bilgievlerim: kalbur saman içinde
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


kalbur saman içinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kalbur saman içinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2018 Cuma

KIRKLAR HAMAMI




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Vaktin bir zamanında, zamanın bir anında, bir padişahın bir oğlu, bu oğlanın da bir lalası varmış. Lalası, şehzadeyi bir dakika bile yanından ayırmazmış. Şehzade, bir gece rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Kalbini bu kıza kaptır­mış. Kız, "kırklardan" mış, Bu yüzden, ona kim sevdalanırsa, sevdasından çıralar gibi yanıp tutuşur, yataklara düşer­miş. Şehzade, başka bir gece gene rüyasında bu kızı görmüş. Oğlan ağlayınca, kız:
- Ağlama! Beni görmek is­tiyorsan, kırklar hamamına gel, demiş,
Ertesi sabah, şehzade lalasına:
-  Canım lalacığım, kırklar hamamı nerededir, biliyor musun? diye sor­muş.
-   Aman şehzadem, bunu sana kim söyledi?
O zaman şehzade, gör­düğü rüyayı lalasına anlatmış.
Lala;
- Sen hiç üzülme şehzadem. Ben sana o kızı bulurum. Ama, bunu hiç kimseye söyleme, çünkü kız kırklardan, yani o bir peri. Belki, sana bir kötülüğü dokunur, demiş.
Ertesi gece lala, doğruca kırklar hamamına gitmiş. Daha hamamın kapısından adımını atar atmaz, zavallı lalayı sille tokat dövmeye başlamışlar, Ama, lala hiç al­dırmadan ta göbek taşına kadar ilerlemiş ve oturmuş. Bir iki dakika sonra, hamamın kubbesi gök gürültüsünü andıran bir sesle açılmış, Lala, korkmuş ama, belli etme­miş. Derken, şehzadenin âşık olduğu kız hamama gel­miş. Lalayı hiç görmüyormuş gibi bileziğini, küpelerini çı­kartarak göbek taşına koymuş. Başlamış yıkanmaya. La­la, kızın bileziklerini ve küpelerini almış. Gene dayak yiye yiye hamamın kapısına gelmiş. Hamamdan çıkar çık­maz, tabana kuvvet saraya doğru koşmaya başlamış. Saraya gelince, hemen şehzadenin yanına gitmiş. Lala, hamamdan aldıklarını şehzadeye göstermiş.
Şehzade:
- Lalacığım, bu bilezikleri ve küpeleri nasıl da aldın? diye sormuş.
-  Kırklar hamamında dayak yiye yiye göbek taşın­dan aldım, diye cevap vermiş lala.
Şehzade:
- Aman lala, ne olur hamama beni de götür!
Lala;
- Her şeyi yaparım ama, bunu yapamam. Sen benim yediğim dayağı yeseydin, aklını kaçırırdın. Ama, bir gün seni kızın yaşadığı yere götürürüm. Kızı, gizlice seyreder­sin. Sakın, onlara görünme. Yoksa, sen de kırklara karışır, onlar gibi peri olursun! Bir daha ne ananı, ne padişah babanı, ne de beni göremezsin, demiş. Şehzade:
- Lalacığım, yeter ki sen beni götür. Sen ne istersen yapacağıma söz veriyorum, demiş.
Bir gece, gizlice saraydan çıkmışlar, Gide gide, bir bahçeye varmışlar. Lala, şehzadeyi bir ağacın arkasına saklamış. Kendisi de onun yanı başına gizlenmiş. Biraz son­ra, nazlı nazlı kanat çırparak kırk güvercin bahçeye inmiş. Bahçede, kocaman bir havuz varmış. Hangi güvercin ha­vuza dalarsa, ay parçası gibi güzel bir kız olup çıkıyormuş. Şehzade, rüyasında gördüğü kızı hemen tanıyarak:
-  Lala, lala, şu en öndeki benim sevdalandığım kız, demiş.
Lala, şehzadenin ağzını kapayarak:
- Sakın konuşma oğlum! Bizi duyacak olurlarsa, hep­si güvercin olup kaçarlar. Biz de buradan bir daha dışa­rıya çıkamayız, demiş.
Şehzade, hemen susmuş. Kızlar, bir ziyafet sofrası ha­zırlamışlar bahçede. Yiyip, içmeye başlamışlar. Yemek­ten sonra şehzadenin sevdiği kız, bir testi şerbet getirmiş,
Kupalara doldurarak:
- Beni sevenin aşkına! diye hep birlikte içmişler. Son­ra da oynamaya başlamışlar. Oyun bittikten sonra, hepsi soyunup havuza girmiş. İşte, bu sırada kurnaz lala şehzadenin sevdiği kızın elbiselerini gizlice almış, Kızların yıkanması bitince, birer ikişer güvercin olup havalanmış­lar, Şehzadenin sevgilisi, elbiselerini aramış durmuş. Bula­mayınca, üzüntüden gözlerinden inci gibi yaşlar süzül­müş. Kızın ağlamasına dayanamayan şehzade, saklandığı yerden çıkmış. Kız, karşısında şehzadeyi görünce:
- Aman şehzadem, kulun kurbanın olayım! Elbisele­rim sendeyse bana ver! demiş.
Şehzade, yemin ederek elbiseleri almadığını söylemiş. Kız:
- Burada senden başka kimse olmadığına göre, sen almış olmalısın. Ne olur, ver onları bana! diye ısrar etmiş.


Şehzade:
-  Ben senin sevdanla yanıp tutuşurken, sen eğlen­mekten başka hiç bir şey düşünmüyorsun,
Benimle evleneceğine yemin et, elbiselerinin nere­de olduğunu söyleyeyim, demiş.
Kız:
- Peki, seninle evleneceğime yemin ederim! demiş.
Demiş ve arkasından ortalığı öyle bir rüzgâr kasıp kavurmuş ki o güzelim bahçe ve havuz yok olmuş,
Kız:
-  Eyvah! Şehzadem, beni bütün kardeşlerimden ayırdın! Şimdi, ben de senin gibi bir insan oldum, demiş,
Şehzade:
- Sevgilim, senin elbiselerini lalam almıştı.
Ama, şimdi ortalıkta yok. Acaba, nereye gitti? demiş, Kız:
- Şehzadem, artık iafanı arama. Eğer, benim elbise­lerimi yakmış olsaydın, o zaman lalanı kaybetmezdin, Şimdi, benim elbiselerimi ona giydirdiler. O bir peri oldu ama, ben kurtuldum.
Şehzade, sevgilisine kavuşup, [alasını kaybettiği için çok üzülmüş.
Kız:
- Şehzadem, sen nasıl lalanı kaybettiysen, ben de insan olunca dadımı kaybettim. Ama üzülme, Dadım, mutlaka beni arayıp, bulacaktır. O zaman, lalanı ona anlatırım. Bir çaresini buluruz, demiş.
Şehzade, kızın sözleriyle teselli olmuş ve onunla be­raber saraya dönmüş. Şehzade ve kız, odalarında otu-ruyorlarmış. Kızın dadısı, bir güvercin olup, penceresine konmuş ve kıza:
- Ey sultanım, benden nasıl ayrıldın? Şimdi, ben sen­siz ne yaparım? demiş,
Kız:
- Sevgili dadıcığım, şu bahçedeki havuza gir ve şeh­zademin lalası neredeyse onu bana çağır, demiş.
Dadı:
-  Sultanım, arkadaşları onun yanından hiç ayrılmı­yorlar, Onu alıp buraya getirecek olsam, beni öldürür­ler. Sonra sana hasret, senden tamamen ayrı kalırım. Ama, onu yalnız başına görürsem, belki buraya getire­bilirim, demiş,
Şehzade:
- Dadıcığım, ne yaparsan yap onu buraya getir. Hiç olmazsa, bir kez yüzünü göreyim, demiş.
Dadı, uçup gitmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dadı, şehzadenin lalasını bulmuş ve demiş ki:
-  Şehzade, senin için çok ağlıyor. Seni biraz olsun görmek için, benden yardım istedi. Ne yapıp, edip seni gitmeliyiz?
Lala:
- Sana çok teşekkür ederim. Bir gece, kimselere gö­rünmeden şehzademe gideriz. Birkaç dakikalığına da olsa onu görmüş, üzüntüsünü dindirmiş olurum. Ama, çok dikkatli olmalıyız. Kısa bir zaman aralarından ayrıl-sam, arkadaşlarım beni sorup duruyorlar. Benim şehza­deye gittiğimi öğrenirlerse mutlaka öldürürler, demiş.
Masalı çok uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım, Çok yükseklerde, pek alçaklarda yatmayalım. Bir gece, lala ve dadı güvercin olup, şehzadenin bahçesine gel­mişler. Bahçedeki havuza girince iala bir erkek, halayık ise bir kadın olmuş, Şehzadenin sevgilisi, lala ile dadısını içeri almış. Onlara, insan elbiseleri vermiş, giyinmişler,
Şehzade de onların havuz başına bıraktıkları elbise­leri, ateşe atıp, yakmış.
Elbiseler ateşte yanınca dadı ve lala:
- Eyvah yandık, mahvolduk! diye bağırıp, bayılmışlar,
Bayılmışlar ya, şehzade ile kız ikisini de ayıltmış. Artık m  kurtulduklarını söyleyince, iki­si de rahat bir nefes almış. Çok mutlu olmuşlar, Her şey yoluna girince, şehzade kızla, lala da dadı ile evlenmiş, Düğünleri, tam kırk gün kırk gece sürmüş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

10 Temmuz 2018 Salı

DİLRÜKÜŞ HANIM

 


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer  iken, pireler berber iken. Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Devler, cüceler, padişahlar, şeh-za deler, krallar, prensler, prensesler, bir çalgı bir kıya­met. Herkes Tanrıya emanet, ülkelerden birinde yaşa­yan üç yoksul kız kardeş varmış. Üç kardeş, her gece sa­baha kadar dikiş diker, nakış işler, pamuk bükermiş. Seri bah içlerinden biri, bunları götürüp pazarda satarmış.
Padişah bir gün, üç gün boyunca geceleri ışık yakıl-mamasını, her kim yakarsa şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı­nı duyurmuş. Bu emrini tellâllar aracılığıyla, bütün ülkeye du­yurmuş.
Zavallı kız kardeşler, bu duyuru   karşısında   şaşırıp kalmışlar. Eğer, gece çalış­mazlarsa pazarda satacak bir şeyleri olmaz ve aç kalırlarmış. Çaresiz, pencerelere kalın perdeler takıp titrek bir mum ışığı altında çalışmaları­na devam etmişler.
Bu yasağın üçüncü gecesi,
padişah yanına iki adamını almış ve emrinin dinlenip dinlenmediğini kontrole çıkmış, Şehirde dolaşırken, kızla­rın evinin önünden geçiyormuş. O sırada kızlar, gene tit­rek bir mum ışığı altında dikiş dikip, nakış yapıp, pamuk büküyorlarmış. Aksilik bu ya, perdelerden biri hafifçe aralıkmış. Padişah, mum ışığını görünce küplere binmiş. Ama, yanındakiler:
- Padişahım, acele etmeyelim, Bakalım, sizin buyru­ğunuzu dinlemeyenler kimlermiş, demişler.
Padişah, bu teklifi kabul etmiş. Pencerenin altına yaklaşarak evi dinlemeye başlamışlar.
Kızlar, her şeyden habersiz hem işliyor, hem de ara­larında dertleşiyorlarmış. Büyükleri:
- Ah, ne olurdu sanki. Padişahın aşçısı ile evlensem de bol bol yemek yesem, demiş.
Ortanca:
- Ben de terzisi ile evlensem de her gün, yeni yeni el­biseler giysem, demiş.
En küçüğü:
-  Ben, padişah ile evlenecek olsaydım, güldükçe güller açan, ağladıkça inciler dökülen çocuklar doğu­rurdum, demiş.
Padişah, bunda bir hayır var, diye düşünmüş, Ertesi 9ün, üç kız kardeşi sarayına çağırtmış, Büyük kız aşçı ile, ortanca terzi ile ve küçük kız da padişah ile kırk gün, kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Büyük kız istediği yemeklere, ortanca elbiselere ve zamanı gelince küçük kız da nur topu gibi bir oğlan, bir de kız çocuğa kavuş­muş. Ablaları, doğan çocukların gerçekten gülünce güller açtığını, ağlayınca ortalığa inciler saçtığını görün­ce, onu hem kıskanmış, hem de rahatları bozulur diye : korkmuşlar, Saray ebesinin avucuna paralar dökerek:


- Ne yaparsan yap, ama bu iki çocuğu yok et! Perili midir, cinli midir, nedir? Hepimizin başına bir dert ge-tirmesinler, demiş,
Ebe:
- Siz merak etmeyin, ben bu işin çaresine bakarım, demiş,
Ebe, padişahın iki bebeğini, iki tane köpek yavrusuyla değiştirmiş, Çocukları, şehir dışında, bir bahçeye bırakmış, Padişah, karısının iki köpek yavrusu doğurduğu­nu duyunca, hiddetinden küplere binmiş, Zavallı kadını şehrin orta yerinde yarı beline kadar toprağa gömdüre­rek cezalandırmış. Kadıncağız, ne olduğunu anlama­dan ağlar dururmuş.
Biz, gelelim zavallı iki bebeğe. Hain ebenin, bebek­leri bıraktığı yer, yoksul bir bahçıvanın bahçesiymiş. Bahçıvan, çiçek yetiştirerek hayatını kazanıyormuş. Adam, bahçede gezerken bir kutunun içinde iki bebek bulunca:
- O kadar istedik, çocuğumuz olmadı! Herhalde bu iki bebeği, bize yüce Tanrı gönderdi, demiş.
Yoksul bahçıvan, kızla oğlanı aldığı gibi, sevinçle ku­lübesine koşmuş. Bahçıvanın karısı, bir göğsünü kıza, bir göğsünü oğlana vermiş, Allah tarafından kadına süt
gelmiş, İki bebek başlamışlar şapur şupur kadıncağızın memelerini emip, karınlarını doyurmaya.
Aradan çok geçmemiş, oğlan gülmüş etrafta güller açmış. Kız, ağlamış her gözyaşı birer inci tanesi olup or­talığa yayılmış.
Bahçıvan ve karısı: Tanrı'ya şükürler olsun! Hem iki evlât sahibi, hem de zengin olduk, diye sevinmişler.
Bahçıvan, mevsimi olmadığı halde açan rengârenk gülleri sepetine doldurduğu gibi padişahın sarayına götürmüş. Padişah,  mevsimsiz yetiştirirlen gülleri görünce çok şaşırmış, Hepsini salın alarak,  saray    halkına    dağıtmış. Bahçıvana:                    
-  Bu gülleri böyle mevsırrtsiz yetiştirmeyi  nasıl  başardin? diye sormuş.
Bahçıvan, çocuklardan hiç bahsetmeden:
-  Uğraştım, didindim, Tanrının izniyle başardım sulta­nım, demiş.
Ama, kentin orta yerinde yarı beline kadar gömülü  ablaları, her şeyi anlamışlar,
Ebeyi çağırıp:
- Bu güller, o çocukların işi. Hani sen onları kuş uç­maz, kervan geçmez, ıssız bir yere bırakmıştın! Demek ki yaşıyorlar! Ne yap, ne et nerede olduklarını öğren! Yok­sa her şey ortaya çıkacak! demişler.
Ebe, telâş ve korku içinde çocukları bıraktığı bahçe­ye koşmuş. Bir de bakmış ki bahçıvanın karısı biri oğlan, öteki kız iki çocuğu emziriyor, Yanına yaklaşıp:
- Maşallah kızım, bu çocuklar ne kadar da gürbüz, demiş. Bahçıvanın karısı, saf saf:
- Anacığım, yıllarca Tann'ya bir çocuğum olsun diye yalvardım, yakardım olmadı.
Ama, bir gün kocam bahçenin yanında, derenin kenarında bir kutu içinde bunları buldu.
Çocukları kutudan alıp, göbeklerini kestim. Göğüs­lerime süt geldi, emzirdim. Kundaklayıp uyuttum. O gün bugündür büyütüyorum, demiş.
Ebe:
- Evlâdım, duyduğuma göre, oğlan güldüğü zaman bahçede güller açıyor, kız ağlayınca ortalığa inciler saçılıyormuş. Hattâ, kocan bu güllerden saraya getirerek padişaha sattı, demiş.
Kadın, gene saf saf kötü yürekli ebeyi doğrulamış:
- Evet, nineciğim. Dediklerin doğrudur.
Ebe, etrafına kuşkulu gözlerle baktıktan sonra bahcıvanın karısına iyice yaklaşıp:
- Bak evlâdım, sana bir sır vereyim. Bu çocuklar bü­yülüdür. Eğer, peri padişahı onların sizin elinizde olduğu­nu öğrenirse senin de kocanın da başına ummadığınız kötülükler gelebilir Hayatınızdan bile olursunuz. Onun için, ne yapıp yapıp bu çocukları başınızdan defedin, demiş.
Ebenin anlattıklarından korkan kadın, akşam koca­sına olanı biteni anlatmış, Adam da, çok korkmuş. Dü­şünmüş, taşınmış en sonunda çocukları alarak uzaktaki bir mağaraya bırakmış. Ağlaya sızlaya evine dönmüş.
Çocuklar, hiçbir şeyden habersiz mağarada aksamı etmişler. Akşam, karanlık çökmeden mağaraya iki yav­rusuyla birlikte bir dişi geyik gelmiş. İki insan yavrusunu görünce pek hoşuna gitmiş ve kendi yavrularıyla birlikte onları da emzirmeye başlamış.
Masallarda zaman çok çabuk geçer. Çocuklar, ge­yiğin sütünü eme eme sekizer yaşlarına gelmişler. O vak­te kadar kız ağladıkça ortalığa dökülen inciler, mağara­nın yarısını doldurmuş. Oğlan güldükçe açan güller, mağaranın etrafını cennete çevirmiş. O zamana kadar hiç insan görmedikleri için, çocuklar konuşmayı öğrenememişler. Birbirleri ile el kol işaretleriyle anlaşmışlar. Günler­den bir gün, mağaralarının dışında da bir dünya olabileceğini düşünmüşler. Oğlan, bir gün geyiğin gittiği yolu izleyerek şehrin yolunu öğrenmiş. Şehre inince kurulan
pazarları, alışveriş yapan, konuşan insanları görmüş. Dil; bilmediği için, hiçbir şey anlamamış. Kuyumcunun camından bakarken, incilere karşılık yiyecek içecek verili diğini öğrenmiş. Hemen bir inci verip, kendisi ve kardeşi için giyecek, yiyecek almış. Mağaraya dönmüş ve iki j kardeş elbiseleri giyinip, yiyecekleri güle oynaya yemiş­ler. Çocuk, kardeşine kentte öğrenebildiği dili öğretme­ye başlamış.
Ertesi gün oğlan, yanına birkaç inci alıp düşmüş şe­hir yoluna, Pazara giderek yiyecek ve giyecek bir şeyler alıp, dönmüş mağaraya. Günler bu şekilde birbirini ko1valaya dursun, oğlan da kız da konuşmayı öğrenmişler. Oğlan, şehirde kendisine bir çok arkadaş edinmiş. Onlar gibi ata binmeyi, avlanmayı öğrenmiş. On dört yaşına j gelince usta bir avcı olmuş.
Bir gün oğlan ormanda avlanırken, padişah onu görmüş.
Yanındakilere:
- Ne güzel bir çocuk! Hemen kim olduğunu öğrenin! demiş.
Uşaklardan biri, hemen çocuğun yanına yaklaşıp:
- Beyim, maşallah ne kadar çok hayvan avlamışsı­nız? diye, söze başlamak istemiş,
Oğlan:
-Tanrı'nın yarattığı çok, Avlanmak için size de yeter, bana da! Deyip atıyla oradan uzaklaşmış,
Padişah, saraya dönmüş. Çocuğa olan tutkusun­dan, padişahı ateşler basmış, Hastalanıp yataklara düş­müş, Hekim başına:
-  Avda gördüğüm ço­cuk yüzünden beni ateşler bastı, yataklara düş­tüm, demiş.
Padişahın bu sö­zü, kötü kalpli iki kız kardeşin kulaklarına gitmiş. Hemen ebeyi çağırtıp:
-  Padişahın hastalanmasına     sebep olan, olsa olsa kendi oğludur. Hemen onu ve kız kardeşini bulup ortadan kaldır, Yoksa her şey anlaşılır ve pa­dişah üçümüzün de kellesini uçurur! demişler.
Ebe:
- Ama, nasıl olur! Bahçıvan, onları ıssız bir mağaraya bırakmıştı. Aradan bunca yıl geçti. Açlıktan şimdiye ka­dar çoktan ölmüş olmaları gerekir, Ama, gene de gidip bakayım, demiş.
Ebe, mağaranın yolunu tutmuş. Mağaraya gelince güller ve inciler arasında oturan kızı görmüş.
Kız:
- Hoş geldin nineciğim! diye, ebeyi karşılamış. Ebe:
- Ah kızım, dağ başındaki bu mağarada tek başına mı yaşıyorsun?
- Hayır, nineciğim. Bir de erkek kardeşim var.
- Gündüz burada canın sıkılmıyor mu?
-  Hayır, niçin sıkılacakmış? Burada kendi kendime eğleniyorum,
- Peki, kardeşin seni çok sever mi?
- Sevmez oiur mu? Kardeşim tabii!
-  Öyleyse sana bir şey söyleyeyim, Akşam, erkek kardeşin gelince avaz avaz ağla. O, sana ne olduğunu sorduğu zaman, nazlan ve daha çok ağla. Tabii senin üstüne düşecek, gene ne olduğunu, niçin ağladığını so­racaktır, O zaman, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini iste­rim, diye tuttur. Dünyada ondan eğlenceli şey yoktur, demiş.
Kız:
- Peki nineciğim, demiş, Doğrusu Dil Rüküş Hanımın dikenini çok merak ettim.
Kötü kalpli ebe, mağaradan uzaklaşmış, Akşam, av­dan dönen çocuk bir de bakmış ki kız kardeşi, iki gözü iki çeşme ağlıyor. Ne olduğunu, niçin ağladığını sorduysa da, kız cevap vermemiş.
Durmadan ağlıyormuş, Oğlan, kardeşine yalvararak:
- Ne istersen yapacağım, ne dilerse yerine getirece­ğim! Ne olur, ağlama, diye yalvarmış.
Kız:
- Kardeşim, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini istiyorum.
Eğer, onu bulup getirmezsen ağlaya ağlaya kendi­mi öldürürüm, demiş.
Çocuk, şaşırmış:
-  Kardeşim, benden hiç bilmediğim, duymadığım bir şey istedin, Ama, madem ki bu kadar çok istiyorsun, elimden geleni yaparım. Dünyanın öbür ucunda da ol­sa Dil Rüküş Hanımın dikenini bulup, sana getireceğim, demiş,
Çocuk, sabah erkenden şehre gitmiş, Güzel silâhlar ve güçlü bir at satın almış. Atın heybesini, yiyecek ve içeceklerle doldurmuş, Mağaraya dönüp, yiyeceklerin yarısını kız kardeşine bırakmış. Dil Rüküş Hanımın dikenini bulmak için, düşmüş yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş, Dere tepe düz gitmiş. Altı ay, bir güz gitmiş, Gide gide bir peri padişahının, ülkesine ulaşmış. Bu üikede, karşısına kuş açmaz kervan geçmez, yı­lan bağırsağını sürmez çok tehlikeli yerler çıkmış. Amal kız kardeşine söz verdiği için, bütün engelleri teker teker aşmış, En sonunda yol, iz olmayan bir ovada bulmuş I kendisini. Ovanın ortasında çok güzel, kocaman bir sa ray varmış. Sarayın önünde de kocaman bir dev yatn yormuş.
Çocuk, atını sürüp hemen devin yanına yaklaşmış. Atından atlayarak devin ellerini öpmüş:
- Dünya ahret benim anam ol! demiş.
Bu sözler ve oğlanın kibar davranışı devin çok hoşu-? na gitmiş:
- Ben, seni yerdim ama, benim elimi öptün, Sen d benim dünya ahret oğlum ol. Söyle bakalım, derdin njj dir? Buralara kadar niçin geldin?
Çocuk, hikâyesini anlatmış. Dil Rüküş Hanımın dikeni­ni bulması için, devden yardım istemiş.
Dev:
-  Oğlum, ben ülkemin sınırlarını korumakla görevli- | yim. O söylediğini hiç duymadım. Akşam, çocuklarım gelince onlara sorarım, Eğer, onlar da biliniyorlarsa seni | ortanca kardeşimin yanına gönderirim demiş. Sonra öl çocuğa bir tokat atıp, onu bir lokma haline getirmiş ve | dişinin kovuğuna saklamış.
Akşam, gök gürültüleri, şimşekler ve yıldırımlar ara­sında devin çocukları çıkıp gelmişler. Gelir gelmez de:
- Anacığım, insan kokusu alıyoruz! diye homurdan­maya başlamışlar.
Dev:
- Hadi canım! Sizin korkunuzdan buralara hiç insan gelir mi? Kim bilir akşama kadar ne kadar kurdun, kuşun kanına girdiniz? Dişlerinizin arasını yoklayın hele! demiş.
Kocaman sopalarla dişlerini karıştırmışlar. Birinin ağzın­dan bir hayvan kellesi, birininkinden budu fırlamış.
Dev, sormuş:
-  Bakın evlâtlarım! Eğer bir insan gelip benim elimi öpse, ben de onu dünya ahret evlâtlığa kabul etsem, sizler ne yapardınız?
Çocukları:
- Onu, dünya ahret kardeşimiz diye bağrımıza ba­sardık! diye cevap vermişler.
Bu cevap üzerine dev, dişinin kovuğuna sakladığı Çocuğu çıkartmış. Bir tokatla onu insan şekline sokmuş.
Çocuk, devin oğullarını karşısında görünce korkmuş. Ama, onlar bu sevimli ve güzel çocuğa çok iyi davran­mışlar, Kardeşleri olarak kabul etmişler, Çocuk, onlara da Dil Rüküş Hanımın dikenini sormuş, Aksilik bu ya, onlar da tanımıyorlarmış dil rüküşü. Dev, oğulları ile birlikte çocuğu ablasına yollamış.
Ablası, oğlanın derdini dinledikten sonra şöyle demiş:
- Oğlum, dil rüküşü sana kim öğretti? O, yüz bin büyü yapılarak saklan­mış, yüz binlerce kişinin ölümüne sebep     olmuş büyük bir hazi­nedir. Dil rükü­şü ele geçirip, dikenini  almana imkan  yok! Boşu boşuna ca­nından olma, demiş.
Ama, çocuk o kadar yalvarmış, o kadar yakarmış ki, dev dayanamayıp:
- Peki oğlum, demiş. Benim evimin önünden geçen yoldan yürü. Karşına kör bir kuyu, ondan sonra da bir or­manlık çıkar. Ormanda, avlanıp canlı canlı birkaç kuş ya­kala. Kuyunun başına dönüp, kuşları buradan içeriye at.
Kuyuya doğru eğilerek:
"Anahtarı verin!" diye bağır. Kuyudan sana bir anah­tar atılır, Anahtarı al ve günbatısına doğru ilerle. Karşına kocaman bir mağara çıkar. Hemen içeri gir, Sağ elinle, birden bire saldırarak eline ne geçerse al. Ve arkana bakmadan geriye dön. Anahtarı kuyuya at, Eğer, arka­na bakarsan işin biter. İşte, sana söyleyeceklerim bu ka­dar, Tanrı, yardımcın olsun!
Çocuk, deve teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Devin söylediği gibi, anahtarı almış, mağaranın kapısını açmış, sağ eliyle eline ne geçirdiyse kaparak arkasına bakma­dan kör kuyuya dönüp anahtarı içeri atmış. Ve atını dizginleyerek, altı ay bir güz koşturup kendi mağarasına ulaşmış, Bir de ne görsün? Mağaranın ağzında koca­man bir diken varmış, Dikenin her dalında ayrı renkte, ayrı biçimde öten yüzlerce kuş. Bir eğlence, bir neşe ki sözle anlatılamaz. Oğlan, çektiği onca eziyeti bir anda unutmuş.
Kız kardeşi de bunca eziyete katlanıp kendisine Dil Rüküş Hanımın dikenini armağan ettiği için, çocuğun boynuna sarılıp;
- Benim canım kardeşim! diye ona teşekkür etmiş,
Kız, mağaradaki günlerini Dil Rüküş Hanımın dikeni sayesinde eğlenerek geçire dursun, günlerden bir gün oğlan, ormanda avlanmaya çıkmış. Padişah ile karşılaş­mış. Çocuk, padişahı gene cin çarpar gibi çarpmış. Ta­lihsiz baba, yataklara düşmüş.
Kötü kalpli kızlar, padişahın aynı çocuk yüzünden ikinci defa hastalandığını duyunca korkuya kapılarak ebeyi çağırtmışlar.
Ebe, gene mağaranın yolunu tutmuş, Bakmış ki kız, Dil Rüküş Hanımın dikeninde şakır şakır öten kuşları dinle­yerek eğleniyor, hemen yanına yaklaşmış. Kız, onu tanı­yıp davet etmiş, ikramda bulunmuş,
Ebe:
-  Kızım, Dil Rüküş Hanımın dikeni de bir şey mi. Sen kardeşinden esas. Dil Rüküş Hanımın aynasını iste, O öy­lesine sihirli bir aynadır ki, ona baktığın zaman neyi, her kimi istersen görürsün, demiş,
Kız, yine bir ağlamadır tutturarak akşama kadar ma­ğaranın içini incilerle doldurmuş. Akşam olup kardeşi gelince, dil rüküşün aynasını istemiş. Eğer getirmezse, ağlaya ağlaya kendisini öldüreceğini söylemiş.
Çocuk, Dil Rüküş Hanımın dikenini nasıl getirdiyse, aynasını da aynı yolla getirmiş. İki kardeş, gerçekten de aynaya bakarak ne ister, kimi dilerlerse görebiliyorlar-mış, Kız, diken ve ayna ile eğlene dursun oğlan bir gün avda gene padişah ile karşılaşmış. Padişah, evlâdı oldu­ğunu bilmediği bu çocuk yüzünden hastalanarak ya­taklara düşmüş. Kötü kardeşler, ebeyi çağırıp durumu anlatmış ve:
- Bu çocuğu ortadan kaldırmazsan ne sana, ne de bize rahat yok! demişler.
Ebe, mağaraya giderek kıza, kardeşinden Dil Rüküş Hanımı istemesini öğütlemiş.
Kız, akşam olunca ağlaya sızlaya kardeşine:
- İle de Dil Rüküş Hanımı isterim! diye tutturmuş. Ço­cuk, bunun imkânsız olduğunu anlatmak istemişse de, kız ağlamasını kesmemiş, Çocuk, çaresiz Dil Rüküş Hanı­mı getirmek için yollara düşmüş. Doğruca büyük Devin yanına gidip, her şeyi anlatmış; yalvarmış, yakarmış.
Dev:
-  Oğlum, bunu başarmak çok güç. Ama, madem bu kadar istiyorsun anlatayım:
Kuyudan anahtarı alıp mağaranın kapısını açar ve içeri girersin. Önüne düz ve karanlık bir yol çıkar. Arkana bakmadan ilerlersin, Bir hayli gittikten sonra, aydınlığa çıkarsın. Bir servilikte taş kesilmiş yüzlerce insan karşına çıkar. Onlar, Dil Rüküş Hanımı almaya çalışırken taş kesi­lenler. Sakın onlara bakma ve ilerle. Dil Rüküş'ün sarayı­nı görür görmez, "Dil Rüküş" diye bağırırsın. Ondan sonra ne olacağını bilemem. Şansın açık olsun, oğlum, demiş,
Oğlan, deve teşekkür ettikten sonra doğruca kuyu­ya gitmiş, Anahtarı almış ve mağaranın kapısını açmış. Karanlık bir yolda ilerlemiş. Selviliğe gelmiş ve taş kesilen insanları görmüş, Dil rüküşün sarayını görür görmez "Dil Rüküş!" diye bağırmış.
Dizlerine kadar taş kesilmiş. Bir kere daha "Dil Rüküş" diye bağırmış.
Göbeğine kadar taş kesilmiş. Gene bağırmış "D:l Rü­küş!"
Bu sefer, boğazına kadar taş kesilmiş. Son bir gayretle
Rüküş!" diye bağırınca tepesine kadar taş olmak ereyken Dil Rüküş, sarayından dışarı fırlamış. Elindeki tasla bahçedeki havuzdan su almış. Suyu serper serpmez çocuk, taş kesilmekten kurtulmuş.
-   Ne istiyor­sun? diye çıkışmış. Bir kere geldin di­kenimi aldın! İkinci­sinde gelip aynamı da aldın! Bunlar da yetmedi, gene gel
Ah, sen o suçsuz annene dua et! Yoksa, taş olur gi-iin. Şimdi ne istiyorsun? Söyle bakalım! pocuk, hiç çekinmeden:
Seni istiyorum, demiş. Alıp götüreceğim, Rüküş, bu cesur çocuğa o anda gönlünü kaptı.
Şimdi, beni iyi dinle. Ben, gidip saraydan bohçamı jheylânımı alıp buraya geleceğim. Kaçtığımız anla-nlaşılmaz, sarayda kızılca kıyamet kopar. Sen, sakın ip arkana bakma, demiş.
Oğlan:
-  Yalnız, taş kesilen adamları canlandırmanı istiyo­rum, demiş.
Dil Rüküş Hanım, çocuğun bu isteğini kabul etmiş, Saraydan öte berisini, bohçasını ve küheylânını alıp gel­miş. Aceleyle taş heykellerin üstüne altın taşla su döküp, hepsini diriltmiş. Küheylâna atladıkları gibi, çıkmışlar yo­la. Kaçtıkları anlaşılınca, sarayda kıyamet kopmuş! Kop­muş ama, hiç arkalarına bakmadıkları için onlara hiçbir şey olmamış. Doğru mağaraya gelmişler. Kız kardeşi, onları karşılamış; öpüşüp, koklaşmışlar.
Üçü birlikte, mağarada neşe içinde yaşıyorlarmış. Çocuklar, anne babalarının kim olduğunu bilmiyormuş, Dil Rüküş Hanım, peri padişahının kızıymış.
Dil Rüküş Hanım, bir gece çocuğa:
- Yarın ava git. Padişah, seni görecek ve sarayına çağıracak. Mutlaka bu daveti kabul et, Ancak, davete bahçelerin arasından bir alayla gitmek istediğini söyle, demiş.
Çocuk, ertesi gün aya gitmiş. Dil Rüküş Hanımın söy­ledikleri olmuş, Çocuk, padişahın davetini, bir şartla ka­bul etmiş.
Çocuğun saraya gideceği gün, üçü de erkenden kalkmışlar. Kahvaltıdan sonra dil rüküş, ellerini çırparak:
- Of, lala gel, demiş.
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kara derili bir belirmiş. Dil Rüküş Hanıma:
- Emret sultanım! demiş. Dil Rüküş:
- Çabuk git ve babamın küheylânlarından birini gelemiş.
Dev, birkaç dakika sonra yanında gösterişli bir ku­lanla mağaranın kapısında belirmiş.
Dil Rüküş, çocuğu küheylâna bindirip bahçelerin ara-yollamış. Çocuk, bir de ne görsün, bir alay insan onu liyor. Küheylânın gösterişi, çocuğun mücevherlerle j elbiseleri herkesin gözlerini kamaştırmış. Çocuk, etra-akilere selâm vererek saraya doğru ilerlemiş,
Sarayda da aynı şekilde büyük törenlerle karşılan-Şerefine, büyük şölenler verilmiş; oyunlar oynanmış, ı bu sırada, küheylân üç kere kişnemiş. Dil Rüküş'ün, eden tembih ettiği gibi, çocuk padişahtan müsa-' istemiş. Üç gün sonra, padişahın mağaraya gelmestemiş ve saraydan ayrılmış.
Rüküş, padişahın kendilerini ziyaret edeceği gün nden kalkmış.
.alasından, çocukların anasını gömüldüğü yerden rtıp, mağaraya getirmesini istemiş,
Zavallı kadını, sihirli ilâçlarla çok kısa bir zaman için-sski durumuna getirmiş. Güzel elbiseler ve mücev-srle donatmış. Ama ne anaları çocuklarını, ne de çocuklar analarını tanıyorlarmış.

Padişah, ziyaret günü adamlarıyla mağaraya gi­dince şaşkınlıktan dona kalmış, Çünkü, mağa­ranın yerinde pencereleri altın çerçeveli, pı­rıl pırıl muazzam bir saray duruyormuş. Ka­labalık bir çalgıcı takımı, padişahı karşılamış. Tören bitip, ziyafet sofrasına otu-rulmuş. Dil Rüküş, padişaha başından sonuna kadar her şeyi anlatmış. Ger­çeği öğrenen padişah, pişmanlık için­de gözyaşfarına boğulmuş, Böylece, padişah suçsuz eşine, zavallı kadın çocuklarına, çocuklar da  analarına ve babalarına kavuşup bayram etmiş­ler. Padişah, eşinin kız kardeşlerini ve ebeyi öldürerek cezalandırmak istemiş. Ama, iyi kalpli eşi buna engel ol­muş, Dil rüküş ve çocuk, evlenmişler. Hep birlikte, hayat­larının sonuna kadar mutluluk içinde yaşamışlar,

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)