fikirler gelmemiş. Bey’in canı çok sıkılmış bu duruma.

Hemen bir ilan yaptırmış:

“İnsanlığın iyiliği için işe yarayacak yeni bir fikir arıyorum. Değişik fikri olanlar saraya gelip söylesin. Beğenilmeyen fikirler bir altınla, beğenilen fikirler on altınla ödüllendirilecektir.”

Bey, zayıf fikirlere de ödül koymuş ki yeter ki halk kafasını çalıştırıp düşünsün. Düşüncelerini söyleme cesareti göstersin. “Benim fikrimi ne yapacaklar?” şeklinde düşünüp tembellik etmesinler diye öyle yapmış.

İlan daha yapılır yapılmaz halk doluşmuş saraya... Ne fikirler gelmiş, ne fikirler… Bey yardımcılarıyla birlikte hepsini tek tek dinlemiş. Kimini dinlerken gülmemek için kendilerini zor tutmuşlar. Kimini ise şaşkınlıktan ağızları açık bir şekilde dinlemişler. İşe yarar bazı fikirler de gelmiş bu arada. Güler yüzlü bir gencin söyledikleri Bey’e ilginç gelmiş.

Genç demiş ki:

-Bey Bey , ben her hastanede birkaç tane neşe doktoru olması gerektiğini düşünüyorum.

Bey:

-Neşe doktoru mu? diye hayretle sormuş.

Genç:

-Evet, demiş. Özellikle hasta çocuklar için. Geçen kış kardeşim hastalanmıştı. Bir süre hastane de onun yanında ben kaldım. Orada hasta çocukların bazılarının mutsuz olduklarını gördüm. Bazıları da hastanede çok sıkılıyorlardı. Ben onlara masallar anlattım, oyunlar oynattım. Onlara sürpriz şakalar hazırladım, çok eğlendiler. Benim adımı neşe doktoru koydular. Çok güzel zaman geçirdik.

Bey:

-Çocukları sevindirmek güzel olur, demiş.

Bu fikir Bey’in kafasına yatmış. Genci on altınla ödüllendirmiş ve onu neşe doktoru olarak işe almış. Çocukları seven, masallar ve oyunlar bilen başka kişileri de neşe doktoru olarak görevlendirmiş. Her hastaneye birkaç tane neşe doktoru göndermiş.

Neşe doktorları, hasta çocuklar tarafından çok sevilmiş. Bey’e teşekkür üstüne teşekkür gelmiş. Çocuklar mutlu olunca daha çabuk iyileşmişler. Bey bir gün palyaço gibi giyinmiş, başına bir şapka takmış. Sırtına da üstü rengarenk iplerle süslü, kocaman, içi dolu bir çuval almış. Çuvalın içinde oyuncaktan tutun da defter ve kaleme kadar her şey varmış. Bey bir hastaneye gitmiş, doktorlara durumu anlatmış. Çocukların olduğu kata çıkmış. Onu o kıyafetler içinde kimse tanımamış.

Sırtında çuvalla odaya girince bütün çocuklar şaşırmışlar.

Çocuklardan biri:

-Sen de kimsin? diye sormuş.

Bey:

-Ben neşe doktoruyum, demiş.

Çocuklar gülüşmüşler, daha önce gelen neşe doktoruyla çok eğlenmişler. Çocuklardan en büyüğü:

-Hadi o zaman önce bize bir şaka yap, demiş.

Bey:

-Ben bu şehrin yöneticisiyim, demiş.

Çocuklar çok gülmüşler bu söze. Odada ki en büyük çocuk:

-İyi şakaydı. Şehrin valisi de duysa gülerdi, demiş.

Çocuklar ondan masal anlatmasını istemişler. Bey onlara masal anlatmış. Sonra hediyeleri dağıtmış. Daha sonra da birlikte oyunlar oynamışlar. Mutlu bir akşam geçirmişler. Bey oradan ayrılırken çocuklar:

-Yarın yine gel . neşe doktoru, demişler.

Bey düşünmüş taşınmış onlara iyi bir teklif sunmuş.

-Ben tekrar gelemem ama içinizden birini yarınki neşe doktoru olarak seçeyim. O da yarına kadar hazırlansın. Yeni masallar, fıkralar öğrensin. Güldürücü tatlı şakalar hazırlasın.

-Tamam, demiş çocuklar.

Bey içlerinden birini seçmiş.

-Yarın ki neşe doktoru sensin, demiş.

Çocuk:

-Tamam yaparım,” demiş. “Ben masal da biliyorum, değişik oyunlar da biliyorum. Onları oynatırım.

Bey:

-Sonra kura çekin ve her akşam biriniz neşe doktoru olun, demiş.

Zayıf, ufak tefek bir çocuk,

-Ben yapamam, demiş.

Bey:

-Yaparsın, demiş. Ben her çocuğun içinde bir neşe doktoru olduğuna inanıyorum. Onu mutlaka ortaya çıkarmalısınız. Hayata gülümseyerek bakarsanız, çabuk iyileşirsiniz. Siz içinizdeki neşe doktorunu ortaya çıkarın ki sizi tedavi eden doktorların da işi kolaylaşsın. Onlar hastalıklarınızı tedavi ederken neşe doktorunuz da üzüntülerinizi tedavi etsin.

-Tamam, demiş çocuklar.

O günden sonra her akşam bir çocuk neşe doktoru olmuş. Hem kendi eğlenmiş, hem . de diğer çocukları eğlendirmiş. Zaten en büyük mutluluk da başkalarıyla paylaşılan mutlulukmuş.

Gökten üç elma düşmüş. Üç kişinin kafası yarılmış. O günden sonra gökte elma gören çocuklar kaçışmışlar. Şaka şaka...

Gökten sadece üç karpuz düşmüş...

Kibritçi Kız

Kibritçi Kız

Kibritçi Kız


Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

kibritçi kızın masalı ile ilgili görsel sonucu 

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.

Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.

Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.

kibritçi kızın masalı ile ilgili görsel sonucu

Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.

Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

kibritçi kızın masalı ile ilgili görsel sonucu

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi...Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

kibritçi kızın masalı ile ilgili görsel sonucu

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi...Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

Yazan:Hans C. Andersen,
Andersen Masalları, Remzi Kitabevi

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)