bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


11 Ağustos 2016 Perşembe

İlk Irklar ve İlk İnsanlar


Ä°lgili resim
Etnik unsurların ortaya çıkışı ve İlk Irklar. İnsan oğlunun genetik olarak ayrışması ve ilk ırkların ortaya çıkışı.
Tüm insanlık aynı soydan geliyorsa neden birbirimizden farklıyız? Bu soru kuşkusuz çoğu insanın zihninde belki yersiz ama cevabı merak edilen bir soru. İnsanoğlu, kökeninde tek bir tip insan topluluğundan türemişse fiziksel ve genetik olarak nasıl bu denli farklı ve çeşitli olabiliyorlar sorusunun yanıtlarını araştıracağız.

Dünya, milyonlarca yıl önce ortaya çıkan ilk canlı hücre ile canlıların yaşam alanı olmaya başladı. Aradan geçen milyonlarca yıl canlıların çeşitliliğini arttırdı ve o kutsal kıvılcım ile insanoğlu ortaya çıktı. Zaman içerisinde sayıları arttı, yaşadıkları coğrafyaya sığamadılar ve göç ettiler. Bu göç hareketleri ile dağınık coğrafyalarda kendilerine has kültürel ve genetik özellikler kazanarak kendi etnik varlıklarını ortaya çıkarttılar.


İlk İnsanlar (100.000 – 70.000 yıl önce)

İnceleyeceğimiz tarih süreci, günümüzden 100 bin yıl öncesine kadar geriye gidecek. Günümüz imkanlarıyla yapılan araştırmalar gösteriyor ki insanoğlunun ilk ataları günümüzden 100 bin yıl kadar önce ortaya çıktılar. Her ne kadar bilim dünyası, insanlığın kökenini 200 Binli yıllara kadar götürse de Cromagnon (Kromagnum) adını verdikleri canlıları insan olarak telafuz etmekten kaçınırlar. Bu nedenle bilimsel ihtilafa girmeden insanoğlunun günümüzden 100 Bin yıl önce yaşadığına dair kanıtlara itibar ederek bu tarihi 100 Bin yıl öncesi olarak düşünebiliriz. 

Sayıları birkaç bin olarak düşünülen bu küçük insan topluluklarının Afrikanın Güneyinde ortaya çıktığı kesinleşmiştir. Bu topluluk, 100 Bin yıl kadar önce Güney Afrika sahillerinde kendilerine yaşam alanı oluşturdular. Daha çok mağara ve oyuklarda küçük topluluklar halinde yaşayarak tabiatın imkanlarıyla varlıklarını uzun bir süre koruyabildiler. Bugünkü Afrika yerlilerinin ataları olan bu ilk insan topluluğu, zaman içerisinde çoğalarak göç etme ihtiyacı hissettiler. Binlerce yıl sürecek bu göç hareketleri, henüz tekerleğin bulunmadığı, hayvanların evcilleştirilmediği dönemin imkanlarıyla kısa ve küçük hamlelerle gerçekleşti. Bir bölümü Güney Afrikada kalan, diğer bölümü kuzeye doğru göç eden ilk insan topluluklarının göç yolları yine Afrika sahilleri olmuştur. Güney Afrika’nın doğusundan Kızıl Denize doğru uzanan göç yolculuğu günümüzden 70 Bin yıl öncesine kadar devam etti. Ancak bu göç yolculuğu Afrika’nın kuzeyinde sona erecektir. Zira henüz buzul çağının etkisinden kurtulamayan yerküre’nin Kuzey bölgeleri buzullarla kaplı olmasına rağmen Afrika’nın kuzeyinde çöl iklimi hakimdi. Kuzey Afrika’nın neredeyse tamamında etkili olan çöl iklimi ilk insan toplulukları için aşılması imkansız bir engel teşkil ediyordu. Daha fazla kuzeye ilerleyemeyen topluluklar için yeni bir yol alternatifi daha vardı. Arap yarımadası. 

Günümüzden 70 bin yıl önce buzul çağının etkisiyle sular daha sığ ve karasal sınırlar daha yakındı. Bugün Afrika ile Arap yarımadasını birbirinden ayıran Kızıl Deniz’in en yakın noktası Aden Körfezi ile Kızıldeniz’i ayıran darboğazdır. Günümüzde 30 kilometre uzaklıkta bulunan bu boğaz, şüphesiz buzul çağının etkili olduğu tarihlerde, suların daha sığ olması sebebiyle birbirlerine çok daha yakındı. Bu sığ boğazdan yürüyerek geçebilen ilk insan toplulukları artık yeni bir adaya ayak bastılar. İnsanoğlu için dönüm noktası da işte bu göç hareketidir.


İnsanoğlunun Yeryüzüne Yayılması

Güney Afrika’dan yola çıkan ilk insan topluluklarının bir kısmı Güney Afrika’da kaldı, diğer kısmı Göç yolculuğuna başlayarak Arap yarımadasına ulaştı. Günümüzden 70 Bin yıl önce başlayan bu yolculuk şüphesiz mutlu sonla bitti ve insanlık tarihi için yeni bir başlangıç oldu. Arap yarım adasına ayak basan topluluklar, yine güney sahillerini takip ederek Asya’ya ulaştılar. 

Dünya tarihi şunu açıkça kabul etmiştir ki ; Dünyanın ilk medeniyetleri ve kültürleri Asya’da ortaya çıkmıştır. Zira Afrika’dan sonraki ilk durak olan Asya, geniş bozkırları ve zengin tabiatıyla insanoğlu için muazzam bir yaşama imkanı sağlamıştır. 70 Bin li yıllarda Asya’ya ayak basan insanoğlu, 60 Binli yıllara gelindiğinde çoğalarak Asya bozkırlarında geniş insan kütleleri haline geldiler. Afrika’dan Arap yarım adasına, oradan da Asya’ya ulaşan insan kütleleri, Asya’dan Dünyanın tüm diğer kıtalarına da ulaşma şansı buldular. Böylelikle 70 Bin’li yıllarda başlayan güç hareketi 10-20 bin yıl içerisinde Dünyaya yayılarak günümüz insanlarının ilk atalarının ilk medeniyetleri kurmalarına ön ayak oldu. 

Günümüz teknolojilerinin sağladığı imkanlarla onbinlerce yıl önce gerçekleşen bu göç hareketlerinin izlerine ulaşabiliyoruz. Yapılan çalışmalar ortaya koymuştur ki Dünya toplulukları bulundukları coğrafya’ya Asya’dan göç etmiş ve Buzul Çağının etkisini kaybetmesi ve suların yükselmesiyle kıtalar göç hareketlerinden sonra ayrılmıştır. 


Etnik Farklılıkların Ortaya Çıkışı 

Onbinlerce yıllık serüveninin neticesinde bugün 72 ayrı etnik topluluk haline gelen insanoğlu, nasıl oldu  da farklı dil ve genetik yapıya sahip hale geldiler? İşte tamda bu sorunun yanıtına ulaşacağız.

Bahsettiğimiz üzere Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları günümüz insanlarına göre hem kültürel hem de sosyolojik açıdan çok daha ilkel durumdaydılar. Sayılarının az olması ve tabi imkanların kısıtlı olması sebebiyle hayatta kalma mücadelesinden yenilikler üretmeye imkan bulamamışlardı. Birbirleriyle anlaşmak için gırtlak sesleriyle konuşarak kısıtlı ifadeler kullanabilen bu ilk insan toplulukları bu özelliklerini Asya kıtasına ulaşana dek kayda değer şekilde geliştiremediler. 70 Bin yıl önce Asya’ya ayak basan ilk insan kütleleri halen gırtlak sesleriyle çok kısıtlı ifadeler kullanarak anlaşabiliyorlardı. Yeni kıtanın sunduğu geniş imkanlar ve buzul çağının etkisini giderek kaybetmesiyle ortaya çıkan verimli yaşam alanları bu insan kütlelerinin hızla çoğalmasına imkan sağladı. Sayıları hızla artan topluluklar, zengin tabiatın imkanlarından daha fazla faydalanmak için Göç yolculuklarına devam ettiler. Bulundukları alandan dünyanın dört tarafına rastgele gerçekleşen bu göç hareketleriyle insan toplulukları birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Mesafelerinde etkisiyle birbirlerinden kopan insan kütlelerinin, artan sayılarına paralel olarak ortaya çıkan “Anlaşma” ihtiyacı, lokal ifadelerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Gırtlak sesleriyle kısıtlı ifadelerden ibaret olan “İlk Ortak Dil”, yetersiz kaldığı için göç eden topluluklar birbirlerinden bağımsız olarak farklı ifadeler ile farklı telafuzlar ürettiler. Böylece ifadeler, bölgesel olarak lokalize oldu ve birbirlerine çok az benzeyen farklı diller ortaya çıktı. Farklı dillerin gelişimi, haliyle zaman içerisinde farklı dilleri konuşan insan topluluklarının birbirlerine yabancılaşmasına sebep oldu. 

Günümüzden 50 Bin yıl kadar öncesinde, yani Asya’ya ayak basıldıktan 20 bin yıl sonra İnsanoğlunun sayısı yüzbinlerle ifade edilebilir hale geldi. Geniş tabi imkanlar ve göçün kolaylaşmasıyla Dünya’ya yayılan insanoğlu lokalleşmeye ve farklı dilleri konuşan farklı topluluklar haline gelmeye başladılar.İşte bu ayrışma ve bölgesel kümeleşme, biyolojik etkenlerin tesir etmesine ve etkileşimlere zemin hazırlayacaktır.

İnsanoğlunun etnik ve genetik olarak ayrışmasının 40 Bin’binli yıllarda başladığı düşünülmektedir. 40 Bin yıl önce başlayan bölgesel kümeleşme ve dil farklılıkları, farklı bölgelerdeki insan sayılarının artmasıyla hız kazanmış ve M.s. 500’lü yıllara kadar devam etmiştir. İşte etnik kökenlerin araştırılmasında üzerinde durulması gereken süreç bu tarih aralıkları olacaktır.

Günümüzde insanoğlu siyan, beyaz, sarışın, kumral, koyu ve renkli gözlü gibi çok çeşitli ve muhtelif genetik nitelikler taşır. Tüm insanların atası kabul edilen Afrika’lı ilk insanların siyahi (Zenci) olduğu ve uzun süre bir arada yaşayan insanların tamamen birbirine benzemiş olması gerektiği düşünülürse bu değişim nasıl mümkün olabilir? Aslında sorunun yanıtı çok kolay. Radyoaktivite.


Biyoloji, tüm canlıların biyolojik yapısının atomlardan ve hücrelerden oluştuğuna işaret eder. Aynı bilim dalı, düşünme yeteneği olmayan hücrenin fiziksel dış etkenleri hafızasında tutamayacağını ve kendini programlayamayacağını ifade eder. Hücrenin ısıya maruz kalması durumunda ısıya alışmadığını, zarar görmesi halinde programlanmış olan yapısının değişmediğini kabul ediyoruz. Yani sürekli soğuğa maruz kalan bir hücre kendisini soğuk havaya göre programlamayacaktır. Süreli güneş ışığına maruz kalan bir tendeki hücreler kendilerini güneş ışınlarından koruyabilecek şekilde programlayamayacaktır. Peki hücre nasıl programlanır? Bu sorunun cevabı da çok kolay. DNA’lar. 

DNA’lar hücrenin yapı taşını oluştururlar ve canlının yapısındaki tüm algoritmik yapıyı programlarlar. Hücrelerin tecrübe ettikleri koşullar ve maruz kaldığı etkenler DNA’ların programını etkilemeyecektir ancak DNA yapısını etkileyecek çok daha büyük bir unsur vardır. Radyoaktivite, insanın genetiğini değiştirebilecek tek olgudur. Canlının bünyesine tesir edecek radyo aktif etkenler DNA yapı taşlarının programlanmasına doğrudan etki ederler. Bu gerçekliğe örnek olarak Atom bombalarını ve Nükleer faciaları gösterebiliriz. Yoğun radyoaktif etkiler, insanın DNA haritasındaki programa etki ederek canlıların genetik yapısını bozuyor ve DNA haritasına işlenen bozukluklar sonraki nesillere ulaşıyor. Şüphesiz bu bozulma menfi bir olgudur ancak hem kontrolsüz, hem suni hem de yoğun miktarda gerçekleşen bu radyoaktif tesirin, DNA’nın yapısına kontrollü ve dengeli bir etki göstermesi mümkün olması düşünülemez. 

Peki günümüzden 40 Bin yıl önce radyoaktif etkiler nasıl insanın DNA ve gen yapısını değiştirmiş olabilir?


Canlıların genetik yapısını değiştirebilen tek unsurun Radyoaktivite olduğunu düşünürsek İnsanoğlunun genetik yapısının değiştiren unsurun  radyoaktivite olduğunu kabul ediyoruz demektir. Bu gerçeğe ulaştıktan sonra günümüzden onbinlerce yıl önce bu etkileşimin nasıl ortaya çıktığını bulabilmemiz için radyoaktivitenin ne olduğunu incelememiz gerekiyor. Radyo aktif maddeler, esas olarak bir maden yada materyal değildirler. Bu madde “Toprak” tan çok kısıtlı miktarlarda elde edilip zenginleştirildiklerinde kullanılabilir hale getirilebilmektedir. Yani canlının genetiğine tesir edebilecek tek unsur, zaten insanın hammaddesi olan topraktır. 

Buzul çağının etkisini kaybetmesi ve buzul kütlelerinin yağmurlarla yer yüzüne dağılmasıyla Dünya yoğun bir radyoaktif hareketliliğe sahne oldu. Yağan yoğun yağmurların etkisiyle toprak içerisindeki  radyoaktif unsurların canlılığa uzun yıllar boyunca ve istikrarla tesir etmesi ve bu tesirin farklı coğrafyalarda muhtelif şekillerde tezahür etmesiyle, yeryüzüne dağılmış olan ve birbirlerinden farklı dillerle ayrılmış olan insanların gen haritalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Ortaya çıkan ve onbinlerce yıl istikrarla devam eden radyoaktif tesir gen haritalarını etkilemiş ve DNA yapısı farklı miktarlarda ve unsurlarda etkilenen nesilleri ortaya çıkartmıştır. Bu etkileşimler coğrafi şartlara, yağmurların şiddetine ve topraktaki radyoaktivite miktarına bağlı olarak farlı etkiler göstererek kafatası ve kemik yapısını, ten renklerini, göz ve saç renklerini hatta karakteristik davranış şekillerini oluşturmuş ve dilleri farklı olan, farklı coğrafyalarda yaşayan toplumları genetik bakımdan da birbirlerinden farklı ve çeşitli hale getirmiştir. Onbinlerce yıl süren bu başkalaşım, Tarihin ilk temel etnik unsurlarını yani ilk ırkları ortaya çıkartmıştır.


İlk Irklar 

-70.000’lerde başlayıp -40.000 lere kadar devam eden yarı medeniyet döneminde insanoğlu, ayak bastığı Asya kıtasında çatışmasız, mütevazi bir hayat yaşadı. Irk adı verilen bir kavramın olmadığı, ülke adı verilen politik sınırların bulunmadığı, yeryüzü imkanlarının insanoğlu tarafından makul şekilde paylaşıldığı bu dönem insanoğlunun hem hızla çoğalmasına hem de buzul çağının etkisini yitirdiği tabiatlara ayak basmasına imkan sağladı. 

Artık Dünya, yüzbinlerce insanın yaşadığı bir mesken haline geldi. İnsanoğlu, faydalanabileceği tüm tabi kaynaklara göç yollarıyla ulaşıp buraları yurt edindiler. Birbirlerinden ayrı coğrafyada, ayrı diller geliştiren, ayrı yaşayış tarzları edinen insanlar buzul çağının etkisini yitirmesi dolayısıyla yoğun yağmurların topraktaki radyoaktif tesirleri ortaya çıkartmasıyla bu radyoaktif tesirlere maruz kalarak genetik olarak farklılaştılar. Bu başkalaşım, zaten farklı diller geliştirmiş ve anlamları farklı telafuzlarla konuşmaya başlamış olan insanları genetik olarak birbirlerinden ayırmaya başladı. Böylece tarihi ilk temel ırkları ortaya çıktı. 

Temelinde siyah tenli ve ince kemik yapılı olan insanlar, Asya’ya ayak bastıktan sonra diğer coğrafyalara göç edip, buranın yerlileri olarak radyoaktif tesirler sonucu bir bölümünün boyu kısalmış ve kemik yapıları kalınlaşmış, bir bölümünün tenleri daha yağlı, vücutları daha tıknaz hale gelmiştir. Bu ilk başkalaşımla genetik olarak ilk farklılaşan unsurlar ortaya çıkmıştır. Beyaz ve Sarı Irk.

Dünya artık genetik olarak üçe bölünmüş oldu. Afrika’dan başlayan göç hareketine katılmayarak genetik olarak en kadim halleriyle varlıklarını sürdüren Siyah ırk, Asya’dan kuzey kutup bölgelerine doğru ilerleyerek soğuk iklimde yaşamayı başarabilen Sarı Irk ve Asya’nın içlerini mesken edinerek buranın yerlisi olarak kalan Beyaz Irk.


Bu üç temel ırk, tahminlere ve göç haritalarındaki etkilere bakıldığı kadarıyla -30.000 li yıllarda net bir farklılık ve ayrışmışlık ortaya çıkmış olmalıdır. Bu unsurların ortaya çıkışı -40.000’den önce, -15.000’den sonra gerçekleşmiş olması mümkün görünmüyor. Zira insanoğlu -30.000’lerde resimler çizmeye başlamış ve çizdiği resimlerde savaşmalarını sembolize etmişlerdir. İlk toplumsal kavgaların  ortaya çıkışı, toplumların ayrışmaya ve dil, din, ırk gibi farklılıklar göstermeye başladıklarına işaret eder. 

-40.000’li yıllara gelindiğinde artık dünyada 3 büyük ırk teşekkül etmiştir. Güneyde ilk insanlar olan koyu tenli, ince kemikli, uzun kafataslı (Dolikosefal) ve kısıtlı tabiat koşullarıyla yetinen, sayıları çok fazla artış gösteremeyen Siyah Irk, Kuzeyde soğuk iklimlerde yaşayan Kısa-Orta boylu, yarı yuvarlak kafataslı (Mezosefal), kalın kemikli, buğday tenli, ince burunlu ve göz kapakları yatık (Çekik gözlü) Sarı Irk, Beyaz tenli, orta kemikli, yuvarlak kafalı (Brakisefal), muhtelif göz renklerine sahip (Mavi, Yeşil, Kahverengi, Ela, v.b.) Beyaz Irk. 


Irkların Oluşum Süreci ve 1. Derece “Esas” Irk’lar (Siyah Irk, Beyaz Irk, Sarı Irk) 

Yerkürenin “radyoaktif tesirleri” sonucu mutasyona uğrayan DNA’lar, insanoğlunun genetik yapısını bölgelere göre farklılıklar arz edecek şekilde ayrıştırdı ve farklılaştırdı. Bu farklılaşımın bölgesel ve sosyolojik ayrımlarla etkilenmesi sonucu genetik karmaşanın pastorize hale gelerek belirginleşmesi ile insanoğlu Siyah – Beyaz – Sarı olarak adlandırdığımız farklı genetik niteliklere sahip hale gelmesiyle fiziki ve genetik olarak birbirlerine daha az benzemeye başladılar. 


Kadim İnsanlar Siyah Irk

Siyah Irk, insanoğlunun ortaya çıktığı Güney Afrika’da kalan, göç etkinliklerine katılmamış ve buranın yerlisi olarak kalmış insan ırkıdır. Bu toplumun genetik olarak çok fazla değişmediği kabul edilir. Zira 2 Milyon Yıl önce başlayıp 100 bin yıl önce etkisini önemli ölçüde yitiren, 10 Bin yıl önce tamamen sona eren buzul çağından en az etkilenen bölge Afrika kıtasıdır. Bilindiği gibi buzul çağı Kuzey ve Güney kutbunda etkili olmuştur. Afrika ise her iki kutpada en uzak mesafede yani Kutupların arasında en uzak enlemde bulunur. Afrika’nın coğrafi olarak bu bölgelerden uzak mesafelerde olması, bunun yanında toprağındaki Radyum elementinin çok düşük miktarda olması insanoğlunun DNA yapısını doğrudan etkileyen radyoaktif tesirlerin etkisini düşük tutmuştur. Günümüze kadar çok az genetik değişimlere maruz kalan bu topluluk halen Afrika kıtasında varlıklarını devam ettirmektedir. 


Kuzey İnsanı Sarı Irk

Sarı Irk günümüzde çekik gözlü olarak tabir edilir. Afrika’dan Güney Arabistan’a başlayan ilk göç hareketine katılarak Asya’ya ulaşıp buradan Kuzey Bölgelerine yerleşmiş ve soğuk iklimde yaşayabilmenin imkanlarını bulmuşlardır. -70.000’lerde Asya’ya ayak basan ilk insan toplulukları, henüz ayak bastıkları yeni tabiata alışmaya başladığında dünyanın dört bir yanına göç hareketi başlatmışlardı. Bu göç hareketiyle kuzey bölgelerine yerleşen unsurlar zaman içerisinde lokalize olarak kendi dillerini ve kültürlerini geliştirdiler. Kuzey bölgelerindeki coğrafi yapı ve güneş ışınlarının açısı, dünyanın diğer bölgelerine nispeten çok daha farklı ve tesirli olmuştur. Bu tesirden önemli oranda etkilenen Kuzey İnsanları, zamanla kısalarak güçlü kemiklere sahip hale geldiler.  

Sarı Irk, ortaya çıkmasından onbinlerce yıl sonra ortaya çıkan diğer ırkların kökenini teşkil etmekle birlikte tam anlamıyla saf kalamamışlar ve yoğun insan popülasyonu yaşanan Asya’da genlerini miras bıraksalar da saf haliyle günümüze kadar ulaşamamıştır. 


Alp İnsanı Beyaz Irk

İlk insanların Asya’ya ayak basmalarından sonra yayılan göç hareketleriyle birlikte daha çok Asya’nın içlerinde kalan ve bu çok geniş tabiatta hızla çoğalarak yayılan Beyaz Irk, diğer ırkların içerisinde sayıca en kalabalık ve dil bakımından en zengin olanlarıdır. Buzul çağının en yoğun olduğu dönemde Asya’daki yoğun radyoaktif etkilerine maruz kalan Beyaz Irk, makul seviyelerdeki kemik yapısı, yuvarlak kafatası yapısı (Brakisefal), muhtelif göz renkleri (Bavi, Yeşil, Ela, v.b.) ve muhtelif saç renkleriyle diğer ırklardan bariz şekilde ayrılmıştır. Asya’nın zengin ve kolay tabiatında hızla çoğalarak yeryüzünün en kalabalık ırkı haline gelmiş ve günümüzdeki pek çok toplumun temelini teşkil etmiştir. 
Muhakkak ki Yeryüzünün en kalabalık ve kozmopolit bölgesi olan Asya’da saf kalmak mümkün olamamıştır. Günümüzdeki pek çok toplumun temelini teşkil etse de, genetik yapısı müstakil kalamamış ve karışımlar sonucunda günümüze orijinal DNA’larıyla ulaşamamıştır. 


Irkların Melezleşme Süreci ve 2. Derece “Melez” Irklar

100 Bin yıl önce ilk insanlar ortaya çıktı, 70 Bin yıl önce Asya’ya göç etti ve 40 Bin yıl önce ilk Irklar ortaya çıktı. İnsanoğlunun genetik olarak ayrışması ve çeşitlilik kazanmasından sonra ortaya çıkan “Birinci Derecede Irklar”, bir süre pastorize olarak varlıklarını sürdürmeye devam etseler de Aynı coğrafyayı paylaşan topluluklar zaman içerisinde birbirleriyle irtibat kurarak akrabalık bağları kurmaya başladılar.  Bu iletişim ve akrabalık bağları genetik çeşitliliği arttırarak yeni ırkların, yeni toplumların ve yeni dillerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. 

İlk insanların ortaya çıkması ve Asya’ya göç ederek birinci derecedeki Irkların ortaya çıkması (Siyah – Sarı – Beyaz) onbinlerce yıl sürdü. Tabi imkanların kısıtlı olması ve tekerlek, hayvan evcilleştirme, tarım gibi temel teknolojilerin henüz ortaya çıkmadığı tarih sürecinde toplumların yayılması, çoğalması ve çeşitlilik kazanması onbinlerce yılda ancak gerçekleşebilmişti.  En iyimser tahminlere göre ilk ırkların ortaya çıktığı tarihlerde Dünya üzerinde yaşayan insanların sayısı birkaçyüzbindir (-30.000’li yıllar). Bu yıllarda etnik olarak ayrılan insanoğlu, bir süre sonra iklimsel etkiler sebebiyle zorunlu göçler yapmak zorunda kaldılar. Bu zorunlu göç hareketi ikinci derecede ırkları ortaya çıkartmıştır. 

Tarihin ilk melez ırkları şu şekildedir ;

- Amerindler (-30.000)
- Mongoloidler (-17.000)
- Semitikler (-15.000)

İlk çağ başladığında (-10.000) Artık dünya 3 saf, 3 melez ırk vardır. 

Toplumsal karışımların ilk ortaya çıkarttığı ırklardan biri Amerind’ler olmuştur. -25.000 lerde Yoğun olarak Sarı Irk ve az miktarda Beyaz Irk Siyah Irk’ın karışımı ile Amerind’ler olarak isimlendirdiğimiz melez bir ırk ortaya çıktı. Bu ilk melez Irk’ın yine kuzey bölgelerinde varlıklarını sürdürdüğünü biliyoruz. Bu tarihlerde Kuzey Bölgelerinde buzul etkisi oldukça artmıştı ve Kuzey Amerika ile Kuzey Asya buzullar ile birbirlerine bağlı durumdaydılar. Zira Amerika ve Asya’yı birbirine bağlayan boğaz henüz ayrılmamıştı ve insanların zorlanarak da olsa geçebileceği iklim koşullarına sahipti. Ağırlıklı olarak Sarı Irk’ın genlerini taşıyan ve ilk melez ırk olan Amerind’ler, günümüzden 25.000 yıl önce Sibirya’dan Kuzey Amerika’ya bağlanan Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına ayak bastılar. Amerikalı yerlilerin ataları olan bu topluluk, bize tarihin derinliklerinden bugüne kadar bozulmadan ulaşan en saf ırk olma özelliğini taşıyor. Günümüzde halen genetik olarak karışmamış az sayıda da olsa Kızıl Derili (Amerind) bulunmaktadır. 


İlk melez Irk Amerind’lerin -30.000’lerde ortaya çıkmasından ve Amerika Kıtasına ayak basmasından sonra önemli bir iklimsel değişiklik meydana geldi. Zaman zaman şiddeti artan, zaman zaman azalan buzul iklimi, -20.000 den sonra yoğun şekilde soğumaya ve etkisini arttırmaya başladı. Nihayet -18.000 yılında Zirve noktasına ulaştı ve Yerküre uzun süredir tanık olmadığı bir iklimsel soğumayla karşı karşıya kaldı. Kuzey ve Güney kutbu yoğun buz kütleleriyle kaplandı. Deniz seviyesi yaklaşık 130 Metre aşağı çekildi. Kuzey bölgelerindeki sıcaklık -70 derecelere kadar düştü. Yaşanması imkansız iklim koşullarının etkisiyle Kuzey bölgesindeki insan toplulukları Güney’e, Asya bozkırlarına doğru göç etmek mecburiyetinde kaldılar. Bu zorunlu göç hareketi, Tarihin en yoğun etnik karışımlarını ortaya çıkarttı. -25.000’deki buzul çağından önce Dünyanın farklı coğrafyalarına yerleşerek buralarda oluşan Genetik ve Kültürel farklılıklar -18.000 ‘lerdeki zorunlu göç hareketleriyle bir keşmekeşi ve genetik karışımı ortaya çıkartılar. 

70 bin yıl önce Afrika’dan göçen İlk insanlar, ayak bastıkları ve çoğalarak dağıldıkları Asya kıtasında tekrar bir araya geldiler. Kuzey’deki Sarı Irk, Asya içlerindeki Beyaz Irk ve Afrika ile kısmen Arap Yarımadasında varlıklarını sürdüren Siyah Irk, birbirleriyle karşılaşarak yeni akrabalık bağları kurmaya başladılar. Bu akrabalık bağları, kuşkusuz ki düzenli ve planlı olmamıştır. Ortaya çıkan keşmekeş, var olabilme mücadelesi ve iklimsel şartlar, çok sayıda insan topluluklarının bir araya gelmesine ve bir araya getirdikleri genetik, kültürel ve inanç değerlerini de yoğurarak yeni Irkların, yeni kültürlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. 


Bu keşmekeşin ilk meyvesi Mongoloidler oldu. Kuzeyden inen Sarı Irk, daha önce bir bölümü Kuzey’den, Bering boğazından Amerika’ya geçen, bir bölümü Asya’da kalan Amerindler ve az miktarda da olsa İç Asya’da yerleşik olarak yaşayan Beyaz Irk’ın oluşturduğu ilk ve yoğun akrabalık ilişkisi neticesinde Mongol Irkı ortaya çıktı (-17.000). Kuzeyden ilk inen Amerind’ler’in bir bölümü Karışmadan varlıklarını sürdürdülersede  diğer bir bölümü Asya’nın doğusuna doğru göç hareketi başlatıp önce Beyaz Irk’la az miktarda karışarak, sonrasında yine Kuzey bölgesinden aşağı göç hareketi başlatan Sarı Irk ile yoğun karışım içine girdiler. -18.000’de başlayan bu karışım, yaklaşık Bin yıl içerisinde lokalize olarak yeni bir Melez Irk’ın ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Bugün Asya’nın kadim sahiplerinden biri olan Mongol Irkı, zaman içerisinde kendi dillerini geliştirmiş ve müstakil bir Melez Irk haline gelmiş oldular. 

Amerindler ve Mongoloidlerden sonra yeni bir Irk daha ortaya çıktı. “Semitikler”. Kuzeydeki toplumsal karışım ve birbirlerinden genetik olarak ayrılan İnsan topluluklarının bir araya gelmesi ile yeni Akrabalık bağlarının oluşması, Kuzey’de olduğu gibi Güney’de de benzer şekilde tezahür etti. Buzul çağından etkilenen Kuzey Kutbu, İç Asya’nın kuzey bölgelerinde iklimsel soğumaya yol açmıştı. -18.000 lere kadar sıcak bir iklime sahip olan Kuzey İç Asya, iklimlerin soğumasıyla bu bölgede yaşayan toplumların daha sıcak olan Güney bölgelerine göç etme ihtiyacını ortaya çıkarttı. Kutup bölgelerine yakın yaşayan Amerinler ve Sarı Irk İç Asya’nın Kuzey bölgelerine doğru, İç Asya’nın Kuzey Bölgelerinde yaşayan Beyaz Irk ise daha sıcak olan Güney bölgelerine doğru göç hareketi başlattılar. Güney bölgelerinde ağırlıklı olarak -70.000’lerde Afrika Kıtasından Arabistan yarımadasına göç eden, ilk göç hareketinden beri bu bölgede yaşayan Siyah Irk mensubu bir topluluk bulunuyordu. Arap Yarımadasının güneyinde, Aden körfezi civarında bulunan bu topluluk, -70.000 den bu yana bu bölgede yerleşik bulunuyorlardı. -18.000’lerdeki sert iklim değişikliği, başlayan göç hareketi neticesinde güney bölgelerine göç eden Beyaz Irk’tan Arap Yarımadasına kadar ulaşanlar burada Siyah Irk ile akrabalık bağı oluşturdular. -18.000’lerde başlayan göç hareketlerinin Arap yarımadasına ulaşması ve bu bölgedeki toplumlarla karışması süreci takriben -15.000’lerde tamamlandı. Bu akrabalık bağı, tarihin sonraki etaplarında “Semitik kavimler” olarak adlandırılan toplulukların ataları olmuşlardır. 


İlk insanların 100 Bin yıl önce Güney Afrika’da başlayan  serüveni Buzul Çağlarının yoğun tesiri ve tabi imkanların yetersizliğine rağmen onbinlerce yıl devam etti. -10.000’li yıllara gelindiğinde artık çok şey değişmiştir. Asya’ya yayılan İnsan toplulukları genetik olarak birbirinden farklı özelliklere sahip Irk’lar haline gelmişler, ayrı dilleri konuşan ayrı toplumlar oluşturmuşlardı. Üstelik İnsanoğlunun çoğalmasını ve teknik kabiliyetler kazanabilecek seviyeye ulaşmasını engelleyen en önemli unsur olan Buzul Çağı -10.000’lerde tamamen sona ermişti. Artık yeryüzü İnsanoğlu için daha yaşanabilir bir tabiata sahiptir. Bu tarihten sonra İnsanoğlu hızla çoğalarak araç gereçler üretmeye, resim çizmeye, düşündüklerini ifade etmeye ve medeniyetler kurmaya başladılar. Önce Siyah, Sarı ve Beyaz olarak 1. Derecede 3 farklı Irk ortaya çıkmış, bu Irkların karışımıyla 2. Derecede Melez Irklar olan Amerindler, Mongoloidler ve Semitikler oluşmuştu. Şimdi toplumların medenileşmesiyle 3. Derecede Türemiş Irklar ortaya çıkmaya başlayacaktır. 

Tarih -10.000 ile -5.000 yılları arasındaki döneme Taş Çağı adını verir. Bu çağda İnsanlar Taş ve Toprağı daha iyi kullanarak avlanma aletlerini üretmiş, Ateşi daha iyi kullanarak toprak kap ve çanaklarda yiyeceklerini pişirmeye başlamış, toplumsal değerler ve töreler edinmiştir. Yaşamın Paleotik çağa göre (-100.000 ile -10.000 arası) daha kolay idame edilebilir olması, araç ve gereçlerin kullanılarak temel ihtiyaçların daha hızlı edinilebilmesiyle insanoğlu hızla çoğalmıştır. Öyle ki -10.000’den önce 1 Milyon civarında olduğu düşünülen İnsan nüfusu, --8.000 li yıllarda 5 Milyona ulaşmıştır. Bu yoğun nüfus artışı ile yeni türeyen nesiller birbirlerine daha hızlı karışmaya, bulundukları coğrafyalarda sıkışmalarına, göç hareketleriyle yoğun akrabalık bağlarının kurulmalarına başlamıştır. Bu akrabalık bağları neticesinde ortaya çıkan 3. Derecede “Türemiş” Irklar ortaya çıkmış oldular. 

10.000 den sonra Irkların ortaya çıkışları, türlerine göre şöyle kategorize edilebilir ;

- 3. Derecede Türemiş Irklar (Taş ve Maden Çağı “10.000 ile -4.000 arası”)
- 4. Derecede Türemiş Irklar (İlk Çağın Başları “4.000 ile -1.000 arası”)
- 5. Derecede Türemiş Irklar (İlk Çağın Sonları “1.000 ile M.s. 400 arası”) 
- Suni Irklar (Orta Çağ Başları “m.s. 400’den sonra”)
Artık yerküre, Buzul Çağının etkisini yitirmesi ve Yağmur miktarlarının dengeye kavuşmasıyla birlikte Paleotik dönemdeki kadar yoğun Radyoaktivitelere sahne olmayacak, Taş Çağından itibaren tesiri önemli ölçüde düşen Radyoaktivite, artık genetik ayrışımlarda baş rolü oynamayacaktır. 3. Derece’den sonra daha çok 2. Derecede Melez Irklardan oluşan toplulukların hızla çoğalması ve çoğalan toplumların birbirleri ile kurdukları akrabalık bağları neticesinde Türeyerek ortaya çıkacaklardır. 3. Derecede Türemiş Irklar, medeniyetin ilk oluşmaya başladığı dönemlerde 2. Derecede “Melez” Irklardan türeyen, sayılarının onlarca olduğu kabul edilen ve birçoğu 4. Derecede ki Türemiş ırkların arasında karışarak tarihten silinen toplum ve medeniyetler olarak karşımıza çıkar. Bu Irklardan bazıları ; Laponlar, Mısırlılar, Turanlılar, Moğollar, Aborjinler dir. 


4. Derecede Türemiş Irklar, yazının bulunması, medeniyetler ve krallıkların ortaya çıkması, toplumların bölgesel güçler haline gelerek sınırlarını çizmesi ve ilk politik dengelerin oluşmasıyla kimi zaman medeniyetlerin bölünmesi, kimi zaman bölgesel akrabalık bağlarıyla ortaya çıkmış ve sayılarının onlarca olduğu kabul edilen “Türemiş” ırklar olarak karşımıza çıkar. Genetik karışımlar ve toplumsal akrabalık bağlarıyla ortaya çıkan bu Irklar, zamanla kendi kültürel değerlerini oluşturarak ayrı birer millet haline gelerek Irk niteliği taşımaya başlamışlardır. 4. Derecedeki Türemiş Irklar, 3. Derecedeki Türemiş Irklardan sayıca çok daha fazla ve çeşitlidir. Günümüzdeki pek çok halkın ataları olan bu Irklar, sonraki dönemlerde yoğunlukla 5. Derecede Türemiş Irk’larla karışmış ve kaybolmuş olsalar da Kültür, Dil, Dini inanış ve Töreleri ile anılmaya ve itibar edilmeye devam edilmektedir. Dördüncü Tür Irklardan başlıcaları Araplar, Museviler, Hintler, Sasaniler (İran), Türkler, Cermenler, Çinliler, Angluslar (İngilizler), Grekler (Romalılar).


5. Derecede Türemiş Irklar, etnik ve genetik kökenlerinin sadeleştiği, bölgesel unsurlar olarak kabul edilen ve keşmekeş olmaktan çıkarak kendisini koruyan, bunun yanında milliyet hissi ile hareket eden toplumların ortaya çıkmasıyla oluşmuştur. Bu toplumlar, tarihin sonraki dönemlerinde de kimliklerini muhafaza etmiş ve çoğu günümüze kadar etnik, kültürel ve genetik yapılarını muhafaza etmişlerdir. Günümüzde varlıklarını sürdüren devletlerin yaklaşık üçte biri bu dönemde varolmuştur. 

Suni Irklar, tarihin genetik ve etnik çalkantılarının içerisinde ortaya çıkmış ırklardan ayrı olarak, bölgesel otoriteler ve yönetimlere bölünerek daha çok sosyopolitik etkilerle ortaya çıkmış, kültürel birliktelik etrafında kimliklerini kazanmış toplumlardır. Bu toplumlara örnek olarak A.B.D., Fransa, Arnavutluk, Güney Amerika Ülkeleri, Doğu Avrupa Ülkeleri, İtalyanlar, v.b. 4. Y.Y.’dan sonra ortaya çıkan toplumlar düşünülebilir.

İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar

İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar

İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar



İnsanlığın Varoluşu ve İlk İnsanlar. İnsanoğlunun ortaya çıkışı ve ilk insan toplulukları ile ilgili araştırma notları.
İnsanlığın varoluşu hakkında muhtelif tez ve teoriler sunulmaktadır. Evrim teorisi, tüm canlıların suda oluşan bir bakteri hücresinden, insanlığında bu hücrenin evrim süreci içerisindeki gelişiminden türediğini tez olarak sunmaktadır. İslam dini ise insanlığın Adem ve Havva’nın yaradılışıyla türediğini tebliğ etmektedir. Buna mukabil Kur-an’ı  Kerim’de Mü’minun suresi 12-14. Ayetlerinde “Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık” ifadesi mevcuttur. Kimi din alimleri bu ayetin evrim teorisiyle uyuştuğunu ifade etse de bu konudaki  görüş şahsa münhasırdır.

Elbette biz insanlığın varoluşu konusunda görüşü kişilere bırakacağız. İnsanlığın varoluşuyla birlikte başlayan Tarih sürecini inceleyerek , insanoğlunun etnik geçmişlerini özetleyeceğiz.



İlk Canlının Ortaya Çıkışı (3.7 Milyar Yıl)

Günümüzün gelişmiş teknikleri ve bu tekniklere dayalı teorilerle ortaya sunulan teze göre 15 Milyar yıl önce meydana gelen büyük patlamayla (Bing Bang) evren oluşmuş, 5 Milyar yıl önce dünya kütlesi meydana gelmiş, 3.7 Milyar yıl öncede Dünya üzerindeki ilk protein ortaya çıkarak ilk canlı hücresi oluşmuştur. En azından günümüz imkanlarıyla ulaşılabilen en kabul edilebilir bulgu bu doğrultudadır.

İlerleyen yüzbinlerce yılda, dünyanın ısı ve su dengesinin ortaya çıkarttığı müsait tabiatla ilk canlılar vücut bularak dünyanın ilk sakinleri haline geldiler. 1800’lü yıllardan itibaren yapılan çalışmalarla gün yüzüne çıkartılan Paleontolojik (Fosil bilimi) araştırmalar, milyonlarca yıl önce varolan canlılara ait önemli bilgilere ulaşabildiler. Ve anladık ki bizden milyonlarca yıl önce büyük kütleli, devasa etobur ve otobur canlılar dünyanın bizden önceki ev sahipleriydi.


Günümüzden 3.7 Milyar yıl önce ortaya çıkan canlılık ve yine zaman içerisinde ortaya çıkan canlı türleri 2.500.000 yıl önce meydana gelen büyük buzul çağıyla önemli ölçüde azaldı ve kimi türler tamamen yok oldu. Bu buzul çağı, milyonlarca yıl devam ederek yeryüzündeki canlıların varlıklarının gelişiminde ve çeşitliliğinde önemli ölçüde engelleyici rol oynadı. Hem canlı türlerinin çok kısıtlı olduğu, hem de soğuk hava koşullarının ipuçları bırakılmasına imkan vermediği bu süre zarfına ait bilgilerimiz oldukça kısıtlı.

2.500.000 yıl önce başlayan Büyük Buzul Çağı ile soğuyan yerküre, ancak 200.000 bin yıl kadar önce ısınmaya başlayarak canlı türlerine daha geniş yaşam imkanları sağlamaya başladı. Bu süreye kadar kısıtlı şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışan canlı türleri ancak 200.000’li yıllardan sonra çoğalmaya ve yayılmaya başlayabildiler.

Buzul çağının tamamen son bulması ve yer kürenin buzul çağının etkisinden tamamen çıkması ancak 10.000 li yıllarda mümkün olmuştur.


İlk İnsanın Ortaya Çıkışı (M.ö. 200.000 li yıllar)

İlk insanın ortaya çıkışı. Açıkçası günümüz için halen bir bilinmeyen ve gizemli bir olgu.  Evrenin varoluşunu, yerküre üzerindeki ilk canlının ortaya çıkışını, milyonlarca yıl önce yaşanmış buzul çağlarını ve canlı türlerini keşfedebilen bilim dünyası henüz İnsanlığın Varoluşu ile ilgili bilinmeyeni tam anlamıyla çözebilmiş değil.

Bilinmeyenlerle dolu bu gizemli varoluş süreci ancak kısıtlı teorilerle açıklanabiliyor. Üstelik sunulan teoriler temel dayanaklarında bile birbirleriyle çatışıyor. İnsanlığın ortaya çıkışı ile ilgili bilinmeyene yolculuğumuzda, bilim dünyasının ortaya çıkarttığı tezleri incelemek ve mantıklı olana itibar etmekle yetineceğiz.


Bilim dünyası, insanlığın kökeni Cromagnon (Kro Magnum) ve Neandertaller dir der. Tam olarak insan olmayan bu tür, insanın atası ve evrim teorisindeki insanla maymun arası bir geçiş evresi olarak değerlendiriliyor. Varoluşları 500 Bin yıl öncesine dayandırılan bu türler, tam olarak insan sayılmamakla birlikte hayvan olarak da nitelendirilmiyor. Konuşmayan, yazmayan, bunun yanında aklıyla hareket eden bu türler, zaman içerisinde insana dönüşerek yeryüzüne dağılmış olduğu ve buzul çağının ortadan kalkmasıyla evrimini tamamladığı kabul edilir.

Evrim teorisinin sunduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin yılları arasında varolmuş, 200 Bin’li yıllardan sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen pek çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun yanında hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üzerinde münakaşaya devam ediliyor.


Özetleyecek olursak Bilim dünyası bu konuda kararsız. En azından tartışmasız bir karara varabilmiş değil. Peki kutsal kitaplardan edinebileceğimiz bilgiler nelerdir? Bu noktada Bilim ile Din’i çatıştırma yada kıyaslama yapmayacağız. Hem Bilimden hem de Din’i ilimden elde edeceğimiz bulgularla mantık yürüteceğiz.

Kutsal kitaplar, özellikle de Kur-an’ı Kerim, şüphesiz hem dünya hem insan ile ilgili pek çok bilgi ve bulgu sunuyor. Bilimin, bilginin ve tarih bilincinin çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde, Kur-an’ı Kerim’in hem dünyanın hem dünya üzerinde yaşayan canlılar hakkında pek çok bilimsel bulgu sunuyor olması hepimiz için şaşırtıcı ve ibret verici kabul edilir. Atmosferin katmanlarını, hücrenin yapısını, evrenin tasarımını ve henüz yakın zamanlarda ulaşabildiğimiz bilimsel verilere, günümüzden 1400 yıl önce “Anlayabileceğimiz bir dille” bize sunulmuş olması, insanlığın varoluşu ile ilgili ipuçlarını araştırırken de faydalı olabilecek bilgilere sahip olabileceğini düşündürüyor.


Kur-an ve tahrife uğramış olsa bile İncil ve Tevrat,bize  insanlığın varoluşu hakkında belli noktalarda net bilgiler veriyor. Kur-an, insanın bir “çamurdan bir hülasadan” yaratıldığını ifade ediyor. Bu ifade de hülasa, cümle içindeki anlamı itibariyle süzülmüş, özetlenmiş, kaynak olarak kullanılmış gibi anlamlarla ifade ediliyor. Tefsirlerden yorumlayabildiğimiz kadarıyla İnsanoğlunun, bir çamurun içerisindeki ilahi bir kıvılcımla ortaya çıktığı anlaşılıyor. Evrim teorisinin bu konu hakkındaki tezi, canlı türlerini oluşturan ilk hücrenin su ile toprağın birleştiği bir noktada oluşan bir hücreden meydana geldiğini, bu hücrenin denizde canlı türlerinin oluşumunu sağladığını, sonrasında canlıların sudan çıkarak diğer türleri oluşturduğunu savunur. Bu bakış açısı kimi din adamlarının Evrim teorisi ile Kuran’ın örtüştüğünü, aynı oluşumu anlattığını savunur. Nitekim, Kur-an, maddi ve şekil olarak bir tarifte bulunmadığından, belirtilen bu ipucunun şekil olarak anlaşılması pek mümkün olmamaktadır. Zira din kitaplarına biyoloji yada benzeri bir konsantre bilim kitabı olarak bakmak yanlış olacaktır. Elbette Kur-an bize anlayabileceğimiz nispette bir özet bilgi veriyor. Biz bu bilgiyi ipucu olarak kullanıp merakımızı gidermeye çalışacağız.


Hem bilimin, hem Kur-an’ın bize sunduğu ipuçlarıyla elde ettiğimiz bulgu, çok net olmamakla birlikte kaynak olarak kullanabileceğimiz bir ortak sonuç ortaya koyuyor. İlk insanın tek bir noktada oluştuğu, bu insanın çoğalarak diğer insan topluluklarına temel teşkil ettiği kabul edilebilir bir gerçek. Paleontolojik çalışmalarda elde edilen ilk insanlara ait bilgiler, günümüzden 100 Bin yıl öncesine ait. Yani ulaşabildiğimiz en eski insan toplulukları bizden 100 Bin yıl önce yaşamıştır diyebiliriz.

İlk insanın ortaya çıktığı bölge halen tartışma konusu. Bu konuda bilim çevreleri, yine elde edilen paleontolojik çalışmalarla insana ait en eski buluntuların Güney Afrika’da olduğunu belirtiyor. Diğer bölgelerde var olduklarına ait fosil bulguları bulunmamış olsa da Güney Afrika’ya sonradan göç etmiş olduklarını kabul etsek bile, buzul çağının etkisi altında bulunan kuzey bölgelerinde yaşam şartlarının zorluğu, diğer insanların yok olmuş olabileceğine yada sayılarının azlığı nedeniyle varlıklarının insanoğlunun göç hareketleriyle oluşan popülasyona bir katkı sağlamadığı görüşü daha ağır basıyor. Bu noktada karşımıza iki olasılık çıkıyor. İnsanoğlu ya Asya’da ortaya çıktı, bir bölümü Afrika’ya göç etti ve buradan Dünya’ya yayıldı ya da zaten Afrika’da ortaya çıkmıştı.


Sonuca varacak olursak, insanoğlu günümüzden 100 Bin yıl önce ortaya çıkarak Afrika’dan Kızıldeniz’i geçerek Arap yarımadasına, oradan da tüm dünyaya yayıldılar. Buzul çağının halen devam ettiği bu dönemde sayılarının birkaçbin’i geçmediği düşünülen ilk insanlar, yaşam imkanlarının daha geniş olduğu bölgelere göç etmiş, sayıca çoğalarak toplumları, milletleri ve kültürleri ortaya çıkartmışlardır.


Paleotik Çağ (M.Ö. 100.000 / M.Ö. 10.000)

İnsanoğlunun dünyayı mesken edindiği, farklı coğrafyalara yayıldığı ve Dünya toplumlarının temel unsurlarını oluşturduğu Paleotik dönem, yazılı kayıtların olmayışı ve sert iklim koşullarının ortaya çıkarttığı zorluklar nedeniyle yeteri kadar aydınlatılamıyor. Bu nedenden ötürü Tarihçiler bu döneme karanlık ve kayıtsız tarih adını veriliyor. On binlerce yıldan oluşan bu tarih dilimi, insanlığın temellerinin atıldığı bir dönem olmasının yanında en bilinmeyenli dönem unvanını da fazlasıyla hak ediyor.


İki buçuk milyon yıl önce başlayıp, 600 bin yıl önce zirve noktasına ulaşan buzul çağı, 100 Bin yıl önce ısınmaya başlamış ve nihayetinde 10 Bin yıl önce tamamen sona ermişti. Sert iklim değişiklikleri nedeniyle insanoğlunun yayılıp çoğalmasına engel olan buzullarla dolu kuzey coğrafyası, insanoğluyla birlikte diğer canlılarında çoğunu Afrika steplerine hapsetmişti. Doğa koşullarıyla birlikte vahşi ve yırtıcı hayvanlarla da mücadele etmek zorunda olan insanoğlu, zorlu yaşam mücadelesini sürdürdüğü coğrafyada uzun süredir varlığını sürdürmekteydi.


Paleotik çağı yaşayan ilk insanlar gırtlak sesleriyle konuşarak anlaşabiliyordu. Birbirleriyle iletişim kurabilen, plan yapabilen, küçük topluluklar halinde hareket edebilen bu insanlar henüz sayıları çok azken kabile düzeni sayılamayacak küçük topluluklar halinde mağara ve doğal zorluklardan korunaklı bölgelerde bir arada yaşamaktaydılar. Sayıları ancak binlerle ifade edilen bu topluluk, zaman içerisinde doğal imkanlardan daha fazla faydalanmak amacıyla kuzey bölgelerine doğru hareket etmeye başladılar. İlk insanlar ilk kez ayrılıyor ve bölünüyordu. Zira aynı coğrafyada sıkışarak yaşamak, kısıtlı doğal imkanları paylaşmakta zorluklara neden oluyordu.

Biyolojik olarak tam anlamıyla birbirlerine benzeyen bu topluluk, ilerleyen zaman dilimlerinde küçük hareketlerle kuzey bölgelerine doğru ilerlemeye başladılar. Bu ilerleme yaklaşık olarak 30 bin yıl kadar devam etti. Halen kuzey bölgeleri ağır buzul ikliminden tamamen kurtulabilmiş değildi. Bunun yanında Güney Afrika ılıman ve yağmurlu iklimine sahipti. Kuzeye doğru gerçekleşen bu ilk göç hareketi 70 Binli yıllara kadar sürdü. Kuzey bölgeleri buzul çağının etkisinde, güney bölgeleri ise ılıman ve yağmurlu iklime sahipti ancak Afrikanın kuzey bölgesi Çöl halindeydi. Ağır karasal iklim, bu topluluğun kuzeye doğru göçünü imkansız hale getirmişti. Göç hareketinin, denize paralel olarak Afrikanın doğusundan yukarı doğru ilerleyişi Kızıl Deniz sahillerinde son buldu. Kavurucu çöl sıcaklarıyla baş edemeyecek olan bu ilk ilkel insanlar, kendilerine çıkış yolu olarak Arap yarım adasını buldular. Arap yarım adası ile Afrika kıtaları arasındaki en yakın nokta, bugün Cibuti olarak anılan Afrika ülkesi ile Yemen arasında bulunan, Aden körfezi ile Kızıl Denizi ayıran darboğaz alandır. Bu alan, günümüzde yaklaşık olarak 30 Km. civarında bir mesafede bulunur. 70 Bin yıl önce halen devam eden buzul çağının etkisiyle suların daha sığ olduğunu düşünecek olursak, tahminlere göre bu mesafe birkaç kilometre kadardı ve çok daha sığdı. İlk Afrikalı insanlar, bu sığ deniz geçidinden geçerek, Kızıl Deniz’i aşıp yeni bir Kıtaya ayak basmış oldular. Paleotik Çağ’daki dönüm noktası olan bu göç hareketi, Afrikalı ilk insanların Dünyaya yayılmasında kilometre taşı kabul edilir.


İnsanoğlu için yeni bir dönem başladı. 70 Bin yıl önce gerçekleşen bu göç hareketi ile ilk insanların bir bölümü Afrika’da kalmış, göç hareketine girişen diğer bölümü Arap yarım adasına ayak basmıştır. Yapılan araştırmalar, Afrika’nın kuzeyinde olduğu gibi Arap yarım adasının güneyinde de ağır çöl ikliminin bulunduğunu ortaya koyuyor. Arap Yarım adası, bugün olduğu gibi bundan 70 Bin yıl önce de Çöl iklimine sahipti. Bu konu üzerinde uzun süre çalışmalar yapan Paleontologlar, tutarlı bir dayanak bulunamayan bu tezden vazgeçmeyi bile düşündüler. Ancak yakın zamanda yapılan araştırmalar çok ilginç sonuçlar ortaya çıkarttı. Göç hareketinin gerçekleştiği bölgede yapılan kazı çalışmaları, bu bölgelerde küçük tatlı su kaynakları olduğunu ortaya çıkarttı. Üstelik bu bölgelerden göç eden topluluklara ait kalıntılara da ulaştılar. Böylelikle ilk insanların Afrikadan Arap yarımadasına çıktığı kesin olarak tespit edilmiş oldu.

Arap yarım adasının güneyinden, bugünkü yemen sahillerinden devam eden göç hareketi, kuzeydeki çöl iklimine rağmen sahil boyunca seyrekte olsa bulunabilen tatlı su kaynakları ile mümkün olabildi. Yemen sahilleri boyunca ilerleyen topluluklar, ağır çöl ikliminin hakim olduğu coğrafyada tam anlamıyla bir vaha ile karşılaştılar. Bugün Dahar Vadisi olarak anılan bölge, bundan 70 Bin yıl önce, Arap denizindeki hava akımları sonucu oluşan küçük çaplı bir iklimin etkisindeydi. Etrafı çöllerle kaplı olan bu bölge, muson rüzgarlarının ortaya çıkarttığı küçük çaplı iklimin etkisiyle bolca yağmur alıyordu. Etrafı çöl iklimiyle çevrili olan vadi, aldığı yağmurların etkisiyle geniş bitki ve hayvan çeşitliliği ile yaşam için fevkalade ideal bir bölge oluşturmuştu. İlk insanlar, daha önce karşılaşmadıkları bu fevkalade çeşitlilikteki bölgeye yerleşerek ve doğal kaynakların sağladığı imkanlarla bu bölgeyi uzun süre mesken tutarak hızla çoğaldılar. Öyleki bulundukları bölgeyi dolduran insanlar, zaman içerisinde göç etme ihtiyacı hissederek arap yarım adasının sahillerinden doğuya doğru yeni göç hareketleri başlattılar.


İlk insanın dünyaya yayılışını bu noktaya kadar adım adım takip edebildik. Afrika’da ortaya çıkan ilk insan toplulukları önce kuzeye, sonra Arap yarım adasına çıktılar, Yemen sahilleri boyunca ilerleyerek Dahar Vadisine ulaştılar. Yaşanabilir tabiatın etkisiyle hızla çoğalarak sayıları artan bu insan toplulukları için artık belirli bir güzergah olmayacaktır. Arap yarım adasının güneyinden sahil boyunca devam eden göç hareketiyle önce Asya’ya, sonra dünyanın pek çok farklı bölgesine dağınık şekilde göç hareketleri başlatan ilk insanlar, hızla çoğalmaya ve yayılmaya başladılar. Böylece Yerküre, İnsanoğlu ile tanıştı.

Farklı coğrafyaların, farklı iklim koşullarının, farklı güneş ışın açılarının, topraktaki farklı radyoaktivitelerin tesiriyle genetik olarak farklılaşan İnsan toplulukları, dağıldıkları coğrafyalarda kendilerine has genetik ve fiziki görünümlere ayrılmış ve insanlığın temelini teşkil eden ilk etnik unsurları ortaya çıkartmış oldular. İlk dönemlerinde gırtlak sesleriyle anlaşan insanlar, çoğalarak iletişim kurmaya başlamış, gırtlak seslerinden dil ve dudak seslerine geçerek dilleri oluşturdular. Bu lisanlar topluluklar arasındaki mesafelerin etkisiyle ayrı ayrı geliştiği için ayrı ayrı diller meydana gelmiş oldu. Dilleri ayrılan insanlar, haliyle iletişim güçlükleri sebebiyle ayrışarak etnik unsurlar haline geldiler. Sayıları hızla artan insanoğlu, uzun süre bir arada yaşayarak kendi yaşayış tarzlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.




Evrim teorisinin sunduğu bu teze göre modern insanın atası olan Cromagnon, 500 Bin – 200 Bin yılları arasında varolmuş, 200 Bin’li yıllardan sonra Homo Sapiens’e dönüşmeye başlamış ve günümüz insanı ortaya çıkmıştır. Halen pek çok bilimsel çevre bu teze itibar ediyor, bunun yanında hem tezi destekleyen hem de karşı çıkan çevrelerce bu teze tezat düşen bulgular üzerinde münakaşaya devam ediliyor.

İnsanların 200 bin yıl önce Doğu Afrika'da "insanlığın beşiği" olarak tanımlanan tek bir noktadan dünyaya yayıldığı fikri yeni bir araştırmaya göre artık geçerli değil.

Kuzey Afrika'da bulunan beş yeni Homo Sapiens (modern insan) fosili, ilk insanların tahmin edilenden 100 bin yıl önce ortaya çıktığını gösteriyor.

Yeni bulgulara göre insanların evrimi Afrika kıtasının çeşitli noktalarından eşzamanlı olarak gerçekleşti.

Bilim insanlarının bu son araştırması, Nature dergisinde yayınlandı.

Almanya'daki Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü'nden (MPI) Prof. Jean-Jacques Hublin, bu keşfin insanlığın ortaya çıkışına dair ders kitaplarının baştan yazılmasına yol açacağını söylüyor:

"İnsanların Afrika'da bir 'cennet bahçesinden' hızlıca yayıldığı düşüncesinin doğru olmadığını gördük. Bizim görüşümüz insanların Afrika kıtası çapında zamana yayılan bir evrim geçirdiği yönünde. Eğer bir cennet bahçesinden bahsedeceksek bu bütün Afrika olmalı."

Paris'teki College de France'da düzenlediği bir basın toplantısında konuşan Prof. Hublin, Fas'ın Jebel Irhoud bölgesinde buldukları fosil kalıntılarını gazetecilere gururla gösterdi.

Jebel Irhoud bölgesindeki fosiller 1960'lardan beri bilim dünyasının ilgisini çekiyor

Fosillerin arasında kafatası, diş ve uzun kemiklere ait parçalar bulunuyor.

1960'larda da aynı bölgede kemikler bulunmuş, bunlar Homo Sapiens'in yakın akrabası sayılan Neanderthallerin Afrika'daki grubundan kalan 40 bin yıllık kemikler olarak tanımlanmıştı.

Bu bulgulardan hiçbir zaman tatmin olmayan Prof. Hublin, MPI ekibine katılarak bu mağarayı tekrardan incelemeye aldı ve 10 yılın ardından çok farklı bir hikaye anlatan kanıtlarla ortaya çıktı.

Gelişmiş teknolojik yöntemlerle elde edilen veriler, kemiklerin 300 ile 350 bin yıllık olduğunu ve kafataslarının modern insanlarınkiyle neredeyse aynı olduğunu ortaya koyuyor.

Kafataslarının günümüzdeki insanlardan farkı ise biraz daha çıkık kaş çıkıntıları ve biraz daha küçük beyin hacmi.

Prof. Hublin'in kazı ekibi, bu insanların taştan aletler yaptığı ve ateşi kullanmayı öğrendiğini de ortaya çıkardı. Yani bu insanlar hem modern insanlar gibi görünüyor hem de modern insanlar gibi davranıyordu.

Bugüne kadar türümüze ait ilk fosiller Etiyopya'nın Omo Kibish bölgesinde ortaya çıkarılan 195 bin yıllık fosillerdi.

Prof. Hublin "Artık ilk insanların ortaya çıkış hikayesini baştan yazmamız gerekecek" dedi hınzırca bir gülüşle.

Türümüz evrilmeden önce Afrika'da birbirinden farklı, çok sayıda insan türü yaşıyordu. Hepsinin kendine özgü güçlü ve zayıf yanları vardı. Tıpkı diğer hayvanlar gibi zaman içinde geçirdikleri evrim sonucu yavaşça görünüşlerini değiştiriyorlardı. Bu süreç yüz binlerce yıla yayılıyordu.

Buna karşın, Prof. Hublin'in bulguları öncesinde, bilim dünyasındaki ana akım görüş ilk modern insanların Doğu Afrika'da 200 bin yıl önce ansızın ortaya çıktığı yönündeydi. Buna göre ilk modern insanlar bir anda günümüzdeki insanın görünüşüne kavuşmuştu ve yalnızca o noktadan sonra dünyaya yayılmaya başlamıştı. Fakat Prof. Hublin'in bulguları bu anlatıyı değiştirdi.

Jebel Irhoud, Afrika'da 300 bin yıl geriye uzanan antik arkeolojik bölgelerin tipik özelliklerini taşıyor. Bu bölgelerde benzer araçlar ve ateş kullanımını gösteren kanıtlar bulunmuştu.

Bu alanda çalışan çoğu uzmanın insan türünün 200 bin yıl önce ortaya çıktığını düşünmesi nedeniyle bu araçların modern insanlardan önceki türler tarafından kullanıldığı varsayılıyordu. Fakat Jebel Irhoud'daki bulgular, bunların o dönemde yaşayan modern insanlardan kaldıklarını anlamamızı sağladı.

Afrika dışında da olabilir

Araştırmayı yürüten ekipten Dr. Shannon McPhearon da "ilk insanın kökeninin Fas olduğunu söylemiyoruz. Zira benzer bulgular Afrika'ya yayılan 300 bin yıllık pek çok mağarada var" dedi.

Araştırmaya dahil olmayan Londra'daki Doğal Tarih Müzesi'nden Prof. Chris Stringer da BBC'ye "Artık insanlığın tek bir beşiği olduğu düşüncesinden vazgeçmemiz lazım" diye konuştu.

Stringer o yıllarda Homo Sapiens'lerin Afrika dışında da yaşıyor olabileceğini söyledi:

"İsrail'de bulunan ve muhtemelen aynı dönemden kalan fosiller de Homo Sapiens'in gelişmekte olduğu döneme ait diye tanımlayabileceğimiz özellikler sergiliyor."

Prof. Stringer daha küçük beyne, daha büyük surata, daha belirgin kaş çıkıntılarına ve daha büyük dişlere sahip olan ilk insanların da Homo Sapiens sınıfına girebileceğine ve bu insanların yarım milyon yıl önce yaşıyor olabileceğine dikkat çekti.


93 HARBİ VE SONUÇLARI

93 Harbi, Miladi 1877, Hicri 1293 yılında Osmanlı Devleti ile Rus Çarlığı arasında gerçekleşmiş, Osmanlı’nın mağlup olmasıyla Balkanlar üzerindeki hakimiyetini kaybetmesine sebep olmuştur.
93 Harbi, Miladi 1877, Hicri 1293 yılında Osmanlı Devleti ile Rus Çarlığı arasında gerçekleşmiş, Osmanlı’nın mağlup olmasıyla Balkanlar üzerindeki hakimiyetini kaybetmesine sebep olmuştur. 


Miryo Kefalon Savaşı Öncesi Tarafların Durumu

Ruslar, boğazların kontrolünü ele geçirmek ve Osmanlı’ları Avrupa Coğrafyasından silmek için yüzlerce yıldır süren politikalar gütmekteydiler. Rusların Osmanlı karşıtı politikaları sadece stratejik bir hamle değil aynı zamanda milli bir emeldi. Zira Osmanlı’nın Anadolu ve Avrupa üzerindeki hâkimiyeti, Hıristiyan dünyası ve Slav toplumları için büyük bir engel teşkil ediyordu. Rusların bu emelleri, 1800’lü yılların başlarında Kırım Hanlığı üzerinde ve 1900’lü yıllara doğru da Asya’da yaşayan Türk kökenli halklar üzerinde kendini göstermiştir. Rusların, 1850’li yıllarda, Osmanlı himayesi altındaki Kırım Hanlığı üzerinde kurdukları baskılar, 1853 Kırım-Rus savaşında hüsranla sonuçlanmış ancak İç Asya ve Türkistan’daki Türk Toplumlar üzerinde insanlık dışı yöntemlerle Muaffak olmuşlardı. Rusların, Osmanlılar ve tüm Türk Dünyası üzerindeki düşmanca emelleri, 93 Harbi’ni kaçınılmaz kılan etkenlerdendir. 



2. Abdülhamit Dönemini yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, 1850’li yıllarda Avrupa ülkelerince yıpratılmakta ve baskı altına alınmaktaydı. Bunun yanında, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü destekleyen ülkelerde mevcuttu ve bu itilaf-ittifak mihrakları karşılıklı bir güç dengesi oluşturuyordu. Osmanlı’nın toprak bütünlüğü, Almanya ve Fransa için mühimdi. Zira Osmanlı’nın Avrupa’dan süpürülmesi Fransa ve Almanya dışındaki tüm Doğu ve İç Avrupa ülkelerinin güçlenmesine sebep olacaktı. Bunun yanında İtalya, İngiltere ve Rusya, Boğazlar, Anadolu ve Doğu Avrupa sathında Osmanlıların mevcudiyetinden fevkalade rahatsızlardı. Söz konusu güç dengeleri, Fransa’nın Prusya ile mücadelesinde mağlup olmasıyla Osmanlıların aleyhine gelişerek Rus-İtalya-İngiltere cephesinin üstün taraf haline gelmesiyle sonuçlandı (1870). Bu ittifakın en iştahlı cephesi olan Rusya, Fransa’nın inisiyatifini kaybetmesi üzerine Paris Antlaşmasında geçen “Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurulmaması” maddesini tanımadığını ilan edip Londra konferansında da İtalya ve İngiltere’nin desteğiyle ilk hamlesini gerçekleştirdi. Böylelikle Rusya, kadim emeller beslediği Karadeniz’e kuvvetli donanmalar konuşlandırıp tersaneler inşa etmeye imkânına sahip oldu. 


93 Harbinin Nedenleri

Rusya, Osmanlı’nın mevcudiyeti hasebiyle gerçekleştiremediği Panslavizm akımını yeniden gündemine alarak Balkanlarda yayılmak için Moskova’da Panslavizm kongresini topladı. Rusların amacı, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya ve Karabağ’da yaşayan Slavlarını ayaklandırmak ve Rus menfaatine hizmet edecek teşkilatlar kurmaktı. Fransa’nın saf dışı olmasıyla Osmanlı üzerinde baskı kurarak gerçekleştirdiği bu eylemler neticesinde Balkanlardaki politik durum yoğun şekilde Rus eksenine doğru kaymaya başlamıştır. Rusların bu baskıları neticesinde Bulgarlar, Osmanlı’nın teşebbüsleriyle bağlı oldukları Fener Rum Patrikhanesinden ayrılarak bağımsızlıklarına kavuştular. 



Rusların, Panslavizm hareketi neticesinde Bosna-Hersek’te yaşayan Slavlar ayaklandılar. Osmanlı, bu isyanı bastıramadan bu kez Karabağ’daki Slavlar isyan hareketi içerisine giriştiler. Beraberinde ise, Osmanlı’yı balkanlarda en çok yıpratan isyan olan Sırp isyanları baş gösterdi. Yaşanan olumsuzluklara rağmen Osmanlı, bu isyanların tümünü bastırmayı başardı ancak ayaklanan Bosna, Karabağ ve Sırp Slavları Avrupa’dan yardım talebinde bulundu. Rusya’da bu fırsatı Osmanlı Devletine sert bir ültimatom göndererek değerlendirdi. 
Ruslar, Osmanlı ile savaşmak arzusuyla politik hamleler yürütürken 2. Abdülhamit, politik manevralarla bu savaşı ertelemeye ve koşulları daha müsait hale getirmeye uğraşıyordu. Ruslar, savaş için olabildiğince iştahlıydı ancak Avrupa Ülkeleri, olası bir savaştan kaçınmaya çalışıyordu. Söz konusu politik ortam içerisinde Fransa, İngiltere, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rus Çarlığı, Osmanlı ve Avrupa ülkeleri, Balkanlardaki anlaşmazlıkları görüşmek üzere İstanbul’da bir konferans tertip ettiler (23 Aralık 1876). Bu konferans, muhakkak ki Osmanlı’nın balkanlar üzerindeki hâkimiyetine balta vuracak ve çıkabilecek her sonuç Balkanlardaki Slav toplumların ve dolayısıyla Rusların işine yarayacaktı. 2. Abdülhamit, bu nedenle konferansın faaliyetlerine engel olmak için Kanuni Esasi’yi ilan etti. 2. Abdülhamit’in politik manevrasına rağmen konferansı gerçekleştiren Avrupa ülkeleri, hazırladıkları metinle Osmanlı askerinin Karabağ ve Sırbistan’dan çekilmesini, Bulgaristan’da ise doğu ve batı olmak üzere iki eyalet oluşturularak özerklik verilmesini önererek bir anlamda şart koştular. Osmanlı, bu önerileri kabul etmeyince konferans dağıldı. 



İstanbul ‘da ki konferansta müspet bir sonuç ortaya çıkmayınca Londra’da bir konferans daha düzenlendi. Bu konferansta da İstanbul’daki konferanstaki talepler nispeten biraz daha hafifletilerek tekrar masaya kondu. Ancak Osmanlı, İstanbul’daki konferanstan çok farklı bir sonuç çıkmayınca, söz konusu teklifleri tekrar reddetti. Rusya ise, konferanslardan olumlu sonuç alamayınca, Osmanlının Karabağ’daki Nikşik bölgesinden çekilmesi halinde savaşın önlenebileceğini bildirdi. Bu teklifte reddedilince 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşı kaçınılmaz hale geldi. 


93 Harbi'nin Başlaması

Avrupa, her ne kadar Osmanlı Devletine husumet içerisinde yaklaşsalar da Avrupa Topraklarında bir savaş istemiyordu ancak çokça uğraşmalarına rağmen Rusya’nın istila iştahına mani olamadılar. Rusya, artık tüm politik teşebbüslerini devreye koyup “Savaşı Kaçınılmaz” hale getirmişti. Nihayet 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devletine resmen savaş ilan etti. Sırbistan, Romanya ve Karabağ prenslikleri de Rusya ile birlikte hareket edip isyan ederek Osmanlı’ya karşı ek cepheler oluşturdular. Tüm bu gelişmelerin yanında, olası bir fırsatı değerlendirmek için pusuda bekleyen Yunanistan’da Ruslarla işbirliği yapınca Osmanlı üç ayrı cephede mücadele etmek zorunda kaldı. 



93 Harbi, iki büyük cephede cereyan etmişti. Bu cephelerden biri Tuna, diğeri ise Kafkasya cephesiydi. Tuna Cephesi, Başkumandan Serdar-ı Ekrem Müşir Abdülkerim Nadir Paşa tarafından idare ediliyordu. Emrindeki kuvvetler Garp, Şark ve Cenup ordusu olarak üç ordu olarak teşekkül edilmişti. Garp ordusunun başında Müşir Osman Paşa, Şark Ordusunun başında Müşir Ahmet Eyüp Paşa, Cenup ordusunun başında ise Müşir Süleyman Paşa bulunuyordu. Bu cephe, Kafkasya cephesine göre, Ruslara karşı çok daha zayıf durumdaydı. Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa’nın, düşmanın Tuna’yı geçmesine seyirci kalması üzerine de cephe, savaş başlamadan kaybedilmiş duruma gelmişti. Üstelik 93 Harbi için en büyük ümit, Rusların Tuna hattı üzerinde durdurulabileceği yönündeydi. Zira Abdülkerim Nadir Paşa, bu hareketinden ötürü Divanı Harpte yargılanıp mahkûm olmuştur. Tuna’yı direnişle karşılaşmadan kolayca geçen Ruslar, 7 Temmuz’da Tırnova’yı, 16 Temmuz’da da Niğbolu’yu aldılar. Stratejik öneme sahip olan Şıpka geçidini de kontrol altına alan Ruslar, artık Balkan dağlarının ardına kadar ilerlemişlerdi. Bu gelişmeler neticesinde Abdülkerim Nadir Paşa azledilip yerine yaşı oldukça genç olan Müşir Mehmet Ali Paşa atanınca ordu içinde ayrılıklar meydana gelmeye başladı. Bu olay, menfi bir gidişat izleyenTuna Cephesindeki durumun daha da kötüye gitmesine sebep oldu. 



Art arda kaybedilen cephelerle hızlıca ilerleyen Ruslara karşı en mühim direnişi, Cenup ordusunun kumandanı Süleyman Paşa göstermiştir. Süleyman Paşa, Şıpka geçidini geri almak için geceli gündüzlü yoğun taarruzlarla Rus kuvvetlerinin üzerine taarruz etmiş ancak muvaffak olamamıştı. Ardından Mehmet Ali Paşa’nın taarruzlarıyla Ayazlar, Karahasan, Ablova, Kaçılova geri alındıysa da, sürekli takviye olan ve eksiklerini tamamlayan Rus birlikleri püskürtülemedi. Tuna Cephesinin en başarılı taarruzlarını Garp kumandanı Osman Paşa gerçekleştirdi ve savunma savaşında uyguladığı fevkalade taktiklerle Plevne’de Rusları üç kez mağlup etmeyi başardı. Osman Paşa’nın bu başarısı neticesinde 2. Abdülhamit, kendisine Gazi ünvanı vermiştir. Osman Paşa, Plevne’deki destansı mücadelesi ile fevkalade başarılar elde ettiyse de, sürekli takviye olan Rus birliklerine karşı, yıpranan ordusunun takviye edilememesi sebebiyle hazin şekilde mağlup oldu ve Plevne, tüm hatlarıyla Rusların kontrolü altına girdi. Plevne’nin düşmesi Rusların hareket alanını genişletmişti. Plevne kaybedildikten hemen sonra Sırplar Niş’e girmişler, Karabağlılar da İşkodra’ya kadar ilerlemişlerdi. İleri harekâtlarına devam eden Ruslar da Sofya, Niş ve Vidin’i alıp Edirne’ye, buradan da Yeşilköy’e kadar ulaştılar. Böylelikle 93 Harbi’nin Tuna cephesi kaybedilmiş oldu. 



Kafkas cephesindeki durum ise çok daha çetindi. 93 Harbi, esası itibariyle Tuna cephesinin kaybedilmesiyle mağlubiyete dönüşmüştü ancak Kafkas Cephesindeki mücadeleler Tuna Cephesine göre çok daha çetin geçmişti. Kafkas Cephesinin başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa’ydı. 125 Bin kişilik Rus ordusunun başında ise Ermeni kökenli Melikof bulunuyordu. Zarar gördüğü cepheleri hızlıca doldurup cephe hattında açık vermeyen Rus birlikleri 30 Nisan’da Doğu Beyazıt’ı zaptettiler. Muhtar Paşa, Ruslara karşı 21 Haziran’da Haylaz, 25 Haziran’da Zivin, 25 Ağustos’ta Gedikler muharebelerini kazandı ve 2. Abdülhamit tarafından Gazi unvanına layık görüldü. 4 Ekimde Yahniler savaşını da kazanan Muhtar Paşa, sürekli eksiklerini tamamlayan Rus güçlerine karşı tutunamadı ve 15 Ekim 1877’de Alacadağ Muharebesinde mağlup oldu. Ahmet Muhtar Paşa, daha az zayiat vermek için Erzurum’a çekilmek zorunda kalmıştı. Kars, açıkta kaldığı için 18 Kasım’da Ruslar tarafından zaptedildi. Sonrasında ise Erzurum’a girseler de, “Nene Hatun Destanı’nı” yazan, Erzurum Halkı’nın olağanüstü direnişlerine karşı galip gelemeyip geri çekilmek zorunda kaldılar. Erzurum, Rus İstilası ile cebelleşirken, Kafkas Cephesi Başkumandanı Muhtar Paşa, İstanbul’un muhafazası ile vazifelendirilip geri çağırıldı ve yerine Müşir Kurt İsmail Paşa görevlendirildi. 



Neticede, Tuna Cephesindeki başarısızlık ve Kafkas Cephesindeki başarılı mücadelelere rağmen yaşanan mağlubiyet, Osmanlı’nın 93 Harbini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 Harbinin kaybedilmesi sadece toprak kaybı anlamına gelmiyordu. Osmanlı üzerinde kadim emellere sahip Ruslar ve işbirliği içerisinde bulunduğu Ermeniler, Balkanlarda, Kafkaslarda ve özellikle Erzurum’da insanlık dışı katliam ve vahşetlere imza attılar. Tuna Cephesinden ilerleyen Ruslar, Balkanlar’da yaşayan yoğun Türk nüfusunun pek çoğu öldürülerek kalanlarında göç etmek zorunda bıraktı. Böylelikle Ruslar, Balkanlardaki Türklüğü yok edip yegâne hedefleri olan Bulgaristan’ın Slavlaşmasını sağlamış oldular. Rusların Balkan Türkleri üzerindeki vahşice tutumu, Türk Tarihinin en büyük göç hareketine sahne oldu. Bulgaristan’da yaşayan milyonlarca insan ya öldürüldü ya da Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Öyle ki Ruslar, göç halinde olan kafilelere bile saldırarak Tarihe kara bir leke olarak işlenecek Bulgar katliamlarının altına imza atmış oldular. Bunun yanında, Anadolu’da yaşayan Ermenilerde Ruslarla işbirliği yaparak güçlenmiş, 1900’lü yıllarda ortaya çıkan Ermeni kalkışmasının ve halen çözülememiş olan Ermeni Sorununun temellerini atmış oldular. 


Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden giriştikleri taarruzlarla Osmanlı’yı zor durumda bırakan Ruslar, İstanbul’a kadar ilerleyip Yeşilköy’de karargah kurdular. Osmanlı ise kaybedilen savaş sonrası Ruslardan mutahareke istemek zorunda kaldı. 93 Harbi sonrası, 19 Ocak 1878 de Edirne’de imzalanan mütahareke ile Ruslar resmen savaşın galibi ilan edildiler. Bu antlaşmadan sonra, Rusların baskıları sonucu 3 Mart 1878’de tekrar bir antlaşmaya varılarak Ayestefanos mütaharekesi imzalandı. Ancak Abdülhamit, siyasi manevralar ve dâhiyane siyasetiyle bu antlaşmaların gerçekleşmesine mani oldu ve 93 Harbi’nin Osmanlı’ya vereceği zararların bir kısmı önlenebildi. 


93 Harbinin Sonuçları

93 Harbi ile Balkanlarda hızla nüfuzunu arttıran Rusya, artık Avrupa içinde bir tehdit unsuru oluşturmaya başlamıştı. Bunun üzerine Avrupa ülkeleri, Ruslar ve Osmanlı arasındaki siyasi gelişmelere dâhil olarak yeni bir antlaşmaya varılması için devreye girdiler. Osmanlı, Abdülhamit’in siyasi manevralarıyla Edirne ve Ayestefanos antlaşmalarının tahakkuklarını bertaraf etmişti. Dolayısıyla varılacak yeni bir antlaşma Osmanlı tarafında olumlu karşılanmıyordu. Buna rağmen taraflar 13 Temmuz 1878’de Berlin’de tekrar bir araya gelerek Berlin antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma neticesinde Osmanlı, Balkanlar üzerindeki topraklarından vazgeçerek günümüz Türkiye’sinin üçte birine yakın bir coğrafyayı nüfusu ile birlikte kaybetti. Sırbistan, Karadağ ve Romanya’da bu antlaşma ile bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu sebeple 93 Harbi, Osmanlı’nın yıkılması ile sonuçlanan sürecin kırılma noktası olmuştur.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)