bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


17 Ağustos 2016 Çarşamba

Sümerler

Sümerler

Sümerler

Sümerler! Sümer tarihi ile ilgili araştırma notları, Sümerlerin kuruluşu, yıkılışı ve Nuh Tufanı ile ilgili araştırma ve inceleme notları. Sümerlerde Din, Sümer kültürü ve Sümerlerin yıkılışı.
Sümerler! İlk medeniyet, ilk devlet ve ilk sosyal toplum. Tarihin başlangıç noktası kabul edilen Sümerler, insanoğlunun dağınık ve otorite altına girmeden yaşadıkları karanlık çağlarda muazzam genişlikte bir coğrafyayı yurt edineler ilk devlet ve yönetim biçimini oluşturmuş, ilk kültürel eserleri ve yazıyı ortaya çıkartarak insanoğluna medeniyeti armağan etmiş efsanevi bir toplum olmuştur.

Sümerler neden bu denli önemli? Bu sorunun yanıtı aslında çok açık. Tarih bilimi, Sümerleri en az ilk insanı önemsediği kadar önemser. Zira insanoğlu, toplumsal yaşantıya ve devlet düzenine geçmeye başladıktan sonra Tarih bilimine bulgu ve bilgiler sunmaya başlamıştır. Bu bakımdan İlk Toplum ve İlk Devlet Olan Sümerler, Tarih açısından ilk insandan daha büyük öneme sahiptir. 



Sümerlerin ortaya çıkışı, gelişimleri ve Dünya Medeniyetlerine yapı taşı olması, Sümer Tarihini adeta ayrı bir bilim dalı haline getirmiştir. Zira Sümer Tarihi, alelade bir araştırma konusu olamayacak kadar derin ve zordur. Sümerler, 2000 yıl gibi çok uzun bir süre varlıklarını devam ettirmişler, bu süre zarfında büyük kitleler halindeki insan topluluklarını tek bir çatı altında müstakil idarelerle yöneterek halen izlerini taşıdığımız o kadim medeniyeti ortaya çıkartmışlardır. Sümer Tarihi, Sümerlerin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren takip edildiğinde karşımıza günümüzden 6 Bin yıl öncesine kadar uzanan uzun bir tarih serüveni olarak çıkacaktır. Bu tarih serüveni M.ö. 4000 yılında başlar. 

M.ö. 9000’li yıllarda, Hazarların kuzey bölgelerindeki Kafkasya coğrafyasında İnsanoğlunun ilk Beyaz Tenli insan toplulukları ortaya çıkmıştı. Yeni bir ırk olan bu toplum, o dönemin insanlarından açıkça ayrılan fiziki özelliklere sahipti. Çekik gözlü olmayan, beyaz tenli ve kalın kemik yapısına sahip olan bu toplum günümüzdeki tüm Beyaz Irkların en eski atasıydı. Kadim yurtları olan Hazar Denizinin Kuzey bölgelerinde varlıklarını devam ettirip çoğalan bu İlk Beyaz Irk, nüfus bakımından kalabalık bir hale gelince bünyelerinden bir kütle Hazar Denizinin Doğusuna doğru göç hareketine girişti. Doğu Hazar Bölgesi olarak anılan, günümüz Aral Gölü civarındaki bu bölgede Çekik Gözlü, Siyah tenli başka bir kavim tarafından yurt edinilmekteydi. Günümüzde “Kızıl Derililer” olarak anılan Amerika Yerlilerinin ataları olan Amerind’ler, bu tarihlerde Asya’nın kuzey bölgelerinde yaşamaktaydılar. Tıpkı Beyaz Irk’ta olduğu gibi, Amerind Toplumundan kopan bir parça da aynı dönemlerde Aral Gölü civarına göç hareketine girişmişlerdi. Bu iki bölük topluluk, Aral Gölünde buluşup aynı coğrafyada yaşayarak 2 Bin yıl gibi uzun bir süre kaynaştılar ve ortak bir toplum oluşturdular. İç evlilikler ve genetik münasebetlerle evrilen ve müstakil bir kimlik kazanan bu toplum, birlikte yaşadıkları 2000 yıl içerisinde kendilerine has bir kültür meydana getirdiler. 



Beyaz Irk – Amerind melezi bu toplum, M.ö. 5000’li yıllarda geliştirdikleri müstakil kültür ve etnik kimlik yapıları ile birlikte kalabalık kitleler halinde Güney’e doğru göç hareketi içerisine giriştiler. Bu göç hareketi neticesinde ulaştıkları günümüz Türkmenistan topraklarında da Bin Yıl gibi uzun bir süre yaşadılar. Sümerlerin ataları olan bu toplumun M.ö. 5000-4500 yıllarına tarihlenen kalıntıları, kurgan ve mezarlarında açıkça görünmekte ve bu toplumların fevkalade güçlü bir kültürel yapıya sahip oldukları arkalarında bıraktıkları eserlerden tespit edilebilmektedir. Sümerlerin ataları olan bu toplum, M.ö. 5000’li yıllarda Aral Gölü civarından göç ederek yeni yurtları yaptıkları Türkmenistan bölgesinden yeni bir göç hareketine daha girişip M.ö. 4.000’li yıllarda Hazar Denizinin güneyinden batıya doğru ilerleyerek Mezopotamya’ya ulaştılar.


Sümer Devletinin Kuruluşu

Beyaz Irk – Amerind melezi olan bu Asyalı kavim, burada Tarihin ilk medeniyetini ve ilk devletini inşa ettiler. Bu toplum devleti, sanıldığı gibi kendilerine Sümerler demiyorlardı. Onların kendilerine verdikleri unvan Kenger idi. Sümer ifadesi, Sümerliler olarak tanıdığımız Kengerlerin araştırılmaya başladığı ilk dönemlerde karşılarına çıkan ŞINAR ifadesinden gelmektedir. Bu toplum, Tevrat’da ŞINAR, Akadça’da ŞUMER, eski Mısır Yazıtlarında “SNGR”, Hititçe’de ŞANHAR olarak geçer. Bu farklı ifadelerden en itibar gören kaynak olan Akad yazıtlarındaki ŞUMER ifadesi tercih edilerek onlara S(Ş)ümerler denmiştir. Oysa bu toplum, kendi yazılı kaynaklarında kendilerini KENGER toplumu olarak ifade ediyorlardı. Dolayısıyla bizim onlara kendilerine verdikleri isim olan KENGERLER olarak hitap etmemiz en münasip olanıdır. Elbette Tarih araştırmalarında unvanları Sümerler olarak geçtiği için bu isimi kullanmak gibi bir mecburiyetimizde vardır. 

Sümerlerin ataları olan, M.ö. 6.000’de Beyaz Irk ve Amerind’lerle kaynaşan ve bu bölgede müstakil bir etnik-kültürel yapı oluşturan toplumun M.ö. 5000’lerde Türkmenistan bölgesine göç etmesi, sonrasında ise M.ö. 4.000’li yıllarda Hazarın güneyinden Mezopotamya’ya inmesi Sümer Medeniyetinin temellerini atmış oldu. Resim çizmeyi, hissettiklerini ifade etmeyi seven ilk Sümerler, hissettiklerini şekillendirerek kil ve çamurdan heykeller yapmış, resimler çizmiş ve bu yeteneklerini geliştirerek yazıyı bulmuşlardır. Önceleri hissettiklerini resimlerle ifade eden bu toplum, zamanla bu resimleri hem kolay çizilebilir hem de küçük alanlara işlenebilir hale getirmek için simgelere dönüştürdüler. Bu simgeler, sıkça kullanılarak belli bir standarda erişmeye başlayınca ise herkes tarafından anlaşılır hale gelmiş ve belli standartları olan simgeler düşünceleri ifade eder hale gelmiştir. Tek başına belli bir düşünceyi ya da kişiyi ifade eden simgeler ise daha da pratik hale dönüşerek bir heceyi ve ses anonsunu ifade eder hale gelmiş, bu ses anonsları birleşince daha az simgesel şekil türüyle daha çok kelime ifade eden bir alfabeye dönüşmeye başlamıştır. Toplumsal tezahürlerle gelişen Resim-Simge-Alfabe serüveni, Sümerli Rahiplerin bu ifade tekniğini geliştirip toplumsal olayları kaydetmesiyle hem resmi bir hal almış hem de gelişim süreci fevkalade bir tezahürle hızlanmış oldu. Sümerli Rahiplerin simgesel anonslarla düşüncelerini ifade eden cümleleri yazıya dökmeleri M.ö. 3200’lü yıllarda gerçekleşti. 

Sümerlerde Teşkilatlanma ve Devletleşme

Sümerlerin devlet teşkilatıyla kurulduğu belli bir yıl tespit etmemiz pek mümkün değil. Kadim Asya Kültüründe olduğu gibi Boy-Budun teşkilatlanmasına dayalı bir sosyal yaşantıları olan Sümerler, yaşadıkları her bölgede kendi içindeki teşkilat sistemi içerisine girmişlerdir. Sümer Devletinin teşkilatlanma şeklide bu minvalde vücut bulmuştur. Kendi Aşiretleri (Sülaleleri) içerisinde birlikte hareket eden Sümerli toplumlar, büyük kitleler haline geldiklerinde en güçlü Aşiretin etrafında toplanarak bulundukları fiziki bölgeyi birlikte muhafaza ederek özgürlüklerini temin etmekteydiler. Aral Gölü, Türkmenistan ve nihayetinde Mezopotamya’da da bu minvalde teşkilatlanan Sümerliler, zamanla teşkilatlanma yapılarını kurumsallaştırarak Bölgesel Site Devletleri ve Site Devletlerinin bir araya geldiği birleşmiş milletler türevi bir Federatif yapı içerisine büründüler. Zira Coğrafi ve lojistik bakımdan en tepedeki teşkilatlanmalar en fazla 24 saatte ulaşılabilen bir bölgeyi kapsayabilmekteydi. Bu gereklilik hasebiyle aynı kökenden gelmelerine rağmen takriben 300 Km çapındaki coğrafi ayrımlarla birbirinden ayrılan Site Devletleri meydana getirdiler. Bu Site Devletleri, yaklaşık 300 Km çapındaki bir bölgeyi yöneten bağımsız bir lider etrafında toplanarak müstakil olarak yönetiliyordu. Aynı kökenden geldikleri komşu ve akraba Sümerli Şehir Devletleri ile de birlikte hareket ederek olası tehditlere karşı ortak hareket ediyor, tehdidin ortadan kalkmasından sonra ise bağımsız varlıklarını devam ettiriyorlardı. Sümerler, bu teşkilatlanma yapısıyla irili ufaklı 35 Şehir Devleti kurmuşlardı. 

Sümerlerin kurdukları Şehir Devletleri şunlardır ;



Tufan Öncesi Şehir Devletleri (Nuh Tufanı Öncesi)
Eridu (Ebu Şahreyn)
Bad Triba (El Medain)
Larsa (Es Senkereh)
Sippar (Ebu Habbah)
Şuruppak (Fara)

Tufan Sonrası (Nuh Tufanı Sonrası)
Kiş (Uheymir – İnharra)
Uruk (Warka)
Ur (Mukayyer)
Nippur (Afak)
Lagaş (EL Hiba)
Ngirsu (Tello)
Umma (Jokha)
Hamazi (Bilinmiyor)
Adab (Bismaya)
Mari (Hariri)
Akşak (Bilinmiyor)
Akkad (Bilinmiyor)
İsin (İşhan – El Bahriyat)
Kuara (El Lahm)
Zabala (Ibzeikh)
Kisurra (Ebu Hatab)
Marad (Wannat Es Sadum)
Dilbat (Ed Duleim)
Borsippa (Birs Nimrud)
Kutha (İbrahim)
Der (El Badra)
Eshnuna (Asmar)
Negar (Brak)

(* Parantez içerisindeki bilgi, söz konusu şehrin günümüzde nerde olduğu hakkında bilgi vermek içindir)



Sümerlerde Yazının Gelişimi

Sümerler, M.ö. 4000’li yıllarda ayak bastıkları Mezopotamya’da kalabalık kitleler halinde tüm Mezopotamya’yı kaplayacak şekilde yayılmış olarak yaşıyorlardı. Bu tarihlerde, Sümerler gibi kalabalık bir topluma meydan okuyacak ya da tehdit edecek bir başka rakipleri daha bulunmuyordu. Bu durum Sümerlerin sosyal, kültürel, dini ve bilimsel açıdan nicelik kazanmasını mümkün kıldı. Verimli topraklarda müreffeh bir yaşam süren Sümerler, zaten oldukça güçlü olan kültürlerini sanatsal eserlere yansıtarak heykeller, kaya resimleri ve büyük meşakkatlerle inşa edilmiş yapılar meydana getirerek daha da güçlendirdiler. Mezopotamya ya ayak basmadan önce ölümden sonra bir yaşama inanmakta olan Sümerliler, yaşamalarının bir amacı olduğunu ve bu amaç doğrultusunda ilahi olarak mükâfatlandırılacağı inancına sahiplerdi. 

Sosyal açıdan edindikleri zenginliklerin tesiriyle dini inançlarında motiflendirmeye başlayan Sümerler, Devlet teşkilatlanması da Boy-Budun sisteminden evirilerek Site Devleti statüsüne bürününce liderlerini önce Kral yaptılar, sonrasında ise ona ilahi güçler atfederek kutsallaştırdılar. M.ö. 3600’lü yıllara gelindiğinde Sümerler, müreffeh bir yaşam sürmekte, Şehir Devletlerinin lideri olan ve kutsal kabul edilen Krallarına biat ederek yaşamaktaydılar. Kutsal bir kimlik edinen Krallar, geliştirdikleri inanış bağlamında toplumlarının liderleri olarak kutsal ruhlarla irtibata geçebiliyorlardı. Onların öfkelerini dindirmek için yüksek mabetler yaparak göğe yakın konumlarda onlara kurbanlar adıyorlardı. Bu inanışı desteklemesi içinse Rahipler görevlendiriliyor, tartışılmaz lider olan Kutsal Kral’ın kutsiyetini ve toplumun kendisine bağlılığını bu Rahipler sağlıyordu. Sümerlerde yazının gelişimi de bir tür Devlet görevlisi olarak vazifelendirilen Rahipler tarafından gerçekleştirildi. Sümer Rahipleri, vazifeleri gereği Tarihi meseleleri, Kutsal saydıkları İlah Krallarının sözlerini, dini inanışlarının mitlerini kendilerinden sonra gelecek Rahiplere daha kolay öğretebilmek amacıyla yazı metodu ile sesli anonslardan oluşan alfabetik simgeleri kullanarak Kil tabletler üzerine işleyerek ilk yazılı belgeleri meydana getirdiler. 



Sümerli Rahiplerin günümüz yazı sisteminin temelini oluşturan alfabe sistemini bulmaları aslında çok zor olmamıştı. Zira Sümer Toplumunun kökenini oluşturan kadim Asyalı Kavim, M.ö. 10.000’li yıllardan bu yana çizdikleri resimlere anlamlar veriyor, anlam taşıyan bu resimlerle bir olayı, bir duyguyu ya da bir vakayı kendilerinden sonraki nesillerin algılayabilmesi için kayaların üzerine işliyorlardı. Önce kolay anlaşılabilmesi için anlatılmak istenen hususu büyük ve belirgin bir şekille tasvir eden bu toplum, zamanla aynı ifadenin benzer ancak farklı figürlerle anlatılmasına karşın şekilleri ve çizimleri standart hale getirmişlerdi. Örneğin dua eden insan figürü ellerini havaya doğru açmış bir çöp adam silueti olarak kullanılmaya başlandı. Bir insanın yaratıcıya seslenişi, zamanla tek bir figür ile kolayca ifade edilebilir olmuştu. Bu yöntemle belli bir anlamı ifade eden şekiller tek düze ve birbirine benzer hale getirildi. Zamanla figürler sadeleşerek ifade edilmek istenen duygu, düşünce ya da olayın daha kolay yazılabilir hale gelmesiyle Tamgalara dönüştü. Zira bu yazılar taş, kaya, mermer, v.b. işlenmezi oldukça zor olan cisimler üzerinde kullanılıyor, bunun yanında şekillerle ifade etme ihtiyacı da artıyordu. Üstelik bu yöntem giderek daha fazla rağbet görüyor ve daha uzun, daha detaylı anlamların ifade edilmesi söz konusu oluyordu. Sümerlerin ataları olan bu Asyalı Kavim, çizdikleri resimlere yükledikleri anlamları figürler haline getirerek Tamga (Damga) sistemini ortaya çıkarttılar. Kaya ve mağara resimleri M.ö 10.000’li yıllardan bu yana, Asya’nın geniş bozkırlarında milyonlarca taşa yazılı durumdadır. Yalnızca günümüze ulaşan yüz binlerce taş yazıt bulunur. Tüm bu resimler, devamında gelen Tamga’larla uyuşmakta, Tamgalar ise Sümer Alfabesi ile büyük benzerlikler arz etmektedir. 

Sümerlerin, M.ö. 3200 yılında Sümer Rahiplerince yazıyı bulmaları, anlaşılacağı üzere süregelen bir alışkanlığın sistematik hale getirilmesidir. Resim ve Tamgalarla ifade edilen düşünceler, olaylar ve vakalar, Sümer Rahiplerinin planlı çalışmalarıyla Alfabeye dönüşmüştür. Sümer Rahiplerinin bu çalışması, aslında Tarih’in başlangıç noktası kabul edilir. Çünkü Yazı, medeniyetin ta kendisidir. Toplumlar, meydana getirdikleri değerleri yazılı hale getirerek sonraki nesillerin öğrenip devam ettirebilmelerini sağlarlar. Bir neslin edindiği kültürel donanımlar savaş, tabii felaketler, göç hareketleri ve kısıtlı imkânlar hasebiyle çoğu zaman sonraki nesle aktarılamamaktadır. Bir kısmı aktarılabilmiş olsa dahi onlarca yıllık kültürel birikimlerin büyük bir kısmı yok olmaktadır. Yazı, olayların ve toplumsal değerlerin sonraki hatta çok daha sonraki nesillere aktarılabilmesini sağlayarak nesilden nesile miras kalan kültürel değerlerin toplumsal bir havuzda muhafaza edilmesine olanak tanımıştır. 

Sümerlerin M.ö. 3200’de ilk kez kullandıkları yazı sistemi, Sümer Devletinin zayıflayıp yıkılmasıyla önce Mezopotamya, sonrasında ise tüm Dünya’ya yayılarak Dünya Medeniyetinin gelişimine fevkalade bir malzeme sunmuştur.


Sümerlerde Din

Sümerler, Dini inanışları bakımından oldukça mistik ve fantastik inançlara sahiplerdi. Sümerlerde Din, çok tanrılı bir inanış biçimi şeklinde tezahür etmiştir. Sümerlere göre her nesnenin bir tanrısı vardı. Bu tanrılar, İnsan görünümünde ancak insanüstü güçlere sahip, ölümsüz varlıklardı. Tüm İnsanlar bu tanrılara hizmet etmeleri için yaratılmıştı. Bu tanrılar İnsanlara ne istediklerini söylemezler ancak İnsanlar onlara ne istediklerini sorabilir ve cevap alabilirlerdi. İnsanların tanrılarla iletişimi ve irtibatı Ziggurat adı verilen tapınaklar aracılığıyla sağlıyorlardı. Ziggurat’lar, tanrıyla iletişim kurabilen insanlar olan Rahiplerce idare edilirdi. Rahipler tanrılara istediklerini sorar, onlara kurbanlar adar ve kendilerine azap etmemesi için yalvarırlardı. Rahipler, Sümer Kralları tarafından görevlendirilmekteydi. Zira Sümer Kralları da en yüksek derecedeki Rahiplerden oluşurdu ve yarı tanrı durumundaydılar. İlahi misyonları ile insanları yönetmektir. Bu inanış biçimine göre Tanrılara hizmet eden insanlar, Kutsal Krallarının emirlerini yerine getirerek tanrılar adına çalışıyor, Kutsal Kral’ın yaptırdığı ve vazifelendirdiği Rahipleri tayin ettiği Ziggurat’lar vasıtasıyla tanrılara ibadet ediyor, onlara kurbanlar adıyor ve onlarla iletişim kuruyordu. 

Ziggurat’lar, o günün şartlarında mümkün olabildiğince yüksek inşa ediliyorlardı. Zira tanrıların en güçlüsü, ulu tanrı olan Gök Tanrısı’na yakın olmak için olabildiğince yükseğe çıkmak gerekiyordu. Ziggurat’lar en az üç katlı bir yapıya sahipti ve sadece tapınak olarak kullanılmıyordu. En alt katı erzak ve ihtiyaç deposu, orta katları okul ve tapınak, en üst katı ise rasathane olarak kullanılmaktaydı. Sümerlerde inanılan tanrıların isimleri, günümüze kadar gerçekleştirilmiş olan araştırmalarla tespit edilebildiği kadarıyla şu şekildedir ;

Anu, ilk tanrı, baş tanrı ve gök tanrısı.
Ki, ilk tanrının dişisi ve yer tanrısı.
Enlil, hava tanrısı ve sonraki diğer tüm tanrıların babası.
Enki, bilgelik tanrısı.
Ninmah, ulu hanım ve ana tanrıça.
Nanna, ay tanrısı.
Utu, güneş tanrısı ve Nanna’nın oğlu.
Ecem, tanrıların kraliçesi.
İnanna, aşk ve bereket tanrısı.
Aşnan, tahıl tanrısı.
Lahar, sığır tanrısı.



(Belirtilen ünvanlar Sümerce tabletlerde belirtilen orijinal isimlerdir. Bu isimler, Assur ve Babil dönemlerinde farklı isimlerle anılmışlardır.)


Sümerlerin çok tanrılı dini inanışlarının kökenindeki tanrıların dünyaya gelişi, evrenin yaratılışı ve insanın yaratılışı ile ilgili bilgileri incelediğimizde karşımıza oldukça ilginç bilgiler çıkmaktadır. Bu bilgilere göre ilk tanrılar olan Anu ve Ki birleşmiş, onların birleşmesi sonucu hava tanrısı Enlil doğmuştur. Enlil, yeri ve göğü ayırınca babası Anu göğü, annesi Ki ise yeri ele geçirir. Sonrasında Enlil ve annesi Ki’nin birleşmesiyle ana tanrıça olacak Ninmah doğar. Diğer tüm tanrılar da Enlil ve Ninmah’tan türediler. Tanrıların türemesinden sonra insanların türemesi gerçekleşir.

Anu ve Ki haricindeki diğer tüm tanrıların babası olan Hava Tanrısı Enlil, bilge tanrı Enki’nin tavsiyesi üzerine tanrılara hizmet etmesi için tahıl tanrısı Aşnan ve sığır tanrısı Lahar’ı yaratır. Önceleri diğer tanrılara hizmet eden Aşnan ve Lahar, daha sonra anlaşamayıp birbirleriyle kavga etmeye başlayınca tanrılar yeryüzündeki işlerini kendileri yapmak zorunda kalırlar. Bu durumdan çok yorulan tanrılar, konuyu bilge tanrı Enki’ye götürdüler. Enki, sorunu çözmek için ana tanrıça Ninmah’a, tanrılara hizmet etmesi için İnsanları yaratması emrini verir. Ancak Tanrının biçiminde yaratılan insanlar, tanrıların sahip oldukları ölümsüzlüğe sahip olamayacaklardır. Bilge tanrı Enki’nin insanları yaratması emri diğer tanrıları çok sevindirir ve bir şölen düzenlenerek eğlenir ve sarhoş olurlar. Tanrıların sarhoş olması sebebiyle Ninmah’ın yarattığı insanlar kusurlu olarak dünyaya gelirler. Bunun üzerine bilge tanrı Enki’de insan yaratarak yeryüzüne gönderir ancak Enki’nin yarattıkları da kusurlu olur. Bu olanların üzerine tanrıların arasında tartışmalar meydana geldi. Bu tartışmaların sonucunda ana tanrıça Ninmah, gök tanrısı Enlil’i lanetler. Böylelikle tanrılar birbirleriyle husumet içine girerler ve bu karmaşada yaratılan insanlar kusurlu ve eksik olarak dünyaya gelirler. 

Bu bağlamda İnsanlar, yaratılış görevleri gereği tanrıya ve dünyaya hizmet etmekle görevliydiler. Bu görevleri doğrultusunda çalışır, tabiata hizmet eder ve tanrılara adaklar adarlardı. Tanrıların, vazifelerini yerine getirmedikleri için kendilerine kızmasından ve azap etmesinden korkarlardı.


Sümelerde Bilim

Sümerler, bilim ve teknik alanında bulundukları tarih evresinin oldukça ilerisindeydiler. Aynı tarihlerde diğer coğrafyalardaki toplumlar henüz barınaklar ve şehirlerde yaşamaya tam olarak başlayamamışlar, şehir hayatı ve yerleşik düzene geçen toplumlar ise nispeten daha ilkel koşullardaki yapılarda yaşamlarını idame ettirmekteydiler. Oysa Sümerler çanak, çömlek, kazan, ekmek pişirme tandırları ve muhtelif ev eşyalarını yapabilmekteydiler. Bunun yanında sert madenleri de işleyebilen Sümerler, gelişmiş bir yapı tekniği kullanarak taş, kerpiç ve tuğlalar kullanarak iki ve üç katlı evler inşa edebilmekteydiler. Sümerler, muazzam bir sulama sistemi kullanarak bataklıkları kurutup yaşam alanlarına kanallarla su taşıyabiliyor, bentler yaparak sel baskınlarının önüne geçebiliyor ve barajlar yaparak hayat kaynağı olan suyu muhafaza edebiliyorlardı. Düzenli sulama ile tarım arazilerinden fevkalade verim alıyor ve elde ettikleri mahsulleri depolayabiliyorlardı. Tekerleği de icat etmiş olan Sümerler, tarım alanlarını öküz ve sabanlarla işliyorlardı. 

Toplumsal gelişmişliğin yanında Bilim ve Teknik alanında da diğer tüm toplumların önündeydiler. Matematik ve Geometri’nin temellerini atan Sümerler, matematiğin temeli olan dört işlemi bulmuşlardı ve dairenin alanını hesaplayabiliyorlardı. Tüm bunların yanında zaman hesaplamasında büyük bir başarı elde ederek gelişmiş bir takvim kullanmışlardı. Dünyanın Ay yılına dayalı ilk takvimi olan Sümer Takviminde yıl 360 gün, aylar 30’ar gün hesaplanıyordu. Ek olarak güneş saatini de bulan Sümerler, yalnızca günleri ve ayları değil güneşin hareketleri ile saatleri de hesaplayabiliyorlardı. Sümerlerin Bilim alanındaki faaliyetleri, günümüzdeki Matematik, Geometri ve Astronomi’nin temellerini oluşturmuştur.

Sümerlerde Toplumsal Yapı ve Kültür

Sümerler, yaşadıkları coğrafyaya Kenger (Kengir), konuştukları dile ise Emegir demekteydiler. Milli bir kimliğe sahip olan Sümerler, toplumsal unvan olarak ta kendilerine Saggiga demekteydiler. Sümerlerin Tufan öncesi (M.ö. 4000-3000) dönemde ailevi yapısı Anaerkil bir düzene sahipti. Anaerkil yapıda Kadınlar Erkeklerden daha çok saygı görür, ailevi ve toplumsal gelenekler Kadınların ekseninde gelişirdi. Tufan’dan sonra ortadan kalkan Anaerkil yapı, yerini Ataerkil yapıya bırakmış ve Erkek Hakim bir toplumsal yapıya geçmişlerdir. 

Toplumsal olarak ta sınıflara bölünmüş olan Sümerlerde en yüksek sınıf Ruhban Sınıfı olan Din Adamları ve Askerler oluşturuyorlardı. İkinci sınıfı halk, yani Sümer toplumunun kendisi, üçüncü sınıfı ise Köleler, yani savaşlarda esir alınan ve hayatı bağışlanarak yaşaması karşılığında hizmet etmekle yükümlendirilen hizmetkârlar oluşturuyordu. Tufan sonrasında uzunca bir süre toplumsal sınıfın en tepesinde bulunan Din Adamları, Site Devletler şeklinde yönetilen Sümer şehirlerinin idaresini üstleniyor, en kıdemli Rahipler Kutsal Kral olarak devletin idaresine geçiyordu.

Sümerler ve Tufan

Sümer Tarihinin kilometre taşı Büyük Tufan olmuştur. Sümer Tarihinde karşımıza çıkan Tufan, kutsal kitaplarda belirtilen Nuh Tufanı ile aynıdır. Sümer kalıntılarından Tufan’ın gerçekleştiği tarih net olarak tespit edilemese de Kutsal Kitaplarda belirtilen bilgiler ve Mezopotamya’daki kalıntılar bize tufan hakkında bazı ipuçları vermektedir. Bu alanda yapılan araştırmalar ve bulgular ışığında, Sümerlerdeki Büyük Tufan’ın M.ö. 3000 yılları civarında gerçekleşmiş olması söz konusudur. Zira Sümerler döneminde bu tarihten öncesi ile sonrası arasında derin farklar vardır. Tufan öncesi dönemlerde Ruhban Sınıfı tarafından yönetilen Sümer Şehir Devletleri, Tufan sonrasında yerini Savaşçı ve istilacı İmparator Krallara bırakmıştır. Bunun yanında Mezopotamya’da bulunan sel baskını kalıntılarının biyolojik ve kimyasal yaş tespitleri yine bu tarihlere denk gelmektedir. Bu tarihe işaret eden bir diğer bulgu da Sümer döneminin en büyük Site Devletlerinin bu tarihten sonra kurulması ve kurulan bu devletlerin rahipleri tarafından yazılı hale getirilmiş olan kuruluş efsaneleridir. 

Sümer Tarihinin en mühim dönüm noktası olan Nuh Tufanından sonra kurulan ilk Şehir Devletleri Kiş, Uruk ve Ur olmuştur. Tufan sonrası birbirlerine komşu olan site devletleri, Tufan öncesinde iyi ilişkiler kurmaktayken Tufan sonrasında mücadele içerisine girişmişlerdir. Birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak ve genişlemek isteyen Şehir Devletlerinin mücadeleleri yüzyıllarca sürmüştür.

Sümerlerin Yıkılışı

Sümerler, M.ö. 4.000’li yıllarda ayak bastıkları Mezopotamya coğrafyasında 2000 yıl gibi çok uzun bir süre müreffeh bir hayat yaşamışlardı. Bulundukları tarihsel dönemdeki rakiplerinden hem sayıca, hem kültürel hem de ilmi açıdan çok ilerlemiş olan Sümerler, Tufan sonrasında birbirleri ile giriştikleri mücadeleler neticesinde yıpranmaya başladılar. Bölgedeki diğer toplumların zamanla kalabalıklaşıp Sümerleri tehdit eder hale gelmeleri ile Sümerlerin Mezopotamya’daki hâkimiyetlerinin sonunu giderek yaklaşmaktaydı.

M.ö. 2800’lü yıllara gelindiğinde Kiş Kralı Etana, pek çok Sümer Şehir devletini birleştirerek yönetimi altına almıştı. Kiş Şehrinin hakimiyet alanının genişlemesi diğer şehir devletlerinin de genişleme politikaları geliştirmelerine sebep oldu. Sümer Şehir devletleri, birbirleri ile savaşarak hâkimiyet mücadelesi içerisine girmişlerdi. Bu iç mücadelelerle zayıflayan Sümerlere ilk tehdit oluşturanlar, Sümerlerin doğu sınırında bulunan Elamlılar olmuştur. Semitik kökenli bir toplum olan Elamlılar, M.ö. 3000’li yıllardan itibaren günümüz İran Coğrafyasının güney batısında varlıklarını göstermeye başlamışlar, zamanla güçlenerek Sümerlerin hâkimiyet alanlarına genişleyerek Sümerler için önemli bir tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Elamlılar’ın Sümerler üzerine ilk taarruzları M.ö. 2530 – 2450 yılları arasında gerçekleşti. Bu süre zarfında Sümer Şehirlerine ısrarlı taarruzlarla saldırarak Sümer Şehir devletleri için bir dış tehdit oluşturmuşlar ve zayıflamalarını hızlandırmışlardır. 



Elamlıların taarruzları Sümerlileri zayıflatsa ve toprak kayıplarına sebep olsa da Sümerler halen varlıklarını devam ettirebilmişlerdi. Sümerler, her ne kadar dış tehditlere maruz kalmışsa da Sümerlerin sonunu hazırlayan süreç içeriden tezahür etmiştir. Annesi bir rahibe olan Sargon, gayrimeşru bir ilişki sonrası dünyaya gelmiş ve öldürülmemesi için annesi tarafından gizli yollardan evlatlık verilmiştir. Semitik kökenli biri olan Sargon, evlat edinildiği itibarlı bir aile vasıtasıyla Kiş Kralı Urzababa’nın sarayında görevlendirilerek giderek daha yüksek mevkilere ulaştı. Kral Urzababa’nın giriştiği bir savaştan yenik olarak sarayına döndüğünde darbe yaparak Kiş Krallığını ele geçirdi. Bir Sümer Şehir Devletinin Krallığını ele geçirmesiyle birlikte, krallığa bağlı olan güçlerin yanında Arap Yarımadasından Mezopotamya ya göç eden Semitik kökenli Akadları himayesine alarak tüm Sümer Şehir Devletlerini kendisine itaate zorladı ve giriştiği mücadelelerle Sümerlerin toplumsal bütünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı. (M.ö. 2334 – 2279)

Akadların taarruzları sonrasında bölünen, zayıflayan ve kendi içinde istikrarı sağlayamayan Sümerler, zaman içerisinde küçük parçalar halinde, maruz kaldıkları taarruzlar neticesinde yıkılarak tarih sahnesinden silinmeye başladılar.

11 Ağustos 2016 Perşembe

Türk Kimliğinin Ortaya Çıkışı ve İlk Türkler

Türk Kimliğinin Ortaya Çıkışı ve İlk Türkler

 Türk Kimliğinin Ortaya Çıkışı ile Türklerin kendilerine Türk demeye başlaması, Türk Kelimesinin anlamını ve İlk Türk toplumları hakkında araştırma notları.

Türk’lük kavramının ortaya çıkışı bugün Türk olarak tanımladığımız toplumların tarih sahnesine çıkması ile neredeyse yaşıttır. Bunun yanında “Türk” ifadesinin nasıl ve ne zaman kullanılmaya başlandığı ile ilgili yoğun bir handikap ve bilgi kirliliği mevcuttur. Araştırılması ve bu araştırmaların arkeolojik çalışmalarla teyit edilmesi çok zor olan Asya tarihi maalesef kimi tarihçilerin keyfe keder yorumlarlarıyla ciddiyetsiz bir hal almış durumdadır. Günümüzde yapılan detaylı araştırmalarda ve Türk’lerin ilişkide bulunduğu toplumların tarihlerinde kendi Tarihimizin izlerine rahatlıkla ulaşabiliyoruz.



Türk toplumlarını teşkil eden “Amerind - Beyaz Irk” melezi Ön Türk’ler,  tarih sahnesine iki koldan (Aral Gölü ve Tanrı Dağları) çıkmış, bu iki kol 4.000 Yıl önce ÖTÜKEN’de birleşerek yeni bir toplum oluşturmuştu. M.ö. 2.000 li yıllarda ortaya çıkan bu toplum artık Kendisine “Türk” demeye başlamıştır. Zira Aral’dan gelen Ön Türk kolu, buraya göç etmeden önce kendilerine “Türk” demekteydiler. Aral Kolundan gelen Ön Türk’lerin kendilerine Türk demeleri, Tanrı dağlarındaki buluşmadan 1000 yıl önce başlar. Dolayısıyla Türklük kavramının kaynağına ulaşmamız için Kendilerine ilk Türk diyen Aral’lı Ön Türk kolunun üzerinde yoğunlaşmamız gerekecektir. 



Aral’lı Ön Türk’ler tarih sahnesine -8.000’li yıllarda çıkmışlardı. Kuzeyden inen Amerind’ler ile Aral Gölünün yerlileri olan Beyaz Irk mensubu iki toplum burada akrabalık bağı kurarak uzun yıllar yaşamış ve en eski Ön Türk toplumunun temellerini oluşturmuşlardı. Kendilerine henüz “Türk” demeyen bu toplum, binlerce yıl yaşadıkları Aral Gölü, Hazar Denizi ve Doğu Kafkasya bölgelerindeki müstakil yaşantılarını şartların gereği olarak medeni yaşama dönüştürmeye başladılar. Boylar ve Aşiretler halinde yaklaşık 4 Bin yıl yaşayan bu toplumlar yaşamın kaynağı olan sulak bölgeler üzerinden göç hareketlerine giriştiler. Bu göç hareketleriyle birlikte ulaştıkları Mezopotamya’da yeni bir otoriter sistem inşa ettiler. M.ö. 4.000’li yıllarda giriştikleri bu göç hareketi ile Dünya Medeniyetin temellerini atan Sümer Devletler topluluğunun kurucu unsuru oldular. 


Sümerleri tek başına bir ülke yada müstakil bir toplum olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kuzeyden gelen Ön Türk kolları, bu bölgede Mezopotamya’nın yerli unsurları ile birlikte yaşayarak teşkilatlı bir yönetim düzeni oluşturdular. Bu tarihe kadar Mezopotamya’da bir medeniyet kurulmamıştı ve belli bir toplumun vatanı olarak kabul edilmemekteydi. Daha önce Devlet ve Medeniyet tecrübesi olmayan bu toplumlar bir nevi Birleşmiş Milletler halinde kurallara dayalı, birbirleri ile iyi komşuluk ilişkilerini esas almış bir ortak yönetim biçimi oluşturdular. Tarihçiler, günümüzde bu yönetime “Site Devletleri” adını verirler. Bu yönetim biçiminde her toplum kendi Şehrinde yaşıyor, kendi Kralı tarafından yönetiliyor ve diğer toplumların yönetimlerine karışmıyordu. Bunun yanında tüm Sümer Şehir Devletleri aynı dini inanışlara sahip, aynı dili konuşan, aynı toplumsal kurallar ve birbirine çok benzeyen yaşayış şekilleri ile varlıklarını devam ettirmekteydiler. Bu yönetim biçimi binlerce yıl ayakta durmuş, medeniyetin temeli olan Yazıyı keşfetmiş ve kullanmaya başlamış, toplum olarak güçlendikçe sayıları hızla artmıştır. 


Pek çok tarihçi Sümer Devletinin kurucularının Asya’lı olduğunu kabul eder. Asya’dan göç ettikleri ve Beyaz Irk’a mensup Yuvarlak Başlı (Brakisefal) bir ırk olduğu kesin olarak tespit edilen Sümer toplumunun Türk Alfabesi ve Türkçe ile çok yakın bağıda Sümerlerin Ön Türk kökenli bir devlete sahip olduğunu açıkça ortaya koyar. 

Kuzeyden inen Ön Türk toplulukları da bu Site Devleti içerisinde Kurucu Unsur olarak yer almış ve varlıklarını Sümer Medeniyeti içerisinde devam ettirmişlerdir. Bu toplumun kendisine TÜRK demesi de, Sümer Site Devletlerine katılmasından birkaç yüz yıl sonra gerçekleşir. Zira Sümerlerin son dönemlerinde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olduğu ortaya çıkmıştır. Sümer Devletini yıkan Akadların (Arapların Ataları) Kralı Naramsin, Sümer Devletlerine açtığı savaşta mücadele ettiği Şehir Devletlerinin ve Krallarının isimlerini yazıya dökerek kayıt altına almıştı. Bu kayıtlarda TÜRKİ adlı bir Şehir devleti olduğu, Kralının adının İL-şu Nail olduğu belirtilir. Hem ülkenin isminin TÜRKİ olması, hemde Kralın unvanının Türkçe olması bu şehir devletinin ilk TÜRK devleti olduğunu ortaya çıkartmaktadır. 


Sümerlerdeki TÜRKİ adlı Site devletinin varlığı ve halkının Türkçe konuşuyor olması bu toplumun ilk Türk Devleti olduğunu ortaya koyuyor. Peki Sümerlerin son dönemlerinde varlığı kesin olarak ortaya çıkan TÜRKİ Devleti ne zaman vücut buldu ve tarih sahnesine çıktı? 

Sümer araştırmacıları, Sümerlerin kurulduğu ilk dönemlerde TÜRKİ adlı bir Şehir Devletinin var olmadığını belirtiyor. Yani Sümerlerin ortaya çıktığı -3.500 lü yıllarda TÜRKİ adlı bir toplum yoktu. Aral boylarındaki Ön Türkler, Sümer devletinin kuruluşunda asli unsur olarak rol oynadığında kendisine TÜRK unvanı vermemişti. Bu unvanı birkaç yüz yıl sonra Büyük Tufan sonrasında edindiler.




Sümerler, kurulduktan yaklaşık 500 yıl sonra Mezopotamya topraklarında büyük bir Tufan meydana gelmişti. Bu tufan, geniş bir coğrafyada etkili olmuş, çok sayıda insan sular altında kalarak ölmüş, medeniyetler ve şehirler önemli ölçüde yok olmuştu. Bulgulara göre bu Tufan -3.000 yılları civarında gerçekleşti. Zira Tufan’a ait bilgiler Tufanın Sümerler döneminde yaşandığını ortaya koymaktadır. Tufandan ilk bahseden yazılı kayıtlar -2.500 yılına aittir. Yani Tufan -2.500 lü yıllardan daha önce meydana gelmiştir. Sümerlerin yazıyı -3.200 lerde kullanmaya başladığını ve pek çok yazılı eser bıraktığını düşünürsek Tufanın yaklaşık olarak -3.000 yıllarında meydana gelmiş olduğu sonucuna varabiliriz. Bu Tufan, aslında pek çok kişinin bildiği Nuh Tufanıdır. Zira Tufan ile ilgili destanlar, hikayeler ve kayıtlar Kuran’da belirtilen Nuh Tufanı ile birebir örtüşmektedir. 


Yaşanan Tufan sonrası Sümer Devletler topluluğu halen ayaktaydı ve güçlü bir yapıya sahipti. Düşünülen odur ki, Aral gölünden Mezopotamya’ya inen Ön Türk’ler burada kurdukları Şehir Devletini Tufan sonrasında yeni bir inanışa göre yeniden adlandırdılar. -3.000 lerde yaşandığı düşünülen Tufan’dan sonra Hz. Nuh, çocuklarını toplumların başına Lider olarak göndermişti. Arap Tarihçilerinin bu konuda yaptıkları araştırmalar oldukça ilginçtir. Bu araştırmanın sonuçları bizi Aral Gölünden Mezopotamya’ya göç eden toplumların tufandan sonra kendilerine TÜRK ünvanı verdiği gerçeğine ulaştırıyor. 



Nuh Tufanına ait bilgiler hem kulaktan kulağa yayılan ve masallaştırılan efsanelerde, hem Tarih araştırmacılarının elde ettiği muhtelif tespitlerde, hem Tevrat ve İncil’de, hem de Kur-an’ı Kerim’de geçmektedir. Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler Hz. Nuh’un oğullarından yeni nesiller türediğini belirtiyor. Burada “Türemek” kavramı muhtemeldir ki hem kendi soyunu devam ettirmek hem de toplumların liderliğini üslenmek olarak edebi bir dille ifade edilmiş. Zira Tufandan önce varolan kavimlerin birçoğu Tufandan sonrada varlıklarını devam ettirmiştir. Arap tarihçi ve yazar Said bin El-Müseyyeb Nuh’un Ham, Sam ve Yafes adında üç oğlunun olduğunu ve bu oğullarının soylarından kavimler meydana geldiğini belirtir. Bunun yanında Nuh’un oğullarının soyundan gelenlerin isimleri de bu araştırmalarda ulaşılan önemli bilgilerdendir. Bu bilgiler bize hem Türk toplumunun hem de komşusu olan diğer toplumların nasıl kimliklerini kazandıklarına dair önemli ipuçları verecektir. 


Gılgamış Destanı, Hatti Kayıtları, Sümer Yazıtları, Tevrat, İncil ve Kur-an’ı Kerim’de elde edilen bilgiler ışığında ortaya çıkan bilgiler, Hz. Nuh’un çocuklarının ve  çocuklarından olan çocuklarının (Torunlarının) isimlerini şu şekilde tespit etmiştir ;

Hz. Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafes.

Ham’ın Oğulları ; Kuş, Mizraim, Put, Kenan.

Sam’ın Oğulları ; Elam, Asşur, Arpaçşad, Lud ve Aram.

Yafes’in Oğulları ; Türk, Gomer, Mogog, Madai, Javan, Tubal, Meşeç, Tiras. 


Hz. Nuh’un çocuk ve torunlarının isimleri mutlaka tanıdık gelecektir. Zira Türk kavmine olduğu gibi pek çok kavme isim babalığı yapan bu isimler, hem dünya medeniyetini yeniden inşa etmiş, hem temel kültürleri oluşturmuş hem de Dünyanın demografik temellerini atmıştır. Bu isimlerden en tanıdık gelenleri  Elam’ın başına geçtiği kavim Elamlılar olarak anılmış, Asşur’un başına geçtiği kavim Asurlular olarak anılmış, Aram’ın başına geçtiği kavim Aramiler olarak anılmış, Arpaçşad’ın başına geçtiği kavim Araplar olarak anılmış, Türk’ün başına geçtiği kavimde Türkler olarak günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. 


Aslında bu bilgi yakın zamanda ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıldır bilinen, Bozkır Türk’lerince efsane olarak babadan oğula anlatılan bir mitdir ve Selçuklu döneminde Anadolu ya giren Türkler içerisinde bile anlatıla gelmiştir. Öyle ki Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Atatürk tarafından kurulan Türk Tarih Kurumu da bu bilgiyi Halk dilinden kaleme almış ve gerçekliği üzerinde araştırmalar yaparak itibar etmiştir.  Bu bulgular ışığında Atatürk de Türk’lerin kökenini Nuh’un torunu Türk’e dayandırmıştır. Bunun yanında ilginçtir ki Bozkır efsanelerinde söz edilen unsurlara Arap efsanelerinde de rastlanmaktadır. Birbirleriyle ilk teması M.s. 8. Yüzyılda gerçekleşen Türkler ve Araplar, aynı efsaneyi bu ilk temastan yüzlerce yıl önce yazıya dökmüştü. Elbette literatür tarihçileri bu bilgiye efsane ve masal olarak bakmış, itibar etmeyerek ciddiye almamıştır. Oysaki yakın zamanda ortaya çıkartılan Sümer yazıtları, Hatti yazıtları, Gılgamış destanı, Arap tarihçilerinin araştırmaları, Etimolojik ve Arkeolojik bulgular her halükarda bu tezi desteklemekte ve gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır. 



Artık bugün, tarafgir nitelikleri açıkça ortaya çıkmış, yanlı tezleri birer birer çürütülmüş batılı politik tarihçilerin literatüre geçirdiği kusurlu ve yanıltıcı bilgilere itibar etmek yerine tarihsel bulguların ve kesinlik kazanmış delillerin bizi ulaştırdığı mantıkla ortaya çıkan ve bizzat Halkın Tarihiyle teyitlenen bu bilgiye itibar etmeli ve sahip çıkmalıyız. 

İlk Irklar ve İlk İnsanlar


Ä°lgili resim
Etnik unsurların ortaya çıkışı ve İlk Irklar. İnsan oğlunun genetik olarak ayrışması ve ilk ırkların ortaya çıkışı.
Tüm insanlık aynı soydan geliyorsa neden birbirimizden farklıyız? Bu soru kuşkusuz çoğu insanın zihninde belki yersiz ama cevabı merak edilen bir soru. İnsanoğlu, kökeninde tek bir tip insan topluluğundan türemişse fiziksel ve genetik olarak nasıl bu denli farklı ve çeşitli olabiliyorlar sorusunun yanıtlarını araştıracağız.

Dünya, milyonlarca yıl önce ortaya çıkan ilk canlı hücre ile canlıların yaşam alanı olmaya başladı. Aradan geçen milyonlarca yıl canlıların çeşitliliğini arttırdı ve o kutsal kıvılcım ile insanoğlu ortaya çıktı. Zaman içerisinde sayıları arttı, yaşadıkları coğrafyaya sığamadılar ve göç ettiler. Bu göç hareketleri ile dağınık coğrafyalarda kendilerine has kültürel ve genetik özellikler kazanarak kendi etnik varlıklarını ortaya çıkarttılar.


İlk İnsanlar (100.000 – 70.000 yıl önce)

İnceleyeceğimiz tarih süreci, günümüzden 100 bin yıl öncesine kadar geriye gidecek. Günümüz imkanlarıyla yapılan araştırmalar gösteriyor ki insanoğlunun ilk ataları günümüzden 100 bin yıl kadar önce ortaya çıktılar. Her ne kadar bilim dünyası, insanlığın kökenini 200 Binli yıllara kadar götürse de Cromagnon (Kromagnum) adını verdikleri canlıları insan olarak telafuz etmekten kaçınırlar. Bu nedenle bilimsel ihtilafa girmeden insanoğlunun günümüzden 100 Bin yıl önce yaşadığına dair kanıtlara itibar ederek bu tarihi 100 Bin yıl öncesi olarak düşünebiliriz. 

Sayıları birkaç bin olarak düşünülen bu küçük insan topluluklarının Afrikanın Güneyinde ortaya çıktığı kesinleşmiştir. Bu topluluk, 100 Bin yıl kadar önce Güney Afrika sahillerinde kendilerine yaşam alanı oluşturdular. Daha çok mağara ve oyuklarda küçük topluluklar halinde yaşayarak tabiatın imkanlarıyla varlıklarını uzun bir süre koruyabildiler. Bugünkü Afrika yerlilerinin ataları olan bu ilk insan topluluğu, zaman içerisinde çoğalarak göç etme ihtiyacı hissettiler. Binlerce yıl sürecek bu göç hareketleri, henüz tekerleğin bulunmadığı, hayvanların evcilleştirilmediği dönemin imkanlarıyla kısa ve küçük hamlelerle gerçekleşti. Bir bölümü Güney Afrikada kalan, diğer bölümü kuzeye doğru göç eden ilk insan topluluklarının göç yolları yine Afrika sahilleri olmuştur. Güney Afrika’nın doğusundan Kızıl Denize doğru uzanan göç yolculuğu günümüzden 70 Bin yıl öncesine kadar devam etti. Ancak bu göç yolculuğu Afrika’nın kuzeyinde sona erecektir. Zira henüz buzul çağının etkisinden kurtulamayan yerküre’nin Kuzey bölgeleri buzullarla kaplı olmasına rağmen Afrika’nın kuzeyinde çöl iklimi hakimdi. Kuzey Afrika’nın neredeyse tamamında etkili olan çöl iklimi ilk insan toplulukları için aşılması imkansız bir engel teşkil ediyordu. Daha fazla kuzeye ilerleyemeyen topluluklar için yeni bir yol alternatifi daha vardı. Arap yarımadası. 

Günümüzden 70 bin yıl önce buzul çağının etkisiyle sular daha sığ ve karasal sınırlar daha yakındı. Bugün Afrika ile Arap yarımadasını birbirinden ayıran Kızıl Deniz’in en yakın noktası Aden Körfezi ile Kızıldeniz’i ayıran darboğazdır. Günümüzde 30 kilometre uzaklıkta bulunan bu boğaz, şüphesiz buzul çağının etkili olduğu tarihlerde, suların daha sığ olması sebebiyle birbirlerine çok daha yakındı. Bu sığ boğazdan yürüyerek geçebilen ilk insan toplulukları artık yeni bir adaya ayak bastılar. İnsanoğlu için dönüm noktası da işte bu göç hareketidir.


İnsanoğlunun Yeryüzüne Yayılması

Güney Afrika’dan yola çıkan ilk insan topluluklarının bir kısmı Güney Afrika’da kaldı, diğer kısmı Göç yolculuğuna başlayarak Arap yarımadasına ulaştı. Günümüzden 70 Bin yıl önce başlayan bu yolculuk şüphesiz mutlu sonla bitti ve insanlık tarihi için yeni bir başlangıç oldu. Arap yarım adasına ayak basan topluluklar, yine güney sahillerini takip ederek Asya’ya ulaştılar. 

Dünya tarihi şunu açıkça kabul etmiştir ki ; Dünyanın ilk medeniyetleri ve kültürleri Asya’da ortaya çıkmıştır. Zira Afrika’dan sonraki ilk durak olan Asya, geniş bozkırları ve zengin tabiatıyla insanoğlu için muazzam bir yaşama imkanı sağlamıştır. 70 Bin li yıllarda Asya’ya ayak basan insanoğlu, 60 Binli yıllara gelindiğinde çoğalarak Asya bozkırlarında geniş insan kütleleri haline geldiler. Afrika’dan Arap yarım adasına, oradan da Asya’ya ulaşan insan kütleleri, Asya’dan Dünyanın tüm diğer kıtalarına da ulaşma şansı buldular. Böylelikle 70 Bin’li yıllarda başlayan güç hareketi 10-20 bin yıl içerisinde Dünyaya yayılarak günümüz insanlarının ilk atalarının ilk medeniyetleri kurmalarına ön ayak oldu. 

Günümüz teknolojilerinin sağladığı imkanlarla onbinlerce yıl önce gerçekleşen bu göç hareketlerinin izlerine ulaşabiliyoruz. Yapılan çalışmalar ortaya koymuştur ki Dünya toplulukları bulundukları coğrafya’ya Asya’dan göç etmiş ve Buzul Çağının etkisini kaybetmesi ve suların yükselmesiyle kıtalar göç hareketlerinden sonra ayrılmıştır. 


Etnik Farklılıkların Ortaya Çıkışı 

Onbinlerce yıllık serüveninin neticesinde bugün 72 ayrı etnik topluluk haline gelen insanoğlu, nasıl oldu  da farklı dil ve genetik yapıya sahip hale geldiler? İşte tamda bu sorunun yanıtına ulaşacağız.

Bahsettiğimiz üzere Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları günümüz insanlarına göre hem kültürel hem de sosyolojik açıdan çok daha ilkel durumdaydılar. Sayılarının az olması ve tabi imkanların kısıtlı olması sebebiyle hayatta kalma mücadelesinden yenilikler üretmeye imkan bulamamışlardı. Birbirleriyle anlaşmak için gırtlak sesleriyle konuşarak kısıtlı ifadeler kullanabilen bu ilk insan toplulukları bu özelliklerini Asya kıtasına ulaşana dek kayda değer şekilde geliştiremediler. 70 Bin yıl önce Asya’ya ayak basan ilk insan kütleleri halen gırtlak sesleriyle çok kısıtlı ifadeler kullanarak anlaşabiliyorlardı. Yeni kıtanın sunduğu geniş imkanlar ve buzul çağının etkisini giderek kaybetmesiyle ortaya çıkan verimli yaşam alanları bu insan kütlelerinin hızla çoğalmasına imkan sağladı. Sayıları hızla artan topluluklar, zengin tabiatın imkanlarından daha fazla faydalanmak için Göç yolculuklarına devam ettiler. Bulundukları alandan dünyanın dört tarafına rastgele gerçekleşen bu göç hareketleriyle insan toplulukları birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Mesafelerinde etkisiyle birbirlerinden kopan insan kütlelerinin, artan sayılarına paralel olarak ortaya çıkan “Anlaşma” ihtiyacı, lokal ifadelerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Gırtlak sesleriyle kısıtlı ifadelerden ibaret olan “İlk Ortak Dil”, yetersiz kaldığı için göç eden topluluklar birbirlerinden bağımsız olarak farklı ifadeler ile farklı telafuzlar ürettiler. Böylece ifadeler, bölgesel olarak lokalize oldu ve birbirlerine çok az benzeyen farklı diller ortaya çıktı. Farklı dillerin gelişimi, haliyle zaman içerisinde farklı dilleri konuşan insan topluluklarının birbirlerine yabancılaşmasına sebep oldu. 

Günümüzden 50 Bin yıl kadar öncesinde, yani Asya’ya ayak basıldıktan 20 bin yıl sonra İnsanoğlunun sayısı yüzbinlerle ifade edilebilir hale geldi. Geniş tabi imkanlar ve göçün kolaylaşmasıyla Dünya’ya yayılan insanoğlu lokalleşmeye ve farklı dilleri konuşan farklı topluluklar haline gelmeye başladılar.İşte bu ayrışma ve bölgesel kümeleşme, biyolojik etkenlerin tesir etmesine ve etkileşimlere zemin hazırlayacaktır.

İnsanoğlunun etnik ve genetik olarak ayrışmasının 40 Bin’binli yıllarda başladığı düşünülmektedir. 40 Bin yıl önce başlayan bölgesel kümeleşme ve dil farklılıkları, farklı bölgelerdeki insan sayılarının artmasıyla hız kazanmış ve M.s. 500’lü yıllara kadar devam etmiştir. İşte etnik kökenlerin araştırılmasında üzerinde durulması gereken süreç bu tarih aralıkları olacaktır.

Günümüzde insanoğlu siyan, beyaz, sarışın, kumral, koyu ve renkli gözlü gibi çok çeşitli ve muhtelif genetik nitelikler taşır. Tüm insanların atası kabul edilen Afrika’lı ilk insanların siyahi (Zenci) olduğu ve uzun süre bir arada yaşayan insanların tamamen birbirine benzemiş olması gerektiği düşünülürse bu değişim nasıl mümkün olabilir? Aslında sorunun yanıtı çok kolay. Radyoaktivite.


Biyoloji, tüm canlıların biyolojik yapısının atomlardan ve hücrelerden oluştuğuna işaret eder. Aynı bilim dalı, düşünme yeteneği olmayan hücrenin fiziksel dış etkenleri hafızasında tutamayacağını ve kendini programlayamayacağını ifade eder. Hücrenin ısıya maruz kalması durumunda ısıya alışmadığını, zarar görmesi halinde programlanmış olan yapısının değişmediğini kabul ediyoruz. Yani sürekli soğuğa maruz kalan bir hücre kendisini soğuk havaya göre programlamayacaktır. Süreli güneş ışığına maruz kalan bir tendeki hücreler kendilerini güneş ışınlarından koruyabilecek şekilde programlayamayacaktır. Peki hücre nasıl programlanır? Bu sorunun cevabı da çok kolay. DNA’lar. 

DNA’lar hücrenin yapı taşını oluştururlar ve canlının yapısındaki tüm algoritmik yapıyı programlarlar. Hücrelerin tecrübe ettikleri koşullar ve maruz kaldığı etkenler DNA’ların programını etkilemeyecektir ancak DNA yapısını etkileyecek çok daha büyük bir unsur vardır. Radyoaktivite, insanın genetiğini değiştirebilecek tek olgudur. Canlının bünyesine tesir edecek radyo aktif etkenler DNA yapı taşlarının programlanmasına doğrudan etki ederler. Bu gerçekliğe örnek olarak Atom bombalarını ve Nükleer faciaları gösterebiliriz. Yoğun radyoaktif etkiler, insanın DNA haritasındaki programa etki ederek canlıların genetik yapısını bozuyor ve DNA haritasına işlenen bozukluklar sonraki nesillere ulaşıyor. Şüphesiz bu bozulma menfi bir olgudur ancak hem kontrolsüz, hem suni hem de yoğun miktarda gerçekleşen bu radyoaktif tesirin, DNA’nın yapısına kontrollü ve dengeli bir etki göstermesi mümkün olması düşünülemez. 

Peki günümüzden 40 Bin yıl önce radyoaktif etkiler nasıl insanın DNA ve gen yapısını değiştirmiş olabilir?


Canlıların genetik yapısını değiştirebilen tek unsurun Radyoaktivite olduğunu düşünürsek İnsanoğlunun genetik yapısının değiştiren unsurun  radyoaktivite olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bu gerçeğe ulaştıktan sonra günümüzden onbinlerce yıl önce bu etkileşimin nasıl ortaya çıktığını bulabilmemiz için radyoaktivitenin ne olduğunu incelememiz gerekiyor. Radyo aktif maddeler, esas olarak bir maden yada materyal değildirler. Bu madde “Toprak” tan çok kısıtlı miktarlarda elde edilip zenginleştirildiklerinde kullanılabilir hale getirilebilmektedir. Yani canlının genetiğine tesir edebilecek tek unsur, zaten insanın hammaddesi olan topraktır. 

Buzul çağının etkisini kaybetmesi ve buzul kütlelerinin yağmurlarla yer yüzüne dağılmasıyla Dünya yoğun bir radyoaktif hareketliliğe sahne oldu. Yağan yoğun yağmurların etkisiyle toprak içerisindeki  radyoaktif unsurların canlılığa uzun yıllar boyunca ve istikrarla tesir etmesi ve bu tesirin farklı coğrafyalarda muhtelif şekillerde tezahür etmesiyle, yeryüzüne dağılmış olan ve birbirlerinden farklı dillerle ayrılmış olan insanların gen haritalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Ortaya çıkan ve onbinlerce yıl istikrarla devam eden radyoaktif tesir gen haritalarını etkilemiş ve DNA yapısı farklı miktarlarda ve unsurlarda etkilenen nesilleri ortaya çıkartmıştır. Bu etkileşimler coğrafi şartlara, yağmurların şiddetine ve topraktaki radyoaktivite miktarına bağlı olarak farlı etkiler göstererek kafatası ve kemik yapısını, ten renklerini, göz ve saç renklerini hatta karakteristik davranış şekillerini oluşturmuş ve dilleri farklı olan, farklı coğrafyalarda yaşayan toplumları genetik bakımdan da birbirlerinden farklı ve çeşitli hale getirmiştir. Onbinlerce yıl süren bu başkalaşım, Tarihin ilk temel etnik unsurlarını yani ilk ırkları ortaya çıkartmıştır.


İlk Irklar 

-70.000’lerde başlayıp -40.000 lere kadar devam eden yarı medeniyet döneminde insanoğlu, ayak bastığı Asya kıtasında çatışmasız, mütevazi bir hayat yaşadı. Irk adı verilen bir kavramın olmadığı, ülke adı verilen politik sınırların bulunmadığı, yeryüzü imkanlarının insanoğlu tarafından makul şekilde paylaşıldığı bu dönem insanoğlunun hem hızla çoğalmasına hem de buzul çağının etkisini yitirdiği tabiatlara ayak basmasına imkan sağladı. 

Artık Dünya, yüzbinlerce insanın yaşadığı bir mesken haline geldi. İnsanoğlu, faydalanabileceği tüm tabi kaynaklara göç yollarıyla ulaşıp buraları yurt edindiler. Birbirlerinden ayrı coğrafyada, ayrı diller geliştiren, ayrı yaşayış tarzları edinen insanlar buzul çağının etkisini yitirmesi dolayısıyla yoğun yağmurların topraktaki radyoaktif tesirleri ortaya çıkartmasıyla bu radyoaktif tesirlere maruz kalarak genetik olarak farklılaştılar. Bu başkalaşım, zaten farklı diller geliştirmiş ve anlamları farklı telafuzlarla konuşmaya başlamış olan insanları genetik olarak birbirlerinden ayırmaya başladı. Böylece tarihi ilk temel ırkları ortaya çıktı. 

Temelinde siyah tenli ve ince kemik yapılı olan insanlar, Asya’ya ayak bastıktan sonra diğer coğrafyalara göç edip, buranın yerlileri olarak radyoaktif tesirler sonucu bir bölümünün boyu kısalmış ve kemik yapıları kalınlaşmış, bir bölümünün tenleri daha yağlı, vücutları daha tıknaz hale gelmiştir. Bu ilk başkalaşımla genetik olarak ilk farklılaşan unsurlar ortaya çıkmıştır. Beyaz ve Sarı Irk.

Dünya artık genetik olarak üçe bölünmüş oldu. Afrika’dan başlayan göç hareketine katılmayarak genetik olarak en kadim halleriyle varlıklarını sürdüren Siyah ırk, Asya’dan kuzey kutup bölgelerine doğru ilerleyerek soğuk iklimde yaşamayı başarabilen Sarı Irk ve Asya’nın içlerini mesken edinerek buranın yerlisi olarak kalan Beyaz Irk.


Bu üç temel ırk, tahminlere ve göç haritalarındaki etkilere bakıldığı kadarıyla -30.000 li yıllarda net bir farklılık ve ayrışmışlık ortaya çıkmış olmalıdır. Bu unsurların ortaya çıkışı -40.000’den önce, -15.000’den sonra gerçekleşmiş olması mümkün görünmüyor. Zira insanoğlu -30.000’lerde resimler çizmeye başlamış ve çizdiği resimlerde savaşmalarını sembolize etmişlerdir. İlk toplumsal kavgaların  ortaya çıkışı, toplumların ayrışmaya ve dil, din, ırk gibi farklılıklar göstermeye başladıklarına işaret eder. 

-40.000’li yıllara gelindiğinde artık dünyada 3 büyük ırk teşekkül etmiştir. Güneyde ilk insanlar olan koyu tenli, ince kemikli, uzun kafataslı (Dolikosefal) ve kısıtlı tabiat koşullarıyla yetinen, sayıları çok fazla artış gösteremeyen Siyah Irk, Kuzeyde soğuk iklimlerde yaşayan Kısa-Orta boylu, yarı yuvarlak kafataslı (Mezosefal), kalın kemikli, buğday tenli, ince burunlu ve göz kapakları yatık (Çekik gözlü) Sarı Irk, Beyaz tenli, orta kemikli, yuvarlak kafalı (Brakisefal), muhtelif göz renklerine sahip (Mavi, Yeşil, Kahverengi, Ela, v.b.) Beyaz Irk. 


Irkların Oluşum Süreci ve 1. Derece “Esas” Irk’lar (Siyah Irk, Beyaz Irk, Sarı Irk) 

Yerkürenin “radyoaktif tesirleri” sonucu mutasyona uğrayan DNA’lar, insanoğlunun genetik yapısını bölgelere göre farklılıklar arz edecek şekilde ayrıştırdı ve farklılaştırdı. Bu farklılaşımın bölgesel ve sosyolojik ayrımlarla etkilenmesi sonucu genetik karmaşanın pastorize hale gelerek belirginleşmesi ile insanoğlu Siyah – Beyaz – Sarı olarak adlandırdığımız farklı genetik niteliklere sahip hale gelmesiyle fiziki ve genetik olarak birbirlerine daha az benzemeye başladılar. 


Kadim İnsanlar Siyah Irk

Siyah Irk, insanoğlunun ortaya çıktığı Güney Afrika’da kalan, göç etkinliklerine katılmamış ve buranın yerlisi olarak kalmış insan ırkıdır. Bu toplumun genetik olarak çok fazla değişmediği kabul edilir. Zira 2 Milyon Yıl önce başlayıp 100 bin yıl önce etkisini önemli ölçüde yitiren, 10 Bin yıl önce tamamen sona eren buzul çağından en az etkilenen bölge Afrika kıtasıdır. Bilindiği gibi buzul çağı Kuzey ve Güney kutbunda etkili olmuştur. Afrika ise her iki kutpada en uzak mesafede yani Kutupların arasında en uzak enlemde bulunur. Afrika’nın coğrafi olarak bu bölgelerden uzak mesafelerde olması, bunun yanında toprağındaki Radyum elementinin çok düşük miktarda olması insanoğlunun DNA yapısını doğrudan etkileyen radyoaktif tesirlerin etkisini düşük tutmuştur. Günümüze kadar çok az genetik değişimlere maruz kalan bu topluluk halen Afrika kıtasında varlıklarını devam ettirmektedir. 


Kuzey İnsanı Sarı Irk

Sarı Irk günümüzde çekik gözlü olarak tabir edilir. Afrika’dan Güney Arabistan’a başlayan ilk göç hareketine katılarak Asya’ya ulaşıp buradan Kuzey Bölgelerine yerleşmiş ve soğuk iklimde yaşayabilmenin imkanlarını bulmuşlardır. -70.000’lerde Asya’ya ayak basan ilk insan toplulukları, henüz ayak bastıkları yeni tabiata alışmaya başladığında dünyanın dört bir yanına göç hareketi başlatmışlardı. Bu göç hareketiyle kuzey bölgelerine yerleşen unsurlar zaman içerisinde lokalize olarak kendi dillerini ve kültürlerini geliştirdiler. Kuzey bölgelerindeki coğrafi yapı ve güneş ışınlarının açısı, dünyanın diğer bölgelerine nispeten çok daha farklı ve tesirli olmuştur. Bu tesirden önemli oranda etkilenen Kuzey İnsanları, zamanla kısalarak güçlü kemiklere sahip hale geldiler.  

Sarı Irk, ortaya çıkmasından onbinlerce yıl sonra ortaya çıkan diğer ırkların kökenini teşkil etmekle birlikte tam anlamıyla saf kalamamışlar ve yoğun insan popülasyonu yaşanan Asya’da genlerini miras bıraksalar da saf haliyle günümüze kadar ulaşamamıştır. 


Alp İnsanı Beyaz Irk

İlk insanların Asya’ya ayak basmalarından sonra yayılan göç hareketleriyle birlikte daha çok Asya’nın içlerinde kalan ve bu çok geniş tabiatta hızla çoğalarak yayılan Beyaz Irk, diğer ırkların içerisinde sayıca en kalabalık ve dil bakımından en zengin olanlarıdır. Buzul çağının en yoğun olduğu dönemde Asya’daki yoğun radyoaktif etkilerine maruz kalan Beyaz Irk, makul seviyelerdeki kemik yapısı, yuvarlak kafatası yapısı (Brakisefal), muhtelif göz renkleri (Bavi, Yeşil, Ela, v.b.) ve muhtelif saç renkleriyle diğer ırklardan bariz şekilde ayrılmıştır. Asya’nın zengin ve kolay tabiatında hızla çoğalarak yeryüzünün en kalabalık ırkı haline gelmiş ve günümüzdeki pek çok toplumun temelini teşkil etmiştir. 
Muhakkak ki Yeryüzünün en kalabalık ve kozmopolit bölgesi olan Asya’da saf kalmak mümkün olamamıştır. Günümüzdeki pek çok toplumun temelini teşkil etse de, genetik yapısı müstakil kalamamış ve karışımlar sonucunda günümüze orijinal DNA’larıyla ulaşamamıştır. 


Irkların Melezleşme Süreci ve 2. Derece “Melez” Irklar

100 Bin yıl önce ilk insanlar ortaya çıktı, 70 Bin yıl önce Asya’ya göç etti ve 40 Bin yıl önce ilk Irklar ortaya çıktı. İnsanoğlunun genetik olarak ayrışması ve çeşitlilik kazanmasından sonra ortaya çıkan “Birinci Derecede Irklar”, bir süre pastorize olarak varlıklarını sürdürmeye devam etseler de Aynı coğrafyayı paylaşan topluluklar zaman içerisinde birbirleriyle irtibat kurarak akrabalık bağları kurmaya başladılar.  Bu iletişim ve akrabalık bağları genetik çeşitliliği arttırarak yeni ırkların, yeni toplumların ve yeni dillerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. 

İlk insanların ortaya çıkması ve Asya’ya göç ederek birinci derecedeki Irkların ortaya çıkması (Siyah – Sarı – Beyaz) onbinlerce yıl sürdü. Tabi imkanların kısıtlı olması ve tekerlek, hayvan evcilleştirme, tarım gibi temel teknolojilerin henüz ortaya çıkmadığı tarih sürecinde toplumların yayılması, çoğalması ve çeşitlilik kazanması onbinlerce yılda ancak gerçekleşebilmişti.  En iyimser tahminlere göre ilk ırkların ortaya çıktığı tarihlerde Dünya üzerinde yaşayan insanların sayısı birkaçyüzbindir (-30.000’li yıllar). Bu yıllarda etnik olarak ayrılan insanoğlu, bir süre sonra iklimsel etkiler sebebiyle zorunlu göçler yapmak zorunda kaldılar. Bu zorunlu göç hareketi ikinci derecede ırkları ortaya çıkartmıştır. 

Tarihin ilk melez ırkları şu şekildedir ;

- Amerindler (-30.000)
- Mongoloidler (-17.000)
- Semitikler (-15.000)

İlk çağ başladığında (-10.000) Artık dünya 3 saf, 3 melez ırk vardır. 

Toplumsal karışımların ilk ortaya çıkarttığı ırklardan biri Amerind’ler olmuştur. -25.000 lerde Yoğun olarak Sarı Irk ve az miktarda Beyaz Irk Siyah Irk’ın karışımı ile Amerind’ler olarak isimlendirdiğimiz melez bir ırk ortaya çıktı. Bu ilk melez Irk’ın yine kuzey bölgelerinde varlıklarını sürdürdüğünü biliyoruz. Bu tarihlerde Kuzey Bölgelerinde buzul etkisi oldukça artmıştı ve Kuzey Amerika ile Kuzey Asya buzullar ile birbirlerine bağlı durumdaydılar. Zira Amerika ve Asya’yı birbirine bağlayan boğaz henüz ayrılmamıştı ve insanların zorlanarak da olsa geçebileceği iklim koşullarına sahipti. Ağırlıklı olarak Sarı Irk’ın genlerini taşıyan ve ilk melez ırk olan Amerind’ler, günümüzden 25.000 yıl önce Sibirya’dan Kuzey Amerika’ya bağlanan Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına ayak bastılar. Amerikalı yerlilerin ataları olan bu topluluk, bize tarihin derinliklerinden bugüne kadar bozulmadan ulaşan en saf ırk olma özelliğini taşıyor. Günümüzde halen genetik olarak karışmamış az sayıda da olsa Kızıl Derili (Amerind) bulunmaktadır. 


İlk melez Irk Amerind’lerin -30.000’lerde ortaya çıkmasından ve Amerika Kıtasına ayak basmasından sonra önemli bir iklimsel değişiklik meydana geldi. Zaman zaman şiddeti artan, zaman zaman azalan buzul iklimi, -20.000 den sonra yoğun şekilde soğumaya ve etkisini arttırmaya başladı. Nihayet -18.000 yılında Zirve noktasına ulaştı ve Yerküre uzun süredir tanık olmadığı bir iklimsel soğumayla karşı karşıya kaldı. Kuzey ve Güney kutbu yoğun buz kütleleriyle kaplandı. Deniz seviyesi yaklaşık 130 Metre aşağı çekildi. Kuzey bölgelerindeki sıcaklık -70 derecelere kadar düştü. Yaşanması imkansız iklim koşullarının etkisiyle Kuzey bölgesindeki insan toplulukları Güney’e, Asya bozkırlarına doğru göç etmek mecburiyetinde kaldılar. Bu zorunlu göç hareketi, Tarihin en yoğun etnik karışımlarını ortaya çıkarttı. -25.000’deki buzul çağından önce Dünyanın farklı coğrafyalarına yerleşerek buralarda oluşan Genetik ve Kültürel farklılıklar -18.000 ‘lerdeki zorunlu göç hareketleriyle bir keşmekeşi ve genetik karışımı ortaya çıkartılar. 

70 bin yıl önce Afrika’dan göçen İlk insanlar, ayak bastıkları ve çoğalarak dağıldıkları Asya kıtasında tekrar bir araya geldiler. Kuzey’deki Sarı Irk, Asya içlerindeki Beyaz Irk ve Afrika ile kısmen Arap Yarımadasında varlıklarını sürdüren Siyah Irk, birbirleriyle karşılaşarak yeni akrabalık bağları kurmaya başladılar. Bu akrabalık bağları, kuşkusuz ki düzenli ve planlı olmamıştır. Ortaya çıkan keşmekeş, var olabilme mücadelesi ve iklimsel şartlar, çok sayıda insan topluluklarının bir araya gelmesine ve bir araya getirdikleri genetik, kültürel ve inanç değerlerini de yoğurarak yeni Irkların, yeni kültürlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. 


Bu keşmekeşin ilk meyvesi Mongoloidler oldu. Kuzeyden inen Sarı Irk, daha önce bir bölümü Kuzey’den, Bering boğazından Amerika’ya geçen, bir bölümü Asya’da kalan Amerindler ve az miktarda da olsa İç Asya’da yerleşik olarak yaşayan Beyaz Irk’ın oluşturduğu ilk ve yoğun akrabalık ilişkisi neticesinde Mongol Irkı ortaya çıktı (-17.000). Kuzeyden ilk inen Amerind’ler’in bir bölümü Karışmadan varlıklarını sürdürdülersede  diğer bir bölümü Asya’nın doğusuna doğru göç hareketi başlatıp önce Beyaz Irk’la az miktarda karışarak, sonrasında yine Kuzey bölgesinden aşağı göç hareketi başlatan Sarı Irk ile yoğun karışım içine girdiler. -18.000’de başlayan bu karışım, yaklaşık Bin yıl içerisinde lokalize olarak yeni bir Melez Irk’ın ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Bugün Asya’nın kadim sahiplerinden biri olan Mongol Irkı, zaman içerisinde kendi dillerini geliştirmiş ve müstakil bir Melez Irk haline gelmiş oldular. 

Amerindler ve Mongoloidlerden sonra yeni bir Irk daha ortaya çıktı. “Semitikler”. Kuzeydeki toplumsal karışım ve birbirlerinden genetik olarak ayrılan İnsan topluluklarının bir araya gelmesi ile yeni Akrabalık bağlarının oluşması, Kuzey’de olduğu gibi Güney’de de benzer şekilde tezahür etti. Buzul çağından etkilenen Kuzey Kutbu, İç Asya’nın kuzey bölgelerinde iklimsel soğumaya yol açmıştı. -18.000 lere kadar sıcak bir iklime sahip olan Kuzey İç Asya, iklimlerin soğumasıyla bu bölgede yaşayan toplumların daha sıcak olan Güney bölgelerine göç etme ihtiyacını ortaya çıkarttı. Kutup bölgelerine yakın yaşayan Amerinler ve Sarı Irk İç Asya’nın Kuzey bölgelerine doğru, İç Asya’nın Kuzey Bölgelerinde yaşayan Beyaz Irk ise daha sıcak olan Güney bölgelerine doğru göç hareketi başlattılar. Güney bölgelerinde ağırlıklı olarak -70.000’lerde Afrika Kıtasından Arabistan yarımadasına göç eden, ilk göç hareketinden beri bu bölgede yaşayan Siyah Irk mensubu bir topluluk bulunuyordu. Arap Yarımadasının güneyinde, Aden körfezi civarında bulunan bu topluluk, -70.000 den bu yana bu bölgede yerleşik bulunuyorlardı. -18.000’lerdeki sert iklim değişikliği, başlayan göç hareketi neticesinde güney bölgelerine göç eden Beyaz Irk’tan Arap Yarımadasına kadar ulaşanlar burada Siyah Irk ile akrabalık bağı oluşturdular. -18.000’lerde başlayan göç hareketlerinin Arap yarımadasına ulaşması ve bu bölgedeki toplumlarla karışması süreci takriben -15.000’lerde tamamlandı. Bu akrabalık bağı, tarihin sonraki etaplarında “Semitik kavimler” olarak adlandırılan toplulukların ataları olmuşlardır. 


İlk insanların 100 Bin yıl önce Güney Afrika’da başlayan  serüveni Buzul Çağlarının yoğun tesiri ve tabi imkanların yetersizliğine rağmen onbinlerce yıl devam etti. -10.000’li yıllara gelindiğinde artık çok şey değişmiştir. Asya’ya yayılan İnsan toplulukları genetik olarak birbirinden farklı özelliklere sahip Irk’lar haline gelmişler, ayrı dilleri konuşan ayrı toplumlar oluşturmuşlardı. Üstelik İnsanoğlunun çoğalmasını ve teknik kabiliyetler kazanabilecek seviyeye ulaşmasını engelleyen en önemli unsur olan Buzul Çağı -10.000’lerde tamamen sona ermişti. Artık yeryüzü İnsanoğlu için daha yaşanabilir bir tabiata sahiptir. Bu tarihten sonra İnsanoğlu hızla çoğalarak araç gereçler üretmeye, resim çizmeye, düşündüklerini ifade etmeye ve medeniyetler kurmaya başladılar. Önce Siyah, Sarı ve Beyaz olarak 1. Derecede 3 farklı Irk ortaya çıkmış, bu Irkların karışımıyla 2. Derecede Melez Irklar olan Amerindler, Mongoloidler ve Semitikler oluşmuştu. Şimdi toplumların medenileşmesiyle 3. Derecede Türemiş Irklar ortaya çıkmaya başlayacaktır. 

Tarih -10.000 ile -5.000 yılları arasındaki döneme Taş Çağı adını verir. Bu çağda İnsanlar Taş ve Toprağı daha iyi kullanarak avlanma aletlerini üretmiş, Ateşi daha iyi kullanarak toprak kap ve çanaklarda yiyeceklerini pişirmeye başlamış, toplumsal değerler ve töreler edinmiştir. Yaşamın Paleotik çağa göre (-100.000 ile -10.000 arası) daha kolay idame edilebilir olması, araç ve gereçlerin kullanılarak temel ihtiyaçların daha hızlı edinilebilmesiyle insanoğlu hızla çoğalmıştır. Öyle ki -10.000’den önce 1 Milyon civarında olduğu düşünülen İnsan nüfusu, --8.000 li yıllarda 5 Milyona ulaşmıştır. Bu yoğun nüfus artışı ile yeni türeyen nesiller birbirlerine daha hızlı karışmaya, bulundukları coğrafyalarda sıkışmalarına, göç hareketleriyle yoğun akrabalık bağlarının kurulmalarına başlamıştır. Bu akrabalık bağları neticesinde ortaya çıkan 3. Derecede “Türemiş” Irklar ortaya çıkmış oldular. 

10.000 den sonra Irkların ortaya çıkışları, türlerine göre şöyle kategorize edilebilir ;

- 3. Derecede Türemiş Irklar (Taş ve Maden Çağı “10.000 ile -4.000 arası”)
- 4. Derecede Türemiş Irklar (İlk Çağın Başları “4.000 ile -1.000 arası”)
- 5. Derecede Türemiş Irklar (İlk Çağın Sonları “1.000 ile M.s. 400 arası”) 
- Suni Irklar (Orta Çağ Başları “m.s. 400’den sonra”)
Artık yerküre, Buzul Çağının etkisini yitirmesi ve Yağmur miktarlarının dengeye kavuşmasıyla birlikte Paleotik dönemdeki kadar yoğun Radyoaktivitelere sahne olmayacak, Taş Çağından itibaren tesiri önemli ölçüde düşen Radyoaktivite, artık genetik ayrışımlarda baş rolü oynamayacaktır. 3. Derece’den sonra daha çok 2. Derecede Melez Irklardan oluşan toplulukların hızla çoğalması ve çoğalan toplumların birbirleri ile kurdukları akrabalık bağları neticesinde Türeyerek ortaya çıkacaklardır. 3. Derecede Türemiş Irklar, medeniyetin ilk oluşmaya başladığı dönemlerde 2. Derecede “Melez” Irklardan türeyen, sayılarının onlarca olduğu kabul edilen ve birçoğu 4. Derecede ki Türemiş ırkların arasında karışarak tarihten silinen toplum ve medeniyetler olarak karşımıza çıkar. Bu Irklardan bazıları ; Laponlar, Mısırlılar, Turanlılar, Moğollar, Aborjinler dir. 


4. Derecede Türemiş Irklar, yazının bulunması, medeniyetler ve krallıkların ortaya çıkması, toplumların bölgesel güçler haline gelerek sınırlarını çizmesi ve ilk politik dengelerin oluşmasıyla kimi zaman medeniyetlerin bölünmesi, kimi zaman bölgesel akrabalık bağlarıyla ortaya çıkmış ve sayılarının onlarca olduğu kabul edilen “Türemiş” ırklar olarak karşımıza çıkar. Genetik karışımlar ve toplumsal akrabalık bağlarıyla ortaya çıkan bu Irklar, zamanla kendi kültürel değerlerini oluşturarak ayrı birer millet haline gelerek Irk niteliği taşımaya başlamışlardır. 4. Derecedeki Türemiş Irklar, 3. Derecedeki Türemiş Irklardan sayıca çok daha fazla ve çeşitlidir. Günümüzdeki pek çok halkın ataları olan bu Irklar, sonraki dönemlerde yoğunlukla 5. Derecede Türemiş Irk’larla karışmış ve kaybolmuş olsalar da Kültür, Dil, Dini inanış ve Töreleri ile anılmaya ve itibar edilmeye devam edilmektedir. Dördüncü Tür Irklardan başlıcaları Araplar, Museviler, Hintler, Sasaniler (İran), Türkler, Cermenler, Çinliler, Angluslar (İngilizler), Grekler (Romalılar).


5. Derecede Türemiş Irklar, etnik ve genetik kökenlerinin sadeleştiği, bölgesel unsurlar olarak kabul edilen ve keşmekeş olmaktan çıkarak kendisini koruyan, bunun yanında milliyet hissi ile hareket eden toplumların ortaya çıkmasıyla oluşmuştur. Bu toplumlar, tarihin sonraki dönemlerinde de kimliklerini muhafaza etmiş ve çoğu günümüze kadar etnik, kültürel ve genetik yapılarını muhafaza etmişlerdir. Günümüzde varlıklarını sürdüren devletlerin yaklaşık üçte biri bu dönemde varolmuştur. 

Suni Irklar, tarihin genetik ve etnik çalkantılarının içerisinde ortaya çıkmış ırklardan ayrı olarak, bölgesel otoriteler ve yönetimlere bölünerek daha çok sosyopolitik etkilerle ortaya çıkmış, kültürel birliktelik etrafında kimliklerini kazanmış toplumlardır. Bu toplumlara örnek olarak A.B.D., Fransa, Arnavutluk, Güney Amerika Ülkeleri, Doğu Avrupa Ülkeleri, İtalyanlar, v.b. 4. Y.Y.’dan sonra ortaya çıkan toplumlar düşünülebilir.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)