bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


12 Haziran 2018 Salı

Devlerin Dansı


Tepegözler Mimarisi
Neolitik (Cilalı Taş Çağı) insan inşaatçılığa, iri, oyulmamış kayalarla başladı ve bu kayaları harç ya da benzer bir şey kullanmaksızın birbirinin üzerine oturttu. Cilalı Taş Çağı’nın sonları ve onu izleyen Bronz Çağı’nın başlangıcın­da bu tür mimari oldukça gelişti. Bu kaba taştan anıtlar, dünyada görülen en olağanüstü yapıların arasında yer alır, çünkü:
Taşları bu yapıların olduğu yere taşımak ve birbirinin üzerine oturtmak için büyük bir yaratıcılık kullanılmış olmalıdır.

(Tepegözler (Kikloplar): Klasik mitolojide “Titanlar” ve “Kikloplar” (Cyclops) olarak iki ayrı dev ırkından söz edilir. Kikloplar Türk Mitolojisinde “Tepegöz” adıyla geçer. Kiklopların üç türünden biri de “duvarcı Kikloplar” adını taşırlar ki kökenleri Anadolu’nun Likya bölgesi olarak gösterilir.)
Birçok küçük taş yerine çok büyük taşlar kullanılmıştır. Örneğin, Malta’daki Hagiar Kim tapınağındaki bir taş blok 6,4 x 2,7 x 2,7 metre boyutunda ve Lübnan’da Baalbek’deki bir blok 18,8 x 6 x 4,6 metre boyutunda ve herhan­gi bir inşaatta kullanılmış en büyük tek parçalık kaya olduğu öne sürülmüştür. (Kiklopik tarzdan sonra geliştirilmiş olan Mısır Piramitleri’nin en büyük taşı 5,4 metreden fazla değildir ve bunlar destek olarak kullanılmış özel taşlardır. Oysa, kikloplarda neredeyse tüm taşlar devasa boyuttadırlar.)

Baalbek Blokları

Taşları üst üste, dikebilmek için çok sayıda ve iyi örgütlenmiş, uzun süre boyunca tek komuta altında, birlik içerisinde hareket eden, binlerce kişiden oluşan bir işçi takımı oluşturulmuş olmalı.
Bu kadar büyük taşların taş ocağından nasıl çıkartıldığını, taş ocakların­dan çıkartılmadılarsa da nasıl bu kadar çok sayıda, uygun biçimlerde ve kul­lanıma uygun olabildiklerini anlamak güçtür.
Kiklopik tarzdaki bu yapıların yedi ana yapısal türü bulunmaktadır ve yu­karıda söz ettiğimiz en basitinden başlayarak yapım zorluklarına göre sırala­yacağız:
(Burada sözü edilen tüm taş yapılar, prehistoryacılara göre tarih öncesi çağlarda dikilmiştir. Çoğu araştırmacı bu tür taş yapıların özellikle “ley hatları” üzerine yerleştirildiği ve çoğunlukla büyüsel ve psişik amaçlar doğrultusunda kullanıldığına ilişkin ortak görüşe sahiptir.)
(Kullanılan sınıflandırma türü T. E. Peet’e aittir: “Rough Stone Monuments and The­ir Builders” (Kaba Taş Anıtlar ve Bunları İnşa Edenler), Londra ve New York, 1912. Diğer yazarların sınıflandırmalarına göre daha doğru görünüyor.)
1- Bir ile dokuz metre arasındaki yükseklikte, bazı noktalarda sayıca çok olan ve birbirine benzeyen menhirler ya da megalitler.
2- İki dikey taşın üzerine oturtulmuş, üçüncü bir yatay taştan oluşan trilithon’lar.
3- Bir boşluğu çevreleyen birkaç dikey taşın üzerine oturtulmuş bir yatay taştan oluşan dolmen’ler.
4- Belirli bir biçimde aralı küçük ya da orta boy menhirler ya da hizalan­mış taşlar.
5- Sağ kollarda koridorlar bulunabilen, birbiriyle karşılıklı trilithon sıraları ya da koridor-mezarlar.
6- Stonehenge’deki gibi, bazen üst kısımda yatay kare taşlar bulunan çember, elips ya da ender olarak kare biçiminde menhir sıraları ya da cromlechler (kromleç).
7- Sardinya Adası, Malta ve Gozo’daki olağanüstü yapılara benzeyen daha karmaşık biçimli, büyük bir olasılıkla, daha sonraki dönemlerde yapılmış megalitik tapınaklar. Bu megalitler birçok yerde kayalara oyularak yapılmış ve yukarıda anlatılan uzun tünelli ve kurganlara benzetilir. Bazılarında, tünelin içinde yukarıda değinilen koridor mezarın eşi olan megalitik bir yapı bulunur. Hatta kimileri, önceden bir tünelin içerisinde yer almış ve üzeri toprakla ör­tülü olabilir. (Kurgan (İng. caim): Bir yeri işaretlemek için, bir insanın ya da bir olayın anısına, özellikle dağ tepelerine dikilen taş yığını biçiminde anıt.)

Yaygın Bir Kült
Megalitlerin dağılımı da doğaları kadar olağanüstüdür. Britanya adalarında sıkça rastlanır, Galler’de ise dikkat çekici biçimde çok sayıdadırlar. Fransa’da, özellikle de Bretagne’da neredeyse sayısızdır ve zaten menhir ve dolmen sözcükleri Breton kökenlidir. İspanya ve Portekiz’de de birçok örnekleri vardır. İsveç, Danimarka ve Kuzey Almanya’da da sık görülür. Hollanda ve Belçi­ka’da ender rastlanır ve İsviçre’de yalnızca iki adettir. Akdeniz’de Korsika, Sardinya, Malta, Gozo, Pantellaria, Lampedusa ve bir noktaya kadar Sicilya’da rastlanabilir, ancak İtalya’da hiç yoktur. Balkanlar’da birkaç tane var­dır, ancak Yunanistan’da yoktur. Kafkaslar’da ve Kırım’da görülür, ancak Rusya’nın hiçbir yerinde yoktur. Afrika’nın kuzey kıyısı boyunca, Tripoli’den Fas’a kadar uzanırlar, ancak anlaşılan, yerlerini piramitlerin aldığı Mısır’da görülmezken, Sudan’da birkaçına rastlanabilir. Asya’da Ürdün, Suriye, İran, Hindistan, Kore ve Japonya’da vardır ve Alaska, hatta Büyük Okyanus ada­larına kadar yayılmışlardır.
Meksika ve Peru’da, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, yerlerini bir piramit kültüne bırakmışlardır.  Afrika’nın birçok yerinde, kuzey ve orta Avrupa ile kuzey Asya’nın büyük bir bölümünde görülmezler.
Megalitler Malinezya’da, özellikle Yeni Hebrid Adaları’nda yalnızca birkaç adet bulunmakla kalmaz, hâlâ zaman zaman yenileri dikilmektedir. Yakın za­manlara dek, halkın yüce beklentilerini temsil eden anatanrıça ve oğlunu çevreleyen, ilk Avrupalılarınkini oldukça andıran ayinler ya da gizemlerle dolu bir taş devri kültü geliştirilmişti. Bununla birlikte domuz kurban edilirdi. Bu kült önceden, başka yerlerde ilgi görmüş ve Mısır, Girit, Yunanistan ve Ro­ma’yı oldukça etkilemiştir. Malta’nın megalitik tapınaklarında bize göre, tu­haf anatanrıça (Daha önce anlatılan şişman figürlere benzer) ve Sümer ile Girit etkilerini taşıyan erkek ve kadın figürleri bu­lunmuştur. Boğa ya da koyun gibi, domuzdan başka hayvanlar ve bazen de yalnızca bitkiler kurban edilirdi.
İlkel megalitik yapıların taşları ya az yontulmuş ya da hiç yontulmamıştır, ancak yer yer Akdeniz bölgesinin ilk dinsel ve estetik figürlerine benzeyen simgesel motifler görülür.
Çok sayıda megalitik yapının yıkıldığı, parçalandığı ya da yeni yapıların ya­pımında kullanıldığı kesindir.
Megalitik yapıların kimileri belirli bir biçimde konumlanmanın izlerini ta­şır ve neredeyse tüm kadim anıtlar gibi ilkel astrolojiyle bağlantılıdır.
Devler ve Erkek Büyücüler (Wizards)
Hiç kuşku yok ki, bu tür taşlar, boyutlarından ötürü ve ancak “büyü” yoluy­la yerlerine konulabileceği şeklindeki yaklaşımdan ötürü her zaman devlerle ilişkilendirilmişlerdir.
İlk İngiliz yazarları, Stonehenge’in taşlarını Sakson işgalciler tarafından kılıç­tan geçirilen birçok ünlü savaşçının anısına, Kral Arthur’un sarayındaki ünlü büyücü Merlin’in büyücülük yeteneği ve onbeş bin kişinin yardımıyla, İrlanda’dan getirtilip şimdiki yerine yerleştirildiğini öne sürmüşlerdi. Bunlara “Devle­rin Dansı” adı verilmişti ve Britanya Kralı Aurelius Ambroius’ün döneminde, İrlanda’da bir dağ olan Killarius’ta bulunuyordu. Kimilerine göreyse devler tara­fından Afrika’dan İrlanda’ya getirilmişlerdi. Açıkçası, onlara ulusal güvenliği sağlayan bir unsur gözüyle bakılıyordu. İrlanda’yı fethetmek isteyen birçok ki­şi onlar için savaşmak zorundaydı ve onları ele geçirmeye geldiklerinde, Merlin kendi olanaklarıyla yardıma gelene kadar taşları indirmeyi başaramadılar.
Fransa’daki megalitlerin çoğu, François Rabelais’nin (1490-1553) aşk kome­dilerinde kahramanlaşmadan önce de, Fransız folklorunda tanınan dev Gargantua’yla özdeşleştirildi.
Berkshire’da üç odalı bir koridor-mezar Demirci Wayland Mağarası adını taşır. İnanışa göre Wayland, atları büyüsel bir yöntemle nalladığı sanılan ve görkemli kılıçlar ve zırhlar üreten hayalete benzer, bir başka deyişle esrarengiz bir nalbanttır. Bu isim, Almanya’da Wieland, İskandinavya’da da Völund adıyla bilinir ve klasik mitolojideki Vulkan’a çok benzer.
Megalitlerle ilgili başka bir görüş de, Druidler ile bağlantılı olduklarıdır ve 18. yüzyılda antikacı W. Stukeley ve şair William Blake taralından da önemli bir yaklaşım olarak desteklenmiştir.
Güneş Tapınakları
Megalitlerin önemli kişilerin mezarı olduğu konusunda çok az kuşku bulun­makta ve Güneş ya da gezegenlerle ilgili bir simgeciliği içeren bir tür tapın­mayla bağdaştırılmaktadır.
İngiltere’nin Wiltshire yöresindeki Salisbury ovası üzerinde yer alan Stonehenge cromlech’i, hâlâ görülebilen bir toprak yığınıyla ortak bir merkezi çev­releyen iki daireden oluşur. Burada bir sunak taşı bulunmakta ve biraz ötede, aynı sırada, toprakla kenarları belirlenmiş geniş bir yolun yanında “Friar’ın to­puğu” olarak bilinen dik bir taş vardır. Yaz gündönümünde, güneş bu sıra bo­yunca en üst noktaya çıkar. Yapının doğru yönde dikildiği sanılmaktadır.


                                                                     Stonehenge




Stonehenge cromlech’inin yapım aşamaları


Bir 19. Yüzyıl fotoğrafında Stonehenge
Britanya’da birkaç tane daha cromlech bulunmaktadır. Bunların kimileri ol­dukça karmaşıktır. Daha çok Cornwall’ dadırlar, ancak Somerset’te bulunan bir cromlech, bir büyük ve iki küçük çemberden oluşur. Dolmenler ise Galler’de, Domwall ve Devon’da sıkça, Britanya’nın geri kalan yerlerinde ender görülür.
İngiltere’de megalitlerin en yaygın bulunduğu yer Wiltshire’da Avebury yöresidir. Burada çok sayıda toprak siperler vardır ve yakınlardaki Silbury Hill’in yapay bir tepe olduğu sanılmaktadır. Avebury’de yaklaşık yüz taştan oluşan bir daire ve bu dairenin içinde ortak bir merkezi çevreleyen iki çift daire daha vardır. Kuzeydeki çiftin ortasında sunağa benzeyen, üç desteğin üzerine oturtulmuş bir yatay taş; güneydeki çiftin ortasında bir tek menhir vardır. Bu düzene giden uzun yolun iki tarafı menhirlerle sıralıdır. Yolun düz değil de, yılan gibi kıvrılıyor olması, Stukelcy’in bunu Druidler’in yılana tapmalarıyla ilişkilendirmesine neden olmuştur.  


Avebury

Bretagne’da bulunan çok sayıda megalitik kalıntının en büyüğü Carnac yö­resinde beş sıra şeklinde ve en büyüğü 20 metre boyunda, yaklaşık 600 taştan oluşanıdır. Ayrıca kurgan niteliği taşıyan birkaç dolmen vardır. Bugün sayıla­rı oldukça azalmış olsa da, özgün durumunda her sırada 15 bin taş olduğu sa­nılmaktadır.


Carnac Megalitleri
Malta ve Gozo’daki megalitik tapınaklar şu anki biçimleriyle daha çok bi­naya benzerler, bazılarında dev taşlar kabaca bir duvar oluşturur. Ayrıca, kiklopik taşlardan oluşan bir duvar da İspanya’nın Tarragona yöresinde bulun­maktadır.
Bunlar, daha çok geleneksel biçimlere benzese de bu tür yapılar mimarlığın başka bir biçimine girer. Ancak genelde yontulmuş ve kesilmiş olsa da dev blokların kullanılmış olması bakımından gerçekte mcga­litik yapılardır.
Bunların en dikkat çekici olanı, Bolivya’da And Dağları’nın üst kısımların­da, yaklaşık 150 km uzunlukta çok geniş bir alanı kaplayan Titicaca Gölü’nün yakınlarındaki Tiahuanaco kalıntılarında görülür. Neredeyse 430 hektarlık bir alanı kaplayan bu kalıntıların İnkalar’dan önceki bir kültüre ait olduğuna inanılır. Burada çok büyük monolitler bulunmuştur ve bu monolitlerle büyük bir tapınak inşa edildiği sanılmaktadır. Harç kullanılmamış, ancak taşlan birarada tutmak için bronz kıskaçların kullanıldığına ilişkin bazı izler bulunmakta­dır. Bu bölge günümüzde oldukça kasvetli ve terk edilmiş durumdadır.



Tiahuanaco Kalıntıları

Büyük Okyanus’un kuzeybatısındaki Caroline Adaları’ndan biri olan Ponape’de, “Büyük Okyanus’un Viyanası” denilen Nan-Matal adında bir kent vardır. Kent, kanallarla bölünmüş sayıca elliden çok adanın üzerinde bulunur. Bu adaların tümü yapaydır ve iri prizmatik bazalt blokların, sırayla paralel katmanlar halinde sağ açıyla yerleştirilmesiyle inşa edilmiştir. Yerel inanışlara göre, burası Yunan mitolojisindeki Titanlara benzeyen kadim bir ırktan iki prensin büyüsel güçleri ve ruhların yardımıyla inşa edilmiştir. Benzeri kiklopik yapılar Lele adasında da bulunmaktadır.
Güney Amerika’da, Şili’ye yaklaşık 3.500 km uzaklıkta, Büyük Okyanus’un doğusunda bir yerleşim bölgesi olan Paskalya Adası’nda kaba ve ürkütücü gö­rünümlü, boyları 1 ile 21 metre arasında değişen 550’den fazla taş heykel bulunmaktadır. Bunları yapan insanların, 600 yıl önce Maori kökenli işgalciler tarafından yok edildiği bilinmektedir. (Birkaçı başka yerlere götürülmüştür; biri British Museum’ın dışında durmaktadır, Bloomsbury, Londra; arkasında crux ansata ya da Mısır haçının [ankh] işareti var­dır.)
Son olarak, artık kaba olmayan, daha ince çalışılmış megalitik yapıların Mısır tapınaklarında kullanıldığını görüyoruz. Bunların işçiliği farklı ve çok daha özenli olmakla birlikte, biçimsel olarak fark edilir ölçüde benzerlikler vardır. Örneğin Karnak tapınağının giriş yerlerinin triliton biçiminde olduğu açıktır.
Kader Taşı
Malta’daki tapınaklar gibi, çok gelişmiş megalitik yapılar Sir Arthur Evans (1851-1941: Girit’teki Knossos Sarayı kazılarıyla ünlenen İngiliz arkeolog.) tarafından baetyl’e tapınmayla ilişkilendirilmişti. Bu, büyük bir olasılıkla önceleri bir ağaçtı; sonradan dikey bir odun ya da taş sütununa dönüştü. As­lında, menhirler dikmek düşüncesi, bu baetyl’lerden ortaya çıkmış olabilir ve cromlech’ler inşa edildiğinde, ortada kutsal bir dikey taşın ya da trilitonun oluşturduğu bir oyuk vardı. Üstelik, megalitik tapınakların çoğunda bir sunak taşı ya da biri dikey, diğeri yatay iki taş vardı ve ilk çağlardan beri sunaklar yağlanarak kutsanmıştır. Dahası, rahipler ve krallar yağla kutsanmış ve bazen göreve getiriliş ya da taç giyme töreninin bir parçası olarak sunağa benzer bir yapının üzerine çıkartılmıştır. (Menhirler ve cromlech’ler bazen ahşaptan inşa edilirdi; Avebury yakınlarında, Woodhenge olarak adlandırılan tarih öncesinden kalma daire biçimindeki yapay ağaç gövdelerinin kalıntıları havadan keşfedilmiştir.)
İngiliz taç giyme taşı ya da Kader Taşı yalnızca bir efsane de olsa, Filistin, İrlanda, İskoçya ve İngiltere arasında değerli bir psişik bağ içerdiğine inanıyo­ruz. Taç Giyme tahtının altına yerleştirilmiş ve İngiliz hükümdarlarının Taç Giyme törenlerinde tahtta oturmaları için kullanılan taş, kırmızı damarlı, 56x 33×38 cm boyutunda, çelik mavisi renginde bir kumtaşı bloğudur.
Bu taşın, Yakup peygamber tarafından yağlandığı, yerine yerleştirildiği ve “Tanrının evi” olarak (oturduğu yer anlamında) adlandırdığı söylenir. İbrani kralları döneminde, taşın Kudüs Tapınağı’nda olduğu ve Yahudi krallarının ta­şın üzerinde ya da yanında taç giydikleri söylenir. İ.Ö 4. yüzyılda peygamber Yeremya’nın Yahuda’nın son kralının kızı ve soylu bir yazmanla birlikte taşı yanlarına alıp Filistin’den ayrıldığı ve Mısır ve İspanya’dan geçerek İrlanda’ya gittikleri belirtilir. Eski İrlanda kayıtlarında, Ollamh Fodhla adını alan peygam­berin, prenses ve soylu yazmanla oraya varışı anlatılır. Grup iyi bir şekilde kar­şılanır ve prenses İrlanda kralı Eochaid’le evlenir. Böylelikle, kralların çağlar bo­yunca mutlaka taşın üzerinde taç giyme geleneği başlamıştır. Yeremya’nın ay­rıca, hâlâ İngiliz hanedan arması ve bayrağında yer alan arpı Davud’a tanıttığı söylenir. Mezarı hâlâ İskoçya’daki Eme gölündeki bir adada ziyarete açıktır.
Yaklaşık İ.S 502’de İrlanda kralının kardeşi Fergus, şimdi İskoçya dediğimiz ülkeye, Pictlere karşı bir sefer düzenledi. Çok başarılıydı ve İskoçya kralı ola­rak taşın üzerinde taç giymesine izin verildi. Daha sonra taş, İskoçya’daki Scone’ye götürüldü ve ardarda otuzdört İskoç kralı, üzerinde taç giydi.
1296’da İngiltere kralı I. Edward taşı Westminister’a getirtti ve şimdiki taç giy­me tahtını yaptırdı. İngiliz krallarının tümü bu tahtın üzerinde taç giymiştir.
Benzer bir “kutsanmış taş”ta Anglo-Saksonlar zamanında İngiliz taç giyme töreninde kullanılmıştır ve hâlâ adını buraya veren Kingston Thames’de bulunmaktadır. Königstuhl olarak bilinen bir diğeri, uzun zamandır Rhine ve Lahn kavşağındaki bir yapıda korunmuştur ve kutsal Roma İmparatorları bu­nun üzerinde tahta çıkmıştır. Upsala’daki Mora Taşı, 16. yüzyılın başlangıcı­na kadar İsveç krallarının seçimi sırasında kullanılmıştır. Munster’in eski kral­ları arasından bir hanedan bir taşın üzerinde, diğeri kutsal bir ağacın altında göreve getirilirdi. Danimarka kralları taştan bir daire içerisinde, kuşkusuz or­tadaki taşın üzerinde ya da yanında taç giyerdi. Kral Arthur ve diğer İngiliz kralları için de aynı şey söylenir. İncil’de, (Kral James versiyonu, Hakimler 9: 6) bir dikme ya da ağacın yanında kral olunduğuna ilişkin bazı işaretler vardır.” Eski Mısır’da da firavu­nun tahtının altında bir taş görünür.
Taş sözcüğü önceleri kutsal bir unvandı ve Tanrı’nın temsilcileri olarak rahiplere ve krallara verilirdi. İsa’ya baş köşötaşı denilirdi. İsa, Peter’a kaya, da­ha doğru bir çeviriyle taş dediğinde, kendi unvanlarından birini temsilcisine veriyordu.
Gökten Gelen Taşlar
Mineral kütlelerin yeryüzüne düştüğü bir gerçektir. Yere ulaştıklarında onlara meteor denir. Genellikle maden (çoğunlukla da demir) açısından zengindirler, Böyle nesnelerin dinsel ya da büyüsel bir anlam taşıdığının düşünülmesi şaşır­tıcı değildir.
Dünyada en çok yüceltilen taş, Arabistan’ın Mekke kentinde büyük bir alanın or­tasında duran küp biçiminde bir yapı olan Kâbe’nin güneydoğu köşesine yer­leştirilen Hacer’ül Esved ya da Kara Taş’tır. Burası İslam inancının merkezidir ve her yıl çok sayıda hacı orada toplanır. Müslümanlar günde beş kez ibadet etmek üzere bu yöne döner. Hacer’ül Esved oval biçimdedir ve sanki kırılmış ve yeniden birleştirilmiş gibi görünür. 18 cm uzunluğundadır ve önceden parlatılmış yuvarlak gümüş bir bandın çevrelediği, betondan bir hal­ka içine oturtulmuştur. Kabe birkaç kez yeniden inşa edilmiştir. Bakımını Muhammed’in Kureyşli ailesinin bireylerinin üstlendiği kutsal yapı, Muhammed’e peygamberlik gelmeden önce de vardı. Peygamberin yaşadığı süre içe­risinde yeniden inşa edildi ve Kara Taş’ı yerine kimin koyacağına ilişkin anlaş­mazlık çıktı. Buna Muhammed’in karar vermesi konusunda uzlaşıldı, o da ta­şı cüppesinin üzerine yerleştirdi ve tartışan herkesi cüppenin bir yerinden tut­maya çağırdı. Önce taş kaldırıldı daha sonra da, peygamberin onları eliyle yönlendirmesiyle taş yerine oturtuldu. Bu kutsal taşın Cebrail tarafından İsmail’e verildiği sanılmaktadır.


Hacer-ül Esved ya da Kara Taş. Kabe’yi ziyaret eden Müslüman hacılar, gümüş bir muhafaza içerisinde saklanan Hacer-ül Esved’e yüz sürüyorlar. İslam inancına göre, “Bir melek tarafından yeryüzüne İndirilen Hacer-ül Esved, cennet yakutlarından beyaz bir yakut idi. Fakat Tanrı onu, kötülerin günahlarından ötürü değiştirip, zalim ve günahkârlardan gizledi. Çünkü onlar cennetten çıkma bir şeye bakmaya layık değillerdir.” 

Toplum üzerinde koruyucu bir işlevi olduğuna inanılan, yüceltilen herhan­gi bir nesne anlamına gelen, palladium sözcüğü, Troya kentinde bulunan ve oraya Yunanlılar tarafından götürüldüğü söylenen Pallas Athena’nın heykeli­nin özgün adından türemiştir. Klasik yazarlar birbiriyle çelişen öyküler anla­tır, ancak çoğu bu heykelin gökten düştüğünü belirtir.
Roma’da Ancile adında kutsal bir kalkanın Romalıların kaderini koruduğu­na inanılırdı. Kalkanın Numa’nın döneminde gökten düştüğü, Numa’nın ay­nı boyutta ve biçimde onbir nesne yapılmasını emrettiği ve sonra da oniki kal­kanı Vesta tapınağında koruması için oniki rahipten oluşan bir kurul atadığı anlatılır. Kalkanlar her yıl 1 Mart’ta düzenlenen bir törenle kentin çevresinde dolaştırılırdı.

Bu Roma sikkesinde Ancile Kalkanı resmedilmiş

Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes’teki Artemis tapınağında da gökten düşen bir taş ya da heykel olduğu söylenir.
Megalitik kültle bağlantılı olarak meteorların seçilmesine, taşlara tapınma­yı ilk kez göklerin tanrısı Uranos’un gösterdiğini anlatan tuhaf bir mit, bir açıklık getirebilir.
Heliolitik Kültür
Bazı antropologlar (En önemlileri Elliot Smith ve Rivers; Smith’in yayılma kuramıyla ilişkilendirilmiştir, Hiçbir biçimde önemsenmeyen kurama göre, bu kültür Mısır’dan tüm dünya­ya yayılmıştır; bununla birlikte sonraki sayfalarda anlatılan özellikler birbiriyle iliş­kili ve beşeri gelişimin evrelerinden biri olduğu görünür.) tarafından, dünyanın büyük bir bölümüne yayılan ve neolitik ile megalitik kültürlerden ortaya çıkan gelenekler bileşimine heliolitik kültür adı verilir. Sonraki iki bölümde bu kültür genel olarak ele alınacak. En çok Mısır’da gelişmiştir ve bazılarının inanışına göre buradan da tüm dünyaya yayılmıştır. (Heliolitik: Bir uygarlıkta hem güneşe (helios) tapınmayı, hem de megalit yapımını içeren uygulama için kullanılan sıfat.)
Heliolitik kültür, başlıca şu özellikleri taşır:
Bir yandan, Britanya’daki mezar-tepelerin örnek oluşturduğu höyükler, öte yandan, dikkatle inşa edilen Mısır ve Meksika piramitleri: Her iki tür ya­pı da hem astronomik hem de mezar amaçlı yapılmıştır.
2- Megalitik takvim çemberleri. Örneğin, Britanya’da cromlech’lerle bağ­lantılı astronomik fenomenler ve Mısır, Meksika ve Peru’da doğuya bakan ta­pınaklar.
3- Ölülerin Mumyalanması.
4- Yaşayanlara dövme yapılması.
5- Sünnet.
6- Masaj uygulamak.
7- La Couvade; çocuğunun doğumu sırasında babayı yatağına göndermek.
8- Swastika’nın (Gamalı Haç) büyüsel dinsel bir sembol olarak kullanılması.
9- Altın aramak ve büyüsel anlam taşıyan nesnelerin yapımında altın kullanılması. (Altın, büyük olasılıkla, insanoğlu tarafından kullanılan ilk madendir ve açıkça büyüsel anlam taşımasından simyanın kökenine ulaşabiliriz.)
10- Yaşam veren ya da Yaşam İksiri olarak bazı kabukların kullanımı, özellikle de deniz salyangozu kabuğu.
11- İkili politik düzen, Eski Mısır’ın iki hükümdarı olduğu gibi ülkenin iki krallığa ayrılması; bu durum ayinlerde birçok yolla simgeleniyordu, iki ağızlı bir çanak, iki başlı bir figür gibi.
12- Toplumun birçok sınıftan oluşması ve özellikle babadan oğula geçen sa­vaş liderliği sınıfının ortaya çıkması. Bu sınıftan kişiler ya da temsilcileri, üzer­lerinde hançer ya da kılıç bulundurabilirdi.
Anlaşıldığı kadarıyla, bu uygulamalar megalitlerin yayılmasını (ya da geç neolitik ve erken bronz çağlarında) izlemiştir ve bu, eski Mısır, Meksika ve Pe­ru’nun yerli kültürlerine ilişkin özellikleri incelemeye başlayacağımız bir so­rundur.

Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi (S. 37-47)
W. B. Crow








11 Haziran 2018 Pazartesi

Bir Milyon Ton Bakır ve Tarih öncesi maden

“İnsanlığı yok eden çok farklı felaketler olmuştur ve olacaktır; bunların en büyüğünü ateş ve su yapmıştır”
PLATON, TIMAIOS
Atlantis. Hiçbir ad, binlerce yıl sonra, dünya üzerindeki milyonlarca insanda bu kadar çağrışım yapmamıştır. O, kimli­ğini bir uzay mekiğine ödünç verdi. Önemli filmlerde ve televiz­yon programlarında konu edildi. Sulara gömülmüş bir ülke hak­kında şimdiye kadar yayınlananlardan çok daha fazla sayıda ye­ni kitap ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konuda yayınlanan, tahmini 2.500 makale ve dergi yazısı da var. Gelenekçi bilim adamları­nın yanında anılması ya da kayıp şehirle ilgili belli bir temel önerme bile, “yalancı manyakların” empatiyle mahkûm edilme­lerini sağlamaya yeterli. Ama bir yüzyılı aşkın süren resmi muhalefete rağmen, çoğunluğu bağımsız araştırmacılardan oluşan uluslararası bir çevrenin yoğun ilgisi kadar, insanların Atlantis’ten büyülenmeleri de, onun bir zamanlar gerçek olduğuna da­ir genel inanışın sağlamlığını gösteriyor.

21. yüzyılın başında, biriken önemli bilimsel kanıtların miktarı, teoriyi hızla gerçeğe dönüştürürken, bu çevre beklenmedik şekilde genişliyor.
Çünkü Atlantis’in bütün ününe rağmen, birçok insan onun hakkında çok az şey biliyor. Onun okyanusta bir krallık olduğu­nu, doğal bir afetle denizin altında kalmadan önce yer kürenin büyük bölümüne uzun yıllar egemen olduğunu, bunun ardından da hayatta kalanların gezegenin çeşitli yerlerine kaçtıklarını tah­min ediyorlar. Birçok Atlantis bilimi uzmanı, başlangıçta bu uy­garlığın, en az on iki bin yıl önce “Atlantis” kıtasında doğduğu­na ve büyük bir tufanla M.Ö. 9500’de yıkıldığına inanıyor. Bu­nunla beraber, bu kitap hem kuşkucuları, hem de gerçekten ina­nanları, geride kalmış olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Bu kitap, daha önceki araştırmamın, Atlantis in Yok Oluşu’nun (The Destruction of Atlantis) yeniden bir tartışması değil; aynı konu­da tümüyle yeni bir malzemenin ortaya çıkarılmasıdır. Atlantis savaşı, dört büyük tufan ve hayatta kalanların dünyanın üzerin­deki kaderleri burada ilk kez anlatılıyor.
Atlantis’ten Hayatta Kalanlar’ın ilk tohumlarını, İngiltere’nin Cambridge şehrinde toplanan, bilimsel otoritelerin bir konferan­sı oluşturuyor. 1997 yılının yazında, jeolojiden astrofiziğe, arkeoastronomiye ve oşinografiye kadar çeşitli akademik disiplinler­den uzmanlar, geçmişin resmini, geçerli görüşü savunan eğitim­ci kuşakların öğrettikleri bildik görüntüden radikal şekilde farklılaştırmak için, birbirlerinden bağımsız olan bulgularını birleştirdiler. Ortaya koydukları yeni kanıtlar, ikna edici olduğu kadar şaşırtıcıydı da. İnsanlık tarihinin ilk döneminde, bir kaç kuyruk­lu yıldız silsilesinin yakından geçmesinin, gezegenimiz üzerinde dört farklı tufana yol açtığını gösterdiler. Gökyüzündeki bu olay­lar ve onların meydana getirdiği felaketler, sadece teorisyenlerin çıkarsamaları değil. Birçok somut kanıt da, dünya çapındaki bu felaketlerin gerçekten meydana geldiğini ve sonuncusunun, uy­garlığı yok olmanın eşiğine getirdiğini doğruluyor.
Cambridge konferansındaki düzinelerce sunumu inceledikten sonra, dünya üzerindeki birçok kültürün, ardından toplu göçlerin geldiği dört büyük tufanı hatırladığını fark etmemek imkansızdı. Bu gelenek Peru’daki İnkalar, İrlandalı Keltler, klasik dönemdeki Yunanlılar, Meksika’daki Aztekler gibi çeşitli halk­lar tarafından paylaşılmıştı. Üstelik bu halkların anılarıyla, bili­min artık, beş bin yıldan daha uzun süre önce başlayan ve yer­yüzünü yıkıma uğratan doğal felaketler dörtlüsü olarak kabul et­tikleri arasında yakın bir uyum da var. Ama mitolojiye, astrono­miye ve jeolojiye fiziksel arkeolojinin elde ettiği kanıtlar eklen­diğinde kadim geçmişin üzerinde aniden yeni bir ışık göz kırpı­yor. Onun parlaklığı, tarihi var eden ve bugüne kadar görülme­yen nedenleri aydınlatıyor. Açıkça görülen şey ortak bir tema et­rafında tekrarlanarak çoğalan ve büyük bir insanlık dramındaki bütün iniş çıkışları anlamlandıran Atlantis’tir. Ve bu adın bütün gücüyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bu sulara gömülmüş ülkeyle, meydana geldiğini artık bildiğimiz dört ayrı küresel felaket arasında bağlantı kurmak, uygar­lığın başlamasını ve gelişmesini açıkladığı gibi, aynı zamanda spekülatif bir fantezi olarak değil, gerçek tarihin güvenilir para­metreleri içinde Atlantis’i de açıklıyor. O, tek değil, farklı birçok felaket yaşadı, dördüncü yıkım krallığı yok edinceye kadar her bir felaket birbirinden yüzlerce yıl arayla meydana geldi. Atlan­tis ten Hayatta Kalanlar, bu birbirinden ayrı olayları ilk kez an­latıyor. Bunları Mısır, Mezopotamya, Fas, Kanarya Adaları, İr­landa, Galler, İskandinavya, Kolomb öncesi Kuzey Amerika, Orta Amerika ve fetih öncesi Güney Amerika gelenekleriyle açıklamaya çalışıyor. Sular altında kalmış ülkeyi anlatan Atlan­tis tufanı mitlerinin birçoğu, genel kamuya daha önce asla ulaştırılmamıştı ama bu kitapta bu bilgiler, bilimsel kanıtlara insanı da katmak için sunuluyor. Her şeyden çok, klasik öncesinin bü­tün erkekleri ve kadınları dünyalarını tekrar tekrar yıkıma uğra­tan tufanların ve yok olmayan malzemelerin üzerine tarihlerini kaydettikleri felaketlerin görgü tanıklarıydılar. Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mito­lojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde koru­nan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.

Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, henüz anlatılmamıs baska bir öykü de anlatıyor: Platon’un, Atlantislilerin dünyayı fethetmek ıçin cesurca başlattıklarını söylediği savaşı. Onların, tarihçilerin daha önce ihmal ettikleri askeri maceraları, eninde sonunda kendilerini boğan doğal felaketlerle yakından bağlantılıydı ve bu fe­laketler belirleyiciydi. İnsanlığın yeryüzüne getirdiği kaos, öf­keli göklere ayna gibi yansıyordu. Bu bakımdan, Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, savaşa değinen ama ayrıntı vermeyen bu konudaki ilk araştırmamın yoldaşı.
Atlantis’ in Yok Oluşu, ölüme mahkûm olan bu uygarlığın son anlarına odaklanıyordu, çünkü bu anlar, zaman olarak bize en yakın olandı, bu nedenle daha kolayca belgeleniyordu. Atlantis’in, M.Ö. 10.000 civarında yok olduğu zaman binlerce yıldan beri var olduğunu varsayan okurlar, şehrin nihai kaderiyle sade­ce 3200 yıl önce karşılaştığını öğrendiklerinde şaşırıyordu. Bununla beraber, bu kitabın amacı, Atlantis’in kökenini ya da yaşı­nı tartışmak değil, onu en son yok eden olayı, Bronz Çağı bağ­lamında açıklamak. Onun M.Ö. 1200 civarındaki ani sonuyla, fi­ravunların Mısır’ından Homeros’un Yunanistan’ına, Hitit İmpa­ratorluğu’ndan Çin’in Şang Hanedanlığıma kadar, her yerdeki klasik öncesi uygarlık yıkıldı ya da geriye dönüşü olmayacak şe­kilde çöktü. Dünya çapındaki felaketin bir kurbanı da Atlantis oldu. Platon’un tanımlamasına göre, diğerleri gibi o da, yeri bel­li bir Bronz Çağı kentiydi.


Platon’un M.Ö. 340 civarında derlenen diyalogları, Timaios ve Kritias, kendi türlerinde, ilk hayatta kalanların öykülerini içeriyor. Bu kitaplarda Atlantislilerin, uzak mesafelere gemiyle gi­den ve Platon’un, yaşadığı dönemde artık bulunmadığını belirt­tiği, sertlik derecesi olağanüstü yüksek bir bakır olan orikalkum üreten üstün denizciler ve madenciler olarak portreleri çiziliyor. Platon’un, onların karakterlerini denizcilikle uğraşan, refah içinde yaşayan madenciler olarak tarif etmesi, iki büyük tarihsel bil­meceyi birbirine bağlayan kanıtın bir parçası.
Kuzey Amerika kıtasında on bin yıldan daha uzun süre, gö­çebe avcı-toplayıcı olan Paleo-Kızılderili kabileleri dağınık olarak yerleşmişlerdi. Bu kabileler göç eden hayvan sürülerinin peşinden gidiyorlardı ve çok az maddi kültüre (material cultu­re) sahiptiler. Ara sıra Yukarı Büyük Göller bölgesinde, çekilen buzulların geride bıraktığı “yüzen bakır” parçalarını topluyorlardı. Sonra külçeleri tavlıyorlar ya da çekiçle soğuk dövme ya­pıyorlar, üzerlerini süsledikleri gündelik eşyalara dönüştürü­yorlardı. Sonra, M.Ö. 3000 civarında, Michigan Yarımadası’ndaki Superior Gölü kıyılarında ve Superior Gölü’ndeki Royale Adası’nda birdenbire tutkulu bir madencilik girişimi başla­dı. Yirmi iki yüzyılı aşkın bir süre, dünyanın sertlik derecesi en yüksek olan bakırının en az üç yüz bin tonu, bazıları sağlam ka­yaların 18 metre derinine gömülü olan beş bin maden ocağın­dan çıkarıldı.
1995 tarihli Wisconsin’deki Atlantis (Atlantis in Wisconsin) kitabımda anlattığım gibi, maden ocağı başına ortalama 1000- 1200 ton cevher çıkarılıyordu, her birinden 50 ton bakır elde ediliyordu. Bu olağanüstülüğü, kadim madencilerin, hızla ve uzmanca çalışabilecekleri basit teknikleri kullanmaları sağlıyordu. Bakırın bulunduğu bir damarın üzerinde harlı ateş yakıyorlar, kayayı çok yüksek dereceye gelinceye kadar ısıtıyorlar, sonra da üzerine su döküyorlardı. Kaya kırılıyordu, bundan sonra bakırı çıkarmak için taş aletler kullanılıyordu. Çentmeyi (kayayı katmanlara ayırmak) hızlandırmak ve dumanı azaltmak için ocakların dibinde sirke karışımından yararlanılıyordu. Bu kadar yük­sek ısılarla nasıl çalıştıkları bilmecenin bir parçası. Kayanın yüzünde yakılan ateşin dibi en soğuk bölgesidir. Özellikle tenekenin içinde yakılan ateşin, damarda çentik oluşturmak için yeter­li ısıya ulaşması uzun zaman alabilir; şayet bunu başardılarsa. Tarih öncesi madencilerin konsantre asetilen ısıyı toprağa nasıl yönlendirdikleri, modern teknolojinin yanıt veremediği kafa karıştırıcı bir soru.
Kıbrıs’ta tütsü yakılan bir yerin üzerindeki bu betimlemede, yere kadar inen giysisinden saptandığına göre, Deniz insanları’nın bir üyesi bakır “oksit” külçesi taşıyor, yaklaşık M.Ö. 1200. Platon’a göre Atlantisliler Bronz Çağı’nın önde gelen bakır baronlarıydılar. (Bodrum Arkeoloji Müzesi, Türkiye)
Bununla beraber, bu insanların yüksek teknolojilerinin bü­yük bölümü günümüze gelmiştir. Ağırlığı 3 tona yakın bakır kütleleri madenden çıkarılmış ve ağır metali ayrıştırmak için sık dokunmuş kafesler, taş ve kereste platformlar kullanılmıştır. Bu kafesler genellikle, şekil verilmiş büyük dallardan yapılıyordu. Bir dizi lövye ve takozla yukarıya kaldırılabilen, ağaçtan bir kulube şeklindeydiler. Eski Michigan’da maden çıkarılan kayanın muazzam oranlarının bir örneği, Ontonagon Boulder’dir. On do­kuzuncu yüzyılın sonunda Smithsonian Enstitüsü’ne götürülen kaya 5 ton ağırlığındadır. Ortaya çıkarılan kafeslerden birinde, terk edilmiş gibi görünen, in s i tu(özgün yerinde, ç.n.) 6 tonluk bir kütle bulunmuş­tur. Burnu ve çıkıntı yapan noktaları yer yer kesilmiştir. 3 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve 65 cm kalınlığındadır. Michigan Yukarı Yarımadasında tonlarca ham bakır işleyen maden­cilerle, Büyük Piramidin taş bloklarını benzer şekilde yukarıya kaldıranlar aynı insanlar olabilirler mi?
Kadim madencilerin kullandıkları binlerce aracın bulunması inanılmaz geliyor. 1840 gibi eski bir tarihte, Michigan’da Rockland yakınında tek bir yerde on vagon dolusu taş çekiç bulun­muştur. Royale Adası’nın kuzey kıyısında McCargo Koyu’nda bulunanlar ise 1000 tondur. Bu çekiçlerin hiç biri üstünkörü üre­tilmemiştir. Antik bakır madenleri konusunda uzman olan yirminci yüzyıl insanlarından Roy W. Drier’a göre:
“İnsan, çıkarılan araçları incelediğinde, işçiliğin mükemmel­liğine ve onların benzer amaçlarla yapılmış, günümüzde kul­lanılan araçlarla biçimlerinin özdeş olmasına ister istemez şaşırıyor, bugünkü uygarlığımızın araçlarının prototipleri. Mızrak uçları, keskiler, ok uçları, bıçaklar ve kasap bıçakla­rı, neredeyse bütün örneklerde, günümüzün en iyi metal iş­çisi tarafından, sanatının bütün gelişmiş imkânlarıyla yapıl­mış gibi, simetrik ve mükemmel (DuTemple 1962, 27).”
Maden ocakları basit birer çukur değildi, çöküntüleri atmak ve bazısı 15 m uzunluğunda olan önemli açmaları doldurmak için, modern zamanlardakilere benzeyen sulama sistemleriyle donatılmıştı. Kuzey Amerika’daki kadim madencilik konusunda ilklerden biri ve hâlâ da saygı duyulan bir otorite olan William R. F. Ferguson’a göre, “İşin anıtsal bir doğası vardı ve bu, bütün oluşumun derinlerine kadar inmekten ve hektar küplerce -mil küp demek gerçekten de savurganlık olmaz- kayayı hareket et­tirmekten oluşuyordu.”
Michigan’daki üç yerleşimden geçen kazılar, Superior Gölü kıyısında, 150 mil uzunluğunu buluyordu ve Royale Adası’nda 40 mile yayılıyordu. Şayet bütün tarih öncesi maden ocakları birleştirilseydi, 5 mil uzunluğundan, 6 m genişliğinden ve 9 m derinliğinden dahi da büyük bir açma oluşturdu. Sonra, maden ocakları aniden hızla M.Ö. 1200 civarında kapandı. Bu ocaklar konusunda önde gelen bir otorite olan Octave Du Temple, şunları merak ediyor:
“Bu madenciler, ertesi günü iş başı yapmayı planlıyorlarmış gibi neden işlerini ve aletlerini bıraktılar? Neden gizemli şekilde geri dönmediler? Kızılderili destanları, her ırkın tarihine dahil edilmeye değer  muhteşemlikte ve büyüklükte olan bu madencilik işlerinden hiç söz etmez. Destanlar, Kızılderililerin tarihinde beyaz ırkın çok eskilere kadar gittiğinden söz eder (1962,59).”
Du Temple’nin göndermede bulunduğu Kızılderililer, atalarının kökenleri Michigan’daki Yukarı Yarımada’ya giden Menominee’lerdir, Onların halk geleneklerinde, bakır çıkarılmasına şiirsel bir kinayede bulunarak, “Yeryüzü Ana’yı, parlak kemiklerini kazarak yaralayan”, deniz yoluyla gelen çok sayıda açık tenli Deniz Adamlarından söz ediliyor. Üç yüz bin ton civarında bakırın yok olduğunu anladığımızda, Kuzey Amerikadaki tarih öncesi madencilik bilmecesi büyüyor. Du Temple’a göre. “Bu bakırın nereye gittiği hâlâ bir gizem.” Madison, Wisconsin Üniversitesi fahri profesörü Dr. James P. Scherz’in sözleriyle;
“Henüz yanıtlanmamış temel sorulardan biri, Superior Gölü’ndeki bakırın nereye gittiği? Höyüklerde bulunan bakırın hepsi, büyük miktarda da olsa, çıkarılan madenlerin ancak ufak bir yüzdesi. Avrupalıların da benzer bir sorunu var. Bütün bu bakır nereden geliyordu? Bizim şimdi petrol için çıldırdığımız gibi, M.Ö. 3000’den M.Ö. 1000 yılına kadar Avrupalılar da bakır için çıldırıyorlardı, çünkü ekonomileri bakırla işliyordu (Joseph 1995, 54).”
Scherz, bilmecenin diğer yanını da ortaya koyuyor. Bronz Çağı, Avrupa’da ve Yakındoğu’da başlamıştır, çünkü bronzdan yapılan silahlar ve aletler, bakırdan ya da taştan yapılanlardan üstündü, çünkü bronz daha sertti, daha esnekti, keskin bir ucu bakırdan daha iyi kavrayabiliyordu ve daha hafifti. Bronz elde etmek için bakır; kalay ve çinko karıştırılmalıdır. Bakırın sertlik derecesi ne kadar yüksekse silah ya da alet o kadar iyi olur.
Uygar dünyanın her yerinde, her krallık tarafından girişilen iyi ka­liteli bronz işlerinin kitlesel üretimini destekleyecek, sertlik de­recesi yüksek bakır kaynaklan kadim Eski Dünya’da asla yeter­li değildir. Metal işçileri milyonlarca mızrak, kılıç, şahmerdan, keski, matkap, heykel, kazan, sunak, tapınak kapısı ve yaptıkla­rı sayısız başka nesneler için sertlik derecesi yüksek bakırı nere­den buluyorlardı? Ayrıntılı olmanın ötesine geçen kanıtlar Michigan’da Yukarı Yarımada’yı gösteriyor. Deniz İnsanları burada sertlik derecesi yüksek bakırın çıktığı, dünyanın en büyük alanı­nı kazmakla kalmamışlar, bronz üretiminin diğer temel bir bileşeni olan kalayı da çıkarmışlardı.
Kuzey Amerika’nın muazzam bakır madenciliği girişimiyle bakıra aç olan kadim Eski Dünya’nın tam ortasında, gemicileri ve madencileriyle ünlü Atlantis’in stratejik bir yeri vardı. Zaman parametreleri karşılaştırıldığında, bakır madenciliğiyle Eski Dünya’nın bakırı kullanması arasındaki çakışma daha da netle­şir: Bakır ve kalay madenlerinin çıkarılmasına, tıpkı Avrupa’da ve Yakındoğu’da Bronz Çağı’nın başlaması gibi, M.Ö. 3000’den az önce Michigan’ın Yukarı Yarımadası’nda başlandı. Hem Kuzey Amerika’daki madencilik, hem de kadim Eski Dünya’daki Bronz Çağı, eşzamanlı olarak M.Ö. 1200 civarında so­na erdi. Aşağıda anlatıldığı üzere bu, Atlantis’in son yıkılışını gösteren özgün ay takvimine göreydi.
Platon, Atlantis’in yok oluşunun, 8300 yıl daha önce meyda­na geldiğini belirtiyor. Ama M.Ö. dördüncü yüzyılda Platon’un zaman kavramının bizimkiyle aynı olduğunu bize düşündürten ne? Aslında bu zaman, çok farklı! O, Atlantis’in 11.500 yıl önce yıkıma uğradığını söylediğinde ne demek istediğini kimse kesin olarak bilmiyor. Bu ‘”yıllar” ona göre neydi? Güneş yılı, ay yılı, yıldız yılı, astrolojik yıl kuşaklara göre hesaplanan yıl? Klasik dönemlerde bütün bu ölçüler ve daha çoğu kullanılıyordu ve bilim adamları Platon’un hangi sistemi kullandığını uzun zaman­dan beri tartışıyorlar. Onun ay takvimine göndermede bulundu­ğu konusunda dört önemli neden öneriyorum: Bu, Atlantis’i Geç Bronz Çağı’na yerleştiriyor.
Bu dönemde, Atlantis’in kale­si, Platon tarafından anlatıldığı gibi, o zamanlar Akdeniz bölge­sinde yapılan anıtsal inşaatla benzeşiyor. Bu kale M.Ö. 3000 yılından önce yapılmış olamazdı ve Bronz Çağının ortasındaki bir gökdelen kadar, Son Buzul Çağının sonunda da yer alamaz­dı. Atlantis’in son yıkımı Eski Dünyadaki Bronz Çağı ve Kuzey Amerika’daki bakır madenciliğinin eşzamanlı çöküşüyle rastlaşıyordu. Atlantis’in öyküsünün ilk kez öğrenildiğinde Mı­sır rahipleri ay sistemini kullanıyorlardı. Bilim, M.Ö. 1200 civarında, çöküntüler oluşturan bir kuyruklu yıldızın gezegenimize çok yaklaştığını artık kabul etmiştir. Yeryüzü, Atlantis dahil olmak üzere, başka çağdaşı uygarlıkları da yok eden küresel  bir felakete maruz kalmıştır.
Yeni kanıtlar, bizi kayıp uygarlık hakkında onun son buzul çağında ortaya çıkmış bir Bronz Çağı fenomeni olduğuna dair bildiklerimizden vazgeçmeye zorluyor. O zamanki koşullar, Platon’un anlattığı hoş ve güzel iklimle pek benzeştirilmiyor. Bu son olayda neredeyse iki bin yıl önceki tarihinin bir bölümü kadar, Atlantis’in son olarak ne zaman yıkıma uğradığını da artık saptayabiliyoruz.  Atlantis’ten hayatta kalanlar, felaketten kaçanlara ne olduğunu bize anlatmak için bilimle halk söylencesini birleştiriyor.
Bununla beraber, Atlantis’in ne zaman kurulduğu ve ne ka­dar  sürede geliştiği belli değil; MÖ. 3100’den önceki ilk tufan­dan daha önceki olayları göremiyoruz. Bütün göstergelere göre o zamanlar Atlantis, karmaşık maddi kültürü olan,  zaten hayli gelişmiş bir toplumdu. Taş Çağı’na inen kökenlerinden gelişmesi yüzyıllar boyunca sürmüş olmalıdır. Bununla beraber, yanıtları bulmak için, Batı Avrupa’daki o döneme ait tarih öncesine bakabiliriz. Paleolitik ve Neolitik dönemler, M.Ö. dördüncü bin boyunca evrim geçirdi. O zamanlar insanlar usta birer denizciydiler -o zamandan çok önce de, modern bilim adamları bunu artık biliyorlar.
Kuzey Amerika’daki Kızıl Boyalı İnsanlar’ın ve Kuzey Avrupa’daki Kızıl Toprak Rengi İnsanlar’ın, yedi bin yıl­dan beri düzenli olarak, gemilerle Atlantik Okyanusu’nda seyahat eden proto-Atlantisliler oldukları neredeyse kesindi. Olası­lıkla bu ilk denizciler ve onların torunları, daha sonra, adını bü­yük bir yanardağından alarak Atlas diye bilinen adaya megalitîk becerilerini getirdiler. Yanardağın sebep olduğu bereketli toprak ve adanın ılımlı iklimi, tarımın ve uygarlığın temeli olan yerle­şimin gelişmesini kolaylaştırıyordu. M.Ö. 3500 civarında güney kıyıyla dağın arasında gelişen bir topluluk, bir şehir -“Atlas’ın kızı”, Atlantis- yeşertecek kadar yeterli bir nüfus yoğunluğuna ulaştı. Sanskrit dilinde Atlas, “yukarıya kaldıran” anlamına ge­lir. Altı bin yıl yada daha uzun zaman önce bu, “dağ” ile eş anlamlı olabilirdi. Bu, bazı araştırmacıların, modern alfabemizdeki A harfinin, denizde yükselen bir dağı simgeleyen, Atlantis dö­neminden günümüze gelen gerçek bir ideogram olup olmadığını merak etmelerine neden oldu. Her ne olursa olsun, M.Ö. dört binin ortasında Atlantis, eğer Mezopotamya’daki çağdaşların­dan daha ileri değilse de, onlarla kıyaslanabilir yüksek bir kültür düzeyine erişmiş olabilirdi.
Ama bütün bunlar, çıkarsamaya dayanan bir spekülasyon.
Atlantis’ten hayatta kalanlar, bunun yerine, kıyıları Atlantik Okyanusu tarafından yıkanan insanların, geleneksel anılarında gra­fik diliyle anlattıkları ve bilimin ortaya çıkardıkları olarak, dört küresel tufana odaklanıyor. Bu anlatılanlarla, kayıp imparatorlu­ğa şimdiye kadar olmadığı şekilde daha net odaklanılıyor. Onun, şimdiki uygarlığımızın üzerinde sürüp giden etkisinin mirası ilk kez cesur bir rölyefte göze çarpıyor -ve biz Atlantis’in öyküsünün dünyanın öyküsü olduğunu anlıyoruz.
Kaynak: Kayıp Uygarlık Atlantis (Hayatta Kalanlar) – Frank Joseph/ Dharma

%100 Beyin Gücü,Beyin Hücreleri,Beyin Kapasitesi

Bir düşünsenize, insanoğlu tüm islerini tek parmakla yapıyor olsa idi, o zaman 10 parmakla donatılmış olarak doğmazdık. Eğer beyin hücrelerimizin sadece %10’u mutlu, seviyeli bir yaşantı sürdürmeye yetse idi, kafamız tam 10 kati daha fazla hücre ile dolu olmazdı. Aslında, insanoğlu dünyada beyin kapasitesinin % 100’ünü kullanmayan tek varlıktır. İnsanoğlu ayni zamanda, beraber yasadığı diğer canlılar ile sürekli uyumsuzluk halindeki tek varlıktır.
Yunuslar da benzer bir beyin ile donatılmışlardır, ancak onlar beyin kapasitelerinin tümünü kullanarak yaşamlarını akilli, eğlence sever, çevreleri ile uyumlu varlıklar olarak devam ettirmektedirler. İnsanların da daha fazla beyin kapasitesinin kullanımı ile daha mutlu, daha uyumlu bir yasam sürebileceğini söylemek yanlış olmaz. Siz hiç, beyninin % 100’ünü kullanan birisinin suç, savaş, açlık, salgın hastalık, ön yargı ve çevre katliamı ortamlarında olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Başka bir deyişle, bizler de ayni diğer canlılar gibi mükemmel yaratılmışız; ancak, onlar gibi tüm potansiyelimizi kullanamıyoruz. Neden? Belki, bizler diğer canlılar gibi enerji kaynağına nasıl bağlanacağımızı artik bilemiyoruz ya da kendi özgür irademizi kullanma konusu umurumuzda değil. Belki de özgür irade, sadece bedeninin tepkilerine cevap veren % 10 kullanımlı insanlar için çok karmaşık bir ifade.

Bu potansiyelin kullanılmamasının nedeni ne olursa olsun, burada da kullanmazsan kaybedersin gerçeği ortaya çıkmakta ve normal bir insan yanlış kullanım veya kullanıl-mama yüzünden günde 100.000 beyin hücresini kaybetmektedir. Bu potansiyel değerlendirilmedikçe de, kişinin durumu zamanla daha kötüye gitmektedir. Sizce neden Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkların oranı dünyanın doğum oranı ile ayni oranda büyümektedir. Peki, çözüm ne?
Gerçekten de beynimizin tam kapasitesini kullanabilir, bu sayede yasam kalitemizi yükseltebilir miyiz? Tabii ki yapabiliriz. Hafıza kaybına uğramak yerine hafıza sihirbazı, en basit problemlerden bunalan kişi yerine yaratıcı bir dahi, mutluluktan uzak, tekdüze yasam tarzı yerine diğer canlılar ile tam ve değişken bir uyum içerisinde olmayı öğrenebiliriz.
Aslında yaşam düşündüğümüzden daha zor. Parasızlık, kötü geçen çocukluk ya da çevremizdeki diğer insanlar, dış etken olarak insanin kişiliğini etkiler. Ama tüm olumsuzluklara rağmen, kötü başlangıç yapıp sonra da istikrarlı, mutlu bir yasam kuran insanlar da vardır. Bu kişiler, kendini yetiştirmenin ve sürekli geliştirmenin faydalarını fark etmiş, öğrenmiş insanlardır. Kişi, kendini tanıma sürecini geliştirdikçe, aslında içinde bulunduğu konumu veya durumu ile ilgili gerçeğin, tamamen kendi bilinçli, içgüdüsel veya tepkisel seçimlerinden kaynaklandığı fark eder.

Aklın ve vücudun tam ve doğru kullanımı ile kişinin kendini daha iyi hissetmesi, dolayısı ile ruhsal gelişimi, daha bilinçli bir yasam tarzı seçmesini sağlar.
Birçok insan tekdüze günlük hayata takılmakta, sadece tepkisel davranışlar sergilemekte böylelikle çevresindeki birçok olasılıkları ve seçenekleri görememektedir. %100 beyninizi harekete geçirmek için aşağıdaki beyin jimnastiği testini yedi gün boyunca deneyin ve bu kısa süre içerisinde ne kadar yol aldığınızı görün.


Testteki her bölüm beyninizin baksa bir bölgesini çalıştırmaktadır.
1. Vücudunuzu değişik yeni yöntemler ile sınayın. Normalde hangi elinizi kullanıyorsanız bir günlüğüne saçınızı taramak, dişlerinizi fırçalamak, çayınızı karıştırmak gibi basit işlemlerde elinizi değiştirin. Gözünüzü kapatın ve eşyaları hissederek odanızın içinde dolasın. Sesleri dinleyin, çevredeki kokuları duymaya çalısın. Yere düsen eşyaları ayağınız ile almaya çalısın, kapıyı, buzdolabını ayağınız ile kapatın. Okuduğunuz kitaptan bir sayfayı yan tutarak, bir sayfayı da ters tutarak okumaya çalısın.
2. Normalde sorgulayıp, eleştireceğiniz bir kişi hakkında onu onurlandıracak bir iltifat bulmaya çalısın. Kişi hakkındaki yargınızı sorgulayıp, kendinizi onun yerine koyup durumu tekrar gözden geçirin.
3. Buzdolabınızı açıp, birkaç saniye içindekileri gözden geçirin. Kapatıp içinizden tekrarlayın. Ayni şeyi bir oda içindeki eşyalarda, bir mağaza vitrinindeki kostümlerde, duvarda asili detaylı bir resimde deneyin. Adetleri, büyüklükleri, renkleri hatırlamaya çalısın.
4. Her gün beş dakika kendinizi başka bir insan yerine koyun. Sizin su anda olduğunuz durumda o kişinin neler hissedebileceğini, neler düşünebileceğini hayal edin.
5. Kendinizi moralsiz veya keyifsiz hissettiğinizde, hayatta en çok istediğiniz şeyin ne olduğunu hatırlayıp, başarılı olmanız için ne yapmanız gerektiğini tekrarlayın. Ne zaman negatif bir düşünceye kapılırsanız, kafanızda yarattığımız bu küçük pozitif filmi tekrarlayın.
6. Gün içerisinde her saat başı, birkaç saniye için önceki saat içerisinde ne olduğunu düşünün. Günün sonunda, tüm günün bir değerlendirmesini yapın. Hatırlayamadığınız küçük parçalar sizin gün içerisindeki çok fazla bilinçli olmadığınız dakikaları gösterir.
7. Günlük hayatınıza adaptasyon ve esneklik kazandırmak için her gün farklı bir şey yapın. Alışverişinizi değişik dükkândan yapın. Eve geliş yolunuzu değiştirin. Evde ekmek veya kek pişirin. Farklı bir spor yapın. Kendinizi yeni bir komsuya tanıtın.
Her gün ayni şeylerin yapılması beynin hep ayni bölümlerinin kullanılmasına, diğer bölümlerin körelmesine yol açar. Unutmayın çeşitli, farklı uyarımlar, beyin kapasitesinin kullanımı için en önemli anahtardır. Ayni zamanda sizi yoran, sizi zorlayan, rahatsız eden alışkanlıklarınızı bırakmanızı da kolaylaştırır.
İstediğiniz rüyayı görmeyi veya uyandığınızda gördüğünüz rüyayı hatırlamayı istemez misiniz?

12.000 Yıllık Örtbas: Dropa Disk’leri

Bize kim olduklarını ve onları buraya neyin getirdiğini anlatmak istediler. Gelecek nesiller için bir mesaj bıraktılar, ama arkalarında bıraktıkları kendi eserleri halktan gizli tutuldu! Bu hikaye bir çok isimle biliniyor ve hangisini seçmeye karar vermemiz önemli değil … Dünyadışı yaşam ile ilgili insanlık tarihindeki en muamma hikayelerden biridir.
Keşif 1938’de Çin ve Tibet arasındaki sınırda gerçekleşti.
Çinli profesör Chi Phu Tei tarafından rehberlik edilen bir arkeoloji keşif yolculuğunda, Baian Kara Ula’nın dağ mağaralarında mezar hücreleri keşfedildi. İskeletler farklı türde insan varlıklarının kalıntıları idi. İskeletler çok kırılgandı sadece 1,30 metre boyunda idi. Kafatasları genişti ve fazla gelişmişti, ama bunlar maymunların kalıntıları değildi. İlave olarak, bilim adamları mağara duvarlarında ilginç kaya çizimleri keşfettiler. Güneş, ay, dünya ve yıldızların çizimlerine eşlik eden yuvarlak miğferli varlıkları resmettiler.
Tarih öncesi mağarada bulunacak daha çok şey vardı. Tozlu zemine yarı gömülü olarak, arkeologlar büyük yuvarlak taş bir disk buldular, Taş Çağı gramofon plağa benziyordu. Diskin merkezinde bir delik vardı ve merkezden kenara spirallenen ince çizgiler vardı.

Bu diskin yaşının 10,000 – 12,000 yıl olduğu belirlendi!
Toplam, 716 taş disk bulundu. Her diskin çapı 22,7 cm ve kalınlığı 2 cm idi. Her diskin merkezinde tam olarak dairesel 2 cm lik bir delik vardı. Daha ileri analizler ince çizgi benzeri işaretleri ortaya çıkardı, bunların garip oyulmuş hiyerogliflerin sürekli çizgisi olduğu ortaya çıktı. Nesne daha önce asla karşılaşılmamış bir lisanda mikroskobik karakterlerden oluşan uzaylı yazısı ‘kaydı’ idi.
20 yıldan daha fazla süredir, bir çok uzman uzaylı yazılarını tercüme etmeye çalıştı, ama başarı elde edilemedi. 1962’de Çinli bilim adamı Dr. Tsum Um Nui sonunda gizemli nesnelerin mesajını çözebildi.  Sonuç o kadar garipti ki, Pekin Akademisi Tarih Öncesi Departmanı Tsum Um Nui’nin bulgularını yayınlamayı reddetti ve hatta bunlarla ilgili konuşmayı da yasakladı.
Ancak Dr. Tsum Um Nui araştırmalarına devam etti ve sonunda çalışmasının yayınlanmasına izin verildi.
Raporun başlığı “12,000 Yıl Önce Dünyaya İnen Uzay Gemisi ile İlgili Disklere Kaydedilen Yazılar” idi.
Dropa taşlarının şok edici mesajı kendilerine Dropa diyen varlıklar tarafından yazılmıştı. Taş diskler uzak bir gezegenden gelen uzay yolcuları olan Dropa insanının hikayesini anlatıyordu. Uzay gemileri Baian – Kara – Ula dağlarının erişilmez bölgesine çarpmıştı. Uzay gemisinin mürettebatı dağların mağaralarına sığınmıştı. Harap olan uzay gemilerini tamir etme veya yenisini inşa etme olanağı olmadığı için, Dropa’lar kendi gezegenlerine dönemediler. Dünyada zor durumda sıkışıp kaldılar.
Barışcıl niyetlerine rağmen, Dropalar komşu mağaralarda oturan Ham kabilesinin üyeleri tarafından yanlış anlaşıldılar, Ham kabilesi yabancıları yakaladı ve hatta bazılarını öldürdü. Paragraflardan birinin tercümesi şöyle diyor: “Dropa kendi gemileriyle bulutlardan indiler. Erkeklerimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız güneşin doğuşundan önce mağaralarda saklandı. Sonunda Dropa’nın işaret dilini anladıkları zaman, yeni gelenlerin barışçı niyetleri olduğunu kavradılar…”
1968’de Rus dil uzmanı Dr. Viatcheslav Zaitsev, Sputnik Dergisinde taş – plak hikayesinden alıntılar yayınladı. Zaitsev daha fazla araştırma yaptı ve gerçekten ilginç sonuçlara ulaştı. Fiziksel olarak, granit taşlar yüksek konsantrasyonda kobalt ve diğer metalleri içeriyordu, gerçekten çok sert bir taş idi. İlkel insanların, özellikle o kadar minik karakterler ile harfleri oymaları çok zordu.
Osilograf (salınım çizer) ile diski test ettiğinde, şaşırtıcı bir salınım ritmi kaydedildi, sanki bir zamanlar elektrik yüklüymüş gibi veya elektrik iletkeni olarak fonksiyon yapmış gibi.
Dropa insanlarından herhangi biri hayatta kaldı mı? Keşfin yapıldığı zamanda, mağara alanında hala iki kabile yaşıyordu; bunlar görünüşleri çok eski olan Kham’lar ve Dropalar olarak biliniyordu. Antropologlar her iki kabileyi diğer bilinen ırklara kategorize edemediler; onlar ne Çinli idi, ne Moğol ne de Tibetli. Onlar, 1938’de Baian Kara Ula mağaralarında bulunan iskelet kalıntıları ile ilişkili, ince bedenli sarı – tenli ve olağan olmayan şekilde geniş kafalıdır. Bedenlerinde seyrek kıl (saç), büyük gözleri var ve ortalama boyları 1, 21 mt.dir. Çok eski bir Çin masalı bulutlardan Dünyaya inen ve çirkinlikleri nedeniyle herkes tarafından avlanan küçük, sarı – derili insanların hikayesini anlatır.
1995’te, Çin’den dikkate değer bir haber bildirildi:
“Baian-Kara-Ula dağlarının doğu sınırında uzanan Sichuan eyaletinde, daha önce etnolojik olarak sınıflandırılmamış olan bir kabilenin 120 insanı keşfedildi. Bu yeni kabilenin en önemli özelliği insanlarının boyudur: 1,15 mt.den uzun değil, en küçüğü sadece 63 santim! Bu keşif ataları gerçekten bir zamanlar uzaydan gelmiş olan Dropa insanlarının varlığının ilk sağlam kanıtı olabilir.
Bu gizemli taşlara daha sonra olanlar şunlardı:
1974’te, Avusturyalı mühendis Ernst Wegerer Xian’daki Banpo Müzesine bu disklerden ikisini getirdi. Onların fotoğrafını çekti, tam olarak dört fotoğraf çekti. Ancak, sonra müze ziyaretçileri taş diskleri göremediler. Müzeden elde edilen açıklamaya göre, Baian Kara Ula’dan gelen nesneler tahrip olmuştu. İlave olarak, Çin hükümeti Dropa denen kabilenin herhangi resmi kayıtlarına sahip değildi, ne Qinghai bölgesinde, ne de Çin’in başka bir yerinde.
Çalınan diskler bugün nerde?
Şüphesiz, Dropa’nın hikayesi en büyük arkeolojik ört baslardan biridir

Heil Atlantis!


Nazi Atlantis

Naziler, süper ırkların köklerini aramak için Grönland Adası’ndan Etyopya’ya kadar arkeolojik araştırma ekipleri gönderdiler. Bu konuda en son vardıkları nokta, kayıp Atlantis’i bulup ortaya çıkarmaktı…
Müttefikler 1945 yılında Heinrich Himmler’in özel kütüphanesini ele geçirdiklerinde, gizli bir kitap koleksiyonu ile karşılaştılar. Bunların arasında Ernst Höbiger’in The World Ice History (Dünya Bu­zul Tarihi) adlı kitabın bir kopyası da bulunuyordu. Kitapta yazar, uzaydan gelen süper ırkın eski At­lantis adasına yerleştiğini iddia edi­yordu. Höbiger’e göre, bu süper ırk burada çok ileri bir uygarlık kurdu. Bu uygarlık buzul tabakalarının iler­lemesiyle yer değiştirdi ve dünyanın çeşitli yerlerine dağıldı. Yunanlılar’a ve Mısırlılar’a uygarlığı öğreten de onlardı.

Himmler bütün bunlara inanmakla kalmadı, Atlantisliler’in torunlarının en mükemmel bireylerinin Alman­ya’da yaşadıklarına da kesin gözüyle bakmaya başladı. Diğerleri ise dün­yanın çeşitli yerlerine yayılmışlardı.
Onun görüşüne göre, bunlar süper insanlar olan Ariler’di. Nazi devleti­nin içinde en korkulan organizasyon olan SS’leri yaratırken, Himmler’in hayal dünyasını besleyen bu düşün­celerdi.
Himmler’in gurusu Hıristiyanlık öncesi zamanlara bir bağ oluşturu­yordu…

1938 Munich Nazi Aryan
1938 Yılında Naziler Münih’te yaptıları “Ari atalarını” gösteren geçiş töreniyle Alman kültürünün 2000 yılını kutladılar.

Himmler’in kütüphanesindeki di­ğer kitapların arasında Hörbiger’in kitabını bir kenara bırakmak kolay olabilir, ama bu teorilerin doğru ol­duğunu kanıtlamak için yaptıklarına bakınca hayli şaşırtıcı olduğu görü­lüyor. Öyle ki, bu muhtemelen da­ğılmış ana ırkın ve Atlantis’in ırksal ve arkeolojik kalıntılarını bulmak üzere İzlanda, Grönland, Orta Ame­rika, hatta Tibet’e kadar keşif heyet­leri gönderildi.
Himmler’in bu konulardaki guru­su, Herbert Willigut adındaki bir Avusturyalı’ydı. 80’lerin sonlarında Himmler’in eski yardımcısı Karl Wolff onun hakkında, “Avusturya ordusunda albaydı. Bizden (SS) Weisthor takma adını aldı… Thor büyük Alman tanrısıydı. Weis ise, akıllı insanların ailesinden geldiği anlamına geliyordu. Ve o eski Hıristiyanlık öncesi inançları tekrardan canlandır­maktan sorumluydu. Yaşamının misyonunu, bilgi ve tecrübelerini, bin yıllık Almanya hükümetinin ge­lecekteki koruyucusu ve seçilmiş ki­şileri olacak SS’e geçmek olarak gördü.” diyordu.
Willgut ya da Weisthor’a 1933 ve 1939 yılları arasında SS içindeki ta­rih öncesi araştırmada resmi bir gö­rev verildi. Böyle bir pozisyonun ne­deni Willigut’un, tarihöncesi zaman­lara dayanan Alman filozoflarının soyundan gelenlerin sonuncusu ol­duğunu iddia etmesiydi. Ayrıca, bin­lerce yıl önce soyunun yaşadıklarını ve tarihini hatırlamasına yarayan üs­tün bir hafızaya sahip olduğunu öne sürüyordu. SS’in Wolff gibi en tepe­deki üyeleri için Willigut, Alman ayinleri bile düzenliyordu. Wolff’un oğlu Willigut’un SS için bulduğu es­ki bir Alman ritüeli ile Willigut tara­fından vaftiz edilmişti.
Wolff, onun için şöyle diyor:  “Po­zisyonu nedeniyle her türlü entrika ve kıskançlığa karşı Himmler’in koruduğu ve savunduğu ilginç bir in­sandı. Weisthor bizimle gelir, bana ve Himmler’e Almanlar’ın önceden bilinmeyen kutsal yerlerini gösterir; bunları, sembollerle ve eski Germen alfabesi ile birlikte açıklardı.”

Himmler Weisthor Wollf

Kıdemli Naziler arasındaki statüsü buydu. Willigut’a, SS’in kıdemli ve evli üyelerinin taktığı gümüş “Toten Kopf” yüzüğünün yapım işi veril­mişti. Yüzüğün dış kısmında 4 adet özel anlamı olan sembolik Germen harfi, ortada ise ünlü kuru kafa vardı. Karl Wolff şöyle diyor: “Gücü dev­ralmadan bir yıl önce, 1932 yılında en kıdemli ve güvendiği SS subayları olan bize, SS’in dışında, sadece bir koruma ekibi değil, aynı zamanda bir şövalye örgütü yaratmak istediğini söylemişti,”
Sadece bir şey eksikti. Bu yeni aristokrasinin bir kalesi olmak zorun­daydı. Bu nedenle Wolff, Willigut ve Himmler, Almanya’da Naziler’in ba­şa geçtiği yıl olan 1933 yılında bir kale bulmak için yola çıktılar. Willi­gut’un olduğu varsayılan eski bilgile­ri sayesinde, aynı yıl Himmler Wewelsburg Ortaçağ kalesini buldu.
Willigut’a göre, buraya doğaüstü ve uğurlu gücünü veren belirgin üç­gen şekliydi. Bu kale ayrıca, Alman­ya’nın kalbinde, Externsteine’den (Orta Almanya’da Stonehenge’in eşi sayılan yer) çok uzak olmayan bir yerdeydi. Himmler’in SS asaleti ile ilgili fantazilerinin kökleri Naziler’in “kan ve toprak’’ idealine dayanıyor­du. Buna göre Almanlar, ayaklarının altındaki toprağa tarih ve ırk yoluyla bağlıydılar. Yeni bir soylu Alman ır­kı yaratmak için, Himmler’in onlara bir de tarih yaratması gerekiyordu.

himmler ss wewelsberg
“Kan ve Toprak Şövalyeleri”. Himmler SS’i seçkin bir şövalye örgütü olarak gördü ve Wewelsberg Kalesi’ni 1933 yılında bu oluşumun kalesi yaptı. Yeni bir Alman asaleti yaratmak isteyen Himmler, onlar için bir tarih yaratmak zorundaydı.

Himmler’in arkeolojiye müthiş bir hayranlığı vardı. Genelde kameralara karşı utangaç olmasına rağmen, Almanya’nın çeşitli yerlerinde yapılan arkeolojik kazılarda çekilmiş sayısız fotoğraf, hatta filmlerine rastlamak mümkün. 1935 yılında bu takıntı, Ahnenerbe’nin (geçmişe ait miras) yaratılmasıyla kendini gösterdi. 1930’ların sonlarında, Ahnenerbe  dünya üzerindeki Alman arkeolojik seferlerine fon yaratılması için tek kaynaktı.
1934 yılında Gabriel Winkler, Berlin’de Willigut’un asistanı olarak çalıştığı sıralarda, sıradışı bir kitapla karşılaştı. 28 yaşındaki Otto Rahn tarafından yazılmış olan bu kitap, The Crusade Against the Grail (Son Yemek’te Hazreti İsa’nın kullandığı farzolunan kaseye karşı düzenlenen se­fer) adını taşıyordu. Oldukça kalın olan bu kitap, Ortaçağ’da eski Alman inanışlarına sahip Alman şövalyele­rinden söz ediyordu. Bunlar aynı za­manda Güney Fransa’da, Pireneler’deki şatolarında bulunan Kutsal Kase’nin de koruyucularıydı.
Kitabı nedeniyle Rahn, Berlin’e çağırıldı ve Himmler’in en içteki grubunun bir parçası oldu. SS’in içindeyken Rahn, Kutsal Kase ile il­gili araştırmalarına devam etti. An­cak onu bulup Almanya’ya getirmesi için yolculuğa çıkmadı.
Bununla birlikte, Otto Rahn başka gezilere gitti; en önemlilerinden biri de Kuzey Kutbu’na yaptığı yolculuk­tu. Edmund Kiss (üzerine on emrin yazılı olduğu taş tabletlerin korundu­ğu sandığı aramak için daha önce Etyopya’ya gitmişti) ile birlikte buz kütlelerinin hareketlerine ve arkeolo­jik kanıtlara bakmak için İzlanda ve Grönland Adası’na gittiler. Atlantis ve ilk Ariler’i bulmak için çabaladı­lar, ancak hiçbir şey bulamadılar.
Himmler’e 1938 yılında Ernst Schafer adında genç bir adamın Ti­bet’e keşfe gideceği bildirildiğinde, hemen onunla temasa geçti. Himmler, ona yardım etmek için İngiliz Dı­şişleri Bakanı ile görüştü ve Tibet’e geçmeleri için izin sağlandı. Himmler’in başkana yazdığı teşekkür mek­tubu, Kew’deki kayıt ofisinde hala duruyor.

Tibet’e Nazi çıkartması ve aldatılan bilim…
Nepal Swastika
Nepal’de eski bir Hindu tapınağındaki gamalı haç işareti.  Gamalı haç işaretinin kolları saat yönünde ya da saat yönünün tersinde olabiliyor. Bu işarete pek çok eski Hindu, Budist ve Orta Amerika tapınaklarında rastlanıyor.

Tibetexpedition, Empfang für Würdenträger
Ernst Schafer (ortada) Tibet’e bir SS gezisi düzenledi. Himmler, ona Buzul Çağı’nın dağılmış Ariler’ini bulmasını emretmişti. Savaş sonrası, Schafer, Ari araştırmalarındaki rolünü inkar etti ve antropolog Bruno Beger’in (soldan ikinci) bu konuyu araştırması için götürüldüğünü söyledi.
Tibetexpedition, Expedition zu Gast bei Gould

Savaşın sonunda Amerikalılar’ın yürüttüğü sorgulamada, Schafer, Himmler’in kendisinden Buzul Çağı’nın muhtemelen dağılmış Ariler’inin kalıntılarını araştırmaya gitmesini istediğini belirtti. Ancak Schafer daha çok vahşi yaşamla ilgi­leniyordu. Yanına Tibetliler’in ırksal fizyolojilerini araştırmak için bir ant­ropolog olan Bruno Beger adında bir genci de almıştı, Bütün ekip SS üye­lerinden oluşuyordu. Onların bu şaşırtıcı gezisi sırasında çekilen filmde, arkasındaki kazıktan gamalı haç sarkarken dağlara tırmanan bir katırın gösterildiği bölüm gibi değişik sahneler de vardı. Bundan sonraki bir sahne, Beger’i kıkır kıkır gülen ve dokunduğunda kıpır kıpır kıpırdanan Tibetli bir kızı ölçerken gösteriyordu. Ekibin diğer elemanları ise bu manzara karşısında kendilerini gülmekten alamıyorlardı. Sonra Beger, bir bitkinin sütlü özsuyunu çıkararak oradaki adamlardan birinin yüzüne sürüyor­du. Adamın yüzünün korkunç bir maske görünümü alması üzerine çocuklardan biri çığlık atmaya başlıyor­du. Bu yüzlerin sonradan çoğaltılan kopyaları, şu anda Beger’in Frankfurt yakınlarındaki evinin vitrininde bulunuyor.

Bruno Beger
Bruno Beger 1

1939 yılında Schafer bu gezisinden Almanya’ya döndüğünde, Nazi siya­setinde işler ciddiye binmeye başlıyordu ve bunun yansımaları, Ahnenerbe içinde görülüyordu. Willigut, içkiye düşkünlüğü ve giderek çılgın­laşan fikirleri ile utanç kaynağı olmaya başlamıştı. Gabriel Winkler’in ço­cuklarının annesi olmasını bile iste­mişti. Willigut’un sonu 1939 yılında, Karl Wolff Avusturya’ya karısını zi­yarete gittiğinde geldi. O belki de, gi­derek garipleşen davranışlarına bir ışık tutabilirdi. Gerçekten de öyle olabilirdi. 1924 yılında kendisine şi­zofreni teşhisi konduğu ve Himmler’le tanışmadan birkaç yıl önce 1927 yılında akıl hastanesinden yeni çıktığı anlaşıldı.
Sonunda, Himmler’in onu emekli­ye ayırmaktan başka çaresi kalmadı. Gittiği yerde birkaç yıl sonra ölene kadar iyi bakıldı. Otto Rahn’ın sonu daha da kötü oldu. Himmler’e Rahn’ın homoseksüel ilişkileri oldu­ğu söylendi. Homoseksüellik, Nazi Almanyası’nda toplama kampına sadece gidiş bileti ile cezalandırılan bir suçtu. Himmler, ona bu gerçeği, Dachau’da çalışmaya yollayarak ha­tırlattı. Daha sonra da Rahn’ın Himmler’e adını temize çıkarmasını yazmasına rağmen, Himmler “seni artık koruyamam” cevabını verdi. SS tarafından onurlu sayılan bir davranışla, Rahn 1939 kışında karlı bir dağ eteğinde intihar etti.
Savaş çıktığı zaman, Ahnenerbe çok farklı bir organizasyon haline geldi, Garip huyları ve sabit fikirleri olanlar azaldı: görevi ciddi arkeolog­lar devraldı. İşin garip yanı, araştır­macılar politik baskıdan uzak, en ra­hat SS içinde işlerine devam edebili­yorlardı. Bu, arkeolojinin politik anlamda kullanılmadığı anlamına gel­miyor. Polonya ve Rusya’da bulunan tarih öncesi çanak çömleklerin Alman kökenli olduğunun söylenmesi bir rastlantı değil. Üstlerinde gamalı haç bulunan eski kapların arkeolojik ka­zılarını gösteren filmler yayınlandı. Bu, Almanlar’ın doğudaki eski yurtlarına dönmelerinin, onların kaderi ve hakları olduğu yönündeki argü­manlarına kaynaklık etti.

swastika 001

Savaşın sonunda Ahnenerbe arkeologlarının çoğu, en üst düzeydekiler bile, kariyerlerine devam ettiler ve Almanya çapında önemli profesörler oldular.
1920’lerde Himmler’in hayal dünyasına ilham veren fikirler şimdilerde yine moda oldu. Atlantis’ten söz eden her kitap anında listelerde yük­seliyor ve bunların çoğu, bu mistik yerin, Mısırlılar’dan Mayalar’a kadar dünya üzerinde bölün eski uygarlıkların kaynağı olduğunu iddia ediyor.
Irksal unsur söz konusu olmasa da, dayanak noktası aynı; Mısırlılar ve Orta Amerikalılar kendi başlarına uygarlığı geliştirmiş olamazlar, başka yerlerden gelen süper insanlardan bir şekilde yardım almış olmalılar. İşte Himmler’in fikirlerinin benzerleri…


Jean d'Arc
Swastika history
Gamalı Haçın Tarihi
Gamalı haç (swastika), Nazilerin tekeline girmeden önce, bir zamanlar iyi şansın evrensel simgesiydi. Sanskritçe’de “su” (iyi anlamına geliyor) ve “asti” den (olmak anlamında) gelen bu iki kelimenin geçmişi binlerce yıl öncesine, insanların Kuzey Yıldızı çevresinde hareket eden Büyükayı’yı fark ettikleri zamana kadar uzanıyor. Bu hareketin planı yılda dört kez çıkarıldığında, gamalı haç şekli oluşuyordu. Ve bu simge, mevsimlerin değişiminin işareti sayılıyordu: “Şanslı Haç”. Günümüzde eski gamalı haç simgeleri dünyanın pek çok köşesinde bulunabilir. 2000 yıllık Yahudi tapınaklarında bile yer alıyor. Dalay Lama’nın tahtını süslüyor ve eski Hint şans tanrısı fil Ganeşa’yı gösteriyor. Hindistan’daki İngiliz kolonileri, gamalı haşı büyülü bir şans olarak batıya getirdiler. 19. Yüzyılın sonlarından, Nazilerin 1930’lardaki yükselişine kadar gamalı haç, şanslı haç olarak biliniyordu. Poker fişlerini, tebrik kartlarını ve yiyecek paketlerini süslüyordu. 1917 yılında tutuklu Rus Çar ailesi şans getirmesi için kumaşa gamalı haç işareti dokumuşlardı. Ancak bazı insanlar, saat yelkovanı yönündeki versiyonunun ölümü ve kara büyüyü gösterdiğini düşünüyorlardı. Gerçekten de kara büyücü Aleister Crowley, Hitler’in gamalı haçı kendisinden çaldığını öne sürmüştü.
TIAHUANACO SWASTIKA
Tiahuanaco Kalıntılarında Swastika (Bolivya, Tahmini M.Ö 1500-1200)

Focus 00/06

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)