bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


12 Haziran 2018 Salı

Dünyayı Sarsan Salgın Hastalıklar


Veba, kızıl, çiçek, kolera gibi salgın hastalıklar ve onlara eşlik eden kıtlık ve kuraklıklar, tarih boyunca milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu. Yenilmez denen orduları durdurdu. Ekonomik, siyasal ve demografik sonuçlarıyla yeryüzü haritasının yeniden çizilmesinde önemli roller üstlendi ve üstlenmeye devam ediyor.
Bir Fransız düşünür, salgın hastalıklar konusunda şunu söylemişti: “Hepimiz salgın hastalıkların çocuğuyuz…”
Gerçekten de insanlık tarihi içinde salgın hastalıkların rolü çok belirleyici. Zaman zaman imparatorlukları çökertmiş, ordu­ları kırmış, yaşam ve sevme bi­çimlerini değiştirmişti. Büyük politik dönüşümlere, coğrafi ve demografik oynamalara yol aç­mıştı. Çiçek hastalığı Yeni Dünya’yı öylesine kırıp geçirmişti ki, çalıştırılacak emek gücü için bu kıtaya milyonlarca Afrikalı köle taşınmıştı.
Veba, Avrupa’da fe­odal beylerin ve kilisenin ikti­darını sarsmış, kapitalizmin ve reform hareketinin doğmasına neden olmuştu, ölümcül salgın­ların tarih yapan gücünü unut­mak ya da görmezlikten gelmek gerçek anlamda bir hata. İnsan nüfusu çığ gibi büyüdükçe, in­sanlar tarihin kaydettiğinden çok daha fazla mikrobu ayaklandırıp günümüzde de harekete geçiriyor. AIDS ve SARS gibi…


Sanata düşen “Kara Ölüm”… İtalyan heykeltıraş Gaetano Guilo Zumbo’nun (1656-1701)“ Veba – Zamanın Zaferi ve Bedenlerin Çürümesi” üçlemesinden “Zamanın Zaferi” adlı çalışması. Vebayı anlatan bu yapıt Floransa’daki Specola Müzesi’nde sergileniyor.
Salgın hastalıkların tarihi, insanoğlunun toprağı işlemeye başla­masıyla eşzamanlı. Vahşi toprak­ların yok edilmesi,  fareleri, sıçan­ları, keneleri, pireleri ve sivrisi­nekleri insanlara daha yakın yaşa­maya zorluyordu. Bu hayvanlar beraberlerinde veba, tularemi, ti­füs ve sıtma gibi sürprizleri de ge­tirdiler. Ayrıca yüzbinlerce insa­nın yaşadığı kentler ortaya çıktık­ça, toplu ölümler de yaygınlaştı. Bu, o tarihte o kadar olağan bir du­rumdu ki, Sümerler, Mısırlılar ve İsrailliler salgınların tanrılarca ya­yıldığına inanıyorlardı. Atalarımız toplu ölümlerin mantığını uzun sü­re anlayamadılar. Olayın niteliğini ilk kavrayan kişi Yunanlı hekim Hipokrates’ti. O, çevre güçlerine “hava, su ve yer” adını vermişti. Bu etkenlerin herhangi birindeki ani bir değişikliğin salgınlara yol açtığını söylüyordu.
İnsanoğlunun karşılaştığı en çe­tin salgınların başında “kara ölüm” adı verilen veba geliyordu.

Ekolojik Bir Felaket
1966 yılında ABD Atom Ener­jisi Komisyonu, muhtemel bir nükleer savaşın sonuçlarını saptamak için, 1348 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınını ince­leyen 30 sayfalık bir rapor hazır­ladı. Bu salgın, o tarihte 30 mil­yon köylüyü ya da Avrupa nüfu­sunun üçte birini öldürdüğü için seçilmişti. Vebanın bir nükleer fe­laketten tek farkı, mala zarar ver­memesiydi.
Tarihçiler her ne kadar Hititlerde, Mezopotamya’da ve Çin’de de benzer bir hastalığa rastlandığını söyleseler de, resmi olarak veba salgınının ilk kez M.Ö. 430’da Atina’da görüldüğü ve iki yıl boyunca kenti kırıp geçirdiği belirtiliyor. Daha sonra hastalık Bizans döneminde İstanbul’da yeniden hortladı. Ancak gerçek anlamda veba salgınlarının başlangıç tarihi 1300’1er. Veba hasta­lığına yol açan “Yersina Pestis” isimli bakterinin anavatanı Moğol bozkırları. 1330’lardaki aşırı sıcaklar, Asya çöllerinde yaşayan pireleri ve kemirgen hayvanları Moğol bozkırlarına doğru sürmüştü. Mideleri veba bakterisiyle dolu pireler Moğol atlılarının sırtında Asya ve Avrupa’yı dolaşmaya başladı.
Veba Avrupa’ya, Kırım’ın tica­ret kenti Kaffa’nın Moğollar tara­fından kuşatılması sırasında kent­te yaşayan Cenevizliler tarafından taşındı. Bakteri, her ortaçağ evin­de bolca bulunan kara sıçanlarla pirelere kolaylıkla yerleşti. Ayrı­ca Avrupa’da o tarihte salgının yayılmasını kolaylaştıran bazı ko­şullar da oluşmuştu. Ilık iklim ko­şulları köylüleri daha çok ürün üretmeye ve köylü nüfusunu artır­maya başlamıştı.
Bu durum, iyi beslenen 25 milyonluk Avrupa nüfusunu birdenbire kötü besle­nen 75 milyona çıkarmıştı. Kısa­cası veba salgını için ideal bir or­tam vardı. 1300’lerde başlayan salgınlar, 1720 tarihine kadar 2 ya da 20 yılda bir yenilenerek ürkü­tücü bir simetriye ulaştı. Bu sal­gınlar Avrupa’nın ekonomik, si­yasal ve kültürel çehresini tama­men değiştirdi. İlk darbeyi yiyen kurum feodalizm oldu. Toplu köylü ölümleri emek kıtlığına yol açtı ve korkuya ka­pılan toprak sahipleri ücretli köylü sistemi­ne dönmek zorunda kaldılar. Öte yandan, efendilerinden umut kesen köylü­ler toplu halde ayaklanmaya baş­ladılar. Ücretli emeğin yaygınlaş­ması kapitalizme geçişin altyapı­sını oluşturuyordu. Ayrıca veba salgınları sırasında tüccarlar seya­hat özgürlüğünün önemini daha iyi anladılar. Kendi kentlerinde müşteri sıkıntısı çeken İngiliz, Hollandalı ve İspanyol tüccarlar yünlerini, şaraplarını ve peynirle­rini satmak için uzaklara yelken açtılar. Böylece kapitalizmin bir başka ayağı olan ticari ilişkiler ve keşifler gelişti.

Dengeler Altüst Oluyor
Veba salgınlarının ikinci kurba­nı Yahudiler oldu. Birçok ülkede hastalık karşısında umutsuzluğa düşen köylü kitleler “Yahudiler kuyu sularını zehirliyor” sloga­nıyla acımasız bir katliama girişti­ler. Yahudiler kazıklara geçirildi, şarap fıçılarına konulup Ren Nehri’ne atıldı. 1351 yılında Avru­pa’da hemen hemen hiç Yahudi kalmamıştı. Çoğu öldürülmüştü, sağ kalmayı başaranlar da Rusya ve Polonya’ya kaçtılar.
Kırsal alanın boşalması ise eko­lojik dengeleri değiştirdi. Daha az köylü, daha çok ot ve daha çok ot yiyen hayvan demekti. Bu neden­le, veba salgınından sonra başıboş sığırların ve koyunların sayısı hızla arttı. Köylüler memnundu. Toprağın aksine, hayvanlar daha az bakım istiyor, yün ve derisi ciddi bir gelir sağlıyor ve lezzetli yemek veriyordu. Köylüsüz top­rakları, hayvanların yanı sıra ağaçlar da doldurmaya başladı. Veba tarihçisi Robert Gottfied’e göre, “Kara ölüm olmasaydı, Av­rupa tozlu ve ağaçsız Etiyopya’ya dönüşecekti”. Gerçekten de birkaç istisna dışında, Avrupa’nın büyük ormanları veba salgınından sonra ortaya çıkmıştı.
Veba birçok din adamını da vurmuştu, ölen veya kaçan din adamlarının yerini ise üçkâğıtçı­lar dolduruyordu. Bu insanlar halkı öyle çok dolandırıyorlardı ki, kitlelerin kiliseye olan inançla­rı derin sarsıntı geçiriyordu. İşte bu dönemde, Martin Luther, işe yaramaz ve güçsüz kilise bürok­rasisinin aracılığı olmadan da, Tanrı ile doğrudan konuşulabilir biçiminde yeni, devrimci bir anla­yış geliştirdi ve Protestan ahlakı­nın temellerini attı.

Avrupa’daki veba salgınlarında hekimler kendilerini korumak için garip görünümlü maskeler taktılar ve hastalarla ilgilenmediler.
Veba salgınlarında hekimler ahlaki sınavı veremediler. Hasta­lık kapma korkusuyla ya sivri gagalı garip maskeler takıyorlar ya da hastalara bakmayı reddediyor­lardı. Hastalığa verdikleri tedavi reçeteleri de çok komikti: “İki fın­dık, bir incir ye”, “yavaş çiğne, masadan aç kalkma, ağlama ve korkma” gibi. Veba tıbbın bir bi­lim olarak henüz daha çok genç olduğu gerçeğini ortaya çıkarır­ken, halk sağlığı kavramının da temellerini attı. Bazı kentlerde ve­ba evleri kuruldu, karantina uygu­laması başlatıldı ve ayrıntılı ölüm kayıtları tutuldu. Ayrıca kara sıçanların ve pirelerin cirit attığı sa­man tavanlı evlerden, damları ki­remitli tuğla evlerin inşasına ge­çildi. Bu, mimarlık ve kentleşme alanında çok önemli bir adımdı.
Uygun barınma koşullarını yiti­ren veba, son bir güç gösterisiyle 1720 yılında Marsilya bölgesinde 80 bin ölü bırakarak Avrupa’dan çekildi. Ne var ki, ondan boşalan yeri hızla bitlerin taşıdığı tifüs doldurdu. Kıtanın koyun stokları arttıkça, vebadan kurtulanlar daha fazla yün giymeye başladılar ve bit kolonilerine uygun ortam ha­zırladılar. Yün çılgınlığından yararlanan tifüs, 15.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayıldı. Hastane ve kirli yerlerde çoğaldığı için, “hastane ya da hapishane ateşi” olarak da adlandırıldı.

Arnold Böchlin’in bu tablosu sonraki yıllarda salgın hastalıkların betimlenmesinde kullanılmıştır.



Büyük Kıyımcı
Kuşkusuz veba, ünlü ressamların tablolarına konu olduğu ve edebiyata bir dönem damgasını vurduğu için çok daha popüler. Ancak tarihin başlangıcından bu yana gezegenimizde ölen erkekle­rin ve kadınların yarısının canını alan hastalık sıtma. Dünyadaki en küçük hayvan olan “Plazmodyum (Plasmodium)” parazitinin etki alanı bugün bile şaşırtıcı boyut­larda. Her yıl yaklaşık 600 mil­yon insanın vücudunu işgal edi­yor ve her yıl 1 milyon Afrikalı bebeğin hayatını alıyor. Parazit, elverişli koşullar bulduğunda insanı hızla öldürebiliyor. Ama ço­ğu zaman bünyeyi zayıflatarak, bağışıklık sistemini çökerterek ti­fo, grip ve dizanteri gibi hastalıkların sahneye çıkmasını kolaylaş­tırıyor.
Sıtma doğrudan öldürdü­ğü her bir kişiye karşılık, dört ya da beş kişi, onun yol açtığı diğer hastalıklara yenik düşüyor. Para­zit, yüzlerce akrabasının hâlâ maymunların, kuşların, sürüngen­lerin ve şempanzelerin kanında dolaştığı Afrika’da ortaya çıkmış­tı. İnsan kanına yerleşen dört plazmodyum kabilesinden en öl­dürücü olanı “Plasmodium falci­parum”. Ulaşım için anofel sivri­sineğini seçen sıtma paraziti, çok farklı türleriyle ve yetenekli taşıyıcısıyla, hemen her coğrafyada, çok sayıda ateşli hastalığa yol açabiliyor. Tarihin en büyük ku­mandanlarından biri olan Büyük İskender Pers ülkesini, Suriye’yi, Arabistan’ı, Fenike’yi ve Mısır’ı fethetmişti, ama Babil’de sıtmaya yenik düştü.
Sıtma, Avrupa’da 18. yüzyıl­dan itibaren gerilemeye başladı. Gelişen kapitalizm nedeniyle o tarihe kadar bataklıkların çoğu kurutulmuş, sivrisineklerin üreme alanı olan ormanların çoğu yok edilmişti. Dünya Sağlık örgütü, 1957 yılından itibaren sıtmayla yoğun mücadele içinde. Bu ne­denle, 1939 yılında ilk kez Colo­rado patates böceğini öldürmek için kullanılan DDT den yararlanılıyor. Günümüzde sıtmanın ala­nı yüzde 80 oranında daraltılmış durumda. Yine de Sri Lanka, Gu­yana gibi ülkelerde yeniden ortaya çıktı. Hindistan günümüzde sağlık bütçesinin yüzde 50’sini sıtmayla mücadeleye ayırıyor. Brezilya’da yıllık sıtma vakaları, son yirmi yıl içinde 50’den 500.000’e çıktı.

Salgın Hastalıklar Biyolojik Bombalara Dönüşünce
Salgın hastalıkların savaş­larda kullanılması oldukça eski tarihlere kadar uzanı­yor. Daha MÖ. 5. yüzyılda, ordu­lar kuşattıkları kalelerdeki içme sularını zehirlemek için veba hastalığına yakalanmış insanları ya da hayvanları kuyulara atıyor­lardı. 1172 yılında Bizanslılar  Venedik kentini kuşattıklarında kentin tüm kuyu ve çeşmelerini vebalı hayvan leşleriyle doldur­muşlardı. MÖ. 400 yıllarında İs­kit savaşçıları, oklarına hasta insanların dışkılarını sürerdi. Kafkaslar’daki Ceneviz kolonisi Kaffa’yı ele geçirmek isteyen Tatar birlikleri, kaledekilerin direncini kırmak için vebalı ölüleri mancı­nıklarla surların öte yanına at­mışlardı. Birçok tarihçiye göre, veba hastalığının Avrupa’da yayılmasına bu olay neden oldu.
1710 Rus-İsveç Savaşında generaller salgın hastalıklardan ölen kendi askerlerini özellikle gömmüyor, düşmanın ele geçir­diği mevzilere bırakıyorlardı.
Ancak bu kirli savaş konusun­da en uzman ordu, İngiliz ordusuydu. 1763 yılında İngiliz gene­ral Sir Jeffrey Amherst sürekli sorun çıkaran Kızılderililerden kurtulmak için onlara çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler hediye etmişti Bu battaniyeler bütün bir Cheyenne kabilesinin sonunu ge­tirdi. İngilizler Yeni Zelanda’yı işgal ettiklerinde, bu adanın yerlile­ri Maorilere karşı da çirkin bir oyun oynadılar. İngiltere’deki tüm frengili fahişeleri toplayıp, adaya götürdüler ve yerlilerle cinsel ilişkiye soktular. Bağışıklık sistemle­ri gelişmemiş binlerce Maori, frengi hastalığından kırıldı.

Ölümsüz Leke
Tarih boyunca insanoğlunun karşılaştığı en ürkütücü salgın hastalıklardan biri de lepra, yani cüzamdı. O kadar eski bir hastalık ki, gerçek kökeni bilinmiyor. Ki­mi bilim insanlarına göre suaygırından ya da armadillo’dan gel­miş olabilir. Diğerlerine göre ise, tamamen insana ait bir enfeksi­yon. Norveçli doktor Armauer Hansen, 1874 tarihinde “Myco­bacterium Leprae” basilini cüzam­la ilişkilendirmeyi başardı, ama hastalığın nasıl yayıldığı hâlâ bi­linmiyor. AIDS gibi, zayıf bağışıklık sistemlerini etkilediği tah­min ediliyor.
Tarihin en eski hastalıklarından biri olan cüzama Mısırlılar  “ölümden önceki ölüm” adını ver­mişlerdi ve hastaları “çamur ken­ti” denilen bir yere gönderiyorlar­dı. Eski Çin ve Hindistan’da cü­zamlılar hemen öldürülür ya da yakılırdı. Konfüçyüs, cüzamlı bir müridinin yüzüne bakmayı red­detmişti. Mezopotamyalılar için cüzamlılar “vahşi eşekler” den farksızdı. Koreliler için bir cü­zamlı “Tanrı’nın lanetlediği bir köpek” ti. Kısacası, tarih boyunca cüzamlılar her zaman kara listede yer aldılar.
Cüzamlıya daha hoşgörülü yak­laşan ve onlar için ilk hastanelerin kurulduğu (Avrupa’daki en eski cüzam hastanesi, M.S. 4. yüzyılda Konstantinopolis’te Zodikus isim­li bir zengin tarafından kuruldu) Avrupa’da da durum pek farklı de­ğildi. Cüzamlılar aynı tip elbise giymeye zorlanıyor, bu elbiseleri­nin üzerine büyük bir “L” harfi iş­leniyordu. Sağlıklı olanları uyar­mak amacıyla çan taşıyorlardı. İstedikleri bir şeyi işaret edecekleri bir sopaları, bir su mataraları ve sadaka çantaları vardı. Cüzam ve cüzamlılar, Avrupa’dan 14. yüzyılda esrarengiz bir biçimde yok oldular. Hastalık varlığını, köylü­lerin toprak zeminde uyudukları İskandinav ülkelerinde 19. yüzyıla kadar korudu. Günümüzde Afrika ve Hindistan’da 15 milyon kadar cüzamlı olduğu tahmin ediliyor. Ancak cüzam tarih sahnesinden çekilirken onun yerini bir başka salgın, verem alıyordu.

Sanatçı ve Yoksul Hastalığı
19. yüzyılın başları. Frederic Chopin, prelüdlerini bitirebilmek için titreme ve öksürük nöbetle­riyle boğuşmak zorunda kalıyor­du. Hem frengi hem verem olan Niccolo Paganini kemanını çalar­ken ölü bir insan kadar solgundu. Robert Louis Stevenson, verem tüm enerjisini tüketmeden önce “Dr. Jeykyll ile Mr. Hyde’ı ta­mamlamayı başarıyordu. Frederich Schiller, Anton Çehov ve Franz Kafka’da verem nöbetleriy­le boğuşmuşlardı. 1800’lerde sanatçıların verem olmaları için bir­çok neden vardı, ama yaratıcılık ve deha bunların arasında değildi. Fabrika işçileri gibi şair ve sanat­çıların çoğu da çok çalışıyor, kötü besleniyor ve rutubetli, havasız mekânlarda yaşıyorlardı.
Vahşi kapitalizmin acımasız koşullarında, Avrupalıların yüz­de 70’i vereme yakalandı. Ancak ölenlerin büyük çoğunluğu göç­men işçiler, sanayi işçileri, evsiz­ler, ailesinden kopmuş çocuklar­dı. Tıpkı bugün Bombay, Manila ve Nairobi’de veremden ölen in­sanlar gibi. Verem, yarı kardeşi cüzam gibi, “Micobacteria” adı verilen 300 milyon yaşındaki bir mikrop ailesine dahil. Büyük ola­sılıkla, 7000  yıl önce, insanların sığırları evcilleştirip, birçoğunu kendi evleri de dahil olmak üzere dar mekânlarda barındırmalarıyla ortaya çıktı. Sanayi Devrimi sıra­sında ortaya çıkan sadece verem değildi. 1700’lerde boğazda yol açtığı hafif ağrı dışında hiçbir belirti vermeyen kızıl, 1800’lerde çocuklar için acımasız bir “boğaz hastalığı” halini aldı.
Yemek bo­rusuna saldıran diğer bir bakteri enfeksiyonu olan difteri de öldürücü bir salgına dönüştü. Yoksulların her gün hayvan ve insan dış­kılarıyla kirlenen suları içtiği ye­ni kapitalist Avrupa  kentlerinde, anavatanı Hindistan olan kolera patlak verdi. 1848-1854 yılları arasında bu hastalık sadece İn­giltere’de çeyrek milyon yoksulu öldürdü. Salgınlar büyük oranla yoksulları hedef alıyordu ve yeni palazlanan orta sınıf, göreceli olarak daha az tedirgindi. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde dengeler değişti ve Asya’dan gelen bir başka tehlike yoksul zengin ayırdetmeden insanları kırıp geçirmeye başladı: grip…

Virüs Dalgaları
Birinci Dünya Savaşı’na kadar grip, pek de önemsenmeyen “ev­cil bir salgındı. Ancak, 1918 baharında acımasız bir düşman ke­sildi ve tam 15 milyon insanı gömdü. Savaş meydanlarında 15 milyon insanın ölmesi tam 4 yıl almıştı. Oysa grip aynı rakama kısa süre içinde ulaştı. 1918 yı­lında sadece ABD’de ölenlerin sayısı 550 bini bulmuştu, ki bu rakam ABD’nin Kore ve Vietnam savaşlarında verdiği ölü sa­yısından fazlaydı. Bu salgın sırasında Alaska köylülerinin tümü yok olurken, Hindistan’da 12 milyon kişi hayatını kaybetti.
Grip virüsü bilim tarafından 1933 yılında saptandı. Ancak onun binlerce yıldır dünyayı dolaştığı tahmin ediliyor. İlk grip salgınlarının başlangıcı ise, insa­noğlunun çiftliklerde at, domuz ve ördeği evcilleştirmesiyle eşza­manlı. Bugün ördek midesinin dünyanın en iyi çalışan grip fab­rikası olduğu kabul ediliyor.
Birçok grip salgınının da son yıllar­da yoğun ördek besleyen Çin’den kaynaklanması rastlantı değil. Bir grip salgını, genel olarak or­taya çıktığı bölgedeki toplam nü­fusun yüzde 25 ile 50’sini kısa sürede yatağa düşürebiliyor. Ölüm oranı ise yüzde 1 ’den daha düşük. Her yüzyılda düzensiz şe­kilde ortaya çıkan 3 ya da 5 bü­yük grip salgını yaşanıyor. Salgı­nın bir diğer özelliği de kısa süre­li oluşu. Bugün bilim birçok ciddi haftalığın aşısını keşfetmiş ol­makla birlikte, grip konutunda yetersiz kalıyor Çünkü bu virüs, her 10 ya da 14 yılda bir genetik değişikliğe uğruyor, bu da onu yenilmez kılıyor.


Endemi, Epidemi ve Pandemi
Salgın bir hastalığın, orta büyüklükte ya da geniş bir alanda hızlı bir biçimde yayılmasına “epidemi” adı veriliyor. Ancak bu tanımı fark­lı biçimde yorumlayan bilim insanları da var. Onlara göre epidemi, herhangi bir sağlık durumunun, kronik olsun ya da olmasın ortaya çıkması ve beklenenden daha fazla sayıda insanı etkilemesi. Yani, bu ta­nımda önemli olan etkinin beklenenden fazla olması. Onlar İçin sağlık so­runu yaşanan bir kentte, yılda 100 hepatit vakasının görülmesi bir ende­mi. Ama herhangi bir kentte birdenbire aşırı derecede fazla Creutzfeldt-Jakob hastalığına rastlanması bir epidemi. Bir epidemi, AIDS hastalığı gi­bi gezegenimizin büyük bir bölümünü tehdit eder hale gelince “pandemi” adını alıyor. Bugün Dünya Sağlık örgütü, “Global Outbreak Alert and Res­ponse” adlı bir bilgi ağı oluşturmuş durumda. Bu, salgın hastalıkların seyrini izleyen bir dizi laboratuvar verilerinden oluşuyor.

Biyolojik Emperyalizm
Amerikan yerlisi uzaktan gelen bir atlı görür. Siyah elbisesi ve uzun şapkasıyla bir misyonere benzemektedir. Yüzü korkunç de­liklerle doludur. Kiowa yerlisi ya­bancıya “Sen  kimsin” diye sorar. “Ben Çiçek”im der yabancı. Yerli bu kez ne iş yaparsın diye sorar. “Ölüm getiririm” der Çiçek. Ger­çekten de Kristof  Kolomb ile baş­layan ve daha sonra İspanyol isti­lacılarla süregelen Amerika kıtası­nın keşfi sırasında, 100 yıl gibi kı­sa bir sürede çiçek salgınları tam 100 milyon Amerikan yerlisini yoketti. 1490 yılında Amerika yerlileri dünya nüfusunun yüzde 20 sini oluşturuyordu. Bir yüzyıl sonra, çiçek hastalığı yüzünden bu oran yüzde 3’e düştü. İşgalciler, yeni kıtada ekonomik faaliyeti sürdürebilmek için Afrika’dan milyonlarca zenci köle getirdiler. Bu kölelerin çoğu yolculuklarda hayatını yitirdi. Tarihçiler köle ti­caretinin sürdüğü 350 yıl boyunca, Atlantik Okyanusu’nun 15 milyon Afrikalıya mezar olduğunu söylü­yorlar Belki de bu nedenle Porte­kizliler, köle taşıyan kalyonlarına “tumbieros” yani “yüzen mezar­lar” adını vermişlerdi.
Bütün virüslerin en büyüğü olan çiçek, Eskidünya’da ilk kez Ortadoğu’da ortaya çıktı. Eşek ve ineklerde görülen bu hastalık, bu hayvanların evcilleştirilmesiyle insanlarla da tanıştı. Peki ama bir hastalık nasıl oldu da birkaç bin İspanyol maceracısının tüm Ame­rika kıtasını fethetmesine olanak sağladı, Afrika ile Amerika ara­sındaki demografik dengeyi alt üst etti ve bugün Karayiplerle ABD’nin kara bir nüfusla dolma­sına yol açtı?

Her ırkın kendi mikrobu var; Aztek kralı Montezuma, Hernan Cortes’in çiçek hastalığı taşıyan adamlarını karşılıyor.
1400’lere gelindiğinde Eskidünya at, eşek, keçi, koyun sığır gibi hayvanları evcilleştirmişti; Bu yardımcıların ve protein ihti­yacının karşılanmasının bedeli ise onların mikroplarını paylaşmak oldu. Ancak büyük kayıplar verdikten sonra, zaman içinde bu mikroplara karşı bağışıklık kazandılar. Orta Amerika halkları ise, mısır ve fasulye yetiştiriyor, hayvanları evcilleştirmekle ilgi­lenmiyordu. Son Buzul Çağı orta­da evcilleştirecek hayvan da bı­rakmamıştı. Nitekim Aztekler, protein ihtiyacını karşılamak için her yıl 50 bin insanı kurban edi­yorlardı.
Böyle olunca hayvanlar­la birlikte gelen hastalıklara karşı en küçük bir bağışıklıkları yoktu. İki toplumun keşiflerle karşılaş­masında yerliler yığınlar halinde ölürken, işgalciler ayakta kalıyor ve hatta hızla ürüyorlardı. Bu du­rumun en büyük etkilerinden biri de, Amerikan yerlilerinin kendi tanrılarına olan inançlarını yitir­meleri oldu. Bu nedenle misyo­nerlerin de çalışmasıyla, kısa sü­rede yığınlar halinde Hıristiyanlı­ğı seçtiler ve bu dinin en katı uy­gulayıcıları oldular.

İstanbul’da Veba
İran imparatoru Hüsrev’in Doğu eyaletlerini yağmaladığı, binlerce insanı köleleştirdiği, İranlıların katliamından kaçan Ermeniler’in yardım amacıyla İstanbul’a önemli temsilcile­rini gönderdiği ve Belisarius’un tekrar İtalya’yı ele geçirmek için sarayda imparator’u ziyaret ettiği bir zamanda, insanlığı yok etmek üzere olan bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık pey­dah olmuştu…
Veba salgını ilk olarak her zaman sahil yerleşim yerlerinde ortaya çıkı­yor ve iç bölgelere doğru yayılıyordu. İki yıl sonra baharın ortasında, veba dehşeti İstanbul’u da kuşatmıştı. Ölülerle ya da hastalarla ilişki kuran he­kimlerin ve diğerlerinin çok azına mik­rop geçtiğine tanık olunmuştu. İnsanlar hastalığa müdahale etmek veya ölüleri mezarlıklarda gömmek gibi hizmetlerin yerine getirilmesinde umula­nın ötesinde gayret sarf etmişlerdi. İstanbul’da çok insan, hezeyanlar ve acılar içinde, çıldırmış ve panik bir hal­de sahile doğru koşarak boğaz suları­na atlamış ve yok olmuştu.
Veba İstanbul’da dördüncü ayına girmişti, salgının en yıkıcı olduğu ve ölümlerin bir çığ gibi çoğaldığı dönem ilk üç ay içerisindeydi. Önce ölümler normalden biraz daha fazlaydı, sonradan ölenlerin sayısı sürekli artıyordu. Ve ikinci aya doğru ölenlerin sayısı günde beş bine ulaştı, ikinci ayın so­nunda bu sayı on binin üstüne çıkmıştı. Yüzlerce ev tamimiyle insansızlaştı. Bu nedenle her kesimde yaygınlaşan mahrumiyet yüzünden soylu insanlar­dan bazıları günlerce gömülmeden ortada kalmış, cesetleri kimselerin kapılarını çalmadığı evlerinde çürümüştü.
Daha önceden var olan bütün mezarlıklar tamamen ölülerle dolduruldu­ğundan İstanbul surları dışında birer birer mezar kazılmaya başlanmıştı. Cenazeleri gömenler mezarlıktan hemen uzaklaşıyorlardı Sonraları, bu mezarları kazanlar artık ölenlerin sayısına yetişemez olmuşlardı Galata’da yüksek nöbetçi kuleleri tavanlarına dek tıka basa gelişi güzel atılmış cesetlerle doldu; bütün nöbetçi kuleleri, içlerindeki insan cesetleriyle ve üzer­lerindeki damlarla birlikte doğal bir mezarlık haline dönüştürülmüştü. Bu­nun sonucu olarak, halâ sağ kalanları bunalıma iten kötü bir ruh ısrarla şe­hirde kalmaya devam ediyordu; özellikle cesetlerle dolu kuleleri yalayan rüzgâr, şehrin içine ölülerin kokusunu getirdiği zaman insanlarda sıkıntı ve korku daha da yoğunlaşıyordu. Artık ölüler önceden olduğu gibi kalabalık bir topluluk tarafından mezarlığa getirilmiyordu; tabut kullanımına son veril­mişti.
Dualar okunmuyor, şarkı türün­den ilahiler söylenmiyordu. Eğer ölüler omuzlarda İstanbul’un denize bakan sahil bölgesine taşınırsa yeterli sayılıyordu. Cesetler orada üst üste kayıklara fırlatılıyordu. Kayıkların nereye gittiği önemli değildi; yönünü dalgalar ve akıntı belirliyordu.
İstanbul vebaya esir düştüğü süre boyunca sokaklarda kimseciklere rast­lanmıyordu. Hâlâ yaşama şansına sa­hip olanlar evlerinde oturuyordu; ya hastalara bakıyorlar ya da ölülerinin ardından yas tutuyorlardı. Sokakta, evinden dışarıya çıkan birisine kazara rastlanıyorsa mutlaka mezarlığa cenazesini taşıyor demekti.
İstanbul’da tek bir kişinin bile bir mutlulukla, ya da hoşnut bir duyguyla yaşadığını görmek olanaksızdı. İmpa­rator Justinian’ın da vücudunda şişlik­ler çıkmış ama sonradan iyileşmişti. Vebanın sebep olduğu felaketler İstan­bul’da olduğu kadar diğer şehirlerde de vardı Sonraları ise veba, İmparatorluk sınırları dışına, İran’a ve diğer barbarların yaşadığı yerlere sıçramıştı.
(İstanbul’da İsyan ve Veba – Prokspius)

Asya Ülkelerini Durduran Salgın: SARS
İngilizce “Severe Acute Respiratory Syndrome” kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma olan SARS, dilimize “Akut Solunum Yetmezliği Sendromu” şeklinde çevrilebilir. AIDS’ten sonra çağımızın en kor­kulan salgın hastalığı kabul edi­len SARS, Asya kökenli. Hastalık ilk kez 26 Şubat 2003’te, Hanoi’de 46 yaşında bir işadamında gelişen akut atipik pnömoni ve solunum yetmezliği tablosu ola­rak tanımlanmıştı. Hastalığı ilk kez bildiren WHO görevlisi Dr. Carlo Urbani’nin kendisi de 29 Mart’ta SARS nedeniyle yaşamını yitirdi.
Ancak, Çin’in Guandong bölgesindeki olguların Kasım 2002’den itibaren ortaya çıktığı belirtiliyor. 38 derece ve üstü ateş, en önemli bulgusu. Bunun yanı sıra belirtiler şöyle gelişiyor: kuru öksürük, solunum zorluğu, nefes darlığı, nefes alırken devamlı artan ağrı, üşüme ve titre­me, boğazda yanma, burun akıntısı, kas ve eklem ağrıları, halsiz­lik, yorgunluk ve isteksizlik.


Korku, vahşet ve ölüm iç içe… İtalyan heykeltıraş Gaetano Zumbo’nun “Veba” çalışmasından bir detay. Gaetano, eserini tamamladıktan sonra Fransa Kralı 14. Louis tarafından Paris’e davet edildi ve hayatının son günlerini orada geçirdi.
Umudun Nal Seslerini Duyamamak
Sonuç olarak her uygarlık, tari­hin farklı dönemlerinde kendi öl­dürücü hastalığını yarattı. Gezegenimiz şimdilerde AIDS, Ebola, SARS ve diğer grip türevleri salgınıyla sarsılıyor. Üste­lik hızlı sanayileşme, doğanın katledilmesi, küresel ısınma yeni salgınların altyapısını oluştururken, sıtma, kolera gibi eski düş­manları da yeniden sahneye çıka­rıyor. Öte yandan modem yaşam insanın en güçlü silahını, bağışık­lık sistemini de elinden alıyor. Su ve hava kirliliği, aşırı nüfus artışı­nın yol açtığı kötü beslenme, uyuşturucu, böcek ilaçları, rad­yasyon, anne sütünden vazgeçil­mesi, gereksiz antibiyotik kullanı­mı, bağışıklık sisteminin savaşçı­ları olan T Lenfosit hücrelerinin sayısını azaltıyor, Buna karşılık bakteriler gittikçe güçleniyor. Dünyanın her türlü ekolojik böl­gesinde yaşayan bakterilerin hep­sinin tetrasikline dirençli genler taşıması, hem şaşırtıcı hem ürkü­tücü bir olay. Kısacası, hem altya­pı hem üstyapı koşullarıyla ve sü­rekli artan nüfusuyla gezegenimiz, önümüzdeki yıllarda Mahşerin Dördüncü Atlısı’nın acımasız ama tarih yapıcı tırpanına gebe. Ve bu durum, modern tıp, mikrop teorisinden vazgeçip, salgın has­talıkları ekolojik bir zorunluluk olarak görüp, neşteri bu noktalara vuruncaya kadar sürecek gibi.
Focus, 03/06





Devlerin Dansı


Tepegözler Mimarisi
Neolitik (Cilalı Taş Çağı) insan inşaatçılığa, iri, oyulmamış kayalarla başladı ve bu kayaları harç ya da benzer bir şey kullanmaksızın birbirinin üzerine oturttu. Cilalı Taş Çağı’nın sonları ve onu izleyen Bronz Çağı’nın başlangıcın­da bu tür mimari oldukça gelişti. Bu kaba taştan anıtlar, dünyada görülen en olağanüstü yapıların arasında yer alır, çünkü:
Taşları bu yapıların olduğu yere taşımak ve birbirinin üzerine oturtmak için büyük bir yaratıcılık kullanılmış olmalıdır.

(Tepegözler (Kikloplar): Klasik mitolojide “Titanlar” ve “Kikloplar” (Cyclops) olarak iki ayrı dev ırkından söz edilir. Kikloplar Türk Mitolojisinde “Tepegöz” adıyla geçer. Kiklopların üç türünden biri de “duvarcı Kikloplar” adını taşırlar ki kökenleri Anadolu’nun Likya bölgesi olarak gösterilir.)
Birçok küçük taş yerine çok büyük taşlar kullanılmıştır. Örneğin, Malta’daki Hagiar Kim tapınağındaki bir taş blok 6,4 x 2,7 x 2,7 metre boyutunda ve Lübnan’da Baalbek’deki bir blok 18,8 x 6 x 4,6 metre boyutunda ve herhan­gi bir inşaatta kullanılmış en büyük tek parçalık kaya olduğu öne sürülmüştür. (Kiklopik tarzdan sonra geliştirilmiş olan Mısır Piramitleri’nin en büyük taşı 5,4 metreden fazla değildir ve bunlar destek olarak kullanılmış özel taşlardır. Oysa, kikloplarda neredeyse tüm taşlar devasa boyuttadırlar.)

Baalbek Blokları

Taşları üst üste, dikebilmek için çok sayıda ve iyi örgütlenmiş, uzun süre boyunca tek komuta altında, birlik içerisinde hareket eden, binlerce kişiden oluşan bir işçi takımı oluşturulmuş olmalı.
Bu kadar büyük taşların taş ocağından nasıl çıkartıldığını, taş ocakların­dan çıkartılmadılarsa da nasıl bu kadar çok sayıda, uygun biçimlerde ve kul­lanıma uygun olabildiklerini anlamak güçtür.
Kiklopik tarzdaki bu yapıların yedi ana yapısal türü bulunmaktadır ve yu­karıda söz ettiğimiz en basitinden başlayarak yapım zorluklarına göre sırala­yacağız:
(Burada sözü edilen tüm taş yapılar, prehistoryacılara göre tarih öncesi çağlarda dikilmiştir. Çoğu araştırmacı bu tür taş yapıların özellikle “ley hatları” üzerine yerleştirildiği ve çoğunlukla büyüsel ve psişik amaçlar doğrultusunda kullanıldığına ilişkin ortak görüşe sahiptir.)
(Kullanılan sınıflandırma türü T. E. Peet’e aittir: “Rough Stone Monuments and The­ir Builders” (Kaba Taş Anıtlar ve Bunları İnşa Edenler), Londra ve New York, 1912. Diğer yazarların sınıflandırmalarına göre daha doğru görünüyor.)
1- Bir ile dokuz metre arasındaki yükseklikte, bazı noktalarda sayıca çok olan ve birbirine benzeyen menhirler ya da megalitler.
2- İki dikey taşın üzerine oturtulmuş, üçüncü bir yatay taştan oluşan trilithon’lar.
3- Bir boşluğu çevreleyen birkaç dikey taşın üzerine oturtulmuş bir yatay taştan oluşan dolmen’ler.
4- Belirli bir biçimde aralı küçük ya da orta boy menhirler ya da hizalan­mış taşlar.
5- Sağ kollarda koridorlar bulunabilen, birbiriyle karşılıklı trilithon sıraları ya da koridor-mezarlar.
6- Stonehenge’deki gibi, bazen üst kısımda yatay kare taşlar bulunan çember, elips ya da ender olarak kare biçiminde menhir sıraları ya da cromlechler (kromleç).
7- Sardinya Adası, Malta ve Gozo’daki olağanüstü yapılara benzeyen daha karmaşık biçimli, büyük bir olasılıkla, daha sonraki dönemlerde yapılmış megalitik tapınaklar. Bu megalitler birçok yerde kayalara oyularak yapılmış ve yukarıda anlatılan uzun tünelli ve kurganlara benzetilir. Bazılarında, tünelin içinde yukarıda değinilen koridor mezarın eşi olan megalitik bir yapı bulunur. Hatta kimileri, önceden bir tünelin içerisinde yer almış ve üzeri toprakla ör­tülü olabilir. (Kurgan (İng. caim): Bir yeri işaretlemek için, bir insanın ya da bir olayın anısına, özellikle dağ tepelerine dikilen taş yığını biçiminde anıt.)

Yaygın Bir Kült
Megalitlerin dağılımı da doğaları kadar olağanüstüdür. Britanya adalarında sıkça rastlanır, Galler’de ise dikkat çekici biçimde çok sayıdadırlar. Fransa’da, özellikle de Bretagne’da neredeyse sayısızdır ve zaten menhir ve dolmen sözcükleri Breton kökenlidir. İspanya ve Portekiz’de de birçok örnekleri vardır. İsveç, Danimarka ve Kuzey Almanya’da da sık görülür. Hollanda ve Belçi­ka’da ender rastlanır ve İsviçre’de yalnızca iki adettir. Akdeniz’de Korsika, Sardinya, Malta, Gozo, Pantellaria, Lampedusa ve bir noktaya kadar Sicilya’da rastlanabilir, ancak İtalya’da hiç yoktur. Balkanlar’da birkaç tane var­dır, ancak Yunanistan’da yoktur. Kafkaslar’da ve Kırım’da görülür, ancak Rusya’nın hiçbir yerinde yoktur. Afrika’nın kuzey kıyısı boyunca, Tripoli’den Fas’a kadar uzanırlar, ancak anlaşılan, yerlerini piramitlerin aldığı Mısır’da görülmezken, Sudan’da birkaçına rastlanabilir. Asya’da Ürdün, Suriye, İran, Hindistan, Kore ve Japonya’da vardır ve Alaska, hatta Büyük Okyanus ada­larına kadar yayılmışlardır.
Meksika ve Peru’da, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, yerlerini bir piramit kültüne bırakmışlardır.  Afrika’nın birçok yerinde, kuzey ve orta Avrupa ile kuzey Asya’nın büyük bir bölümünde görülmezler.
Megalitler Malinezya’da, özellikle Yeni Hebrid Adaları’nda yalnızca birkaç adet bulunmakla kalmaz, hâlâ zaman zaman yenileri dikilmektedir. Yakın za­manlara dek, halkın yüce beklentilerini temsil eden anatanrıça ve oğlunu çevreleyen, ilk Avrupalılarınkini oldukça andıran ayinler ya da gizemlerle dolu bir taş devri kültü geliştirilmişti. Bununla birlikte domuz kurban edilirdi. Bu kült önceden, başka yerlerde ilgi görmüş ve Mısır, Girit, Yunanistan ve Ro­ma’yı oldukça etkilemiştir. Malta’nın megalitik tapınaklarında bize göre, tu­haf anatanrıça (Daha önce anlatılan şişman figürlere benzer) ve Sümer ile Girit etkilerini taşıyan erkek ve kadın figürleri bu­lunmuştur. Boğa ya da koyun gibi, domuzdan başka hayvanlar ve bazen de yalnızca bitkiler kurban edilirdi.
İlkel megalitik yapıların taşları ya az yontulmuş ya da hiç yontulmamıştır, ancak yer yer Akdeniz bölgesinin ilk dinsel ve estetik figürlerine benzeyen simgesel motifler görülür.
Çok sayıda megalitik yapının yıkıldığı, parçalandığı ya da yeni yapıların ya­pımında kullanıldığı kesindir.
Megalitik yapıların kimileri belirli bir biçimde konumlanmanın izlerini ta­şır ve neredeyse tüm kadim anıtlar gibi ilkel astrolojiyle bağlantılıdır.
Devler ve Erkek Büyücüler (Wizards)
Hiç kuşku yok ki, bu tür taşlar, boyutlarından ötürü ve ancak “büyü” yoluy­la yerlerine konulabileceği şeklindeki yaklaşımdan ötürü her zaman devlerle ilişkilendirilmişlerdir.
İlk İngiliz yazarları, Stonehenge’in taşlarını Sakson işgalciler tarafından kılıç­tan geçirilen birçok ünlü savaşçının anısına, Kral Arthur’un sarayındaki ünlü büyücü Merlin’in büyücülük yeteneği ve onbeş bin kişinin yardımıyla, İrlanda’dan getirtilip şimdiki yerine yerleştirildiğini öne sürmüşlerdi. Bunlara “Devle­rin Dansı” adı verilmişti ve Britanya Kralı Aurelius Ambroius’ün döneminde, İrlanda’da bir dağ olan Killarius’ta bulunuyordu. Kimilerine göreyse devler tara­fından Afrika’dan İrlanda’ya getirilmişlerdi. Açıkçası, onlara ulusal güvenliği sağlayan bir unsur gözüyle bakılıyordu. İrlanda’yı fethetmek isteyen birçok ki­şi onlar için savaşmak zorundaydı ve onları ele geçirmeye geldiklerinde, Merlin kendi olanaklarıyla yardıma gelene kadar taşları indirmeyi başaramadılar.
Fransa’daki megalitlerin çoğu, François Rabelais’nin (1490-1553) aşk kome­dilerinde kahramanlaşmadan önce de, Fransız folklorunda tanınan dev Gargantua’yla özdeşleştirildi.
Berkshire’da üç odalı bir koridor-mezar Demirci Wayland Mağarası adını taşır. İnanışa göre Wayland, atları büyüsel bir yöntemle nalladığı sanılan ve görkemli kılıçlar ve zırhlar üreten hayalete benzer, bir başka deyişle esrarengiz bir nalbanttır. Bu isim, Almanya’da Wieland, İskandinavya’da da Völund adıyla bilinir ve klasik mitolojideki Vulkan’a çok benzer.
Megalitlerle ilgili başka bir görüş de, Druidler ile bağlantılı olduklarıdır ve 18. yüzyılda antikacı W. Stukeley ve şair William Blake taralından da önemli bir yaklaşım olarak desteklenmiştir.
Güneş Tapınakları
Megalitlerin önemli kişilerin mezarı olduğu konusunda çok az kuşku bulun­makta ve Güneş ya da gezegenlerle ilgili bir simgeciliği içeren bir tür tapın­mayla bağdaştırılmaktadır.
İngiltere’nin Wiltshire yöresindeki Salisbury ovası üzerinde yer alan Stonehenge cromlech’i, hâlâ görülebilen bir toprak yığınıyla ortak bir merkezi çev­releyen iki daireden oluşur. Burada bir sunak taşı bulunmakta ve biraz ötede, aynı sırada, toprakla kenarları belirlenmiş geniş bir yolun yanında “Friar’ın to­puğu” olarak bilinen dik bir taş vardır. Yaz gündönümünde, güneş bu sıra bo­yunca en üst noktaya çıkar. Yapının doğru yönde dikildiği sanılmaktadır.


                                                                     Stonehenge




Stonehenge cromlech’inin yapım aşamaları


Bir 19. Yüzyıl fotoğrafında Stonehenge
Britanya’da birkaç tane daha cromlech bulunmaktadır. Bunların kimileri ol­dukça karmaşıktır. Daha çok Cornwall’ dadırlar, ancak Somerset’te bulunan bir cromlech, bir büyük ve iki küçük çemberden oluşur. Dolmenler ise Galler’de, Domwall ve Devon’da sıkça, Britanya’nın geri kalan yerlerinde ender görülür.
İngiltere’de megalitlerin en yaygın bulunduğu yer Wiltshire’da Avebury yöresidir. Burada çok sayıda toprak siperler vardır ve yakınlardaki Silbury Hill’in yapay bir tepe olduğu sanılmaktadır. Avebury’de yaklaşık yüz taştan oluşan bir daire ve bu dairenin içinde ortak bir merkezi çevreleyen iki çift daire daha vardır. Kuzeydeki çiftin ortasında sunağa benzeyen, üç desteğin üzerine oturtulmuş bir yatay taş; güneydeki çiftin ortasında bir tek menhir vardır. Bu düzene giden uzun yolun iki tarafı menhirlerle sıralıdır. Yolun düz değil de, yılan gibi kıvrılıyor olması, Stukelcy’in bunu Druidler’in yılana tapmalarıyla ilişkilendirmesine neden olmuştur.  


Avebury

Bretagne’da bulunan çok sayıda megalitik kalıntının en büyüğü Carnac yö­resinde beş sıra şeklinde ve en büyüğü 20 metre boyunda, yaklaşık 600 taştan oluşanıdır. Ayrıca kurgan niteliği taşıyan birkaç dolmen vardır. Bugün sayıla­rı oldukça azalmış olsa da, özgün durumunda her sırada 15 bin taş olduğu sa­nılmaktadır.


Carnac Megalitleri
Malta ve Gozo’daki megalitik tapınaklar şu anki biçimleriyle daha çok bi­naya benzerler, bazılarında dev taşlar kabaca bir duvar oluşturur. Ayrıca, kiklopik taşlardan oluşan bir duvar da İspanya’nın Tarragona yöresinde bulun­maktadır.
Bunlar, daha çok geleneksel biçimlere benzese de bu tür yapılar mimarlığın başka bir biçimine girer. Ancak genelde yontulmuş ve kesilmiş olsa da dev blokların kullanılmış olması bakımından gerçekte mcga­litik yapılardır.
Bunların en dikkat çekici olanı, Bolivya’da And Dağları’nın üst kısımların­da, yaklaşık 150 km uzunlukta çok geniş bir alanı kaplayan Titicaca Gölü’nün yakınlarındaki Tiahuanaco kalıntılarında görülür. Neredeyse 430 hektarlık bir alanı kaplayan bu kalıntıların İnkalar’dan önceki bir kültüre ait olduğuna inanılır. Burada çok büyük monolitler bulunmuştur ve bu monolitlerle büyük bir tapınak inşa edildiği sanılmaktadır. Harç kullanılmamış, ancak taşlan birarada tutmak için bronz kıskaçların kullanıldığına ilişkin bazı izler bulunmakta­dır. Bu bölge günümüzde oldukça kasvetli ve terk edilmiş durumdadır.



Tiahuanaco Kalıntıları

Büyük Okyanus’un kuzeybatısındaki Caroline Adaları’ndan biri olan Ponape’de, “Büyük Okyanus’un Viyanası” denilen Nan-Matal adında bir kent vardır. Kent, kanallarla bölünmüş sayıca elliden çok adanın üzerinde bulunur. Bu adaların tümü yapaydır ve iri prizmatik bazalt blokların, sırayla paralel katmanlar halinde sağ açıyla yerleştirilmesiyle inşa edilmiştir. Yerel inanışlara göre, burası Yunan mitolojisindeki Titanlara benzeyen kadim bir ırktan iki prensin büyüsel güçleri ve ruhların yardımıyla inşa edilmiştir. Benzeri kiklopik yapılar Lele adasında da bulunmaktadır.
Güney Amerika’da, Şili’ye yaklaşık 3.500 km uzaklıkta, Büyük Okyanus’un doğusunda bir yerleşim bölgesi olan Paskalya Adası’nda kaba ve ürkütücü gö­rünümlü, boyları 1 ile 21 metre arasında değişen 550’den fazla taş heykel bulunmaktadır. Bunları yapan insanların, 600 yıl önce Maori kökenli işgalciler tarafından yok edildiği bilinmektedir. (Birkaçı başka yerlere götürülmüştür; biri British Museum’ın dışında durmaktadır, Bloomsbury, Londra; arkasında crux ansata ya da Mısır haçının [ankh] işareti var­dır.)
Son olarak, artık kaba olmayan, daha ince çalışılmış megalitik yapıların Mısır tapınaklarında kullanıldığını görüyoruz. Bunların işçiliği farklı ve çok daha özenli olmakla birlikte, biçimsel olarak fark edilir ölçüde benzerlikler vardır. Örneğin Karnak tapınağının giriş yerlerinin triliton biçiminde olduğu açıktır.
Kader Taşı
Malta’daki tapınaklar gibi, çok gelişmiş megalitik yapılar Sir Arthur Evans (1851-1941: Girit’teki Knossos Sarayı kazılarıyla ünlenen İngiliz arkeolog.) tarafından baetyl’e tapınmayla ilişkilendirilmişti. Bu, büyük bir olasılıkla önceleri bir ağaçtı; sonradan dikey bir odun ya da taş sütununa dönüştü. As­lında, menhirler dikmek düşüncesi, bu baetyl’lerden ortaya çıkmış olabilir ve cromlech’ler inşa edildiğinde, ortada kutsal bir dikey taşın ya da trilitonun oluşturduğu bir oyuk vardı. Üstelik, megalitik tapınakların çoğunda bir sunak taşı ya da biri dikey, diğeri yatay iki taş vardı ve ilk çağlardan beri sunaklar yağlanarak kutsanmıştır. Dahası, rahipler ve krallar yağla kutsanmış ve bazen göreve getiriliş ya da taç giyme töreninin bir parçası olarak sunağa benzer bir yapının üzerine çıkartılmıştır. (Menhirler ve cromlech’ler bazen ahşaptan inşa edilirdi; Avebury yakınlarında, Woodhenge olarak adlandırılan tarih öncesinden kalma daire biçimindeki yapay ağaç gövdelerinin kalıntıları havadan keşfedilmiştir.)
İngiliz taç giyme taşı ya da Kader Taşı yalnızca bir efsane de olsa, Filistin, İrlanda, İskoçya ve İngiltere arasında değerli bir psişik bağ içerdiğine inanıyo­ruz. Taç Giyme tahtının altına yerleştirilmiş ve İngiliz hükümdarlarının Taç Giyme törenlerinde tahtta oturmaları için kullanılan taş, kırmızı damarlı, 56x 33×38 cm boyutunda, çelik mavisi renginde bir kumtaşı bloğudur.
Bu taşın, Yakup peygamber tarafından yağlandığı, yerine yerleştirildiği ve “Tanrının evi” olarak (oturduğu yer anlamında) adlandırdığı söylenir. İbrani kralları döneminde, taşın Kudüs Tapınağı’nda olduğu ve Yahudi krallarının ta­şın üzerinde ya da yanında taç giydikleri söylenir. İ.Ö 4. yüzyılda peygamber Yeremya’nın Yahuda’nın son kralının kızı ve soylu bir yazmanla birlikte taşı yanlarına alıp Filistin’den ayrıldığı ve Mısır ve İspanya’dan geçerek İrlanda’ya gittikleri belirtilir. Eski İrlanda kayıtlarında, Ollamh Fodhla adını alan peygam­berin, prenses ve soylu yazmanla oraya varışı anlatılır. Grup iyi bir şekilde kar­şılanır ve prenses İrlanda kralı Eochaid’le evlenir. Böylelikle, kralların çağlar bo­yunca mutlaka taşın üzerinde taç giyme geleneği başlamıştır. Yeremya’nın ay­rıca, hâlâ İngiliz hanedan arması ve bayrağında yer alan arpı Davud’a tanıttığı söylenir. Mezarı hâlâ İskoçya’daki Eme gölündeki bir adada ziyarete açıktır.
Yaklaşık İ.S 502’de İrlanda kralının kardeşi Fergus, şimdi İskoçya dediğimiz ülkeye, Pictlere karşı bir sefer düzenledi. Çok başarılıydı ve İskoçya kralı ola­rak taşın üzerinde taç giymesine izin verildi. Daha sonra taş, İskoçya’daki Scone’ye götürüldü ve ardarda otuzdört İskoç kralı, üzerinde taç giydi.
1296’da İngiltere kralı I. Edward taşı Westminister’a getirtti ve şimdiki taç giy­me tahtını yaptırdı. İngiliz krallarının tümü bu tahtın üzerinde taç giymiştir.
Benzer bir “kutsanmış taş”ta Anglo-Saksonlar zamanında İngiliz taç giyme töreninde kullanılmıştır ve hâlâ adını buraya veren Kingston Thames’de bulunmaktadır. Königstuhl olarak bilinen bir diğeri, uzun zamandır Rhine ve Lahn kavşağındaki bir yapıda korunmuştur ve kutsal Roma İmparatorları bu­nun üzerinde tahta çıkmıştır. Upsala’daki Mora Taşı, 16. yüzyılın başlangıcı­na kadar İsveç krallarının seçimi sırasında kullanılmıştır. Munster’in eski kral­ları arasından bir hanedan bir taşın üzerinde, diğeri kutsal bir ağacın altında göreve getirilirdi. Danimarka kralları taştan bir daire içerisinde, kuşkusuz or­tadaki taşın üzerinde ya da yanında taç giyerdi. Kral Arthur ve diğer İngiliz kralları için de aynı şey söylenir. İncil’de, (Kral James versiyonu, Hakimler 9: 6) bir dikme ya da ağacın yanında kral olunduğuna ilişkin bazı işaretler vardır.” Eski Mısır’da da firavu­nun tahtının altında bir taş görünür.
Taş sözcüğü önceleri kutsal bir unvandı ve Tanrı’nın temsilcileri olarak rahiplere ve krallara verilirdi. İsa’ya baş köşötaşı denilirdi. İsa, Peter’a kaya, da­ha doğru bir çeviriyle taş dediğinde, kendi unvanlarından birini temsilcisine veriyordu.
Gökten Gelen Taşlar
Mineral kütlelerin yeryüzüne düştüğü bir gerçektir. Yere ulaştıklarında onlara meteor denir. Genellikle maden (çoğunlukla da demir) açısından zengindirler, Böyle nesnelerin dinsel ya da büyüsel bir anlam taşıdığının düşünülmesi şaşır­tıcı değildir.
Dünyada en çok yüceltilen taş, Arabistan’ın Mekke kentinde büyük bir alanın or­tasında duran küp biçiminde bir yapı olan Kâbe’nin güneydoğu köşesine yer­leştirilen Hacer’ül Esved ya da Kara Taş’tır. Burası İslam inancının merkezidir ve her yıl çok sayıda hacı orada toplanır. Müslümanlar günde beş kez ibadet etmek üzere bu yöne döner. Hacer’ül Esved oval biçimdedir ve sanki kırılmış ve yeniden birleştirilmiş gibi görünür. 18 cm uzunluğundadır ve önceden parlatılmış yuvarlak gümüş bir bandın çevrelediği, betondan bir hal­ka içine oturtulmuştur. Kabe birkaç kez yeniden inşa edilmiştir. Bakımını Muhammed’in Kureyşli ailesinin bireylerinin üstlendiği kutsal yapı, Muhammed’e peygamberlik gelmeden önce de vardı. Peygamberin yaşadığı süre içe­risinde yeniden inşa edildi ve Kara Taş’ı yerine kimin koyacağına ilişkin anlaş­mazlık çıktı. Buna Muhammed’in karar vermesi konusunda uzlaşıldı, o da ta­şı cüppesinin üzerine yerleştirdi ve tartışan herkesi cüppenin bir yerinden tut­maya çağırdı. Önce taş kaldırıldı daha sonra da, peygamberin onları eliyle yönlendirmesiyle taş yerine oturtuldu. Bu kutsal taşın Cebrail tarafından İsmail’e verildiği sanılmaktadır.


Hacer-ül Esved ya da Kara Taş. Kabe’yi ziyaret eden Müslüman hacılar, gümüş bir muhafaza içerisinde saklanan Hacer-ül Esved’e yüz sürüyorlar. İslam inancına göre, “Bir melek tarafından yeryüzüne İndirilen Hacer-ül Esved, cennet yakutlarından beyaz bir yakut idi. Fakat Tanrı onu, kötülerin günahlarından ötürü değiştirip, zalim ve günahkârlardan gizledi. Çünkü onlar cennetten çıkma bir şeye bakmaya layık değillerdir.” 

Toplum üzerinde koruyucu bir işlevi olduğuna inanılan, yüceltilen herhan­gi bir nesne anlamına gelen, palladium sözcüğü, Troya kentinde bulunan ve oraya Yunanlılar tarafından götürüldüğü söylenen Pallas Athena’nın heykeli­nin özgün adından türemiştir. Klasik yazarlar birbiriyle çelişen öyküler anla­tır, ancak çoğu bu heykelin gökten düştüğünü belirtir.
Roma’da Ancile adında kutsal bir kalkanın Romalıların kaderini koruduğu­na inanılırdı. Kalkanın Numa’nın döneminde gökten düştüğü, Numa’nın ay­nı boyutta ve biçimde onbir nesne yapılmasını emrettiği ve sonra da oniki kal­kanı Vesta tapınağında koruması için oniki rahipten oluşan bir kurul atadığı anlatılır. Kalkanlar her yıl 1 Mart’ta düzenlenen bir törenle kentin çevresinde dolaştırılırdı.

Bu Roma sikkesinde Ancile Kalkanı resmedilmiş

Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes’teki Artemis tapınağında da gökten düşen bir taş ya da heykel olduğu söylenir.
Megalitik kültle bağlantılı olarak meteorların seçilmesine, taşlara tapınma­yı ilk kez göklerin tanrısı Uranos’un gösterdiğini anlatan tuhaf bir mit, bir açıklık getirebilir.
Heliolitik Kültür
Bazı antropologlar (En önemlileri Elliot Smith ve Rivers; Smith’in yayılma kuramıyla ilişkilendirilmiştir, Hiçbir biçimde önemsenmeyen kurama göre, bu kültür Mısır’dan tüm dünya­ya yayılmıştır; bununla birlikte sonraki sayfalarda anlatılan özellikler birbiriyle iliş­kili ve beşeri gelişimin evrelerinden biri olduğu görünür.) tarafından, dünyanın büyük bir bölümüne yayılan ve neolitik ile megalitik kültürlerden ortaya çıkan gelenekler bileşimine heliolitik kültür adı verilir. Sonraki iki bölümde bu kültür genel olarak ele alınacak. En çok Mısır’da gelişmiştir ve bazılarının inanışına göre buradan da tüm dünyaya yayılmıştır. (Heliolitik: Bir uygarlıkta hem güneşe (helios) tapınmayı, hem de megalit yapımını içeren uygulama için kullanılan sıfat.)
Heliolitik kültür, başlıca şu özellikleri taşır:
Bir yandan, Britanya’daki mezar-tepelerin örnek oluşturduğu höyükler, öte yandan, dikkatle inşa edilen Mısır ve Meksika piramitleri: Her iki tür ya­pı da hem astronomik hem de mezar amaçlı yapılmıştır.
2- Megalitik takvim çemberleri. Örneğin, Britanya’da cromlech’lerle bağ­lantılı astronomik fenomenler ve Mısır, Meksika ve Peru’da doğuya bakan ta­pınaklar.
3- Ölülerin Mumyalanması.
4- Yaşayanlara dövme yapılması.
5- Sünnet.
6- Masaj uygulamak.
7- La Couvade; çocuğunun doğumu sırasında babayı yatağına göndermek.
8- Swastika’nın (Gamalı Haç) büyüsel dinsel bir sembol olarak kullanılması.
9- Altın aramak ve büyüsel anlam taşıyan nesnelerin yapımında altın kullanılması. (Altın, büyük olasılıkla, insanoğlu tarafından kullanılan ilk madendir ve açıkça büyüsel anlam taşımasından simyanın kökenine ulaşabiliriz.)
10- Yaşam veren ya da Yaşam İksiri olarak bazı kabukların kullanımı, özellikle de deniz salyangozu kabuğu.
11- İkili politik düzen, Eski Mısır’ın iki hükümdarı olduğu gibi ülkenin iki krallığa ayrılması; bu durum ayinlerde birçok yolla simgeleniyordu, iki ağızlı bir çanak, iki başlı bir figür gibi.
12- Toplumun birçok sınıftan oluşması ve özellikle babadan oğula geçen sa­vaş liderliği sınıfının ortaya çıkması. Bu sınıftan kişiler ya da temsilcileri, üzer­lerinde hançer ya da kılıç bulundurabilirdi.
Anlaşıldığı kadarıyla, bu uygulamalar megalitlerin yayılmasını (ya da geç neolitik ve erken bronz çağlarında) izlemiştir ve bu, eski Mısır, Meksika ve Pe­ru’nun yerli kültürlerine ilişkin özellikleri incelemeye başlayacağımız bir so­rundur.

Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi (S. 37-47)
W. B. Crow








11 Haziran 2018 Pazartesi

Bir Milyon Ton Bakır ve Tarih öncesi maden

“İnsanlığı yok eden çok farklı felaketler olmuştur ve olacaktır; bunların en büyüğünü ateş ve su yapmıştır”
PLATON, TIMAIOS
Atlantis. Hiçbir ad, binlerce yıl sonra, dünya üzerindeki milyonlarca insanda bu kadar çağrışım yapmamıştır. O, kimli­ğini bir uzay mekiğine ödünç verdi. Önemli filmlerde ve televiz­yon programlarında konu edildi. Sulara gömülmüş bir ülke hak­kında şimdiye kadar yayınlananlardan çok daha fazla sayıda ye­ni kitap ortaya çıkıyor. Ayrıca bu konuda yayınlanan, tahmini 2.500 makale ve dergi yazısı da var. Gelenekçi bilim adamları­nın yanında anılması ya da kayıp şehirle ilgili belli bir temel önerme bile, “yalancı manyakların” empatiyle mahkûm edilme­lerini sağlamaya yeterli. Ama bir yüzyılı aşkın süren resmi muhalefete rağmen, çoğunluğu bağımsız araştırmacılardan oluşan uluslararası bir çevrenin yoğun ilgisi kadar, insanların Atlantis’ten büyülenmeleri de, onun bir zamanlar gerçek olduğuna da­ir genel inanışın sağlamlığını gösteriyor.

21. yüzyılın başında, biriken önemli bilimsel kanıtların miktarı, teoriyi hızla gerçeğe dönüştürürken, bu çevre beklenmedik şekilde genişliyor.
Çünkü Atlantis’in bütün ününe rağmen, birçok insan onun hakkında çok az şey biliyor. Onun okyanusta bir krallık olduğu­nu, doğal bir afetle denizin altında kalmadan önce yer kürenin büyük bölümüne uzun yıllar egemen olduğunu, bunun ardından da hayatta kalanların gezegenin çeşitli yerlerine kaçtıklarını tah­min ediyorlar. Birçok Atlantis bilimi uzmanı, başlangıçta bu uy­garlığın, en az on iki bin yıl önce “Atlantis” kıtasında doğduğu­na ve büyük bir tufanla M.Ö. 9500’de yıkıldığına inanıyor. Bu­nunla beraber, bu kitap hem kuşkucuları, hem de gerçekten ina­nanları, geride kalmış olma tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Bu kitap, daha önceki araştırmamın, Atlantis in Yok Oluşu’nun (The Destruction of Atlantis) yeniden bir tartışması değil; aynı konu­da tümüyle yeni bir malzemenin ortaya çıkarılmasıdır. Atlantis savaşı, dört büyük tufan ve hayatta kalanların dünyanın üzerin­deki kaderleri burada ilk kez anlatılıyor.
Atlantis’ten Hayatta Kalanlar’ın ilk tohumlarını, İngiltere’nin Cambridge şehrinde toplanan, bilimsel otoritelerin bir konferan­sı oluşturuyor. 1997 yılının yazında, jeolojiden astrofiziğe, arkeoastronomiye ve oşinografiye kadar çeşitli akademik disiplinler­den uzmanlar, geçmişin resmini, geçerli görüşü savunan eğitim­ci kuşakların öğrettikleri bildik görüntüden radikal şekilde farklılaştırmak için, birbirlerinden bağımsız olan bulgularını birleştirdiler. Ortaya koydukları yeni kanıtlar, ikna edici olduğu kadar şaşırtıcıydı da. İnsanlık tarihinin ilk döneminde, bir kaç kuyruk­lu yıldız silsilesinin yakından geçmesinin, gezegenimiz üzerinde dört farklı tufana yol açtığını gösterdiler. Gökyüzündeki bu olay­lar ve onların meydana getirdiği felaketler, sadece teorisyenlerin çıkarsamaları değil. Birçok somut kanıt da, dünya çapındaki bu felaketlerin gerçekten meydana geldiğini ve sonuncusunun, uy­garlığı yok olmanın eşiğine getirdiğini doğruluyor.
Cambridge konferansındaki düzinelerce sunumu inceledikten sonra, dünya üzerindeki birçok kültürün, ardından toplu göçlerin geldiği dört büyük tufanı hatırladığını fark etmemek imkansızdı. Bu gelenek Peru’daki İnkalar, İrlandalı Keltler, klasik dönemdeki Yunanlılar, Meksika’daki Aztekler gibi çeşitli halk­lar tarafından paylaşılmıştı. Üstelik bu halkların anılarıyla, bili­min artık, beş bin yıldan daha uzun süre önce başlayan ve yer­yüzünü yıkıma uğratan doğal felaketler dörtlüsü olarak kabul et­tikleri arasında yakın bir uyum da var. Ama mitolojiye, astrono­miye ve jeolojiye fiziksel arkeolojinin elde ettiği kanıtlar eklen­diğinde kadim geçmişin üzerinde aniden yeni bir ışık göz kırpı­yor. Onun parlaklığı, tarihi var eden ve bugüne kadar görülme­yen nedenleri aydınlatıyor. Açıkça görülen şey ortak bir tema et­rafında tekrarlanarak çoğalan ve büyük bir insanlık dramındaki bütün iniş çıkışları anlamlandıran Atlantis’tir. Ve bu adın bütün gücüyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bu sulara gömülmüş ülkeyle, meydana geldiğini artık bildiğimiz dört ayrı küresel felaket arasında bağlantı kurmak, uygar­lığın başlamasını ve gelişmesini açıkladığı gibi, aynı zamanda spekülatif bir fantezi olarak değil, gerçek tarihin güvenilir para­metreleri içinde Atlantis’i de açıklıyor. O, tek değil, farklı birçok felaket yaşadı, dördüncü yıkım krallığı yok edinceye kadar her bir felaket birbirinden yüzlerce yıl arayla meydana geldi. Atlan­tis ten Hayatta Kalanlar, bu birbirinden ayrı olayları ilk kez an­latıyor. Bunları Mısır, Mezopotamya, Fas, Kanarya Adaları, İr­landa, Galler, İskandinavya, Kolomb öncesi Kuzey Amerika, Orta Amerika ve fetih öncesi Güney Amerika gelenekleriyle açıklamaya çalışıyor. Sular altında kalmış ülkeyi anlatan Atlan­tis tufanı mitlerinin birçoğu, genel kamuya daha önce asla ulaştırılmamıştı ama bu kitapta bu bilgiler, bilimsel kanıtlara insanı da katmak için sunuluyor. Her şeyden çok, klasik öncesinin bü­tün erkekleri ve kadınları dünyalarını tekrar tekrar yıkıma uğra­tan tufanların ve yok olmayan malzemelerin üzerine tarihlerini kaydettikleri felaketlerin görgü tanıklarıydılar. Papirüsler yanar; taşa oyulan kelimeler aşınır; kil tabletler parçalanır. Ama mito­lojiye sarılmış, hayati önemi olan mesaj, kehribarın içinde koru­nan bir böceğin bedeni gibi uzun zaman dayanır.

Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, henüz anlatılmamıs baska bir öykü de anlatıyor: Platon’un, Atlantislilerin dünyayı fethetmek ıçin cesurca başlattıklarını söylediği savaşı. Onların, tarihçilerin daha önce ihmal ettikleri askeri maceraları, eninde sonunda kendilerini boğan doğal felaketlerle yakından bağlantılıydı ve bu fe­laketler belirleyiciydi. İnsanlığın yeryüzüne getirdiği kaos, öf­keli göklere ayna gibi yansıyordu. Bu bakımdan, Atlantis’ten Hayatta Kalanlar, savaşa değinen ama ayrıntı vermeyen bu konudaki ilk araştırmamın yoldaşı.
Atlantis’ in Yok Oluşu, ölüme mahkûm olan bu uygarlığın son anlarına odaklanıyordu, çünkü bu anlar, zaman olarak bize en yakın olandı, bu nedenle daha kolayca belgeleniyordu. Atlantis’in, M.Ö. 10.000 civarında yok olduğu zaman binlerce yıldan beri var olduğunu varsayan okurlar, şehrin nihai kaderiyle sade­ce 3200 yıl önce karşılaştığını öğrendiklerinde şaşırıyordu. Bununla beraber, bu kitabın amacı, Atlantis’in kökenini ya da yaşı­nı tartışmak değil, onu en son yok eden olayı, Bronz Çağı bağ­lamında açıklamak. Onun M.Ö. 1200 civarındaki ani sonuyla, fi­ravunların Mısır’ından Homeros’un Yunanistan’ına, Hitit İmpa­ratorluğu’ndan Çin’in Şang Hanedanlığıma kadar, her yerdeki klasik öncesi uygarlık yıkıldı ya da geriye dönüşü olmayacak şe­kilde çöktü. Dünya çapındaki felaketin bir kurbanı da Atlantis oldu. Platon’un tanımlamasına göre, diğerleri gibi o da, yeri bel­li bir Bronz Çağı kentiydi.


Platon’un M.Ö. 340 civarında derlenen diyalogları, Timaios ve Kritias, kendi türlerinde, ilk hayatta kalanların öykülerini içeriyor. Bu kitaplarda Atlantislilerin, uzak mesafelere gemiyle gi­den ve Platon’un, yaşadığı dönemde artık bulunmadığını belirt­tiği, sertlik derecesi olağanüstü yüksek bir bakır olan orikalkum üreten üstün denizciler ve madenciler olarak portreleri çiziliyor. Platon’un, onların karakterlerini denizcilikle uğraşan, refah içinde yaşayan madenciler olarak tarif etmesi, iki büyük tarihsel bil­meceyi birbirine bağlayan kanıtın bir parçası.
Kuzey Amerika kıtasında on bin yıldan daha uzun süre, gö­çebe avcı-toplayıcı olan Paleo-Kızılderili kabileleri dağınık olarak yerleşmişlerdi. Bu kabileler göç eden hayvan sürülerinin peşinden gidiyorlardı ve çok az maddi kültüre (material cultu­re) sahiptiler. Ara sıra Yukarı Büyük Göller bölgesinde, çekilen buzulların geride bıraktığı “yüzen bakır” parçalarını topluyorlardı. Sonra külçeleri tavlıyorlar ya da çekiçle soğuk dövme ya­pıyorlar, üzerlerini süsledikleri gündelik eşyalara dönüştürü­yorlardı. Sonra, M.Ö. 3000 civarında, Michigan Yarımadası’ndaki Superior Gölü kıyılarında ve Superior Gölü’ndeki Royale Adası’nda birdenbire tutkulu bir madencilik girişimi başla­dı. Yirmi iki yüzyılı aşkın bir süre, dünyanın sertlik derecesi en yüksek olan bakırının en az üç yüz bin tonu, bazıları sağlam ka­yaların 18 metre derinine gömülü olan beş bin maden ocağın­dan çıkarıldı.
1995 tarihli Wisconsin’deki Atlantis (Atlantis in Wisconsin) kitabımda anlattığım gibi, maden ocağı başına ortalama 1000- 1200 ton cevher çıkarılıyordu, her birinden 50 ton bakır elde ediliyordu. Bu olağanüstülüğü, kadim madencilerin, hızla ve uzmanca çalışabilecekleri basit teknikleri kullanmaları sağlıyordu. Bakırın bulunduğu bir damarın üzerinde harlı ateş yakıyorlar, kayayı çok yüksek dereceye gelinceye kadar ısıtıyorlar, sonra da üzerine su döküyorlardı. Kaya kırılıyordu, bundan sonra bakırı çıkarmak için taş aletler kullanılıyordu. Çentmeyi (kayayı katmanlara ayırmak) hızlandırmak ve dumanı azaltmak için ocakların dibinde sirke karışımından yararlanılıyordu. Bu kadar yük­sek ısılarla nasıl çalıştıkları bilmecenin bir parçası. Kayanın yüzünde yakılan ateşin dibi en soğuk bölgesidir. Özellikle tenekenin içinde yakılan ateşin, damarda çentik oluşturmak için yeter­li ısıya ulaşması uzun zaman alabilir; şayet bunu başardılarsa. Tarih öncesi madencilerin konsantre asetilen ısıyı toprağa nasıl yönlendirdikleri, modern teknolojinin yanıt veremediği kafa karıştırıcı bir soru.
Kıbrıs’ta tütsü yakılan bir yerin üzerindeki bu betimlemede, yere kadar inen giysisinden saptandığına göre, Deniz insanları’nın bir üyesi bakır “oksit” külçesi taşıyor, yaklaşık M.Ö. 1200. Platon’a göre Atlantisliler Bronz Çağı’nın önde gelen bakır baronlarıydılar. (Bodrum Arkeoloji Müzesi, Türkiye)
Bununla beraber, bu insanların yüksek teknolojilerinin bü­yük bölümü günümüze gelmiştir. Ağırlığı 3 tona yakın bakır kütleleri madenden çıkarılmış ve ağır metali ayrıştırmak için sık dokunmuş kafesler, taş ve kereste platformlar kullanılmıştır. Bu kafesler genellikle, şekil verilmiş büyük dallardan yapılıyordu. Bir dizi lövye ve takozla yukarıya kaldırılabilen, ağaçtan bir kulube şeklindeydiler. Eski Michigan’da maden çıkarılan kayanın muazzam oranlarının bir örneği, Ontonagon Boulder’dir. On do­kuzuncu yüzyılın sonunda Smithsonian Enstitüsü’ne götürülen kaya 5 ton ağırlığındadır. Ortaya çıkarılan kafeslerden birinde, terk edilmiş gibi görünen, in s i tu(özgün yerinde, ç.n.) 6 tonluk bir kütle bulunmuş­tur. Burnu ve çıkıntı yapan noktaları yer yer kesilmiştir. 3 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve 65 cm kalınlığındadır. Michigan Yukarı Yarımadasında tonlarca ham bakır işleyen maden­cilerle, Büyük Piramidin taş bloklarını benzer şekilde yukarıya kaldıranlar aynı insanlar olabilirler mi?
Kadim madencilerin kullandıkları binlerce aracın bulunması inanılmaz geliyor. 1840 gibi eski bir tarihte, Michigan’da Rockland yakınında tek bir yerde on vagon dolusu taş çekiç bulun­muştur. Royale Adası’nın kuzey kıyısında McCargo Koyu’nda bulunanlar ise 1000 tondur. Bu çekiçlerin hiç biri üstünkörü üre­tilmemiştir. Antik bakır madenleri konusunda uzman olan yirminci yüzyıl insanlarından Roy W. Drier’a göre:
“İnsan, çıkarılan araçları incelediğinde, işçiliğin mükemmel­liğine ve onların benzer amaçlarla yapılmış, günümüzde kul­lanılan araçlarla biçimlerinin özdeş olmasına ister istemez şaşırıyor, bugünkü uygarlığımızın araçlarının prototipleri. Mızrak uçları, keskiler, ok uçları, bıçaklar ve kasap bıçakla­rı, neredeyse bütün örneklerde, günümüzün en iyi metal iş­çisi tarafından, sanatının bütün gelişmiş imkânlarıyla yapıl­mış gibi, simetrik ve mükemmel (DuTemple 1962, 27).”
Maden ocakları basit birer çukur değildi, çöküntüleri atmak ve bazısı 15 m uzunluğunda olan önemli açmaları doldurmak için, modern zamanlardakilere benzeyen sulama sistemleriyle donatılmıştı. Kuzey Amerika’daki kadim madencilik konusunda ilklerden biri ve hâlâ da saygı duyulan bir otorite olan William R. F. Ferguson’a göre, “İşin anıtsal bir doğası vardı ve bu, bütün oluşumun derinlerine kadar inmekten ve hektar küplerce -mil küp demek gerçekten de savurganlık olmaz- kayayı hareket et­tirmekten oluşuyordu.”
Michigan’daki üç yerleşimden geçen kazılar, Superior Gölü kıyısında, 150 mil uzunluğunu buluyordu ve Royale Adası’nda 40 mile yayılıyordu. Şayet bütün tarih öncesi maden ocakları birleştirilseydi, 5 mil uzunluğundan, 6 m genişliğinden ve 9 m derinliğinden dahi da büyük bir açma oluşturdu. Sonra, maden ocakları aniden hızla M.Ö. 1200 civarında kapandı. Bu ocaklar konusunda önde gelen bir otorite olan Octave Du Temple, şunları merak ediyor:
“Bu madenciler, ertesi günü iş başı yapmayı planlıyorlarmış gibi neden işlerini ve aletlerini bıraktılar? Neden gizemli şekilde geri dönmediler? Kızılderili destanları, her ırkın tarihine dahil edilmeye değer  muhteşemlikte ve büyüklükte olan bu madencilik işlerinden hiç söz etmez. Destanlar, Kızılderililerin tarihinde beyaz ırkın çok eskilere kadar gittiğinden söz eder (1962,59).”
Du Temple’nin göndermede bulunduğu Kızılderililer, atalarının kökenleri Michigan’daki Yukarı Yarımada’ya giden Menominee’lerdir, Onların halk geleneklerinde, bakır çıkarılmasına şiirsel bir kinayede bulunarak, “Yeryüzü Ana’yı, parlak kemiklerini kazarak yaralayan”, deniz yoluyla gelen çok sayıda açık tenli Deniz Adamlarından söz ediliyor. Üç yüz bin ton civarında bakırın yok olduğunu anladığımızda, Kuzey Amerikadaki tarih öncesi madencilik bilmecesi büyüyor. Du Temple’a göre. “Bu bakırın nereye gittiği hâlâ bir gizem.” Madison, Wisconsin Üniversitesi fahri profesörü Dr. James P. Scherz’in sözleriyle;
“Henüz yanıtlanmamış temel sorulardan biri, Superior Gölü’ndeki bakırın nereye gittiği? Höyüklerde bulunan bakırın hepsi, büyük miktarda da olsa, çıkarılan madenlerin ancak ufak bir yüzdesi. Avrupalıların da benzer bir sorunu var. Bütün bu bakır nereden geliyordu? Bizim şimdi petrol için çıldırdığımız gibi, M.Ö. 3000’den M.Ö. 1000 yılına kadar Avrupalılar da bakır için çıldırıyorlardı, çünkü ekonomileri bakırla işliyordu (Joseph 1995, 54).”
Scherz, bilmecenin diğer yanını da ortaya koyuyor. Bronz Çağı, Avrupa’da ve Yakındoğu’da başlamıştır, çünkü bronzdan yapılan silahlar ve aletler, bakırdan ya da taştan yapılanlardan üstündü, çünkü bronz daha sertti, daha esnekti, keskin bir ucu bakırdan daha iyi kavrayabiliyordu ve daha hafifti. Bronz elde etmek için bakır; kalay ve çinko karıştırılmalıdır. Bakırın sertlik derecesi ne kadar yüksekse silah ya da alet o kadar iyi olur.
Uygar dünyanın her yerinde, her krallık tarafından girişilen iyi ka­liteli bronz işlerinin kitlesel üretimini destekleyecek, sertlik de­recesi yüksek bakır kaynaklan kadim Eski Dünya’da asla yeter­li değildir. Metal işçileri milyonlarca mızrak, kılıç, şahmerdan, keski, matkap, heykel, kazan, sunak, tapınak kapısı ve yaptıkla­rı sayısız başka nesneler için sertlik derecesi yüksek bakırı nere­den buluyorlardı? Ayrıntılı olmanın ötesine geçen kanıtlar Michigan’da Yukarı Yarımada’yı gösteriyor. Deniz İnsanları burada sertlik derecesi yüksek bakırın çıktığı, dünyanın en büyük alanı­nı kazmakla kalmamışlar, bronz üretiminin diğer temel bir bileşeni olan kalayı da çıkarmışlardı.
Kuzey Amerika’nın muazzam bakır madenciliği girişimiyle bakıra aç olan kadim Eski Dünya’nın tam ortasında, gemicileri ve madencileriyle ünlü Atlantis’in stratejik bir yeri vardı. Zaman parametreleri karşılaştırıldığında, bakır madenciliğiyle Eski Dünya’nın bakırı kullanması arasındaki çakışma daha da netle­şir: Bakır ve kalay madenlerinin çıkarılmasına, tıpkı Avrupa’da ve Yakındoğu’da Bronz Çağı’nın başlaması gibi, M.Ö. 3000’den az önce Michigan’ın Yukarı Yarımadası’nda başlandı. Hem Kuzey Amerika’daki madencilik, hem de kadim Eski Dünya’daki Bronz Çağı, eşzamanlı olarak M.Ö. 1200 civarında so­na erdi. Aşağıda anlatıldığı üzere bu, Atlantis’in son yıkılışını gösteren özgün ay takvimine göreydi.
Platon, Atlantis’in yok oluşunun, 8300 yıl daha önce meyda­na geldiğini belirtiyor. Ama M.Ö. dördüncü yüzyılda Platon’un zaman kavramının bizimkiyle aynı olduğunu bize düşündürten ne? Aslında bu zaman, çok farklı! O, Atlantis’in 11.500 yıl önce yıkıma uğradığını söylediğinde ne demek istediğini kimse kesin olarak bilmiyor. Bu ‘”yıllar” ona göre neydi? Güneş yılı, ay yılı, yıldız yılı, astrolojik yıl kuşaklara göre hesaplanan yıl? Klasik dönemlerde bütün bu ölçüler ve daha çoğu kullanılıyordu ve bilim adamları Platon’un hangi sistemi kullandığını uzun zaman­dan beri tartışıyorlar. Onun ay takvimine göndermede bulundu­ğu konusunda dört önemli neden öneriyorum: Bu, Atlantis’i Geç Bronz Çağı’na yerleştiriyor.
Bu dönemde, Atlantis’in kale­si, Platon tarafından anlatıldığı gibi, o zamanlar Akdeniz bölge­sinde yapılan anıtsal inşaatla benzeşiyor. Bu kale M.Ö. 3000 yılından önce yapılmış olamazdı ve Bronz Çağının ortasındaki bir gökdelen kadar, Son Buzul Çağının sonunda da yer alamaz­dı. Atlantis’in son yıkımı Eski Dünyadaki Bronz Çağı ve Kuzey Amerika’daki bakır madenciliğinin eşzamanlı çöküşüyle rastlaşıyordu. Atlantis’in öyküsünün ilk kez öğrenildiğinde Mı­sır rahipleri ay sistemini kullanıyorlardı. Bilim, M.Ö. 1200 civarında, çöküntüler oluşturan bir kuyruklu yıldızın gezegenimize çok yaklaştığını artık kabul etmiştir. Yeryüzü, Atlantis dahil olmak üzere, başka çağdaşı uygarlıkları da yok eden küresel  bir felakete maruz kalmıştır.
Yeni kanıtlar, bizi kayıp uygarlık hakkında onun son buzul çağında ortaya çıkmış bir Bronz Çağı fenomeni olduğuna dair bildiklerimizden vazgeçmeye zorluyor. O zamanki koşullar, Platon’un anlattığı hoş ve güzel iklimle pek benzeştirilmiyor. Bu son olayda neredeyse iki bin yıl önceki tarihinin bir bölümü kadar, Atlantis’in son olarak ne zaman yıkıma uğradığını da artık saptayabiliyoruz.  Atlantis’ten hayatta kalanlar, felaketten kaçanlara ne olduğunu bize anlatmak için bilimle halk söylencesini birleştiriyor.
Bununla beraber, Atlantis’in ne zaman kurulduğu ve ne ka­dar  sürede geliştiği belli değil; MÖ. 3100’den önceki ilk tufan­dan daha önceki olayları göremiyoruz. Bütün göstergelere göre o zamanlar Atlantis, karmaşık maddi kültürü olan,  zaten hayli gelişmiş bir toplumdu. Taş Çağı’na inen kökenlerinden gelişmesi yüzyıllar boyunca sürmüş olmalıdır. Bununla beraber, yanıtları bulmak için, Batı Avrupa’daki o döneme ait tarih öncesine bakabiliriz. Paleolitik ve Neolitik dönemler, M.Ö. dördüncü bin boyunca evrim geçirdi. O zamanlar insanlar usta birer denizciydiler -o zamandan çok önce de, modern bilim adamları bunu artık biliyorlar.
Kuzey Amerika’daki Kızıl Boyalı İnsanlar’ın ve Kuzey Avrupa’daki Kızıl Toprak Rengi İnsanlar’ın, yedi bin yıl­dan beri düzenli olarak, gemilerle Atlantik Okyanusu’nda seyahat eden proto-Atlantisliler oldukları neredeyse kesindi. Olası­lıkla bu ilk denizciler ve onların torunları, daha sonra, adını bü­yük bir yanardağından alarak Atlas diye bilinen adaya megalitîk becerilerini getirdiler. Yanardağın sebep olduğu bereketli toprak ve adanın ılımlı iklimi, tarımın ve uygarlığın temeli olan yerle­şimin gelişmesini kolaylaştırıyordu. M.Ö. 3500 civarında güney kıyıyla dağın arasında gelişen bir topluluk, bir şehir -“Atlas’ın kızı”, Atlantis- yeşertecek kadar yeterli bir nüfus yoğunluğuna ulaştı. Sanskrit dilinde Atlas, “yukarıya kaldıran” anlamına ge­lir. Altı bin yıl yada daha uzun zaman önce bu, “dağ” ile eş anlamlı olabilirdi. Bu, bazı araştırmacıların, modern alfabemizdeki A harfinin, denizde yükselen bir dağı simgeleyen, Atlantis dö­neminden günümüze gelen gerçek bir ideogram olup olmadığını merak etmelerine neden oldu. Her ne olursa olsun, M.Ö. dört binin ortasında Atlantis, eğer Mezopotamya’daki çağdaşların­dan daha ileri değilse de, onlarla kıyaslanabilir yüksek bir kültür düzeyine erişmiş olabilirdi.
Ama bütün bunlar, çıkarsamaya dayanan bir spekülasyon.
Atlantis’ten hayatta kalanlar, bunun yerine, kıyıları Atlantik Okyanusu tarafından yıkanan insanların, geleneksel anılarında gra­fik diliyle anlattıkları ve bilimin ortaya çıkardıkları olarak, dört küresel tufana odaklanıyor. Bu anlatılanlarla, kayıp imparatorlu­ğa şimdiye kadar olmadığı şekilde daha net odaklanılıyor. Onun, şimdiki uygarlığımızın üzerinde sürüp giden etkisinin mirası ilk kez cesur bir rölyefte göze çarpıyor -ve biz Atlantis’in öyküsünün dünyanın öyküsü olduğunu anlıyoruz.
Kaynak: Kayıp Uygarlık Atlantis (Hayatta Kalanlar) – Frank Joseph/ Dharma

%100 Beyin Gücü,Beyin Hücreleri,Beyin Kapasitesi

Bir düşünsenize, insanoğlu tüm islerini tek parmakla yapıyor olsa idi, o zaman 10 parmakla donatılmış olarak doğmazdık. Eğer beyin hücrelerimizin sadece %10’u mutlu, seviyeli bir yaşantı sürdürmeye yetse idi, kafamız tam 10 kati daha fazla hücre ile dolu olmazdı. Aslında, insanoğlu dünyada beyin kapasitesinin % 100’ünü kullanmayan tek varlıktır. İnsanoğlu ayni zamanda, beraber yasadığı diğer canlılar ile sürekli uyumsuzluk halindeki tek varlıktır.
Yunuslar da benzer bir beyin ile donatılmışlardır, ancak onlar beyin kapasitelerinin tümünü kullanarak yaşamlarını akilli, eğlence sever, çevreleri ile uyumlu varlıklar olarak devam ettirmektedirler. İnsanların da daha fazla beyin kapasitesinin kullanımı ile daha mutlu, daha uyumlu bir yasam sürebileceğini söylemek yanlış olmaz. Siz hiç, beyninin % 100’ünü kullanan birisinin suç, savaş, açlık, salgın hastalık, ön yargı ve çevre katliamı ortamlarında olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Başka bir deyişle, bizler de ayni diğer canlılar gibi mükemmel yaratılmışız; ancak, onlar gibi tüm potansiyelimizi kullanamıyoruz. Neden? Belki, bizler diğer canlılar gibi enerji kaynağına nasıl bağlanacağımızı artik bilemiyoruz ya da kendi özgür irademizi kullanma konusu umurumuzda değil. Belki de özgür irade, sadece bedeninin tepkilerine cevap veren % 10 kullanımlı insanlar için çok karmaşık bir ifade.

Bu potansiyelin kullanılmamasının nedeni ne olursa olsun, burada da kullanmazsan kaybedersin gerçeği ortaya çıkmakta ve normal bir insan yanlış kullanım veya kullanıl-mama yüzünden günde 100.000 beyin hücresini kaybetmektedir. Bu potansiyel değerlendirilmedikçe de, kişinin durumu zamanla daha kötüye gitmektedir. Sizce neden Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkların oranı dünyanın doğum oranı ile ayni oranda büyümektedir. Peki, çözüm ne?
Gerçekten de beynimizin tam kapasitesini kullanabilir, bu sayede yasam kalitemizi yükseltebilir miyiz? Tabii ki yapabiliriz. Hafıza kaybına uğramak yerine hafıza sihirbazı, en basit problemlerden bunalan kişi yerine yaratıcı bir dahi, mutluluktan uzak, tekdüze yasam tarzı yerine diğer canlılar ile tam ve değişken bir uyum içerisinde olmayı öğrenebiliriz.
Aslında yaşam düşündüğümüzden daha zor. Parasızlık, kötü geçen çocukluk ya da çevremizdeki diğer insanlar, dış etken olarak insanin kişiliğini etkiler. Ama tüm olumsuzluklara rağmen, kötü başlangıç yapıp sonra da istikrarlı, mutlu bir yasam kuran insanlar da vardır. Bu kişiler, kendini yetiştirmenin ve sürekli geliştirmenin faydalarını fark etmiş, öğrenmiş insanlardır. Kişi, kendini tanıma sürecini geliştirdikçe, aslında içinde bulunduğu konumu veya durumu ile ilgili gerçeğin, tamamen kendi bilinçli, içgüdüsel veya tepkisel seçimlerinden kaynaklandığı fark eder.

Aklın ve vücudun tam ve doğru kullanımı ile kişinin kendini daha iyi hissetmesi, dolayısı ile ruhsal gelişimi, daha bilinçli bir yasam tarzı seçmesini sağlar.
Birçok insan tekdüze günlük hayata takılmakta, sadece tepkisel davranışlar sergilemekte böylelikle çevresindeki birçok olasılıkları ve seçenekleri görememektedir. %100 beyninizi harekete geçirmek için aşağıdaki beyin jimnastiği testini yedi gün boyunca deneyin ve bu kısa süre içerisinde ne kadar yol aldığınızı görün.


Testteki her bölüm beyninizin baksa bir bölgesini çalıştırmaktadır.
1. Vücudunuzu değişik yeni yöntemler ile sınayın. Normalde hangi elinizi kullanıyorsanız bir günlüğüne saçınızı taramak, dişlerinizi fırçalamak, çayınızı karıştırmak gibi basit işlemlerde elinizi değiştirin. Gözünüzü kapatın ve eşyaları hissederek odanızın içinde dolasın. Sesleri dinleyin, çevredeki kokuları duymaya çalısın. Yere düsen eşyaları ayağınız ile almaya çalısın, kapıyı, buzdolabını ayağınız ile kapatın. Okuduğunuz kitaptan bir sayfayı yan tutarak, bir sayfayı da ters tutarak okumaya çalısın.
2. Normalde sorgulayıp, eleştireceğiniz bir kişi hakkında onu onurlandıracak bir iltifat bulmaya çalısın. Kişi hakkındaki yargınızı sorgulayıp, kendinizi onun yerine koyup durumu tekrar gözden geçirin.
3. Buzdolabınızı açıp, birkaç saniye içindekileri gözden geçirin. Kapatıp içinizden tekrarlayın. Ayni şeyi bir oda içindeki eşyalarda, bir mağaza vitrinindeki kostümlerde, duvarda asili detaylı bir resimde deneyin. Adetleri, büyüklükleri, renkleri hatırlamaya çalısın.
4. Her gün beş dakika kendinizi başka bir insan yerine koyun. Sizin su anda olduğunuz durumda o kişinin neler hissedebileceğini, neler düşünebileceğini hayal edin.
5. Kendinizi moralsiz veya keyifsiz hissettiğinizde, hayatta en çok istediğiniz şeyin ne olduğunu hatırlayıp, başarılı olmanız için ne yapmanız gerektiğini tekrarlayın. Ne zaman negatif bir düşünceye kapılırsanız, kafanızda yarattığımız bu küçük pozitif filmi tekrarlayın.
6. Gün içerisinde her saat başı, birkaç saniye için önceki saat içerisinde ne olduğunu düşünün. Günün sonunda, tüm günün bir değerlendirmesini yapın. Hatırlayamadığınız küçük parçalar sizin gün içerisindeki çok fazla bilinçli olmadığınız dakikaları gösterir.
7. Günlük hayatınıza adaptasyon ve esneklik kazandırmak için her gün farklı bir şey yapın. Alışverişinizi değişik dükkândan yapın. Eve geliş yolunuzu değiştirin. Evde ekmek veya kek pişirin. Farklı bir spor yapın. Kendinizi yeni bir komsuya tanıtın.
Her gün ayni şeylerin yapılması beynin hep ayni bölümlerinin kullanılmasına, diğer bölümlerin körelmesine yol açar. Unutmayın çeşitli, farklı uyarımlar, beyin kapasitesinin kullanımı için en önemli anahtardır. Ayni zamanda sizi yoran, sizi zorlayan, rahatsız eden alışkanlıklarınızı bırakmanızı da kolaylaştırır.
İstediğiniz rüyayı görmeyi veya uyandığınızda gördüğünüz rüyayı hatırlamayı istemez misiniz?

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)