bilgievlerim: seçme masallar
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


seçme masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seçme masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2018 Çarşamba

Altın Saçlı Kız


Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.
Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.
Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.
Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.
Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:
“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.

……….”
Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.
O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.
Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.
İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.
Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”
Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”
Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.
Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.
Naz Ferniba


28 Ekim 2016 Cuma

Bülbül İle Hükümdar



Bülbül İle Hükümdar


Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbülmüş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş.

Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp; "Bu ne demek oluyor şimdi?" demiş, "Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?"

Vezir cevap veremmiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp; "Söyle bakalım" demiş, "saraydan bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok? Bahçıvan; "Bağışlayın efendim!" Vezir: "Çabuk onu bulun bana!" diye bağırmış.

Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbül bulamamış.

Vezir çare olarak, hükümdara "Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek" demiş.

Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve "Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım" demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip; "Aradığınızı burada bulamazsın!" demiş "ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm."

Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar.

Bülbülün yaşadığı yere gelince; "Küçük bülbül!" diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, "Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak" demiş.

Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler.

Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şakıya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle "dile benden ne dilersen!" demiş. Bülbül "en güzel hediye, sizi mutlu görmek" diye cevaplamış onu.

Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış orada bir.

Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.

Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozul vermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.

Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.

Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş.

Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.

Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.

Koşucu Penguen

koşucu penguen hikayesi ile ilgili görsel sonucu

Koşucu Penguen


Güney Kutbu’nda koşuya çok meraklı bir penguen yaşardı. Bu penguen devamlı olarak antrenman yapar, yarışmalara hazırlanırdı ve hep ön sırada yarışmayı bitirmeyi hayal ederdi, fakat ya sonuncu ya da sondan bir önceki olarak yarışı tamamlardı. En büyük başarısı ise, beş penguenin katıldığı bir yarışta üçüncü olmaktı. Bu duruma canı sıkılan koşucu penguen bir gün doğup büyüdüğü yerleri terk etti ve yüzerek Arjantin’e gitti. Koşucu penguen burada bir maymunla arkadaş oldu. Bir gün maymuna:

“ Şu yüz metre ilerdeki ağaca kadar yarışsak, beni geçebilir misin? “ diye sordu. Maymun gülümsedi: “ Belli olmaz. Yarışalım da görelim bakalım kim önce ağacın yanına varacak. “ Biraz sonra yarış başladı. Son metrelere kadar koşucu penguen yarışı bir adım önde götürdü, fakat aniden hızını azaltıp, maymunun yarışı kazanmasını sağladı. Bunda koşucu penguenin, yarışı kazandım gibi ama ya maymunun geçildi diye canı sıkılır da bir daha benimle yarışmazsa, diye düşünmesi etkili oldu. Sonraki günlerde koşucu penguen ile maymun arkadaşlıklarını sürdürdüler. Ara sıra yaptıkları yarışlarda bazen koşucu penguen, bazen de maymun birinci oldu. Günlerden bir gün iki kafadar tam yarışa başlarken, otların arasında bir hışırtı duydular. Hemen doğrulup sesin geldiği tarafa döndüler ve bir kaplumbağanın kendilerine doğru geldiğini gördüler.

koşucu penguen hikayesi ile ilgili görsel sonucu

Koşucu penguen: “ Merhaba arkadaş, biz karşıdaki ağaca kadar yarışacağız. Bu yarışa sen de katılmak ister misin? “ diye sordu.

Kaplumbağa: “ Ben ikinizi de geçerim “ dedikten sonra, koşucu penguenin ilk, maymunun ikinci sırada tamamladığı yarışta onlardan çok çok sonra yarışı tamamladı. Üçü daha sonraki günlerde defalarca yarıştı, kaplumbağa her yarıştan önce iddialı konuştu fakat hep sonuncu oldu. Bir gün kaplumbağa kaplumbağalar arası koşu yarışmasına katılacağını ve birinci olacağını söyledikten sonra: “ Kesin birinci benim. Bak görürsünüz, ben yarışı en ön sırada tamamlarım. Onlar benle boy ölçüşemez. Zafer benimdir “ dedi. Kaplumbağa yarışı baştan sona önde götürüp birinci oldu.

Maymun da maymunlar arası koşu yarışmasına katıldı ve dördüncü oldu. Maymun yarışma öncesi hep birinci olamayacağını söyledi. Koşucu penguen çok uğraştı birinci olacağına inandırmak için. Aralarındaki tartışmalar neredeyse kavgaya dönüşecekti ki, koşucu penguen fazla ileri gitmedi: “ Sen birinci olacağım demedikten sonra, kendini buna inandırmadıktan sonra zaten birinci olamazsın. Kazanmak için, kazanacağım demek gerekir. Bu kibirlilik demek değildir, büyük düşünmek demektir. Büyük düşünmeden büyük işler başarılamaz. Kazanacağım, birinci olacağım de, birinci ol “ diyerek çok ısrar etti fakat dinletemedi.

Burada maymunu fazla suçlamamak gerekir. Maymun yakın çevresinden büyük düşünmenin ve büyük konuşmanın yanlış olduğunu pek çok defa dinlemişti. Bu ortaçağ kalığı zihniyeti onun kafasından söküp atmak zordu. Koşucu penguen bu durumun farkına vardığı için, yarışmadan sonraki günlerde aynı konuyu maymunla tekrar tekrar konuşmak ihtiyacını hissetti. Maymunun şampiyon olacağına inancı sonsuzdu. Aradan zaman geçti ve öyle bir an geldi ki, maymun birinciliklere abone oldu.

Bir süre sonra koşucu penguen, Güney Kutbu’na geri dönmeye karar verdi. Tanıdıklarıyla vedalaştığının ertesi günü sahile indiğinde on binlerce orman hayvanının göz alabildiğince okyanusun önünde sıralandığını gördü. Az sonra giderek genişleyen birçok dairenin ortasında kalan koşucu penguen, on binlerin “ Arjantin senin vatanın, gitme burada kal “ şarkısını söylemeye başlamasıyla duygulandı ve gözleri doldu. Bu kadar çok sevildiği Arjantin’de kalmayı düşündü. Şarkı bitince koşucu penguen gür sesiyle: “ Arjantin benim vatanım, gitmiyorum, burada kalıyorum “ diye bağırdı.

Yazan: Serdar Yıldırım

Çiğ Yumurtalar

Çiğ Yumurtalar masalı ile ilgili görsel sonucu

Çiğ Yumurtalar 



Hep eli yüreğinde, o günün gelip çatmasından korkardı anam.

Biri ablasının, öteki kaynının oğlu olunca baş eğmek, susmak ve ağlamak kalıyordu ona.

İlk karşılaştıklarında, vuruşturulan çiğ yumurtalar gibi en az birinin kırılıp yere saçılacağını, ötekinin de iflah olmayıp hapis damlarında çürüyeceğini söylerdi.

Uykudan uyanır uyanmaz, amcamların mayıs kokan sıcacık ahırında alırdım soluğu. Salman Ağam, babamdan bile çok severdi beni. Ahırına girdiğimde, karanlığa alışana değin hiçbir şey göremez, bir yere çarpmamak için kollarımı uzatır onu beklerdim. O, karanlıkta da görürdü. Kör gibi ayakta dikilirken, kendimi birden kucağında bulurdum. Aylarca görmediği yavrusuna kavuşmuş gibi sarılır, sıka sıka canımı çıkarırdı. Geniş omuzları, kalın kolları, kütük gibi sağlam sıcak gövdesiyle Salman Ağam, anlatmakla bitiremediği masal kahramanlarının en güçlüsüydü. Onunla ilgili aklımın almadığı durumlar vardı. Sorup öğrenmek isterdim ama oyuna öyle dalardık ki hep unuturdum.

Neden hep ahırda hayvanlarla birlikte yaşıyordu? Yaşıtları, kış boyunca sabahtan akşama dam üstlerinde, aşık, ceviz, yumurta, el sende, saklambaç oyunları oynarken o bir çeşit hapis hayatındaydı. Hüzünlü ve acı içinde kıvrandığını görüyordum.

Yarı karanlık ahırda, inek, öküz, manda demez hepsinin üstüne oturtur geri çekilir, korkumla alay ederdi. Ona göre, erkek adam ne düşer ne ağlar ne de korkardı.

Boynuzlu ve boynuyla yük taşıyan hayvanlar, sırtlarında bir yabancıya hiç mi hiç katlanamazlardı. Huysuzlanır, arkalarını bir o yana bir bu yana çevirirlerdi. O halleri, ağlamakla gülmek arasında gidip gelmeme neden olurdu. En çok kır eşeğin üstünde rahat ederdim. Salman Ağam, üstüne beni oturtmak için eşeğe yaklaşınca hayvanın dişil kıpırdanışını, ağzını garip biçimde açıp açıp kapatmasını, aralarında bir çeşit iletişim gibi algılardım. Onun aylarca, hatta yıllarca süren ahır hapisliğine katlanmasının sırrı bu ilişkilerde saklıydı belki de.

Çok sıkıldığı zamanlarda, ahırdaki kucak kavuşmaz, hayvanların sürtünmesiyle parlamış, cilalı gibi duran ardıç direklere yumruklar indirir,

“Aaah Leyla Gelin ah, yaktın beni yaktın!” diye inlediğini görürdüm. Sevdiği kadını, buluttan sıyrılıp çıktığında her yanı aydınlatan sonra yeniden bulutların ardına gizlenen dolunaya benzetirdi.

“Adamım ölmüşüm, bitmişim ben, küçüksün duaların kabul olur, dua et de Allah canımı alıp kurtarsın bu çileden! Ahdimi alsam, şöyle bir sarılıp yatsam, ömrüme yanmayacağım,” der sevdiğine sarılır gibi yeniden bağrına basardı beni.

Sonra unutulurdum birden. Gözlerini ahırın küçük ışık deliğine diker, karşısında, yoluna ölümü göze aldığı sevdiği varmış gibi konuşmaya başlardı.

“Madem bağırıp alemi ayağa kaldıracaktın, Erikli’den su alırken neden gözlerimin içine bakıp da güldün, bu gece seni bekliyorum der gibi başını salladın!?”

Sevdiği de ona, “İki gözüm önüme aksın, gençliğime doymayım öyle bir şey yaptıysam,” demiş gibi:

“Boşuna yemin etme Leyla’m, yaptın, yaptın!” diye sürerdi konuşma.

Söylediklerinden, Leyla adında bir geline fena halde yanık olduğundan başka bir şey çıkaramazdım. Durumunun iç açıcı olmadığını hissetmem gözlerimin dolmasına neden olurdu. Doluktuğumu fark edince yeniden bağrına basar, “Senden başka kimsem yok adamım, Allah bile beni unuttu,” diye herkese sitem ederdi.

O’nu yitirdikten sonra dilim tutulmuş, uzun süre konuşamamış, herkesi korkutmuştum.

Belki bir yıl sonra, konuşmayı yeni söker gibi babama:

“Salman Ağam neden öldürüldü baba?” dediğimde, dilimin çözüldüğünü görerek çok sevinmişti. Sorumun ağırlığı karşısında sevincinin gölgelendiğini görünce, işini kolaylaştırmak için kucağına oturup gözlerinin, dolukan gözlerinin içine bakmıştım. Saçlarımı okşayıp, yanaklarımdan öperek başlamıştı konuşmaya. Sesindeki hüzün içimi, anlattıklarından daha beter acıtmıştı.

“Ha babam ha, sen de mi unutamadın Salman Ağanı? Ahırda saklandığı iki yıl boyunca ve ölümünden sonra çektiklerimizi anlatmak öylesine zor ki,” demişti.

“Yıllardır iki ateş arasında yaşadık. Aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık! Bir taraf benim, öteki taraf ananın kardeşinin oğlu. Birine selam versek diğeri düşman kesiliyordu bize.

Çiğ Yumurtalar masalı ile ilgili görsel sonucu

Rahmetli Salman Ağan, o güne değin köyümüzde hiç görülmemiş, duyulmamış bir aykırılık, yolsuzluk yaptı yavrum. ‘Eline, beline, diline sahip ol’ diyen töremizi çiğnedi. Hem de köyün en kalabalık en yavuz ailesine karşı yaptı bunu. Nefsine uyup; kocası askere gitmiş bir gelininin ırzına tamah etti. Kim olsa böyle bir hakareti karşılıksız bırakmazdı. Keşke başını alıp köyden gitmesine önayak olsaydık. Ama bilemedik. Yıllardır benzeri bir olay köyümüzde yaşanmamıştı ki!”

Gözlerinin içi ağlıyordu babamın.

“Olacak işte” dedi, “iki yıl boyunca düşmanlarıyla karşılaşmamak için ahıra kapandı da... O gün çobanımız hastalanmış, davarı yaylağa çıkaramamış. Herkesin işi başından aşkın! Olacakla öleceğin önüne geçilmiyor. Bir geceliğine davarın başına Salman Ağanı göndermiş amcan. Arada bir, davara mala yardım etmek için ahırdan çıktığı oluyordu. Sabah, sürüyle köye dönerken Teyze’nin Hasan’la karşılaşıyorlar Erikli Pınarın önünde…”

Gerisini benden daha iyi kim bilebilirdi ki?

*

İnsanıyla, hayvanıyla köyün yarısından çoğunun sulandığı Erikli Pınar’da bir tenhalık vardı o gün. Önünde uzunca bir oluk, üst açık geniş avlusunda çimek taşları ve yunak kazanlarını oturtmak için sayısı değişen ocaklar bulunurdu avluda. Birkaç ailenin birden temizliğe giriştiği, kız-oğlan çıplak çocukların ve annelerin bağırtılarının ayyuka çıktığı günler, bayram yerine dönerdi Erikli Pınar.

Ağlamayım, gevezelik edip kafasını şişirmeyim diye anamın ağzıma tıkadığı kenger sakızı, keskin dişlerim arasında ezip yumuşatmaya çalışıyordum. Bir yandan başımdan aşağı döktüğü kaynar suyla haşlanırken, bir yandan ufalanıyordum anamın avuçları arasında.

Çimdirirken konuşmadan duramazdı anam.

“Kolunu kaldır, belini bükme! Daha çimdireli on beş gün olmadı, çamurda ağnamış balak gibi olmuşsun, nedir senin elinden çektiğim!”

Önce kulaklarımızı tırmalayan bir çığlık sesi duymuştuk… Sabuna kapattığım göz kapaklarım kendiliğinden açılıvermişti. Anamın gözlerinin dışarı pörtlediğini, taş kesildiğini görmüştüm. Elindeki su dolu bakır tası fırlatıp atmıştı. Pınarın duvarına çarpan tasın sesi, bağırtısına karışarak yankılanmıştı.

Gözlerim acıyordu. Ağlıyordum. Anam sele kapılmış gibi yok oluvermişti bir anda.

Çıplak ve yalnızdım.

Ardınca koşmak geldi aklıma. Pınarın önünde kirli suların yayılarak aktığı, akmaktan çok dinlendiği dereyi, ayağıma batan taşlara aldırmadan geçtim. Dereye doğru, söğütlerin gölgesine koşuşan koyun sürüsü sarmıştı her yanımı. Koyunlar, sert tırnaklarıyla çıplak ayaklarıma basıyor canım acıtıyorlardı. Aralarından sıyrılıp çıkmam olanaksızdı. Biraz ötede ne zaman biriktiğini anlayamadığım bir kalabalık vardı. Bağırtılar, çağırtılar, koyun melemelerine karışıyordu. Teyzemin oğlu Hasan Ağamın, söğütlerin arasından arkasına bakarak, düşe kalka evlerine doğru kaçtığını gördüm. Sürü, ıslak gövdemi çıkardığı tozla sıvayarak, gölgeliğe ulaşmak için kısa sürede uzaklaşmıştı yanımdan. Yine tek başıma yine çırıl çıplak ortadaydım. Kalabalık yarıldı, iri bir adam, sırtında kafasından kanlar saçılan başka bir adamı taşıyordu köye doğru. Yüzünü kan örtmüştü adamın.

Kimdi bu adam?...

Anamı hiç böyle görmemiştim, bir yandan çırpınıyor bir yandan ağlayıp bağırıyordu.

“Kader gözün kör olsun, kör olsun kader!”

O telaşı içinde yine de beni gördü. Bir anda kendimi kucağında buldum anamın. Göğsü nasıl da inip kalkıyordu. Büyük bir kargaşa vardı çevremizde. Pınarın önünde, bir kovuğa tıkılmış giysilerimi aceleyle giydirdi. Yine kucaktaydım. Eve doğru koşuyorduk.

Yüksekçe bir duvar ayırıyordu amcamlarla bizim evi. Sönmüş arı kovanına benzeyen bizim evin sessizliğine karşın amcamlara girip çıkanın sayısı belirsizdi. Anam yandaki kıyameti görmüyormuş gibi doğru evimize daldı. Sedirin üstüne fırlatıldım.

“Kapıdan dışarı çıkarsan öldürürüm seni! Ben gelene değin yerinden kıpırdamayacaksın,” diyerek, gözyaşları içinde fırlayıp gitti.

Anamın sözünü tutup koyduğu yerde bir süre kıpırdamadan oturmuştum.

Kimsenin umurunda olmadığımı anlayınca dışarı çıktım. Amcamlarda çok kötü, çok büyük şeyler olduğunu hissediyordum. Koşuşan, ağlayan, sızlayan, kanayan insanlar arasından Salman Ağamı bulmak umuduyla ahıra doğru yürüdüm. Kocaman, şapkalı adamların başına biriktiği biri yatıyordu sekide. Çevreye saçılmış kan lekelerini görünce, her yerle birlikte ben de dönmeye başlamıştım. Düşmemek için, yanımdaki direğe yapıştım. Kimsenin beni görmediği gibi kendim de bilmiyorum ne yaptığımı. İyice sokuldum kanayan adamın yakınına.

“Salman’ım yavrum, yiğidim, gözümün kökü!” diye hırıltılı, tükenmiş sesiyle iki yana sallanarak ağlayan Salman Ağamın anasını gördüm. Yığılıp kalmıştı, kanlar içinde yatan oğlunun ayak ucuna. Korkudan ağlayamıyordum. Şapkalı adamlar Salman Ağamın ellerini tutmaya çalışıyorlardı. Her koluna iki kişi yapışmıştı. Bıraksalar, kafasındaki yarıktan tutup ikiye bölecekti kendi başını. Fışkıran kan, adamların ellerini kollarını kırmızıya boyamıştı. Kıpırdamasın diye iki kişi de bacaklarının üstünde oturuyordu. Ayaklarında renkli, işlemeli çorapları vardı. Kan bulaşmamıştı çoraplarına.

Başındakiler hastaneden, doktordan, taşımak için ihtiyaçları olan bir at arabasının bile köylerinde bulunmamasının utancından söz ediyorlardı. Kağnıyla iki saatten fazla sürermiş, hastanın dayanması mümkün değilmiş o yola.

Damın üstünde devam eden kavgada yaralananları getiriyorlardı arada. Salman ağamın iki abisi de baygın indirildi damdan.

“Atlı araba geliyor! Yaylı geliyor!” diye bağıran çocuklar avluya girdiğinde Salman Ağamın eli kolu yanına çoktan düşmüştü. Gırtlağından çıkan hırıltı, kadınların gülüyorlar mı ağlıyorlar mı ayıramadığım korkunç sesini bastırıyordu. Babamı ilk kez gördüm. Hiç kimseyi görecek durumda değildi. Yaylıyı, olayı duyar duymaz kente koşmayı akıl eden babam getirmişti.

Götürdüler… Nedense onun artık acı duymadığını düşünüyordum. Dam üstündeki kavga da sönmüş gibiydi. Adamlar hep birlikte, atlı arabanın arkasından yürüyüp uzaklaştılar.

Son görüşüm oldu Salman Ağamı

Gök Bilimine Meraklı Padişah

gökbilimine meraklı padişah ile ilgili görsel sonucu

Gök Bilimine Meraklı Padişah

Bundan yıllarca önce gökbilimine son derece meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış.Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış.

Günlerden bir gün Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendi’nin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır: “Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri, durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun” diye emretmiş.

Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları çok olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahı’ndan izin almış yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendi’nin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş.

gökbilimine meraklı padişah ile ilgili görsel sonucu

Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş.

Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Elerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah gaflet uykusundan uyanamamış. Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş. Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendi’nin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi... olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş.

Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ile iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş koyu sohbetbaşlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş dolaşmış yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış.

Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını birer birer anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş.

gökbilimine meraklı padişah ile ilgili görsel sonucu

Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi:

“İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir. Zaten zar zor geçinen halktan aldığı vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş...” demiş.

Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adam da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş.

Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş: “Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek?” demiş.

Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette:

“Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre... Bu devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmelidir. Zamana ihtiyaç vardır” demiş.

Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Tüccar kılığındaki padişah durgunlaşmış. “Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?”

gökbilimine meraklı padişah ile ilgili görsel sonucu

“Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahı’na gönderilirmiş.”

Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü , Acem Şahı’na gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendi’nin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş.

Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah sadece “halkının mutluluğu” için çalışmış.

Serdar Yıldırım

26 Ekim 2016 Çarşamba

YUFKA YÜREKLİ ÖRÜMCEK

yufka yürekli örümcek ile ilgili görsel sonucu

Terkedilmiş, boş bir evin çatı katındaki tek odada bir örümcek ailesi yaşıyordu. Bu örümcek ailesi, anne örümcek ile üç yavrusundan ibaretti. Anne örümcek ağını camı tamamen kırık pencerenin arkasında bulunan iki dolabın arasına germişti. Gündüzleri güneş ışınları sayesinde dolapların arasındaki gerili ağ dışarıdan belli olmazdı. Pencereden hızla uçarak giren sinekler, kelebekler, arılar…daha ne olduğunu anlayamadan bu örümcek ağına yapışır kalırlardı. Bir anki şaşkınlıktan sonra çırpınmaya, feryat etmeye başlayan kanatlı küçük yaratıklar haliyle ağın şiddetli şekilde titreşimine sebep olurlardı. Dolaplardan birinin açık kalmış çekmecesinin içinde yavrularıyla birlikte oturmakta olan anne örümcek, titreşimleri hemen fark ederdi. Hiç vakit kaybetmeden çekmeceden çıkar, avını görürdü: “ Hım…Bir sinek. Biraz irice de. Yavrularıma biraz sonra güzel bir ziyafet çekebileceğim “ diye söylenir ve avını yakalamak için harekete geçerdi. Kendisinden belki on - on beş defa büyük olan anne örümceğin üzerine doğru gelmekte olduğunu gören sinek, yakalandığı bu korkunç tuzaktan kurtulmak için var gücüyle çabalamasına karşın başarılı olamazdı. Örümcek ağının bileşiminde çok kuvvetli yapıştırıcı özellik bulunurdu ve sinek gücünün sınırlarını sonuna kadar zorlasa bile bu onun kurtulmasına yeterli olamazdı. Anne örümcek sineğin kendisine zararı dokunmayacağını bildiği için, ağzından çıkardığı ifrazat sayesinde sineğin kanatlarını, ayaklarını bağlayıp, sarıp sarmaladıktan sonra uzun iki ön dişi ile avını ısırıp zehirleyip öldürürdü. Daha sonra cansız sineği sırtlayıp yavrularının yanına götüren anne örümcek bununla hem kendi beslenir, hem de yavrularını beslerdi.

Böylece aradan haftalar geçti. Geçen zamanla birlikte yemek sorunu daha fazla hissedilir oldu. Artık yakalanan avlar yetmemeye başlamıştı. Yavru örümcekler doymadan sofradan kalkıyorlardı. Anne örümcek, bu soruna bir çözüm yolu bulmak için, ne kadar kafa yorduysa da işin içinden çıkamadı. Bir gece yarısı yavrular uyumuşlar, anne örümcek de uyumak üzereydi ki, çekmecenin içine kadar uzanan ağ sallanmaya başladı. Anne örümcek birden irkildi. Bu münasebetsiz de kimdi böyle? Gecenin bir vakti, şu zifiri karanlıkta başka işi yok muydu da gezmeye çıkmıştı. Gel bir de ağa takıl sonra uğraş kurtulmak için. Bilirler kurtulmanın olanaksız olduğunu yine de çırpınmadan duramazlardı. Can korkusu harekete geçiriyordu bunları. “ Ne zamandır geceleri av yakalanmıyordu ağıma, diye düşündü anne örümcek. Gidip göreyim bakalım, kimmiş bu uykusuz geceler geçiren kanatlı küçük yaratık. “

Anne örümcek bir koşuda dolabın üstüne çıktı, aşağıya baktı. Ağın ortasında bir küçük ışık ileri – geri, sağa – sola sallanıyor, fakat oradan ayrılamıyordu. Anne örümcek bunun bir canlı olduğunu düşündü. Evet, bu bir ateşböceği olmalıydı. Geceleri ateş gibi yanan, ışıyan, kanatlı ve adına ateşböceği denen bir böceğin varlığına dair söylentiler işitmişti işitmesine de şimdiye kadar hiç görmemişti. Örümceklere zararı dokunmaz diye anlatmışlardı ya yine de ne olur, ne olmazdı. Hayatta fazla meraklı olmak bazen üzücü ve hesapta olmayan sonuçlar doğurabilirdi. Adı üstünde ateşböceği yani ateş saçan böcek. Yanına giderse belki üstüne ateş atardı bu böcek, yakardı belki. En iyisi gidip uyumaktı. Sabah olunca gider yakından bakardı nasıl olsa kimin nesidir, kimin fesidir diye. Anne örümcek dolabın çekmecesine girdi. Dışarıdaki ağ ile çekmecenin içindeki ağın irtibatını sağlayan ince bağları birbirinden ayırdı. Ateşböceğinin çırpınmaları kendisini ve yavrularını rahatsız etmeyecekti.

Sabah olunca anne örümcek uyandı, ortalık aydınlanmıştı. Yavruları hala uyuyordu. Ateşböceği aklına geldi. Çekmeceden dışarı süzülüp, dolabın üstüne çıktı. Aşağı baktığında gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamadı. Ağın ortasında bir böcek, onun etrafında iki sinek, bir sivrisinek ve bir de arı. Ortadaki böcek ateşböceği olmalıydı. Sessizce duruyordu, ışık falan da saçmıyordu. İşte, bu çok iyiydi. Ondan bir zarar gelmezdi. İki sinekle bir sivrisineği yavrularına yakalattırmalıydı. Onlar da bu işin inceliklerini öğrenmeliydi. Ağın alt tarafında bir arı…ama ne arı…kocaman bir şey, üstelik iğnesi var. Durumun kötü tarafı tek kanadı ağa yapışmıştı, öteki kanadı serbestti, ayakları serbestti. Kanadını hızla çırptıkça, kurtulmak için çabaladıkça ağın zangır zangır sallanmasına neden oluyordu. Onu yakalamanın çok zor olacağını düşündü, anne örümcek. O olmasaydı olurdu ama böyle semiz bir avı kaçırmak istemezdi.

Anne örümcek gidip yavrularını uyandırdı. Gördüklerini anlatıp bir plan dâhilinde yapacaklarını açıkladı. Yavrularından ikisi istekli olurken, birisi, “ Anne, bu sabah başım çok ağrıyor, ben gelmesem olmaz mı? “ dedi. Anne örümcek buna itiraz etmedi. Anne örümcek ile iki yavrusu ağın üzerinde görünür görünmez ağa yapışıp kalmış, kurtulmak için çabalayan kanatlı küçük yaratıklar gayretlerini üç-dört katına çıkardılar. Önce anne örümcek ağ ipleriyle ateşböceğini sıkıca bağladıktan sonra götürüp çekmecenin bir köşesine bıraktı. Tekrar ağın üstüne geldi. Yavrularına, “ Sağdaki sinek senin, soldaki de senin. Haydi bakalım, marş marş ! “ diye emir verdi. İki yavru, annelerinin verdiği komutla birlikte avlarının üstüne atıldılar. Kısa süren bir boğuşmadan sonra, onları ağ ipleriyle sıkıca bağladılar. Uzun iki ön dişleri ile ısırıp zehirleyip öldürdükten sonra avlarını çekmeceye bıraktılar ve geri döndüler. Anne örümcek avcılık görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getiren yavrularını kutladı. Hemen sonra anne örümcek sivrisineğin üstüne yürüdü. Anne örümceğin kendisine doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gören sivrisinek, karşı koymaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bir dakika sonra onun cansız vücudu anne örümcek tarafından çekmeceye getirilip bırakıldı.

Anne örümcek tekrar ağın üzerine döndü. Şimdi bütün iş arıyı yakalamaya kalmıştı. Kesinlikle onun yanına fazla sokulmamalı ve iğnesinden mümkün olduğunca uzak durmalıydı. Yavrularına bir kenarda beklemelerini ve bu mücadeleye karışmamalarını söyledi. Ağır ve temkinli adımlarla arıya doğru yaklaşmaya başladı. Arı ise, örümcekleri ağın üzerinde gördüğü andan itibaren kurtulma çabalarını yavaşlatmış, kuvvetini toplamaya çalışmıştı. Postunu pahalıya satmaya kararlıydı. Tek kanadını devamlı çırpması, ayaklarının ağa yapışmasını önlüyordu. Anne örümcek aradaki mesafeyi yeterli bulunca ağzıyla arının üstüne ağ ipi fırlatmaya başladı. Arı, çevikliği sayesinde bunları kolaylıkla savuşturmayı başarıyordu. Fakat bu böyle devam edemezdi. Ağ ipleri örümcek ağı ile kendi gövdesi arasındaki boşluğu süratle dolduruyordu. Bulunduğu yerdeki taban seviyesi giderek yükseliyordu. Arı, ağ iplerini kolaylıkla savuşturmasının sebebini anladı. Hedef kendisi değildi ve örümcek bunu çok akıllıca düşünülmüş bir plan dâhilinde gerçekleştiriyordu. Baskın her zaman basanın değildi. Arı artık kurtulmanın imkânsızlaştığını düşündü. Şimdiye kadar kim bilir kaç günahsızın canını almış olan bu katil ölmeliydi. Örümceğin son olarak fırlattığı ağ ipini ayaklarıyla yakaladı ve tüm kuvvetiyle geriye doğru çekti. Gerili durumdaki ağ ipinin diğer ucu ağzından çıkmakta olan anne örümcek ayaklarının yerden kesildiğini hissetti ve arıya çarparak sırtüstü ağın üstüne düştü. Arı aynı anda anne örümceğin üstüne atıldı ve aralarında müthiş bir ölüm-kalım mücadelesi başladı. Bu sırada arının ağa yapışmış olan kanadı koptu. Serbest kalan arı bütün kuvvetiyle anne örümceğin üzerine abanmaya ve sağlam olan kanadıyla anne örümceğin kafasını geriye doğru bastırmaya başladı. Böylelikle anne örümceğin zehirli dişlerinden korunmuş oluyordu. Arı sipsivri iğnesini çıkartarak gücü gitgide tükenmekte olan anne örümceğe doğru yaklaştırmaya başladı. Anne örümcek, çaresiz, arının iğnesini batırmasını beklerken, ölümün soğuk nefesini hissetti. Bu zor durumdan kurtulmasının olanak dışı olduğunu biliyordu. Kaderine boyun eğdi ve gözlerini kapattı.

Anne örümcek birdenbire rahatladığını fark etti. Sanki üstünden büyük bir yük kalkmıştı. Ayaklarını kıpırdattı. Ayaklarını rahatça hareket ettirebilmesi, onu çok şaşırttı. Hayret, arı artık üstünde değildi, ya o zaman neredeydi? Gözlerini açtı. Kulakları uğulduyordu. Sırtüstü yattığı yerden doğrulurken, sol tarafında gördükleri karşısında hayretler içinde kalarak bir an için aklını kaçırdığını sandı. Olamazdı, hayır olamazdı. Arı, yavrularına saldırıyordu.”Dur arı, bırak yavrularımı, onlar daha küçücükler. Olmaz, bırak, elleme onları “ diye bağırmak istedi, fakat sesi çıkmıyordu. Arının üstüne atılmak istedi. Boşuna, her şey boşunaydı. Daha ilk adımını atarken, yüzükoyun yere yığılıverdi. Şimdi anne örümcek yattığı yerden iki yavrusuyla arının yaptıkları müthiş mücadeleyi seyretmeye başladı. Aradan biraz zaman geçince yavrularının hiç de tehlikede olmadıklarını aksine arıyı yenebileceklerini anlayınca rahatladı. İnanamıyordu, şu ikisi onun küçücük yavruları To ile Tu muydular? Şu gördüklerini başkası anlatsaydı mümkünü yok inanmazdı, beni kandırıyorsun derdi, anlatanı yalancılıkla suçlardı. To ile Tu büyümüşler, kocaman birer örümcek olmuşlar da haberim yokmuş, dedi kendi kendine. To ile Tu’nun yüzleri nasıl korkunç bir hal almıştı, gaddarca saldırıyorlardı arının üstüne. İmkânı yok arı bunların elinden kurtulamazdı, bu vahşilerin elinden. Anne örümcek arının parça parça edilişini seyrederken, içinin ürperdiğini hissetti. Acımıştı arıya. Sanki biraz önce arının canına kastetmek isteyen kendisi değilmiş gibi. Anne örümcek gözlerini kapadı, artık bakmak istemiyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Dipsiz bir kuyuya yuvarlanıyor gibi oluyordu. Az sonra kendinden geçti, bayılmıştı.

Aradan iki ay geçti. Bu zaman zarfında, önce To, birkaç gün sonra Tu, annelerinden izin alarak kendi hayatlarını yaşamak üzere yuvadan ayrıldılar. Ayrı yerlerde ağlarını gerip yaşantılarına bir başlarına yön vereceklerdi. Anne örümceğin yanında kalan son yavrusunun adı Ta idi. Anne örümcek, Ta’nın diğer kardeşlerine benzemediğini ve örümcek nesliyle yakından uzaktan hiçbir bağlantısının olmadığını fark etmekte gecikmedi. Ta’nın sadece dış görünüşü örümceğe benziyordu. Oysa örümceği örümcek yapan acıma duygusunun yokluğuydu. Örümcek dediğin ağını uygun bir yere gerer, avını beklerdi. Artık ne denk gelirse bir sinek, bir böcek, bir kelebek…kısmetine düşen yiyeceğin olurdu. Ne yapsınlardı yani örümcekler hiç av yakalamayıp aç mı kalsalardı? Açlıktan kırılsalar mıydı? Ölseler miydi?

Anne örümcek çok üstelemesine karşın, Ta’ya ağa yapışıp kalmış hiçbir avı yakalatmayı başaramadı. Ne zaman Ta’yı görevlendirse Ta mutlaka bir bahane bulup yan çiziyordu. Ya ayakları ağrıyor, ya çok yorgun oluyor, ya da gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Sonunda şöyle bir olay bardağı taşıran son damla oldu: Bir gün ağa yapışan bir sineği yakalamasını istedi, anne örümcek. Ta, yakalamasına yakalardım ama canım yakalamak istemiyor nedense, dedi. Bunun üzerine anne örümcek, Ta’yı karşısına alıp daha önce defalarca yaptığı gibi nasihat etmeye başladı:“ Bak yavrum. Kardeşlerin aramızdan ayrılalı dört ay oldu. Onlar, istedikleri gibi hayatlarını yaşayacaklar. Seninde av yakalama işini öğrenip kendi düzenini kurma zamanın geldi. Aç yaşanmaz. Avlanıp karnını doyurmayı öğrenmelisin. Ben her zaman başında bulunamam. Sözümü dinlersen zararlı çıkmazsın. Hemen şimdi dışarı çıkıp şu sineği buraya getirmeni istiyorum. “

Ta, boynunu büktü: “ Ne yapayım, elimde değil. Doğuştan belki de bilemiyorum, içimden hiç gidip o sineği yakalayasım gelmiyor. O sineği öldüremem ben. Başkalarına zarar vermek düşüncesi anlamsız geliyor bana. Onun da canı var, yazık…Keşke bıraksaydık da uçup gitseydi. “

“ Tamam bırakalım. O zaman aç kalırız. “

“ İçerde sabahleyin yakaladıkların belki iki gün bize yeter. “

“ Sana kalsaydı onları da bırakırdın sabahleyin. Çok konuştuk, haydi dışarıya “ diyen anne örümcek, Ta’yı sürükleyerek ağın üstüne çıkardı ve sineğin yanına getirdi. “ Sana bir dakika süre. Eğer bu süre içinde şu sineği yakalamazsan çekip gideceğim ve bir daha da beni göremeyeceksin. İşte bu kadar “ diyerek son sözünü söyledi. Ta, ne yapacağını bilmez bir halde etrafına bakınırken süre dolunca anne örümcek hızlı adımlarla yuvasını ve yuvanın bulunduğu binayı terk edip gitti.

Ta, üzgün bir halde olduğu yere oturdu ve yanındaki sineğe dönerek: “ Ya durum böyle, sinek kardeş. Benim iyiliksever, hoşgörülü, cana yakın düşüncelerim en yakınlarıma bile ters geliyor. Nedense onlar beni bir türlü olduğum gibi kabullenmek istemiyorlar. Meseleye onların açısından bakarsan yerden göğe kadar haklılar. Haklı olduklarını ispat etmek için en küçük bir çaba içine girmezler. Bu böyle olacak derler. Derler demesin de o dediklerinin yanlış olabileceğini bir an için bile olsa kabul etmek istemezler. Ben de ne zaman fikrimi söylemek isteyip konuşmak istesem lafı ağzıma tıkarlar. Konuşturmazlar bile. Sanki sadece siyah ve beyaz renkler var dünyada. Mavi, sarı, yeşil, kırmızı gibi birçok renk hiç yok. Annemin benim sözlerimi, fikirlerimi önemsemeyip çekip gideceğine, biraz anlayış gösterip meseleye daha ılımlı bir ortak çözüm bulunabilirdi diyorum “ dedikten sonra sineğin bir şeyler söylemesini bekledi. Fakat sinek, Ta sözlerini bitirince bakışlarını ondan kaçırarak göz göze gelmemeye çalıştı. Belli Ta’nın anlattıkları sineğin korkusunu hafifletmeye yetmemişti. Bu durumu fark eden Ta’nın içi sızladı, kahroldu. İki damla gözyaşı göz pınarlarından çıkıp yanaklarına doğru süzüldü. Biraz sonra Ta’nın serbest bıraktığı sinek sevinç içinde kanatlarını çırparak uçup giderken, “ Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim “ diye bağırdı. Böylelikle, hiçbir örümcek avının kaçıp gitmesine göz yummaz, özdeyişi de geçerliğini kaybediyordu.

Ertesi sabah Ta erken saatlerde uyandı. Ortalık aydınlanmıştı. Çekmeceden dışarı çıkıp ağın üzerine gelmesiyle gerisin geriye dönüp çekmeceye girmesi bir oldu. Kaç tane olduğunu tam olarak anlayamamıştı ya, belki üç, belki dört tane av yakalanmıştı ağa. Ne yapacaktı şimdi? Bunlardan nasıl kurtulacaktı? Gidip konuşmaya kalksa, “ Kardeşler, sakın benden korkmayın. Sizleri kurtarmaya geliyorum. Az sonra hepiniz özgür olacaksınız. Benim isteğim dışında ağa yakalandınız. Üzüntüm sonsuz. Affedin beni, sizlerden özür diliyorum “ diyerek, kesinlikle dünkü sinek gibi bunlar da karşısında korkudan titreyeceklerdi. Başka bir çözüm yolu bulmalıydı ya, nasıl? Konu üzerinde fikir yürütmeye başladı:

“ Avların ağa gece karanlığında yakalandıkları belli. Neden yakalandılar ağa? Ateşböceğinin ışığına kanıp geldiler ve yakalandılar. Ateşböceği olmasaydı şu an ağın üzerinde büyük bir ihtimalle bir tane bile canlı bulunmayacaktı. O zaman benim başıma bu derdi saran ateşböceğidir. Ateşböceği bu derdimin nedeni olduğuna göre, benim bu dertten kurtulmam için, bana yardım etmek zorundadır. Ne yaparım ben şimdi: Dün annem giderken ateşböceği uyuyordu, onun için hiçbir şeyden haberi yok. Sessizce ateşböceğinin yanına giderim. Dün olanlardan başlayarak her şeyi olduğu gibi anlatırım. Sineği bıraktığım gibi, onları da bırakacağımı söylemesini isterim. Ateşböceğinin onlarla, onların beni görmeden önce konuşması, benim onları serbest bırakırken, onların benden korkmamasını sağlayacaktır. Hem akşam olmadan ateşböceğini de serbest bırakayım. Annem her gün aşağı iner, ormandan ateşböceğinin beslenmesi için çiçektozu toplardı. Benim burada ona ihtiyacım olmadığına göre, onu boşu boşuna beslemem de gerekmez. Zaten iki aydır ağın arkasında, küçücük bir yerde, özgürlüğü kısıtlanmış vaziyette oturup duruyor. Varsın gitsin yoluna, yaşasın hayatını. “

Her şey Ta’nın düşündüğü gibi oldu. O gün akşamüstü hava kararırken ortada ne örümcek ağı vardı, ne ateşböceği vardı, ne sinek, ne sivrisinek, ne arı, ne kelebek, ne feryatlar, ne yalvarmalar, ne can almalar…hiçbiri yoktu artık. Yarın, başka bir gün olacaktı. Yarın, geçmişine ait ateşböceğinin giderken söylediği son cümleden başka bir şey hatırlamamaya kararlıydı. Ne demişti ateşböceği ona son olarak “ Sağlıcakla kal, yufka yürekli örümcek “ İşte bu çok güzeldi. Çok hoşuna gitmişti Ta’nın.

Günler günleri kovaladı. Aradan kırk gün geçti. Ta, annesinin gitmeden önce çekmeceye bırakmış olduğu yiyeceklerle on gün idare ettikten sonra tam otuz gündür hiçbir şey yemeden bekliyordu. Neyi beklediğini kendisi de bilmiyordu. Bu bekleyiş bir ümit bekleyişi değil, umutsuz bir bekleyişti. Umutsuzluğun bir bekleyişiydi. Artık hareket kabiliyetini kaybetmişti. Çekmecede öylece yatıyordu. Bakışları durgunlaşmış, düşünceleri donuklaşmış, yattığı yerde kalakalmıştı. Gittikçe daha çoğalan uyku hali, belirlenemeyen bir belirsizlik içinde geceleri, gündüzleri ve hayatı, yaşamı siliyordu. Belli ki, sonsuz uyku denen şey yanı başındaydı.

Anne örümcek saatler sonra kendine geldi. Yavruları başında bekliyordu. Sağını, solunu yokladı. Kırık-çıkık yoktu. Sadece karnı ağrıyordu. Acıktığını anladı. Karnını doyurduktan sonra kuvveti yerine gelmeye başladı. Birden ateşböceği aklına geldi. Etrafına bakındı, onu göremedi. Yavrularına ateşböceğinin nerede olduğunu sordu. To: “ Aman anne, bırak şu gevezeyi. Saatlerce başımızın etini yedi. Çenesi hiç durmadı. Bazen yalvarıyor, ben bir garibanım, yoktur kimseye zararım, bırakın evime gideyim, diye; bazen de bağırıp çağırıyor, çabuk çözün beni, alırım hepinizi ayağımın altına, dağıtırım burayı, diyerek tehdit ettiği bile oluyor. Ben de kızdım, ağın arka tarafında rahatça hareket edebileceği kadar bir yer ördüm ağ ipleriyle ona. Şimdi orada sessizce oturuyor. Nasıl olsa ona ağın arkasında bir yer hazırlayacaktık, öyle değil mi anneciğim? “ Anne örümcek To’nun söyledikleri karşısında gülümsemekten kendini alamadı: “ Öyle yavrum, aynen ben de öyle düşünmüştüm. Ateşböceği geceleri ışık saçtığı için, o ışığa aldanıp gelen birçok kanatlı küçük yaratık tuzağa düşüp ağımıza yakalanacaktır. Böylelikle yemek sorunumuz halledilmiş olacak. “

Anne örümcek, Ta’yı tek başına bırakıp yuvasını terk ettikten sonra günlerini diğer iki yavrusu To ile Tu’nun yanında geçirip geri döndü. Kim bilir Ta şimdi ne yapıyordu? Herhalde kendi düzenini kurmuş, hayata sıkı sıkıya sarılmış olmalıydı. Hayat dediğin de neydi ki: Bir örümcek için, hayatını yaşamaktan daha kolay ne olabilirdi ki? Uygun bir yere ağını gerer, avını bekler, av ağa yakalanınca avı tutar, karnını doyururdun. İşte hayat bir örümcek için bu kadar basitti. Anne örümcek evin dış duvarını tırmanıp pencere kenarına çıktı. İçeri doğru baktı. O da ne? İki dolap arasında gerili bulunan ağ şimdi yerinde yoktu. Anne örümcek sarsıldığını hissetti. Burada neler olmuştu? Peki, Ta neredeydi? Hızlı adımlarla aşağı inerek dolaplardan birine tırmanmaya başladı. Bir taraftan da “ Ta…Nerdesin! Ta bak annen geldi. Ta…Ta…” diye bağırıyordu. Anne örümcek korkunç bir telaş içinde çekmeceden içeri girdi ve Ta’yı bir köşede boylu boyunca yatarken görünce derin üzüntülerle kahroldu. Kimselere zararı dokunmayan yavrusu akıl almaz şekilde zayıflamıştı ve hiç hareket etmiyordu. Anne örümcek bir anlık duraklamadan sonra “ Ta…Ta…” diye bağırarak Ta’nın yanına koştu ve yere diz çöktükten sonra Ta’yı kucakladı:

“ Ta yavrum, bak ben geldim. Ta annen geldi. Gözlerini aç, bir şeyler söyle, yalvarırım Ta “ diye konuşurken, bir taraftan da ağlıyordu. “ Ah Ta, ben ne büyük bir hata işledim de seni tek başına bırakıp gittim. Bilemezdim böyle olacağını, bilemezdim başkalarının canını kendi canından üstün sayacağını. Böylesi duyulmuş, görülmüş değil. Sen her zaman farklıydın, fakat ben değişirsin sandım, yanıldım. Hata ettim. Suçluyum. Bunu kabul ediyorum. Yeter ki sen gözlerini aç, bir şeyler söyle. Beni affet. “

Annesinin kucağına alması, bağırarak konuşması ve ağlaması Ta’yı biraz kendine getirdi:

“ Anne..Demek geldin..Ta, işte gördüğün gibi..anne..hem biliyor musun?..Ateşböceği giderken..bana yufka yürekli örümcek dedi..Sen gittikten beri..bilmem kaç gündür..hep düşünüyorum..Doğrusu, bu değil gibime geliyor.. ateşböceği.. yufka yürekli Ta.. deseydi.. daha iyi olurdu bence..Sen ne dersin, anne? “

Ta’nın konuşması, yaşadığını belli etmesi anne örümceğin üzüntüsünü biraz hafifletti. Sakin bir sesle:

“ Ne diyebilirim ki, Ta “ dedi. “ Bahsettiğin konu çok ince bir konu. Eğer herhangi biri diğerinden daha iyi fikirler ileri sürülüp savunulabilirse üstünlük elde eder. İkisine birden iyi fikirler ileri sürüldüğünü düşünsen bu durumda iki fikir de geçerli olur. Ta bana bunu sormaktaki maksadını anladım. Değişip değişmediğimi bilmek istiyorsun. Artık değiştim. Senin düşüncelerine önem verip istediğin her konuda seninle fikir tartışmasına girmeye hazırım. Neyse bırakalım şimdi bunları düşünmeyi. Öncelikle senin yemek yiyip kendini toparlaman lazım. Sana çok tatlı ve çok seveceğin yiyecekler getirdim. Bu kutuda hepsi. Bir daha birbirimizden hiç ayrılmayacağız. Söz veriyorum, Ta. “

Annesinin sözleri Ta’yı sevindirdi:

“ Anne, gelmekle çok iyi ettin..Bir daha hiç ayrılmayalım..Olur mu anne?..” diyerek onun boynuna sarılırken, gelecek günleri düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

SON

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)