Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer iken, pireler berber iken. Ben annemin
beşiğini
tıngır mıngır sallar iken. Devler, cüceler,
padişahlar, şeh-za deler, krallar, prensler, prensesler, bir çalgı bir kıyamet.
Herkes Tanrıya emanet, ülkelerden birinde yaşayan üç yoksul kız kardeş varmış.
Üç kardeş, her gece sabaha kadar dikiş diker, nakış işler, pamuk bükermiş. Seri
bah içlerinden biri, bunları götürüp pazarda satarmış.
Padişah bir gün, üç gün boyunca geceleri ışık
yakıl-mamasını, her kim yakarsa şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını
duyurmuş. Bu emrini tellâllar aracılığıyla, bütün ülkeye duyurmuş.
Zavallı kız kardeşler, bu duyuru karşısında
şaşırıp kalmışlar. Eğer, gece çalışmazlarsa pazarda satacak bir şeyleri
olmaz ve aç kalırlarmış. Çaresiz, pencerelere kalın perdeler takıp titrek bir
mum ışığı altında çalışmalarına devam etmişler.
Bu yasağın üçüncü gecesi,
padişah yanına iki adamını almış ve emrinin dinlenip
dinlenmediğini kontrole çıkmış, Şehirde dolaşırken, kızların evinin önünden
geçiyormuş. O sırada kızlar, gene titrek bir mum ışığı altında dikiş dikip,
nakış yapıp, pamuk büküyorlarmış. Aksilik bu ya, perdelerden biri
hafifçe
aralıkmış. Padişah, mum ışığını görünce
küplere binmiş. Ama, yanındakiler:
- Padişahım, acele etmeyelim, Bakalım, sizin
buyruğunuzu dinlemeyenler kimlermiş, demişler.
Padişah, bu teklifi kabul etmiş. Pencerenin altına
yaklaşarak evi dinlemeye başlamışlar.
Kızlar, her şeyden habersiz hem işliyor, hem de
aralarında dertleşiyorlarmış. Büyükleri:
- Ah, ne olurdu sanki. Padişahın aşçısı ile evlensem de
bol bol yemek yesem, demiş.
Ortanca:
- Ben de terzisi ile evlensem de her gün, yeni yeni
elbiseler giysem, demiş.
En küçüğü:
- Ben, padişah
ile evlenecek olsaydım, güldükçe güller açan, ağladıkça inciler dökülen çocuklar
doğururdum, demiş.
Padişah, bunda bir hayır var, diye düşünmüş, Ertesi 9ün,
üç kız kardeşi sarayına çağırtmış, Büyük kız aşçı ile, ortanca terzi ile ve
küçük kız da padişah ile kırk gün, kırk gece süren bir düğünle evlenmişler.
Büyük kız istediği yemeklere, ortanca elbiselere ve zamanı gelince küçük kız da
nur topu gibi bir oğlan, bir de kız çocuğa kavuşmuş. Ablaları, doğan çocukların
gerçekten gülünce
güller açtığını, ağlayınca ortalığa inciler
saçtığını görünce, onu hem kıskanmış, hem de rahatları bozulur diye :
korkmuşlar, Saray ebesinin avucuna paralar dökerek:
- Ne yaparsan yap, ama bu iki çocuğu yok et! Perili
midir, cinli midir, nedir? Hepimizin başına bir dert ge-tirmesinler,
demiş,
Ebe:
- Siz merak etmeyin, ben bu işin çaresine bakarım,
demiş,
Ebe, padişahın iki bebeğini, iki tane köpek yavrusuyla
değiştirmiş, Çocukları, şehir dışında, bir bahçeye bırakmış, Padişah, karısının
iki köpek yavrusu doğurduğunu duyunca, hiddetinden küplere binmiş, Zavallı
kadını şehrin orta yerinde yarı beline kadar toprağa gömdürerek cezalandırmış.
Kadıncağız, ne olduğunu anlamadan ağlar dururmuş.
Biz, gelelim zavallı iki bebeğe. Hain ebenin, bebekleri
bıraktığı yer, yoksul bir bahçıvanın bahçesiymiş. Bahçıvan, çiçek yetiştirerek
hayatını kazanıyormuş. Adam, bahçede gezerken bir kutunun içinde iki bebek
bulunca:
- O kadar istedik, çocuğumuz olmadı! Herhalde bu iki
bebeği, bize yüce Tanrı gönderdi, demiş.
Yoksul bahçıvan, kızla oğlanı aldığı gibi, sevinçle
kulübesine koşmuş. Bahçıvanın karısı, bir göğsünü kıza, bir göğsünü oğlana
vermiş, Allah tarafından kadına süt
gelmiş, İki bebek başlamışlar şapur şupur kadıncağızın
memelerini emip, karınlarını doyurmaya.
Aradan çok geçmemiş, oğlan gülmüş etrafta güller açmış.
Kız, ağlamış her gözyaşı birer inci tanesi olup ortalığa yayılmış.
Bahçıvan ve karısı: Tanrı'ya şükürler olsun! Hem iki
evlât sahibi, hem de zengin olduk, diye sevinmişler.
Bahçıvan, mevsimi olmadığı halde açan rengârenk gülleri
sepetine doldurduğu gibi padişahın sarayına götürmüş. Padişah, mevsimsiz yetiştirirlen gülleri görünce çok
şaşırmış, Hepsini salın alarak, saray
halkına dağıtmış.
Bahçıvana:
- Bu gülleri
böyle mevsırrtsiz yetiştirmeyi
nasıl başardin? diye
sormuş.
Bahçıvan, çocuklardan hiç bahsetmeden:
- Uğraştım,
didindim, Tanrının izniyle başardım sultanım, demiş.
Ama, kentin orta yerinde yarı beline kadar gömülü ablaları, her şeyi anlamışlar,
Ebeyi çağırıp:
- Bu güller, o çocukların işi. Hani sen onları kuş
uçmaz, kervan geçmez, ıssız bir yere bırakmıştın! Demek ki yaşıyorlar! Ne yap,
ne et nerede olduklarını öğren! Yoksa her şey ortaya çıkacak!
demişler.
Ebe, telâş ve korku içinde çocukları bıraktığı bahçeye
koşmuş. Bir de bakmış ki bahçıvanın karısı biri oğlan, öteki kız iki çocuğu
emziriyor, Yanına yaklaşıp:
- Maşallah kızım, bu çocuklar ne kadar da gürbüz, demiş.
Bahçıvanın karısı, saf saf:
- Anacığım, yıllarca Tann'ya bir çocuğum olsun diye
yalvardım, yakardım olmadı.
Ama, bir gün kocam bahçenin yanında, derenin kenarında
bir kutu içinde bunları buldu.
Çocukları kutudan alıp, göbeklerini kestim. Göğüslerime
süt geldi, emzirdim. Kundaklayıp uyuttum. O gün bugündür büyütüyorum,
demiş.
Ebe:
- Evlâdım, duyduğuma göre, oğlan güldüğü zaman bahçede
güller açıyor, kız ağlayınca ortalığa inciler saçılıyormuş. Hattâ, kocan bu
güllerden saraya getirerek padişaha sattı, demiş.
Kadın, gene saf saf kötü yürekli ebeyi
doğrulamış:
- Evet, nineciğim. Dediklerin doğrudur.
Ebe, etrafına kuşkulu gözlerle baktıktan sonra
bahcıvanın karısına iyice yaklaşıp:
- Bak evlâdım, sana bir sır vereyim. Bu çocuklar
büyülüdür. Eğer, peri padişahı onların sizin elinizde olduğunu öğrenirse senin
de kocanın da başına ummadığınız kötülükler gelebilir Hayatınızdan bile
olursunuz. Onun için, ne yapıp yapıp bu çocukları başınızdan defedin,
demiş.
Ebenin anlattıklarından korkan kadın, akşam kocasına
olanı biteni anlatmış, Adam da, çok korkmuş. Düşünmüş, taşınmış en sonunda
çocukları alarak uzaktaki bir mağaraya bırakmış. Ağlaya sızlaya evine
dönmüş.
Çocuklar, hiçbir şeyden habersiz mağarada aksamı
etmişler. Akşam, karanlık çökmeden mağaraya iki yavrusuyla birlikte bir dişi
geyik gelmiş. İki insan yavrusunu görünce pek hoşuna gitmiş ve kendi
yavrularıyla birlikte onları da emzirmeye başlamış.
Masallarda zaman çok çabuk geçer. Çocuklar, geyiğin
sütünü eme eme sekizer yaşlarına gelmişler. O vakte kadar kız ağladıkça
ortalığa dökülen inciler, mağaranın yarısını doldurmuş. Oğlan güldükçe açan
güller, mağaranın etrafını cennete çevirmiş. O zamana kadar hiç insan
görmedikleri için, çocuklar konuşmayı öğrenememişler. Birbirleri ile el kol
işaretleriyle anlaşmışlar. Günlerden bir gün, mağaralarının dışında da bir
dünya olabileceğini düşünmüşler. Oğlan, bir gün geyiğin gittiği yolu izleyerek
şehrin yolunu öğrenmiş. Şehre inince kurulan
pazarları, alışveriş yapan, konuşan insanları görmüş.
Dil; bilmediği için, hiçbir şey anlamamış. Kuyumcunun camından bakarken,
incilere karşılık yiyecek içecek verili diğini öğrenmiş. Hemen bir inci verip,
kendisi ve kardeşi için giyecek, yiyecek almış. Mağaraya dönmüş ve iki j kardeş
elbiseleri giyinip, yiyecekleri güle oynaya yemişler. Çocuk, kardeşine kentte
öğrenebildiği dili öğretmeye başlamış.
Ertesi gün oğlan, yanına birkaç inci alıp düşmüş şehir
yoluna, Pazara giderek yiyecek ve giyecek bir şeyler alıp, dönmüş mağaraya.
Günler bu şekilde birbirini ko1valaya dursun, oğlan da kız da konuşmayı
öğrenmişler. Oğlan, şehirde kendisine bir çok arkadaş edinmiş. Onlar gibi ata
binmeyi, avlanmayı öğrenmiş. On dört yaşına j gelince usta bir avcı
olmuş.
Bir gün oğlan ormanda avlanırken, padişah
onu
görmüş.
Yanındakilere:
- Ne güzel bir çocuk! Hemen kim olduğunu öğrenin!
demiş.
Uşaklardan biri, hemen çocuğun yanına
yaklaşıp:
- Beyim, maşallah ne kadar çok hayvan avlamışsınız?
diye, söze başlamak istemiş,
Oğlan:
-Tanrı'nın yarattığı çok, Avlanmak için size de
yeter,
bana da! Deyip atıyla oradan
uzaklaşmış,
Padişah, saraya dönmüş. Çocuğa olan tutkusundan,
padişahı ateşler basmış, Hastalanıp yataklara düşmüş, Hekim başına:
- Avda gördüğüm
çocuk yüzünden beni ateşler bastı, yataklara düştüm, demiş.
Padişahın bu sözü, kötü kalpli iki kız kardeşin
kulaklarına gitmiş. Hemen ebeyi çağırtıp:
- Padişahın
hastalanmasına sebep olan, olsa olsa
kendi oğludur. Hemen onu ve
kız kardeşini bulup ortadan kaldır, Yoksa
her şey anlaşılır ve padişah üçümüzün de kellesini uçurur!
demişler.
Ebe:
- Ama, nasıl olur! Bahçıvan, onları ıssız bir mağaraya
bırakmıştı. Aradan bunca yıl geçti. Açlıktan şimdiye kadar çoktan ölmüş
olmaları gerekir, Ama, gene de gidip bakayım, demiş.
Ebe, mağaranın yolunu tutmuş. Mağaraya gelince güller ve
inciler arasında oturan kızı görmüş.
Kız:
- Hoş geldin nineciğim! diye, ebeyi karşılamış.
Ebe:
- Ah kızım, dağ başındaki bu mağarada tek başına mı
yaşıyorsun?
- Hayır, nineciğim. Bir de erkek kardeşim
var.
- Gündüz burada canın sıkılmıyor mu?
- Hayır, niçin
sıkılacakmış? Burada kendi kendime eğleniyorum,
- Peki, kardeşin seni çok sever mi?
- Sevmez oiur mu? Kardeşim tabii!
- Öyleyse sana
bir şey söyleyeyim, Akşam, erkek kardeşin gelince avaz avaz ağla. O, sana ne
olduğunu sorduğu zaman, nazlan ve daha çok ağla. Tabii senin üstüne düşecek,
gene ne olduğunu, niçin ağladığını soracaktır, O zaman, ben Dil Rüküş Hanımın
dikenini isterim, diye tuttur. Dünyada ondan eğlenceli şey yoktur,
demiş.
Kız:
- Peki nineciğim, demiş, Doğrusu Dil Rüküş Hanımın
dikenini çok merak ettim.
Kötü kalpli ebe, mağaradan uzaklaşmış, Akşam, avdan
dönen çocuk bir de bakmış ki kız kardeşi, iki gözü iki çeşme ağlıyor. Ne
olduğunu, niçin ağladığını sorduysa da, kız cevap vermemiş.
Durmadan ağlıyormuş, Oğlan, kardeşine
yalvararak:
- Ne istersen yapacağım, ne dilerse yerine getireceğim!
Ne olur, ağlama, diye yalvarmış.
Kız:
- Kardeşim, ben Dil Rüküş Hanımın dikenini
istiyorum.
Eğer, onu bulup getirmezsen ağlaya ağlaya kendimi
öldürürüm, demiş.
Çocuk, şaşırmış:
- Kardeşim,
benden hiç bilmediğim, duymadığım bir şey istedin, Ama, madem ki bu kadar çok
istiyorsun, elimden geleni yaparım. Dünyanın öbür ucunda da olsa Dil Rüküş
Hanımın dikenini bulup, sana getireceğim, demiş,
Çocuk, sabah erkenden şehre gitmiş, Güzel silâhlar ve
güçlü bir at satın almış. Atın heybesini, yiyecek ve içeceklerle doldurmuş,
Mağaraya dönüp, yiyeceklerin yarısını kız kardeşine bırakmış. Dil Rüküş Hanımın
dikenini bulmak için, düşmüş yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş, Dere tepe düz gitmiş. Altı ay,
bir
güz gitmiş, Gide gide bir peri padişahının,
ülkesine ulaşmış. Bu üikede, karşısına kuş açmaz kervan geçmez, yılan
bağırsağını sürmez çok tehlikeli yerler çıkmış. Amal kız kardeşine söz verdiği
için, bütün engelleri teker teker aşmış, En sonunda yol, iz olmayan bir ovada
bulmuş I kendisini. Ovanın ortasında çok güzel, kocaman bir sa ray varmış.
Sarayın önünde de kocaman bir dev yatn yormuş.
Çocuk, atını sürüp hemen devin yanına yaklaşmış. Atından
atlayarak devin ellerini öpmüş:
- Dünya ahret benim anam ol! demiş.
Bu sözler ve oğlanın kibar davranışı devin çok hoşu-? na
gitmiş:
- Ben, seni yerdim ama, benim elimi öptün, Sen d benim
dünya ahret oğlum ol. Söyle bakalım, derdin njj dir? Buralara kadar niçin
geldin?
Çocuk, hikâyesini anlatmış. Dil Rüküş Hanımın dikenini
bulması için, devden yardım istemiş.
Dev:
- Oğlum, ben
ülkemin sınırlarını korumakla görevli- | yim. O söylediğini hiç duymadım. Akşam,
çocuklarım gelince onlara sorarım, Eğer, onlar da biliniyorlarsa seni | ortanca
kardeşimin yanına gönderirim demiş. Sonra öl çocuğa bir tokat atıp, onu bir
lokma haline getirmiş ve | dişinin kovuğuna saklamış.
Akşam, gök gürültüleri, şimşekler ve yıldırımlar
arasında devin çocukları çıkıp gelmişler. Gelir gelmez de:
- Anacığım, insan kokusu alıyoruz! diye homurdanmaya
başlamışlar.
Dev:
- Hadi canım! Sizin korkunuzdan buralara hiç insan gelir
mi? Kim bilir akşama kadar ne kadar kurdun, kuşun kanına girdiniz? Dişlerinizin
arasını yoklayın hele! demiş.
Kocaman sopalarla dişlerini karıştırmışlar. Birinin
ağzından bir hayvan kellesi, birininkinden budu fırlamış.
Dev, sormuş:
- Bakın
evlâtlarım! Eğer bir insan gelip benim elimi öpse, ben de onu dünya ahret
evlâtlığa kabul etsem, sizler ne yapardınız?
Çocukları:
- Onu, dünya ahret kardeşimiz diye bağrımıza basardık!
diye cevap vermişler.
Bu cevap üzerine dev, dişinin kovuğuna sakladığı Çocuğu
çıkartmış. Bir tokatla onu insan şekline sokmuş.
Çocuk, devin oğullarını karşısında görünce korkmuş. Ama,
onlar bu sevimli ve güzel çocuğa çok iyi davranmışlar, Kardeşleri olarak kabul
etmişler, Çocuk, onlara da Dil Rüküş Hanımın dikenini sormuş, Aksilik bu ya,
onlar da tanımıyorlarmış dil rüküşü. Dev, oğulları ile birlikte
çocuğu ablasına yollamış.
Ablası, oğlanın derdini dinledikten sonra şöyle
demiş:
- Oğlum, dil rüküşü sana kim öğretti? O, yüz bin büyü
yapılarak saklanmış, yüz binlerce kişinin ölümüne sebep olmuş büyük bir hazinedir. Dil rüküşü
ele geçirip, dikenini almana imkan yok! Boşu boşuna canından olma,
demiş.
Ama, çocuk o kadar yalvarmış, o kadar yakarmış ki, dev
dayanamayıp:
- Peki oğlum, demiş. Benim evimin önünden geçen yoldan
yürü. Karşına kör bir kuyu, ondan sonra da bir ormanlık çıkar. Ormanda, avlanıp
canlı canlı birkaç kuş yakala. Kuyunun başına dönüp, kuşları buradan içeriye
at.
Kuyuya doğru eğilerek:
"Anahtarı verin!" diye bağır. Kuyudan sana bir anahtar
atılır, Anahtarı al ve günbatısına doğru ilerle. Karşına kocaman bir mağara
çıkar. Hemen içeri gir, Sağ elinle, birden bire saldırarak eline ne geçerse al.
Ve arkana
bakmadan geriye dön. Anahtarı kuyuya at,
Eğer, arkana bakarsan işin biter. İşte, sana söyleyeceklerim bu kadar, Tanrı,
yardımcın olsun!
Çocuk, deve teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Devin
söylediği gibi, anahtarı almış, mağaranın kapısını açmış, sağ eliyle eline ne
geçirdiyse kaparak arkasına bakmadan kör kuyuya dönüp anahtarı içeri atmış. Ve
atını dizginleyerek, altı ay bir güz koşturup kendi mağarasına ulaşmış, Bir de
ne görsün? Mağaranın ağzında kocaman bir diken varmış, Dikenin her dalında ayrı
renkte, ayrı biçimde öten yüzlerce kuş. Bir eğlence, bir neşe ki sözle
anlatılamaz. Oğlan, çektiği onca eziyeti bir anda unutmuş.
Kız kardeşi de bunca eziyete katlanıp kendisine Dil
Rüküş Hanımın dikenini armağan ettiği için, çocuğun boynuna sarılıp;
- Benim canım kardeşim! diye ona teşekkür
etmiş,
Kız, mağaradaki günlerini Dil Rüküş Hanımın dikeni
sayesinde eğlenerek geçire dursun, günlerden bir gün oğlan, ormanda avlanmaya
çıkmış. Padişah ile karşılaşmış. Çocuk, padişahı gene cin çarpar gibi çarpmış.
Talihsiz baba, yataklara düşmüş.
Kötü kalpli kızlar, padişahın aynı çocuk yüzünden ikinci
defa hastalandığını duyunca korkuya kapılarak ebeyi çağırtmışlar.
Ebe, gene mağaranın yolunu tutmuş, Bakmış ki kız, Dil
Rüküş Hanımın dikeninde şakır şakır öten kuşları dinleyerek eğleniyor, hemen
yanına yaklaşmış. Kız, onu tanıyıp davet etmiş, ikramda bulunmuş,
Ebe:
- Kızım, Dil
Rüküş Hanımın dikeni de bir şey mi. Sen kardeşinden esas. Dil Rüküş Hanımın
aynasını iste, O öylesine sihirli bir aynadır ki, ona baktığın zaman neyi, her
kimi istersen görürsün, demiş,
Kız, yine bir ağlamadır tutturarak akşama kadar
mağaranın içini incilerle doldurmuş. Akşam olup kardeşi gelince, dil rüküşün
aynasını istemiş. Eğer getirmezse, ağlaya ağlaya kendisini öldüreceğini
söylemiş.
Çocuk, Dil Rüküş Hanımın dikenini nasıl getirdiyse,
aynasını da aynı yolla getirmiş. İki kardeş, gerçekten de aynaya bakarak ne
ister, kimi dilerlerse görebiliyorlar-mış, Kız, diken ve ayna ile eğlene dursun
oğlan bir gün avda gene padişah ile karşılaşmış. Padişah, evlâdı olduğunu
bilmediği bu çocuk yüzünden hastalanarak yataklara düşmüş. Kötü kardeşler,
ebeyi çağırıp durumu anlatmış ve:
- Bu çocuğu ortadan kaldırmazsan ne sana, ne de bize
rahat yok! demişler.
Ebe, mağaraya giderek kıza, kardeşinden Dil Rüküş Hanımı
istemesini öğütlemiş.
Kız, akşam olunca ağlaya sızlaya kardeşine:
- İle de Dil Rüküş Hanımı isterim! diye tutturmuş.
Çocuk, bunun imkânsız olduğunu anlatmak istemişse de, kız ağlamasını kesmemiş,
Çocuk, çaresiz Dil Rüküş Hanımı getirmek için yollara düşmüş. Doğruca büyük
Devin yanına gidip, her şeyi anlatmış; yalvarmış, yakarmış.
Dev:
- Oğlum, bunu
başarmak çok güç. Ama, madem bu kadar istiyorsun anlatayım:
Kuyudan anahtarı alıp mağaranın kapısını açar ve içeri
girersin. Önüne düz ve karanlık bir yol çıkar. Arkana bakmadan ilerlersin, Bir
hayli gittikten sonra, aydınlığa çıkarsın. Bir servilikte taş kesilmiş yüzlerce
insan karşına çıkar. Onlar, Dil Rüküş Hanımı almaya çalışırken taş kesilenler.
Sakın onlara bakma ve ilerle. Dil Rüküş'ün sarayını görür görmez, "Dil Rüküş"
diye bağırırsın. Ondan sonra ne olacağını bilemem. Şansın açık olsun, oğlum,
demiş,
Oğlan, deve teşekkür ettikten sonra doğruca kuyuya
gitmiş, Anahtarı almış ve mağaranın kapısını açmış. Karanlık bir yolda
ilerlemiş. Selviliğe gelmiş ve taş kesilen insanları görmüş, Dil rüküşün
sarayını görür görmez "Dil Rüküş!" diye bağırmış.
Dizlerine kadar taş kesilmiş. Bir kere daha "Dil Rüküş"
diye bağırmış.
Göbeğine kadar taş kesilmiş. Gene bağırmış "D:l
Rüküş!"
Bu sefer, boğazına kadar taş kesilmiş. Son bir
gayretle
Rüküş!" diye bağırınca tepesine kadar taş
olmak
ereyken Dil Rüküş, sarayından dışarı
fırlamış. Elindeki
tasla bahçedeki havuzdan su almış. Suyu
serper
serpmez çocuk, taş kesilmekten
kurtulmuş.
- Ne
istiyorsun? diye çıkışmış. Bir kere geldin dikenimi aldın! İkincisinde gelip
aynamı da aldın! Bunlar da yetmedi, gene gel
Ah, sen o suçsuz annene dua et! Yoksa, taş olur gi-iin.
Şimdi ne istiyorsun? Söyle bakalım!
pocuk, hiç çekinmeden:
Seni istiyorum, demiş. Alıp götüreceğim,
Rüküş, bu cesur çocuğa o anda gönlünü
kaptı.
Şimdi, beni iyi dinle. Ben, gidip saraydan bohçamı
jheylânımı alıp buraya geleceğim. Kaçtığımız anla-nlaşılmaz, sarayda kızılca
kıyamet kopar. Sen, sakın ip arkana bakma, demiş.
Oğlan:
- Yalnız, taş
kesilen adamları canlandırmanı istiyorum, demiş.
Dil Rüküş Hanım, çocuğun bu isteğini kabul etmiş,
Saraydan öte berisini, bohçasını ve küheylânını alıp gelmiş. Aceleyle taş
heykellerin üstüne altın taşla su döküp, hepsini diriltmiş. Küheylâna
atladıkları gibi, çıkmışlar yola. Kaçtıkları anlaşılınca, sarayda kıyamet
kopmuş! Kopmuş ama, hiç arkalarına bakmadıkları için onlara hiçbir şey olmamış.
Doğru mağaraya gelmişler. Kız kardeşi, onları karşılamış; öpüşüp,
koklaşmışlar.
Üçü birlikte, mağarada neşe içinde yaşıyorlarmış.
Çocuklar, anne babalarının kim olduğunu bilmiyormuş, Dil Rüküş Hanım, peri
padişahının kızıymış.
Dil Rüküş Hanım, bir gece çocuğa:
- Yarın ava git. Padişah, seni görecek ve sarayına
çağıracak. Mutlaka bu daveti kabul et, Ancak, davete bahçelerin arasından bir
alayla gitmek istediğini söyle, demiş.
Çocuk, ertesi gün aya gitmiş. Dil Rüküş Hanımın
söyledikleri olmuş, Çocuk, padişahın davetini, bir şartla kabul
etmiş.
Çocuğun saraya gideceği gün, üçü de erkenden kalkmışlar.
Kahvaltıdan sonra dil rüküş, ellerini çırparak:
- Of, lala gel, demiş.
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kara derili
bir
belirmiş. Dil Rüküş Hanıma:
- Emret sultanım! demiş. Dil Rüküş:
- Çabuk git ve babamın küheylânlarından birini
gelemiş.
Dev, birkaç dakika sonra yanında gösterişli bir kulanla
mağaranın kapısında belirmiş.
Dil Rüküş, çocuğu küheylâna bindirip bahçelerin
ara-yollamış. Çocuk, bir de ne görsün, bir alay insan onu liyor. Küheylânın
gösterişi, çocuğun mücevherlerle j elbiseleri herkesin gözlerini kamaştırmış.
Çocuk, etra-akilere selâm vererek saraya doğru ilerlemiş,
Sarayda da aynı şekilde büyük törenlerle
karşılan-Şerefine, büyük şölenler verilmiş; oyunlar oynanmış, ı bu sırada,
küheylân üç kere kişnemiş. Dil Rüküş'ün, eden tembih ettiği gibi, çocuk
padişahtan müsa-' istemiş. Üç gün sonra, padişahın mağaraya gelmestemiş ve
saraydan ayrılmış.
Rüküş, padişahın kendilerini ziyaret edeceği gün nden
kalkmış.
.alasından, çocukların anasını gömüldüğü yerden rtıp,
mağaraya getirmesini istemiş,
Zavallı kadını, sihirli ilâçlarla çok kısa bir zaman
için-sski durumuna getirmiş. Güzel elbiseler ve mücev-srle donatmış. Ama ne
anaları çocuklarını, ne de
çocuklar analarını
tanıyorlarmış.
Padişah, ziyaret günü adamlarıyla mağaraya gidince
şaşkınlıktan dona kalmış, Çünkü, mağaranın yerinde pencereleri altın çerçeveli,
pırıl pırıl muazzam bir saray duruyormuş. Kalabalık bir çalgıcı takımı,
padişahı karşılamış. Tören bitip, ziyafet sofrasına otu-rulmuş. Dil Rüküş,
padişaha başından sonuna kadar her şeyi anlatmış. Gerçeği öğrenen padişah,
pişmanlık içinde gözyaşfarına boğulmuş, Böylece, padişah suçsuz eşine, zavallı
kadın çocuklarına, çocuklar da analarına
ve babalarına kavuşup bayram etmişler. Padişah, eşinin kız kardeşlerini ve
ebeyi öldürerek cezalandırmak istemiş. Ama, iyi kalpli eşi buna engel olmuş,
Dil rüküş ve çocuk, evlenmişler. Hep birlikte, hayatlarının sonuna kadar
mutluluk içinde yaşamışlar,