bilgievlerim: çocuk masalları
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


çocuk masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2018 Çarşamba

Altın Kaz


Evvel zaman içinde bir adamın üç oğlu vardı. En küçük oğlunun adı Şapşalcık'tı. Bu yüzden her fırsatta alaya alınır, küçümsenir, hor görülürdü.
Günlerden bir gün en büyük oğul ormana, odun kesmeye gidecekti. Yola çıkmadan önce annesi ona azık olarak güzel, kocaman bir pişiyle bir şişe şarap verdi. Delikanlı ormana vardığında ufacık tefecik, kır saçlı bir ihtiyar adamla karşılaştı. İhtiyar, "Bana bir lokma pişiyle bir yudum şarap verir misin?" dedi. "Çok acıktım, çok susadım."
Delikanlı, "Sana pişimle şarabımdan verirsem bana hiçbir şey kalmaz," dedi. "Bas git buradan." Sonra ihtiyarı orada bırakarak yoluna devam etti. Derken bir ağacı kesmeye başladı. Ama ancak birkaç kez vurduğu baltası elinden kayarak koluna saplandı. Kolu öyle kötü kesilmişti ki, çocuk eve dönüp yarasını sardırmak zorunda kaldı. Besbelli bu yara o küçük, ihtiyar adamın marifetiydi.
Bundan sonra ortanca oğul ormana gitti. Annesi ona da bir pişiyle bir şişe şarap verdi. Aynı minik ihtiyar adam ortanca oğulun karşısına da çıkarak bir lokma pişiyle bir yudum şarap istedi. Ortanca oğul da, "Sana verirsem bana ne kalır?" diyerek ihtiyarın isteğini geri çevirdi, yoluna devam etti. Layığını da çok geçmeden buldu: Baltasıyla ağaca anca iki kez vurmuştu ki, kendi bacağını yaralayarak eve dönmek zorunda kaldı.
O zaman Şapşalcık ormana gidip odun kesmek için babasından izin istediyse de babası, "Olmaz," dedi. "Ağabeylerin odun keserken yaralanmışlar; sen de bir yerlerini kesersin çünkü bu işlere aklın ermiyor." Ama Şapşalcık öyle yalvarıp yakardı ki sonunda babası, "Pekâlâ, git bakalım," demek zorunda kaldı. "Başına geleceklerden belki ders alır, dikkatli olmayı öğrenirsin."
Annesi Şapşalcık'a külde pişmiş bir çörekle bir şişe ekşi bira verdi. Şapşalcık ormana girdiğinde karşısına gene o ufacık tefecik, kır saçlı ihtiyar çıkarak, "Bana bir lokma çörekle bir yudum içecek ver," dedi. "Çok acıktım, çok susadım."
Şapşalcık, "Külde pişmiş bir çöreğimle bir şişe ekşi biram var," dedi. "Hoşuna giderse otur, karnımızı birlikte doyuralım."
Oturdukları zaman Şapşalcık bir de ne görsün? Çöreği kocaman, puf bir pişiye, ekşi birası da nefis bir şaraba dönüşmemiş mi? Yiyip içtiler, sonra kır saçlı ihtiyar, "İyi yürekli olduğun; elindekini, avucundakini seve seve paylaştığın için ben de sana uğur getireceğim. Bak şurada ihtiyar bir ağaç var. Git kes, köklerinin arasında bir şey bulacaksın," diyerek oradan ayrıldı.
Şapşalcık hemen gidip ağacı kesti. Ağaç yere devrilince köklerinin arasında tüyleri katıksız altından bir kaz ortaya çıktı. Şapşalcık kazı alarak gecelemeyi tasarladığı hana götürdü.
Hancının üç kızı vardı. Kazı görür görmez akılları bu güzel hayvanda kaldı; hiç değilse ondan bir tüy koparmak istediler. En büyük kız tüy koparmak için fırsat kollamaya başladı.
Tam Şapşalcık'ın dışarı çıktığı sırada kız uzanıp kazın kanadını tuttu ama başparmağıyla işaretparmağı kanada yapışıp kaldı; kız, parmaklarını bir türlü kurtaramadı. Az sonra ortanca kız da tüy koparmak için geldi ama ablasına dokunur dokunmaz yapışıp kaldı. Çok geçmeden en küçük kız da aynı niyetle içeri girdi. Ablaları, "Yaklaşma! Tanrı aşkına geri durT" diye bağırdılarsa da kız onları dinlemedi. "Kendileri gelmişler, ben neden gelmeyecekmişim?" diye düşünerek ileri atıldı. Ne var ki, eli ablasına değer değmez yapıştı. Böylece üç kız kardeş geceyi kazın yanında geçirmek zorunda kaldılar.
Ertesi sabah Şapşalcık, hancının kızlarına aldırmadan kazı kanadının altına alarak dışarı çıktı. Kızlar hâlâ yapışık durumda peşinden koşup duruyorlardı.
Derken bir tarlada karşılarına köy papazı çıktı. Bu tuhaf durumu görünce, "Ne ayıp şey!" diye bağırdı. "Sizi haylaz kızlar, sizi! Ne diye bu genç adamın peşinden koşup duruyorsunuz? Hadi, bırakın şu maskaralığı!"
Böyle diyerek en küçük kızı elinden tutup çekmeye yeltendi. Ne var ki, ona dokunur dokunmaz kendisi de yapışıp kaldı ve ister istemez kafileye katıldı.
Az sonra papazın yardımcısı sokağa çıktı ve kendi üstü olan papazı üç genç kızın peşinden koşarken gördü. Buna son derece şaşırarak, "Heey, efendim!" diye bağırdı. "Nereye gidiyorsunuz böyle telaşla? Bugün bir vaftiz törenimiz var, unuttunuz mu?" diye koşup papazın cüppesinin eteğini tuttu. O da cüppeye yapışıp kaldı.
Böylece beşi peş peşe koşmayı sürdürürken karşılarına ormandan dönen, eli baltalı iki köylü çıktı. Papaz bağırarak onlara seslendi, gelip kendisiyle yardımcısını kurtarmaları için yalvardı. Gel gelelim köylüler de yardımcıya dokunur dokunmaz yapıştılar. Böylece Şapşalcık'la altın kazın peşinde gidenlerin sayısı yedi oldu.
Gide gide bir kente geldiler. Bu kenti yöneten kralın kızı çok ciddiymiş; öyle ciddiymiş ki, kral, "Kızımı kim güldürebilirse onunla evlendireceğim," diye bir ferman çıkarmış.
Bizim Şapşalcık bunu duyunca, kazı ve peşindekilerle birlikte dosdoğru prensesin karşısına çıktı. Prenses birbirinden kopamayarak peş peşe koşuşturan bu yedi kişiyi görünce öyle bir gülmeye başladı, kahkahalarını öyle bir koyverdi ki, bir daha hiç susmayacak sanırdınız.
Bunun üzerine Şapşalcık onun eş olarak kendine verilmesini istedi. Ne var ki, bu damat adayından hiç hoşlanmamış olan kral, onun bu isteğine engel olmak için, "Bana bir mahzen dolusu şarabı içebilecek
bir adam bulup getirmelisin!" diye başka bir koşul ileri sürdü.
Şapşalcık o kır saçlı ihtiyarcığın kendisine hiç kuşkusuz yardım edebileceğini düşünerek hemen ormana, o ağacı kesmiş olduğu yere koştu. Bir de ne görsün, orada yüzü asık bir adam oturuyordu. Şapşalcık ona bu tasasının nedenini sorunca adam, "Öyle bir susadım ki, içtiklerim susuzluğumu gidermiyor," diye yanıtladı. "Su içmeyi hiç sevmiyorum; bir fıçı şarabı dersen bir dikişte bitiriyorum: Kızgın sobaya damlamış bir damla su, sanki!"
"Üzülme, ben senin derdine çare bulabilirim," dedi Şapşalcık. "Gel benimle, susuzluğunu giderelim."
Böyle diyerek adamı kralın mahzenine götürdü, adam da fıçı fıçı şarapları içmeye koyuldu. Öyle içti, öyle içti ki, damarları şişti, gene de akşam olmadan bütün şarap fıçıları boşalmıştı.
Şapşalcık kraldan bir kez daha prensesi istedi. Ne var ki kral herkesin Şapşalcık dediği bu çirkin gence kızını vermek istemediğinden yeni bir koşul ileri sürerek, "Bana dağ gibi bir yığın ekmeği yiyip bitirebilecek bir adam bulmalısın," dedi.
Şapşalcık uzun uzun düşünmeye gerek duymadan gene ormanın yolunu tuttu. Orada, aynı yerde bir adam oturmaktaydı. Kemerini iyice sıkmıştı. Yüzünü feci biçimde buruşturarak, "Bir fırın dolusu francala yedim ama bu, benim kadar aç olanın dişinin kovu
ğuna bile gitmez!" deyip duruyordu. "Kemerimi böyle sımsıkı sıkmasam açlıktan öleceğim!"
Bu sözleri duyan Şapşalcık sevinerek, "Kalk, benimle gel," dedi. "Karnını doyurmaya yetecek kadar yiyecek bulurum sana."
Şapşalcık adamı kralın sarayına götürdü. Bu arada kral ülkesindeki olanca unu toplatarak dağ gibi bir yığın ekmek pişirtmişti. Ormandan gelen adam bu ekmek dağının başına geçerek yemeye girişti, akşam olmadan bütün ekmekleri silip süpürdü.
Bunun üzerine Şapşalcık üçüncü kez kraldan prensesi eş olarak istediyse de kral gene kızını vermek istemedi. Bu kez hem karada hem suda gidebilecek bir gemi istedi, "Ancak bu isteğimi de yerine getirirsen kızımı alabilirsin," dedi.
Şapşalcık gene dosdoğru ormana gitti ve orada çöreğini paylaşmış olduğu o kır saçlı, ufacık ihtiyarı buldu. Ne istediğini anlattığı zaman ihtiyar ona hem karada hem de suda gidebilen bir tekne vererek, "Seninle yiyip içtiğim için sana bu gemiyi veriyorum," dedi. "Bütün bunları yapmamın nedeni senin iyi yürekli olmandır."
Kral gemiyi görünce artık kızını Şapşalcık'a vermemezlik edemedi. Düğün dernek yapıldı. Kralın ölümünden sonra tahta Şapşalcık geçti ve eşiyle birlikte uzun, mutlu bir ömür sürdü.

Çeviren: Nihal Yeğinobalı

İki İnatçı Keçi Masalı


İki İnatçı Keçi Masalı
Bir köprünün ortasında rastlaşmış iki keçi
Hep inatçılıkmış meğer bu keçilerin suçu
Büyük keçi demiş yol ver önce ben geçeceğim
Küçük keçi demiş eğer verirsem öleceğim
Tam köprünün ortasında toslaşmış iki keçi
İkisi de suya düşmüş bunu görenler şaşmış
Keçilerin inatçısı suya düşer boğulur
İnsanların inatçısı kim bilir ki ne olur
İşte böyle arkadaşlar, işin aslı şöyleymiş:
Bir köylünün iki inatçı keçisi varmış. O kadar inatçılarmış ki biri diğerinin yaptığı şeylerin tam tersini yaparmış. Öyleki birisi otlamak için köylünün evlerinin kenarından akan derenin karşı tarafına geçse o mutlaka bu tarafı tercih edermiş.
Yine birgün kırlara otlamaya gitmişler. Her taraf yemyeşil taptaze çimenlerle doluymuş. Keçiler otlaya otlaya ırmağın kenarına kadar gelmişler. Keçilerden birisi ırmağın bir yakasında, diğeri öbür yakasında otlamaktaymış. İkisi de derenin karşı tarafından otlamak istemişler ve ikisi de ırmağın üzerindeki köprünün tam ortasına rastlaşmışlar. İki keçi, köprüde burun buruna gelmişler. Keçilerden birisi yol istemiş:
– Çabuk yol ver karşıya geçeceğim.
Diğer keçi yol vermeye yanaşmamış:
– Önce ben geldim, sen bana yol ver.
Keçilerin ikisi de inatçı mı inatçı. Köprüde kafa kafaya toslaşmışlar. İkisi de kavga etmekten yorgun düşmüşler. Bir tos, bir tos daha derken, keçilerin ikisi birden dengesini kaybedip, ırmağa düşmezler mi? İki keçi, ırmakta bata çıka sürüklenmeye başlamışlar. Boğulmak üzereyken yaptıkları hatayı anlamışlar.
Son sözleri:
– Keşke ikimizde bu kadar inatçı olmasaydık! Olmuş.

23 Nisan 2017 Pazar

Obur Kaplumbağa

obur kaplumbağa ile ilgili görsel sonucu

Bir varmış, bir yokmuş,
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
Allah’ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş.Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış.

Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.
Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek arkadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.
Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvanlarla tanışır, arkadaş olurmuş. Tişni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış.
Meyşa, Tişni’ge devamlı olarak;

— Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanladın, dermiş. Tişni ise;

— Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim hareketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek yediğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. masalsitesi.com Meyşa ona;

— Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.

Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Birkaç adım gidince Tişni "Yoruldum!" diye şikâyet etmiş.
obur kaplumbağa ile ilgili görsel sonucu

Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa;

- Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyoruz, zararlı olabilirler, demiş.

- Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni,

Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazgeçirememiş. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı;

- Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.

Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısiyla uyanmış.

Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gelmiş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanına gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş.

Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüşler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyormuş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa olmuş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.

28 Ekim 2016 Cuma

Bülbül İle Hükümdar



Bülbül İle Hükümdar


Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbülmüş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş.

Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp; "Bu ne demek oluyor şimdi?" demiş, "Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?"

Vezir cevap veremmiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp; "Söyle bakalım" demiş, "saraydan bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok? Bahçıvan; "Bağışlayın efendim!" Vezir: "Çabuk onu bulun bana!" diye bağırmış.

Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbül bulamamış.

Vezir çare olarak, hükümdara "Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek" demiş.

Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve "Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım" demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip; "Aradığınızı burada bulamazsın!" demiş "ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm."

Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar.

Bülbülün yaşadığı yere gelince; "Küçük bülbül!" diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, "Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak" demiş.

Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler.

Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şakıya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle "dile benden ne dilersen!" demiş. Bülbül "en güzel hediye, sizi mutlu görmek" diye cevaplamış onu.

Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış orada bir.

Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.

Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozul vermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.

Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.

Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş.

Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.

Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.

İmece

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

İmece


İmece günü, genç kızlar, delikanlılar en güzel giysilerini kuşanmışlardı. Köyün içinde birisi dolaşıyor;

- İmeceye! diye herkesi çağırıyordu.

Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, herkes imeceye hazırlanıyordu. Tan yeri ışırken biz, bütün köy, Kısıkgedik'i aşmış, tarlaların yoluna düşmüştük. Öndeki topluluktan bir türkü geliyordu. Şimdiye kadar bu türküyü hiç duymamıştım.

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

Derken tarlaya geldik. Büyük bir tarlanın ekini biçilecekti. Şimdi aklımda kaldığına göre tarlanın sahibi altı aydır hastaydı. Bu imece, bir yardım imecesiydi. Tarlanın ekini biçilecek, sonra harman edilecekti.

Orakları çeken delikanlılar, orta yaşlılar ekine hemen giriştiler. dersimiz.com Kızlar, kadınlar desteleri harmana hemencecik taşımaya başladılar. Yaşlılar harman yerinde kalmışlar, bir yandan konuşuyorlar, bir yandan da harman yapıyorlardı.

Bir türkü, bir kıyamettir gidiyordu, öğleye kalmadan, sıcak çökmeden kocaman tarlanın ekini biçildi; harman edildi.

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

Sonra belki on beş hayma* yaptı delikanlılar. Büyük, üstü çiçekli otlarla kaplı alanda kocaman bir kazanla düğün yemeği gibi patatesli et pişiyordu. Bir kocaman kazanda da bulgur aşı... Yemek kondu, yendi, içildi. Ama hemen köye dönülmedi.

Oyunlar başladı. Delikanlılar halay çektiler. Musa davul, Hüseyin de zurna çalıyordu. Hüseyin, daha sonra türlü kılıklara girip ustaca bir oyun oynadı.

Önce kirpi, sonra ayı, sonra sansar, tilki, çakal oldu. Her girdiği kılıkta o hayvanın huyunu suyunu alıyordu. Öylesine gerçek taklit yapıyordu ki, bu hayvanlara, millet gülmekten kırılıyordu.

imece çizimleri ile ilgili görsel sonucu

İmece cümbüşü o gün, gün batıncaya kadar sürdü. Herkes çalışmayı, yorgunluğu unutmuştu. Eğlencenin tadı herkesin damağında kalmıştı.

Yaşar KEMAL
Hayma : Bağ ve bahçelerde çalı çırpıdan yapılan çardak.

Konuşan Defter

Konuşan Defter ile ilgili görsel sonucu

Konuşan Defter


Evden dışarı çıkmak istemiyor, kimseyle konuşmak istemiyormuş küçük kız. Çünkü kimse ne onu anlayabiliyor, ne de ona yardım edebiliyormuş. Arkadaşları gibi olamadığı için gün geçtikçe hayata bağlılığı azalan kızın tek bir hayali varmış, yaşıtları kadar uzun olmak.

Boyu kısa olduğu için arkadaşları arasında hep alay konusu olan kız, oyun falan oynamak istemiyormuş. Gün boyu evde duran küçük kız, camın önündeki pembe sandalyesine çıkıp, yoldan gelip geçenleri izleyip, iç geçiriyormuş. Herkes ondan uzunmuş ve hepsi mutluymuş…

Evdeki çekmecelere ulaşmakta zorlanan kız hep bir tabureye ihtiyaç duyuyormuş, tabure olmadan en basit işlerini bile göremiyormuş. Bu duruma çok üzülen kız, bir gün odasındaki çok sevdiği pembe sandalyesine oturmuş, gözlerini yummuş ve başlamış hayal kurmaya.

Kendini bir anda farklı bir dünyada buluvermiş küçük kız. Pembe halılarla bezeli yollarda şarkı söyleyerek koşuyormuş. Papatyalı yolun sonunda ahşap bir kulübe fark etmiş Kulübenin önüne geldiğinde küçük kızın kalbi küt küt atıyormuş. Heyecanını az da olsa bastıran kız, kapının tokmağını çalmış hızlıca.

Kapıya bembeyaz saçlı, nur yüzlü bir kadın çıkmış. Kız bir anda korkuya kapılmış; ama yaşlı kadının şu sözleriyle az da olsa rahatlamış:

“Hoş geldin yavrum. Buyur, gir içeri. Sen ne güzel kızsın maşallah.”

Küçük kızın dikkatini çeken ilk şey, yaşlı kadının belinin bükük olması olmuş. Yaşlı kadının elini “Hoş buldum teyze” dedikten sonra öpen kız, bu teyzeyle neler yaşayacağını çok merak ediyormuş.

Eve girerken heyecandan kızaran küçük kız, yaşlı kadının anlattıklarını pür dikkat dinliyormuş.

Yaşlı kadın ona yolunun neden buraya düştüğünü, bir derdinin mi olduğunu sormuş. Küçük kız şöyle cevap vermiş:

-Evet teyze, bir derdim var, hem de ne büyük dert!

-Anlat hele, derdin dert mi ben söyleyeyim.

-Teyze ben 9 yaşındayım; ama bütün arkadaşlarımdan kısayım. Onlar gibi uzun olmayı çok istiyorum; ama bu mümkün değilmiş, annem, babam öyle dedi. Onlar yüksek yerlere çok rahat ulaşabiliyor, her istediklerini giyebiliyor; ama ben bunları yapamıyorum. Üstelik bir araya gelip fotoğraf çekindiğimizde beni önlerine alıyorlar. Zaten okulda, öğretmenim de beni en ön sıraya oturtuyor, bu durumdan nefret ediyorum.

-Hmmm…

-Annem uzun, babam uzun, arkadaşlarım uzun, bir ben kısayım. Onlara o kadar özeniyorum ki..

-Kızım derdin bu mu sadece?

-Teyze başka ne derdim olsun? Bu dert değil mi sizce de?

-Ah benim güzel gözlü kızım, ah benim yüzü güzel, gönlü güzel kızım. Şimdi beni iyi dinle tamam mı?

Bizim buralarda, boyu kısa olduğu için mutsuz bir kadın vardı. Kadının hayatında birçok güzellik olmasına rağmen, o boyunun kısalığını bütün güzelliklerin önüne geçirdi ve hep mutsuz yaşadı. Evladı bir trafik kazasında ölen bu kadının daha sonra eşi vefat etti. Ardından bütün malını mülkünü kaybetti. Yaşlandıkça sağlığı git gide bozulan bu kadın, şu an belki de ömrünün son günlerini bir hastane köşesinde geçiriyor. O kadını geçenlerde ziyaret ettim bana ne dedi biliyor musun?

-Ne dedi?

Küçük kız bunu sorarken sesi titriyordu. Ve yaşlı kadının vereceği cevabı çok merak ediyordu.

O kadın, şunları bana söyledi canım yavrum:

“Hayattaki en büyük nimetin sağlık ve boş vakit olduğunu çok geç anladım. Sağlığımın da, ömür defterimden karaladığım sayfaların da kıymetini bilemedim ben. Öyle pişmanım ki, şu an bana eski günlerimi verseler, neler neler yaparım… Boyumun kısa olmasına takılıp kaldım, dünyanın en büyük derdini kısa boylu olmak gibi gördüm, ama kaybettim. Önce canımdan çok sevdiğim evladımı, ardından aynı yastığa baş koyduğum eşimi ve ardından sağlığımı…”

Küçük kız, yaşlı kadını can kulağıyla dinliyordu. Ağlamamak için kendini zor tutan kız, eline sıkı sıkı sarıldığı yaşlı kadına şöyle sordu:

-Ben yanlış mı yapıyorum üzülmekle?

-Ah benim güzel kızım, ah benim gözü güzel, sözü güzel kızım, daha bitmedi dinle bak.

Ölüm döşeğindeki o kadın bana şu defteri verdi ve “Günlerden bir gün senin kulübeni ziyarete sırma saçlı, yeşil gözlü küçük bir misafir gelecek. Onu benim yerime öp ve bu defteri göster.” dedi.

Küçük kız defterin içinde ne yazdığını çok merak ediyordu. Yaşlı kadının kendisine uzattığı defteri eline aldı. Kızın elindeki defter birden konuşmaya başladı:

“Merhaba güzel kız, sahibim bu defteri senin için hazırladı. Hadi ilk sayfamı çevir.”

Küçük kız merak ve korku ile karışık bir duygu içerisinde elindeki pembe defterin ilk yaprağını çevirdi.

Defterin yaprağının çevrilmesiyle, odada biri belirdi.

Yüzü ay gibi parlayan bir kızdı bu yeni misafir.

Defter, “Hadi şimdi ikinci sayfamı çevir.” dedi.

Küçük kız, denileni yaptı ve odada yeni biri daha belirdi. Bu da küçük kızdan yaşça çok büyük biriydi.

Derken küçük kız, elindeki defterin, her dediğini yaptı ve odada on kişi oldular.

Küçük kız karşısında dizilen bu insanların yüzüne bakıyor, bir yandan da az önce konuştuğu yaşlı teyzeyi arıyordu. Ama o yoktu. Kız kulübenin her yerine bakındı; ama yaşlı kadını bulamadı.

Odadaki on yeni misafir bir bir kendini tanıttı. Onlardan sonuncusu olan kız şunları söyledi:

“Okulda çok başarılıydım, ailemin tek evladıydım. Bir sürü arkadaşım vardı beni seven. Annem babam bir dediğimi iki etmiyordu; ama ben boyum kısa olduğu için mutsuzdum. Ömür boyu mutsuz biri olarak yaşadım. Şu an en büyük pişmanlığım hapsedildiğim yerden çıkarılmak, eskisi gibi özgür olmak.

Bizleri, yani elindekilerle yetinmeyi ve mutlu olmayı bilmeyenleri kötü bir kral olan Şeradam toplattı ve zindana attı. Şu an orada benim gibi, kurtarılmayı bekleyen onlarca insan var. Bizim suçumuz ne adam öldürmek, ne hırsızlık yapmak, sadece mutsuz olmak…

Biz ailelerimizin kıymetini, dostluk ve arkadaşlığın kıymetini ve diğer bir sürü güzel şeyin kıymetini o kara zindanda anladık. Ve oradan kurtulmamız tek bir şeye bağlı…”

Konuşmanın tam burasında küçük kız söze girdi ve merakla sordu:

-Sizin kurtulmanız neye bağlı abla?

-Sen ve senin gibilerin mutlu olmasına.

-Nasıl yani? Ben boyum kısa diye üzülmezsem, siz ailelerinize kavuşacak mısınız?

-Evet tatlı kız, yıllardır biz bugünü bekliyoruz. Sen o kadar iyi niyetli bir kızmışsın ki, Şeradam bizim senle konuşmamıza, sıkıntılarımızı dile getirmemize izin verdi. Normalde bizim başkalarıyla konuşmamız yasaktı; ama Şeradam sana kıyamadı ve bizim konuşmamıza izin verdi. Eee ne diyorsun? Bizi kurtaracak mısın bu kara zindandan?

-Ben böyle olduğunu bilmiyordum. Yoksa…

-Yoksa boyunun kısalığına bu kadar takılıp kalmazdın değil mi? Böyle ufak tefek şeyleri dert edip, hayata küsen insanlar bizleri ne tür işkencelere maruz bırakıyorlar keşke bilseler..

İnsanlar dert denilemeyecek şeyleri dert edip, gözyaşı döktüğü sürece, bize o zindanda işkenceye devam edilecek.

Sen akıllı bir kızsın, n’olur bize yardım et, kurtar bizi. Hem boyunun kısalığına üzülmeye devam edersen Şeradam seni de yanımıza alır, benden söylemesi.

Küçük kız tam bir şey diyecekti ki, önce elindeki defterin sayfaları bir bir kapandı, ardından odadaki herkes kayboldu.

Küçük kız etrafına çok bakındı; ama kimseyi göremedi. Usulca kulübeden çıktı ve az önce yanlarından geçtiği mis kokulu papatyaları koklaya koklaya evine yol aldı.

Pembe sandalyede uyuyakalan bu güzel kızın uykusu, annesinin “Kızım yemek hazır” sözü ile bölünmüş. Küçük kız uyanır uyanmaz annesine sarılmış, ve onu doya doya öpmüş.

Sonra da hemen o an yazdığı şu şiiri okumuş:

Boyum kısa diye çok üzüldüm

Üzüldüğüm yetmedi, herkesi üzdüm

Hayat güzelliklerle doluyken

Ben hep mutsuzluk örgüsü ördüm…

Örgüyü attım elimden,

Gördüğüm rüya ile hayatım değişti aniden

Boyum kısa diye üzüldüğüm için

Özür dilerim Allah’ım senden

Neşe Doktoru

Neşe Doktoru

Neşe Doktoru


Şehrin birinde akıllı, çalışkan bir Bey varmış. Bu Bey ileri görüşlü, yenilikler yapmayı seven biriymiş. Her sabah kalktığında bugün, dünden farklı, iyi bir şey yapabilir miyim diye düşünürmüş. Yardımcılarına danışırmış, bazen de sokağa çıkar halka sorarmış. Beğendiği bir fikir olduğunda hemen uygulamaya koyarmış. Sonra bir süre kimseden uygulanabilir yeni fikirler gelmemiş. Bey’in canı çok sıkılmış bu duruma.

Hemen bir ilan yaptırmış:

“İnsanlığın iyiliği için işe yarayacak yeni bir fikir arıyorum. Değişik fikri olanlar saraya gelip söylesin. Beğenilmeyen fikirler bir altınla, beğenilen fikirler on altınla ödüllendirilecektir.”

Bey, zayıf fikirlere de ödül koymuş ki yeter ki halk kafasını çalıştırıp düşünsün. Düşüncelerini söyleme cesareti göstersin. “Benim fikrimi ne yapacaklar?” şeklinde düşünüp tembellik etmesinler diye öyle yapmış.

İlan daha yapılır yapılmaz halk doluşmuş saraya... Ne fikirler gelmiş, ne fikirler… Bey yardımcılarıyla birlikte hepsini tek tek dinlemiş. Kimini dinlerken gülmemek için kendilerini zor tutmuşlar. Kimini ise şaşkınlıktan ağızları açık bir şekilde dinlemişler. İşe yarar bazı fikirler de gelmiş bu arada. Güler yüzlü bir gencin söyledikleri Bey’e ilginç gelmiş.

Genç demiş ki:

-Bey Bey , ben her hastanede birkaç tane neşe doktoru olması gerektiğini düşünüyorum.

Bey:

-Neşe doktoru mu? diye hayretle sormuş.

Genç:

-Evet, demiş. Özellikle hasta çocuklar için. Geçen kış kardeşim hastalanmıştı. Bir süre hastane de onun yanında ben kaldım. Orada hasta çocukların bazılarının mutsuz olduklarını gördüm. Bazıları da hastanede çok sıkılıyorlardı. Ben onlara masallar anlattım, oyunlar oynattım. Onlara sürpriz şakalar hazırladım, çok eğlendiler. Benim adımı neşe doktoru koydular. Çok güzel zaman geçirdik.

Bey:

-Çocukları sevindirmek güzel olur, demiş.

Bu fikir Bey’in kafasına yatmış. Genci on altınla ödüllendirmiş ve onu neşe doktoru olarak işe almış. Çocukları seven, masallar ve oyunlar bilen başka kişileri de neşe doktoru olarak görevlendirmiş. Her hastaneye birkaç tane neşe doktoru göndermiş.

Neşe doktorları, hasta çocuklar tarafından çok sevilmiş. Bey’e teşekkür üstüne teşekkür gelmiş. Çocuklar mutlu olunca daha çabuk iyileşmişler. Bey bir gün palyaço gibi giyinmiş, başına bir şapka takmış. Sırtına da üstü rengarenk iplerle süslü, kocaman, içi dolu bir çuval almış. Çuvalın içinde oyuncaktan tutun da defter ve kaleme kadar her şey varmış. Bey bir hastaneye gitmiş, doktorlara durumu anlatmış. Çocukların olduğu kata çıkmış. Onu o kıyafetler içinde kimse tanımamış.

Sırtında çuvalla odaya girince bütün çocuklar şaşırmışlar.

Çocuklardan biri:

-Sen de kimsin? diye sormuş.

Bey:

-Ben neşe doktoruyum, demiş.

Çocuklar gülüşmüşler, daha önce gelen neşe doktoruyla çok eğlenmişler. Çocuklardan en büyüğü:

-Hadi o zaman önce bize bir şaka yap, demiş.

Bey:

-Ben bu şehrin yöneticisiyim, demiş.

Çocuklar çok gülmüşler bu söze. Odada ki en büyük çocuk:

-İyi şakaydı. Şehrin valisi de duysa gülerdi, demiş.

Çocuklar ondan masal anlatmasını istemişler. Bey onlara masal anlatmış. Sonra hediyeleri dağıtmış. Daha sonra da birlikte oyunlar oynamışlar. Mutlu bir akşam geçirmişler. Bey oradan ayrılırken çocuklar:

-Yarın yine gel . neşe doktoru, demişler.

Bey düşünmüş taşınmış onlara iyi bir teklif sunmuş.

-Ben tekrar gelemem ama içinizden birini yarınki neşe doktoru olarak seçeyim. O da yarına kadar hazırlansın. Yeni masallar, fıkralar öğrensin. Güldürücü tatlı şakalar hazırlasın.

-Tamam, demiş çocuklar.

Bey içlerinden birini seçmiş.

-Yarın ki neşe doktoru sensin, demiş.

Çocuk:

-Tamam yaparım,” demiş. “Ben masal da biliyorum, değişik oyunlar da biliyorum. Onları oynatırım.

Bey:

-Sonra kura çekin ve her akşam biriniz neşe doktoru olun, demiş.

Zayıf, ufak tefek bir çocuk,

-Ben yapamam, demiş.

Bey:

-Yaparsın, demiş. Ben her çocuğun içinde bir neşe doktoru olduğuna inanıyorum. Onu mutlaka ortaya çıkarmalısınız. Hayata gülümseyerek bakarsanız, çabuk iyileşirsiniz. Siz içinizdeki neşe doktorunu ortaya çıkarın ki sizi tedavi eden doktorların da işi kolaylaşsın. Onlar hastalıklarınızı tedavi ederken neşe doktorunuz da üzüntülerinizi tedavi etsin.

-Tamam, demiş çocuklar.

O günden sonra her akşam bir çocuk neşe doktoru olmuş. Hem kendi eğlenmiş, hem . de diğer çocukları eğlendirmiş. Zaten en büyük mutluluk da başkalarıyla paylaşılan mutlulukmuş.

Gökten üç elma düşmüş. Üç kişinin kafası yarılmış. O günden sonra gökte elma gören çocuklar kaçışmışlar. Şaka şaka...

Gökten sadece üç karpuz düşmüş...

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)