bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


18 Şubat 2017 Cumartesi

Haçlı Seferleri Nasıl Başladı?

haçlı seferleri nasıl başladı ile ilgili görsel sonucu

XI. yüzyılın sonlarında, Bizanslılar ile Araplar hâlâ tüm Anadolu’da egemenliklerini sürdürmekte idiler. Makedonya hanedanının o parlak günlerinden sonra V Mihail Kalafati’nin savaşları ile Monomahos’un dinsel başkaldırısı ve Kilise’den kopması, Zoi’nin egoist ve anlamsız davranışları ve de “Askeri” lâkabıyla tanınan VI. Mihail’in beceriksizlikleri nedeniyle Bizans Devleti güç ve huzursuz yıllar yaşamıştı.
Ne var ki, Komnenos hanedanının Konstantinopolis’te yerleşmesinden sonra bütün bu kahredici olaylar zinciri gerilerde kalmıştı. Halk yeni hanedanın cesur ve muktedir imparatorlarını görerek Anadolu Hıristiyanlığı için verimli bir çağın başlamakta olduğunu hissediyor ve yazgının Doğu Hıristiyanlarının eski ve şanlı imparatorluğu için pek çok şerefli günler hazırlamış olduğunu anlıyordu.
Her ne kadar daha o günlerde bile bir gerileme devresine girmiş bulunsalar da uçsuz-bucaksız bir devletin hâkimi durumunda olan Araplar, hâlâ Bizans’ın karşısında önemli bir güç olarak tarih sahnesinde kendilerini göstermekte idiler.
Selçuklu Türkleri de o sıralarda Anadolu’nun içlerine kadar tüm ağırlıkları ile sarkmış ve Arap mirasının önemli bir kısmına el koymuş olmalarına rağmen; Mezopotamya’nın büyük bir kısmı ile Arabistan’ın tümünü, Mısır’ı, Kuzey Afrika ile İspanya’yı ellerinde bulunduran Araplar her zaman Bizans için güçlü bir tehlike oluşturmakta idiler. Bununla beraber, Bağdat Abbasileri, Mısır Fatimileri ve İspanya Emevileri tarafından çeşitli devletler halinde bölünmüş olmaları nedeniyle, bir zamanlar tüm dünyayı fethetmelerini sağlayan o eski birliklerini kaybetmiş bulunuyorlardı.
Ancak, siyasi rakip durumunda olsalar da Doğu’da Hıristiyanlar ile Müslümanlar uygarlık ve ilerleme yolunda kusursuz bir uyum içinde bulunuyorlardı. O yıllarda Doğu memleketlerinde sanat ve edebiyat tüm parlaklığı ile ışıldıyor ve insanlık için devrin bütün önemli güzelliklerinin tükenmez kaynağı oluyordu.
Sözünü etmiş bulunduğumuz bu iki narin, uygar ve de olağanüstü uyumlu ırki sarmallanmalardan uzakta kalmış Frenk Avrupa’sı, o yıllarda Batı’da egemen olan barbarlığın ve karanlık bilgisizliğin ağır ezikliği altında kıvranarak, bu durumdan kendini kurtaracak bir çıkış yolunu arıyordu. Batı’da ne edebiyat, ne sanat, ne de sosyal kurumlar bulunduğu gibi kanun ve yönetsel işlem kavramları da oluşmuş değildi. Basit halkın ensesine çöreklenmiş ağır feodal nizam, halkın, geçici ve anlık efendiler altında ezilmesine ve kahredici bir umutsuzluğa sürüklenmesine neden oluyordu.
O dönem Avrupa’sının örgüsünde oransal bir ağırlığı olan tek kurum, Papa’nın egemenliği idi. Ancak, bu da güçlülerin çıkar dengeleri ile çevredekilerin kurnaz aç gözlülüklerine dayandığı için halkta saygı hissini yaratacağına ürkeklik ve korkuya yol açıyordu. Anlaşılıyor ki, Batı Avrupa’sı, o sıralarda dünyayı sarsan olaylara müdahale edebilecek herhangi bir girişimde bulunmasına olanak verecek ne manevi unsurlara ne de herhangi bir siyasal kurumlaşmaya sahipti.
Buna karşı, gerek Doğu gerekse Batı’da Bizans adının ve de imparatorluğun ağırlığı büyüktü.
Her ne kadar, Batılılar, 1054 yılındaki Papa tarafından aforoz edilme (kiliselerin ayrılması) olayına hep nefretle bakmış iseler de, Bizans görkeminin neden olduğu korku, kendilerinin herhangi bir öç alma girişiminde bulunmalarına engel oluyor, Tanrının koruması altındaki kente saldırma olasılığını ortadan kaldırıyordu.
Aynı şekilde, Batılıların Müslüman Araplara karşı duymakta oldukları hislerin daha dostça olduğunu söylemeye olanak yoktur. Araplara karşı duymakta oldukları dinsel nefretin yanında Ortodokslara göre onları daha zayıf ve az tehlikeli olarak görmeleri de, besledikleri hınç ve kini arttırmakta idi. Arapların Batı memleketlerine karşı yapmış oldukları tahkir edici ve küçültücü akınların acılarını, Avrupalılar bir türlü içlerine sindirememekte idiler.
İlgili resim

Haçlı Seferlerinin Temel Nedeni: Kör Fanatizm

Demir zırhlar içindeki korkusuz Arap emirlerinin Fransa, İspanya ve Sicilya’daki zaferleri anılarda öylesine canlıydı ki, Papa’nın kendisi de Müslüman orduların Roma’nın kapılarına dayanıp önceki papaları vergiye bağlamış olduklarını panik içinde hatırlamaktaydı. Batı’nın nefreti, yıllarca Frengistan’a korku salmış, ancak şimdi bir dereceye kadar zayıflamış gibi görünen bu “İsa düşmanı Müslümanlar”a karşı odaklaşıyor ve patlayacağı bir neden arıyordu. Kendileri fakirlik içinde boğulurken Doğu’nun zenginliği ve ihtişamı gözlerini kamaştırıyor, bir gün Doğu’nun bu servetini ele geçirecekleri günü iple çekiyorlardı.
Bununla beraber, XI. yüzyılın sonlarına doğru Doğu’ya ve İslâm’ın “ulaşılmaz” yuvasına karşı Katolik dünyanın bir saldırıya kalkışmış olması, inanılmaz derecede cesur bir eylem olarak kabul edilmiştir.
Bu “akılsız” hareketin gerçekleşebilmesi için, bilinen ve mûtad insani dürtülerin de ötesinde, milyonlarca insanın kör fanatizmi ile bağnaz inancının harekete geçmiş olduğunu görmekteyiz. Ve böylece, İsa düşmanlarına karşı savaşmanın ve de yıkım ile kan dökmenin “Tanrı isteği” olduğunu iddia eden birkaç meczubun hezeyanlı bağrışmalarına kapılıp giden milyonlarca insan ayaklanıp çılgın bir hareketi başlattılar. Tarih, bu akımlara Haçlı Seferleri adını vermiş. Avrupa da, bunları gururlu bir kendini beğenmişlik içinde, tarihinin en şerefli sayfalarında kaydetmiştir.
Avrupalılar, kişi ve de millet olarak, kendilerini Haçlıların ahfadı olarak görürken de, “dedelerinin imansız Araplar ile savaşmış olmaları” nedeniyle kendilerini diğer insanlardan üstün gördükleri gibi, tüm insanlığın ve de Tanrının kendilerine sonsuza kadar minnet duymaları gerektiğine inanmaktadırlar.
Böylece de Batı, o seferlerin en önemsiz bir ayrıntısına dahi saygı ile bakmaya kendisini şartlandırmış olmakla, pek çok tahrif ve yalanları da bilimsel bir havaya büründürmüştür! Sonuçta da, çıplak ve trajik gerçeğin ikiyüzlü bir yalanlar yumağı ile sarmallanıp olduğundan bambaşka bir şekilde takdim edilmesi sağlanmış oldu. Ancak bu gibi olaylarda sıklıkla görüldüğü gibi, kişilerin egoizmaları öyle istiyor diye, bilimsel gerçeğin göz kamaştırıcı ışıltısının örtülmesine imkân yoktur.
Tüm tarih gelişimi içinde, kendilerini insan olarak kabul eden kimseler için, Haçlı Seferleri’nden daha aşağılık, daha barbar ve daha sefil bir devir yaşanmamıştır.
Haçlı Seferleri bütün Avrupa’nın en ağır bir ayıp lekesi olarak karşımıza çıkar. Ve de, asil ve uygar Araplarla savaşları sırasında o necip ve ünlü kenti harabeye çevirirlerken o görgüsüz Batı şövalyelerinin, tüm cehaletlerine rağmen kendi içlerinde bulunması beklenen o en basit insani erdemden dahi mahrum oldukları görülmüştür.
Haçlı Seferleri Avrupa tarihinin en karanlık ve ayıplarla dolu sayfalarını oluşturmaktadır.
Gerçekten de, vicdan sahibi birkaç Avrupalı tarihçinin bu hususu belirttiklerini ve olaylardan açık yüreklilikle söz etmiş olduklarını görmekteyiz.
Ne var ki, resmi tarihin, “ideal bir amaç” mazeretinin arkasına sığınarak, en aşağılık dürtülerle kişisel arzularını tatmin etmekten başka bir şey yapmamış olan o kana susamış serseri güruhunu hâlâ defne taçları ile onurlandırmakta olduğunu görmekteyiz.
Kudüs'ün Fethi
Avrupa’da Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulünden ve özellikle Charlemagne’ın Halife Harun el-Reşid ile diplomatik ilişkilerde bulunmaya başlamasından sonra, Batı Avrupa’da dindar hacılardan oluşan ve İsa’nın Kudüs’teki mezarını ziyaret amacını güden kervanların tertiplenmekte olduğunu görürüz.
Bu kervanlar daima kalabalık bir hacı kafilesinden oluşmakta idi.
Beşyüz, bin, iki bin hatta yedi bine ulaşan bu mümin kafileleri, başlarında bir-iki papaz veya piskopos olduğu halde, bir bilgisizlik lâkaydîsi içinde bu tür zorlu gezilere katılırlardı.
Ancak, bu gezilerin genelde kahredici bir başarısızlıkla sonuçlandığı da bir gerçektir.
Akla hayale gelmeyecek güçlükler, büyük masraflar, bilinmeyen hastalıklar, eşkıya baskınları, fırtınalar ve kavgaların bu karmakarışık kitleleri, çoğunlukla daha amaçlarına bile varmadan darmadağın ettiklerini görürüz.
Sonunda, bu tür seyahatler öylesine güç ve yorucu bir hal almışlar ki, Katolik din adamları, İsa’nın Mezarı’nın ziyaret edilmesini ağır bir günah veya suçun işlenmesi durumlarında, Kilise düşmanlarına tatbik edilecek dini açıdan resmi bir ceza olarak vaz etmişlerdir. İşte, bu suretle, Kilise de bu dini bütün (!) kararı ile kendi düşmanlarından kurtulmuş oluyordu.
Görülüyor ki, bir taraftan da her yıl Kilise tarafından bu şekilde cezalandırılmış binlerce günahkâr ve suçludan oluşan güruhlar tertiplenmiş olmakla, Kutsal Mezar’ı tavaf edenler de eksilmemiş oluyordu. Ama kolayca anlaşılıyor ki, böylesi bir insan çöplüğünden oluşan bu Hıristiyan kervanlar, aslında, kendi yaşamları pahasına cehennem ateşi ile zebani mızraklarından kurtulabilecekleri umudu ile hareket eden birer eşkıya çetesinden başka bir şey değillerdi. Ortaçağ Avrupa toplumu çöplüğünden oluşan ve her yıl yola çıkan bu iğrenç kervanlar, geçtikleri her memleket için gerçek birer sosyal yara ve tehlike oluşturuyorlardı.
Devlet kuruluşu açısından kusursuz özellikler gösteren ve uygar bir toplum olan Arapların egemenliği boyunca Suriye’de durum o kadar da vahim görünmüyordu.
Kudüs’e genellikle binlerce küstah, tehlikeli, terbiyesiz, her an kavga çıkarmaya hazır kimselerden oluşan hacı grupları geliyor ve orada, yörenin efendileriymişçesine, hoşgörülü Arapların sakin denetimi altındaki sokaklarda bağrışıyor, ellerinde flamalar olduğu halde davullar ve borularla dinsel törenler ve gösterilerde bulunuyorlardı.
Ne var ki, Suriye’de Arapların yerini Türkler aldığında, işler tamamen değişti. Yörenin yeni efendileri bir taraftan hacılardan vergi almaya başladıkları gibi, o terbiyesiz ve kendini bilmez hacıların Kudüs’te aylarca kalmalarını önlemek amacıyla ellerinden geldiğince güçlük çıkarmaya başladılar. Bu suretle de, yılların geçmesiyle, Kudüs’teki hac görevinin yerine getirilmesi daha da güçleşiyor ve tehlikeli bir hal alıyordu.
Fakat hacca gitmenin giderek daha tehlikeli bir hal almasıyla beraber, zamanın din çevrelerinde o görevi gerçekleştirme arzusu da artıyor ve sonuçta gerçek inananlarla günahlarından arınma gayesi ile İsa’nın Mezarı’nı ziyarete kalkışan canilerin birleşip çılgın bir fanatizm yumağını oluşturdukları görülüyordu.
Suriye’nin ve Anadolu’nun Türklerin eline geçmesi Bizans için de büyük bir yıkım olmuştu. Araplardan çok daha iyi savaşan bu yeni ırk kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmını ele geçirmiş ve neredeyse Bizans’ın kutsal başkentine kadar dayanmıştı. Yapılan savaşlar göstermişti ki, Bizans’ın bu yeni düşmanı kendi başına Anadolu’dan atması olanaksızdı. Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos Türkleri, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdeniz’den atmak için Avrupalıları bir sefer düzenlenmesi için kışkırtıyor ve bir taraftan Papa’dan yardım istiyordu. Türklere karşı olası bir Haçlı Seferi’nin en büyük destekçilerinden biri olan Bizans’ın bilmediği ise, düzenlenecek olan bu seferler sırasında Müslümanlardan sonra en büyük zararı görecek olanın kendilerinin olmasıydı. Başkentleri bu seferler sırasında bağnaz Hristiyan kitleler tarafından yağmalanacak, evleri ve tapınakları ateşe verilecek, binlerce kişi öldürülecekti.
İlgili resim

Keşiş Pierre Adında Bir Fanatik

Keşiş PiyerHaçlı Seferleri’nin nedenlerinden bahsederken, bu çılgın fanatiklerin arasına karışan, başından geçen birçok talihsiz evlilik aksilikleri sonunda manastır yaşamını tercih eden emekli bir askerin  adını anmamak olmaz. Kendisi çılgıncasına fanatik, ölçüsüz, mütecavizdi. Adının Pierre olması nedeni ile tarih kendisine “Keşiş Pierre-Pierre l’Hermite” lâkabını vermiştir. Bir önceki hac ziyareti sırasında oradaki Müslümanlarca kötü muameleye uğradığı söylenen bu zat, İslâm’a karşı düşmanlık hezeyanlarıyla dolu bir halde dönmüştü. Keşiş Pierre, Tanrı’nın kendisiyle görüşüp İsa’nın Mezarı’nın Arapların günahkâr mevcudiyetinden temizlenip kurtulması için tüm Katolik dünyasının İslam’a karşı savaşması gerektiği hususunda tebliğ vermiş olduğu yönündeki varsam ve sanrılarını etrafa yaymaya başlamıştı. Biraz sonra da, aynı hezeyanların etkisi altında Roma’ya- giderek Papa II. Urban’ın ayaklarına kapanmış ve bu Tanrısal görevin yerine getirilmesi hususunda kendisine dua etmesi ve yardımlarda bulunması için yalvarmıştır.
Papa onu kabul etmiş ve kendisinden dualarını esirgemediği gibi, Tanrı tarafından verilmiş bulunan bu kutsal görevin gerçekleştirilebilmesi için de istediği yerde dolaşarak halka gerekli telkinlerde bulunmasına da izin vermiştir. Beklendiği gibi, keşiş hemen yola koyulup Fransa, İtalya ve Almanya’da dolaşmaya başlamış ve oralarda yaptığı konuşmalarla da, İsa’nın Mezarı’nın kurtulması konusunda halkı harekete geçirmeye başlamıştır.
Keşişin köpük dolu ağzından dökülen coşku, gözyaşı, beddualar, dualar ve de histerik gösterilerle dolu konuşmaları, Ortaçağ Avrupası’nın cahil kitleleri üzerinde korkunç bir etki yaparak onları köklerinden sarsmıştır. Artık herkes Keşiş Pierre’i Tanrı tarafından görevlendirilmiş seçkin bir kimse olarak görüyor, bağrışmalar eşliğinde çılgına dönüyor ve bütün bunların sonunda da, macera peşinde koşan o serseri, kutsal bir güç ve vahiy ile taçlanmış bir peygamber olup çıkıyordu.
Pierre’in o ateşli konuşmalarının etkisi ile her geçen gün çoğalıp güçlenen bir halk hareketi ortaya çıkınca, zamanın devlet büyüklerinin dikkatleri de o yöne çekilmiş oldu.
Cahil Katolik güruh tarafından oluşan böylesine geniş bir hareketin gerek kendisine gerekse dini çevreye birçok faydalı sonucu beraber getireceğini gören Papa da, konuyu inceleyip, müminlerin dinsel arzularını gerçekleştirebilmesi için önce İtalya ve sonra da Fransa’da geniş bir toplantının tertiplenmesi kararına varmıştı. Kuşkusuz, düzenlenecek bir Haçlı Seferi en çok Katolik Kilisesi’nin işine yarayacaktı. Düzenlenecek bir Haçlı Seferi ile Papa, kendisinden zaten yardım isteyen Ortodokslar (Bizans) üzerinde siyasi egemenlik kuracağını hesaplıyor, Papalığın görüşlerini benimsemeyen “Heretik” Doğu Hıristiyanlarını denetimi altına alacağını düşünüyordu. Ayrıca Kudüs gibi kutsal bir kentin geri alınması gücüne güç katacaktı.
Böylece, 19095 yılında Fransa’nın Clermont şehrinde İkinci Büyük Sinod toplanmıştır. Doğal olarak, bu Sinod’da başroldeki hatip olarak gene meşhur Keşiş Pierre’i görmekteyiz. Konuşmalarındaki sürükleyici güç ve yobazlığının inandırıcılığı ile kişiliğindeki marazi coşku binlerce insanı öylesine etkilemişti ki, İsa’nın Mezarı’nın kurtarılması gayesi ile kendi yaşamını bir an önce feda etme arzusu etrafında örülen kitlesel bir deliliğin ifadesi olarak “Tanrı böyle istiyor – Dieu le veut!” sesleri semalarda yankılanıp durdu. Papa da tüm Hıristiyan alemini Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek özellikle havarilerin yaşadığı yerlerin ve onlara ait kalıntıların Sarazen Müslümanlardan temizlenmesi için yapılacak kutsal savaşa davet etti.
Ve tüm bu güruh, kökleşmiş kararlılığını vurgulamak için, kalın çuha kumaşından haçlar keserek elbiselerine iliştiriyor ve bu nedenle de kendilerine “Haçlılar” lâkabını uygun görüyordu.
Halkın o sıralarda göstermekte olduğu coşku ve heyecanın tarifi mümkün değildir. Kitlesel bir deliliğe yakalanmış insanlar… Bunların zekaca en geri olanları ancak bu suretle Cennet’e gidebileceklerine inanırken, bir kısmı da gidecekleri o bilinmez memleketlerde kolaycasına zengin olup döneceklerine, bazıları da kendilerini istismar eden feodal toplumdaki efendilerinin gaddarlığından ancak bu suretle kurtulabileceklerine inanmakta idiler.
Haksızlığa uğramış, toplumdan dışlanmış, bir zamanlar sahip oldukları zenginlikleri yitirmiş ve de zarara uğramış bu büyük kitle, Hıristiyanlığın iyiliği uğruna giriştikleri böylesine kutsal bir amaç nedeniyle tüm umut ve beklentilerinin gerçekleşmesini tamamen doğal bir hak olarak görüyor, bu durum da, Tanrısal görevlerine duydukları sadakati bir kat daha arttırıyordu. Derin bir taassubun karanlığında boğulan cahil kitlelere göre cennete gitmenin tek yolu Kudüs’ü ziyaret etmekten geçiyordu. Kudüs’e ulaşamasa bile, İsa yolunda savaşırken ölen birisi cennet dışında başka nereye gidebilirdi ki? Şimdi ise bekledikleri cennet fırsatı kendi ayağıyla karşılarına çıkmıştı…
Asiller ve burjuvalar, efendiler ve köleler, papazlar ve keşişler, kadınlar ve çocuklar delicesine bir arzu ile Haçlı Seferleri’ne katılmak için çabalıyorlardı.
Bu gelişmeler sonucunda, seferin masraflarını karşılayabilmek için herkes varını-yoğunu yok pahasına elden çıkarmaya çalışıyordu. Geniş araziler, şatolar, mücevherler, atlar, hayvan sürüleri, elbiseler… Her şey yok pahasına satılıyordu. Herkes, bir an önce hazırlıklarını tamamlayıp ilk seferde kendisine de bir yer ayırabilmekten başka bir şey düşünmüyordu. Cahil halk güruhlarının Haçlı Seferleri’ne katılmasını anlamak kolaydı. Peki soyluların sonu bilinmeyen Haçlı Seferleri’ne katılmasının nedeni neydi? Bu sefere katılacak soylular için öncelikli amaç maddi çıkarlar ve yeni topraklara sahip olmaktı. Elbette diğer nedenleri de gittikleri yerde kendilerine şöhret kazandıracak işler yapmak ve adlarını tüm Hristiyan alemine duyurmak, ayrıca bitmek bilmeyen serüven tutkularıydı.
Gerçek bir kitlesel delilik Avrupa’yı sarmıştı.
Bu suretle de, kısa sayılabilecek bir süre içinde 1.300.000’i aşkın kalabalık bir güruh 1096 yılında Filistin’e doğru hareket etmeye hazır bir hale gelmişti. Birinci Haçlı Seferi ve Avrupalıların utanç serüveni başlıyordu…

26 Aralık 2016 Pazartesi

Animizm Nedir?

Animizm Nedir? ile ilgili görsel sonucu

Animizm ya da diğer adıyla canlıcılık, doğada insan ruhuna az çok benzeyen başka ruhların da bulunduğunu kabul eden ilkel insanların dinidir. Bu inanca göre evrendeki bütün varlıkların, bitki ve hayvan gibi canlıların, denizlerin ve göklerin hatta yağmur ve yıldırım gibi doğa olaylarının giz dolu etkisi olan birer ruhları vardır.
İlkel çağlarda insanlar açıklayamadıkları, aciz kaldıkları ve korktukları doğa olaylarını kişiselleştirerek anlamaya çalışmışlar; korku kaynaklı bir beklenti ile birlikte onun içinde bulunduğuna inandıkları ruhlara saygı göstermişlerdir. Tıpkı insanlar gibi bu ruhlar da iyi ya da kötü karaktere sahip olabilir ve yeterince saygı görmezlerse kötülük yapabilirler. İnsan, gücünün dışında kalan bu bilinmeyen güçleri denetleyemez ama onlardan yardım isteyebilir ya da dualarla öfkelerini yatıştırabilir.
Animizm ilk başlarda fetişizm olarak adlandırılmıştır. Fetişizm sözcüğü dinler tarihine ilk olarak De Brosses tarafından 1760’da yayınlanmış olan “Fetiş Tanrıların Dini Üzerine” adlı yapıt ile girmiştir. Fetiş (fetiche) sözcüğü Portekizce Feitiçio’dan, o da Latince Facticius sözcüğünden gelmektedir: Büyü gücüne sahip perili nesne anlamına gelen bu terimi Portekizli gemiciler zencilerin dinsel eşyası ile büyücülük aletlerini anlatmak için kullanıyorlardı. De Brosses’un düşüncesine göre fetişlere tapınmanın bütün dinlerin kökünde bulunması gerekirdi.
Büyük Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) da Pozitif Felsefe Dersleri”nin birincisinde ünlü Üç Durum Yasası’nı (Üç Hal Kanunu) formülleştirdiğinde bu Fetişizm terimini benimsemiştir. Auguste Comte’a göre insanlık birbiri ardınca üç durumdan geçmiştir. Teolojik durumda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen fakat daha kudretli iradelerle izah eder.  Metafizik durumda insan olayları soyutlamalar (tecrit, abstraction) ve doğa kuvvetleriyle izah eder. Ve Üç Durum Yasası’nın sonuncusu olan pozitif durumda ise insan olayları başka olaylarla izah eder.
Animizm sözcüğü ilk olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz antropolog Edward Burnett Tylor’ın “Primitive Culture” adlı yapıtında kullanılmıştır. Latince Anima (ruh, hayvan) sözcüğünden gelir. Bu inancın teorisini kuran Taylor ilkel dinleri, bütün insan toplumlarının sonraki evrimleri ne olursa olsun bu inanç evresinden geçtiklerini ileri sürerek açıklamaya çalışmıştır.
Şunun da altını çizmek gerektir ki Animizmi, kendisine yakın dinsel görüşlerden belirli olarak ayırmak olanaksızdır. Örneğin Totemizm inancının temel tezlerinden birkaçı Animizmde de bulunmaktadır: Mana fikri, tabu fikri ve yarı insan-yarı hayvan efsanevi atalar fikri. Öte yandan bütün çevrelerdeki bütün dinlerde Totemizmin olduğu kadar Animizmin kalıntılarına da rastlanmaktadır.
Burnunla birlikte Avusturalya yerlilerine göre daha olgun, fakat daha eski uygarlığa sahip toplumlarla kıyaslandıkları zaman daha ilkel gibi görünen birçok toplumların dinini de Animizm deyimiyle tarif edebiliriz: Örneğin Müslüman olmayan zenci Afrika toplumları, Polinezya toplumu, Kuzey ve Güney Amerika’nın şimdiki Kızılderili toplumu, Eskimo toplumu vb.
İlgili resim

Animizmin Temelleri

Bu ilkel insanların can ve doğa hakkındaki inançlarını, büyü usullerini, dinsel törenlerini incelemek yerinde olur.
İlkel insanlara göre can yahut ruh bedene, bedenin bazı parçalarına; Avustralya yerlilerine göre de özellikle böbreklerdeki yağ tabakasına sıkı sıkıya bağlıdır. Zaten can, beden ölmeksizin bundan bir zaman için ayrılabilir. Bu takdirde beden üzerinde uzaktan dahi olsa, sanki bedenin içindeymiş gibi etki yapar. Frazer bir eserinde bu dış canı özellikle incelemiştir. Ona göre “can çalınabilir, yenilebilir, geri getirilebilir ve bazı durumlarda da yamanabilir, onarılabilir ve yerine başkası konabilir.” Cherokee Kızılderililerinden bir şef bir savaş sırasında canını bir ağacın tepesine yerleştirmişti. Düşman durmaksızın ona ok atıyor ama şef ne ölüyor, ne de yaralanıyordu. Fakat hasmı, savaşta yapılan bu büyüyü anladığından, dallara doğru ok attırdı. Bunun üzerine kabile şefi düşüp öldü.
İlkel insana göre, kişilik onun şahsiyetinin çevresinde bitmez. İlkel zihniyete göre bu kişilikte bedenin kendisiyle beraber onun üzerinde biten (yetişen) ve ondan çıkan salgılar (ifrazlar) veya bedenin dışarıya attığı saç, kıl, tırnaklar, gözyaşı, idrar, gaita maddeleri, sperm, ter gibi maddeler de dahildir. Onun için birçok toplumlarda herkes saçlarının, tırnak parçalarının yahut gaita maddelerinin kötü niyetler besleyebilecek bir başkasının eline geçmemesine büyük özen gösterir. Bunları elinde tutmak, o insanın canını da elinde tutmak demektir. Kişinin kılları, salgıları vs., tıpkı ayakları, elleri, yüreği ve kafası gibi, kendi benliğinden bir parçadır. Kelimenin tam anlamıyla bunlar da ona ait bulunmaktadır.
Kişiliğin bu elemanlarına, bedenin örneğin üzerinde oturulan iskemle gibi bir eşya veya yer üzerinde bıraktığı izleri ve özel olarak ayak izlerini de eklemek gerektir. Bir çocuğu kudretli bir büyücünün bıraktığı izler üzerine yerleştirerek, çocuğun da onun kuvvetinden bir şeyler edineceği sanılır Kişinin gölgesi, sudaki aksi, resmi de yine onun kişiliğine dahil nesnelerdendir. İlkel insanlarda genel olarak resminin yapılmasından ya da fotoğrafının çekilmesinden korku duyması da bundan ileri gelmektedir.
şamanizm nedir ile ilgili görsel sonucu
Kişinin adı da kişiliğe dahil bir nesnedir. Eskimolar üzerine çok derin incelemeler yapmış olan Rasmussen’e göre bir insan bir bedenden, bir candan ve bir addan meydana gelmedir.
Giyecek eşyası da kişiliğe ait şeylerdendir. Terli bir erkeğin urbasını giymiş olan bir kadın gebe kalabilir. Bir insan tarafından sık sık kullanılan kap-kaçak ve başka eşya da onun kişiliğine dahildir ve bazı toplumlarda o insan öldü mü, bunlar yakılır.
Yaşamın özü olan can, bedeni kesin olarak terk ettiğinde ölüm meydana gelir. Bununla birlikte daha karmaşık bir düşünce olan ve ruhun bedenden ayrılarak ölüler ülkesinde yaşayabileceğine inanan ruh göçü de Animizmden doğmuştur. Bu düşünceye göre ölen bir kimsenin ruhu bir maymunun, bir incir ağacının, bir sineğin bedenine girebilir. Ölen kimsenin yaşayanları kıskanıp onlardan öç almaması için bu cesede özen göstermek gerektir. Ölüler yiyip içmek ister, saygı görmek isterler. Levy-Bruhl’ün düşüncesine göre ilkel zihniyete göre ölü hem “mevcut”, hem “namevcuttur” ya da aynı anda birkaç yerde birden hazır bulunur. Bu zihniyet ölülerin iki yerde birden hazır olabileceklerini kabul ederek, bunların başka bir alemde oturmakla beraber, bazı hallerde yaşayanlara görünebileceklerine inanmaktadır.
Ölüler alemi tıpkısı tıpkısına canlılar aleminin zıddıdır, karşıtıdır. Orada her şey tersinedir. Bizim gecemiz onların gündüzü olduğundan, yeryüzüne geceleyin gelirler; geceleyin onlarla karşılaşmak tehlikelidir. Bununla beraber ölülerin toplumu da canlılarınki gibi klanlara bölünmüştür. Ölülerin tekrar bir bedene girdikleri gerçekleştiği gibi, büsbütün kaybolup gittikleri de olur.
Animizmde düşle gerçek devamlı olarak birbirine karışmış haldedir. Örneğin Afrika’nın Ekvator bölgesinde, düşte yapılan bir yolculuk gerçekten yapılmış sayılır. Kızılderililerde düşte kendisini bir yılanın soktuğunu gören kimse, gerçekten yılan sokmuş gibi aynı tedaviyi görmek zorundadır.
Dış alemi vücuda getiren hayallerde ya ruhsal kuvvetler vardır, ya da bu hayaller ve ruhsal kuvvetlerin egemenliği altındadır. Levy-Bruhl’e göre ruh kelimesi çok açık ve kesin olmakla beraber, ilkel insanların çevresinde daima faaliyet halinde olan bu etkileri ve bu hareketleri anlatabilmek için bulabildiğimiz en rahat kelimedir.
Kreglinger’e göre ilkel insanların bütün dinsel hayatı mana ile tarif edilir. Bu insanların bütün tapınış usullerinde ki amaç, ya mana ile temasa hazırlıksız oldukları zaman kendilerini ondan korumak; ya da dinin sırrına erdikleri zaman tersine olarak bu kutsal cevherden mümkün olduğu kadar fazlasını benliklerine sindirmektir. Rahip manaya sahip olan kimsedir, onun için bunu dilediği gibi kullanabilir. Tapınak ise mananın büyük miktarda toplanıp birleştiği yerdir.
Büyük şefler öylesine mana doludurlar ki, onlarla temas sıradan insanlar için sakıncalıdır. Şefler nereye giderlerse manaları da onlarla birlikte gider ve bedenlerinden toprağa geçebilirdi.  Bu nedenle şefin ayağının değdiği yerlere basmak başkaları için tehlikeli durum yaratabilirdi. Şefin yemek yerken kullandığı kap-kacağa ve gereçlere bulaşabilirdi. Yüksek şefler böylesine yoğun bir manaya sahip olduklarından, bedenleri ve eşyaları tabuydu. Sıradan insanlar büyük şeflerin taşıyabildiği ölçüde kutsal akıma dayanamayacağından, kaza sonucu buna maruz kaldıklarında arınma ritleri gerekmekteydi.
İlgili resim

Büyü Animizmin Tekniği ve Stratejisidir

Ruhlara benzetilebilecek olan mistik kuvvetler doğada mevcutturlar ve insan gerekli birtakım sözler söyleyip hareketler yaparak ruhsal varlıklar üzerinde etki yapabildiği gibi doğa üzerinde de etki yapabilecektir. Böyle bir etki de adına büyü dediğimiz nesnenin temelini oluşturmaktadır. Salomon Reinach’ın dikkate değer bir formülüne göre büyü, “Animizmin tekniği ve stratejisidir.” Yüksek sesle ya da makamla söylenen sözlerde bir takım kuvvetler vardır. Bir olayın taklidi yapılmakla, o olayın meydana gelmesine yol açabilir. Bir sefere çıkmadan önce bunun ayrıntıları adeta temsil edilir, oynanır; savaş raksları yapılarak zafer böylece sağlama bağlanır. Bir takım tapınma usullerine uygun olarak su döküldüğü zaman, yağmur yağması sağlanır. Bunun adına taklidi büyü denir.
Kişi ile imgesi arasındaki ortaklığı kullanan büyü çeşidine bazen duygudaşlı büyü denir. İmgeyi yaralamak yahut yok etmekle, kişinin yaralandığı veya yok edildiği sanılır. Bu, bir insanın imgesine acı çektirip kendisine acı çektirme amacını güden sihirin prensibidir. Bunun tipik örneği Voodoo bebeklerine iğne batırarak ona zarar vermeye çalışmaktır.
Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi def ederler, mutluluk getirirler.  Mana taşıyan bu nesneler kişinin yazgısını etkiler. Örneğin başarılı bir avcının taşıdığı muskayı ele geçiren bir başkası o avcı ile aynı güce sahip olurdu. Muska, nazarlık, tılsım gibi günümüzde dahi kabul gören inanışların kökeninde Animizm vardır.
Büyünün bir iyi çeşidi vardır ki bu, şefler, rahipler ve Fetişçiler tarafından yapılır. Bir de kötü şekli vardır ki bunu büyücüler yaparlar. Bu büyücüler hastalığa, ölüme sebep olurlar; bunlar bir çeşit yamyamdır. Kötü bir büyücünün hareketini felce uğratmak için, iyi bir fetişçi bunu bozmak üzere bir karşı büyü yapar. Kongo’da Animizm üzerinde çok ayrıntılı incelemeler yapmış olan Mary Kingsley’nin dediği gibi, “ilacın ruhu, hastalığın ruhu üzerinde etki yapar.”
Büyücü toplumun tehlikeli bir düşmanı olduğundan, onu meydana çıkarmak gerekir. Bu da iyileri koruyup kötüleri vuran bir sınavla (ordalie) meydana çıkarılır. Bu sınav Afrika’nın Ekvator bölgesinde zehirle yapılır: “zehir bir çeşit mistik tepkiye sahiptir”, ancak suçluyu öldürür.
Totemist toplumlarda olduğu kadar Animist toplumlarda da bir mitologyaya, bir efsaneler sistemine rastlanır. Efsaneler veya masallar, tarihsel geçmişle ilgisi olmayan, doğaüstü bir tarihi anlatırlar. Efsane, efsanevi devirdeki atalarla temasa gelmek ve onların etkilerinin devri bir şekilde yenilenmelerini elde etmek olanağını sağlar.
şamanizm nedir ile ilgili görsel sonucu

Atalar Kültü

Animizmin en ilgi çekici yönlerinden biri de atalar kültüdür. Atalar kültü ölülerin özellikle de ataların ruhlarının canlı varlıkların günlük yaşamını etkileyebileceği inancından doğmuştur. Ayrıca atalar insanlara ateş yakmayı ya da avlanmayı öğretmiş, yaşamalarını kolaylaştırmış yarı tanrılardır. Atalar kendileriyle aynı kandan gelenleri korur, onlar için tanrılardan yardım ister. Bu nedenle onlara teşekkür edilmelidir. Ancak ataların öbür dünyada yaşayıp bunları yapabilmesi için gereksinimlerinin karşılanması gerekir. Bu kurban keserek ya da mezarlarına yiyecek bırakarak olur. Efsane ataların şerefine yapılan törenler son derece hayret verici gösterileridir. Bu törenlerde çoğu zaman maskeler ve özel urbalar taşıyan oyuncular müziğin sesine uyarak raks ederler. Sırf klanın şimdi yaşamakta olan üyelerinin gerek ölmüş üyeler ile gerekse görünmez kuvvetlerle birleşerek bunlarla haşır-neşir olmaları ve yarattıkları kutsal heyecanın derinliği bakımından bu törenler dinsel mahiyettedir. Bu törenlerin amacı saygısızlığa uğramış ölülerin öfkesini yatıştırmak, canlılardan öc almasını engellemektir.
Animizm insanlara dünyayı incelemek olanağı veren ilk hipotez olmuş; eski çağların ilkel insanlarını olduğu gibi bugünün insanlarını da, kendilerininkine benzer ruhlarla dolu sandıkları doğa üzerinde etki yapmaya kalkışmak bakımından cesaretlendirmiştir. Auguste Comte’la birlikte biz de “Animizmin, insan zihnini içinde bulunduğu hayvanca uyuşukluktan çıkardığını” söyleyebiliriz.
Renkli ve renksiz resmin heykelin, raksın, müziğin; doğrudan doğruya yahut dolayısıyla bütün güzel sanatların kökünde Animist büyücülüğün bulunması olasıdır. İnsanların yaşamında sanatın oynadığı yahut oynaması gerekli muhteşem rol düşünülürse, bu ilkel dinin yüzyıllar boyunca bütün insanlara yaptığı iyilikten dolayı ancak minnet duyulabilir.

Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet Kimin Fikriydi?

Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu
Ezanın Türkçe okunması, Cumhuriyet devrimleri içinde laiklik, ibadetin (hutbenin ve namazın) ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi gibi din reformlarının içinde önem sırasına göre en sonda gelenidir. Hem kronolojik seyir itibariyle hem de önem açısından bu sıra gerçeği yansıtmaktadır. Ezanın ibadetin özüne değil çağrıya ilişkin olması, bu açıklamayı haklı kılsa da, ibadet ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesinde uğranılan başarısızlığın rövanşını karşı devrimciler ancak Türkçe ezanla alabilmişlerdi. Ezan sırf bu nedenle, din devrimleri arasında simgesel olarak kıymetli bir yeri hak etmektedir.
İbadet dilinin Türkçe olması yönündeki düşünceler Osmanlı’da ilk kez II. Meşrutiyet döneminde dile getirilmiştir. Türk dünyası içinde ise ibadetin Türkçeleştirilmesine yönelik ilk adımların Rusya’da Türkler tarafından atıldığı söylenebilir. Omsklu Niyazi Mehmet Süleymanof kendi okuduğu hutbelerden oluşan “Türk-i Hutbeler” adlı kitabını Orenburg’daki Vakit Matbaası’nda 1910’da iki cilt olarak yayımlamıştı. Rusya’da yaşayan Müslümanlar arasında oldukça rağbet gören bu hutbeler büyük yankı uyandırmış ve Osmanlı basınına da konu olmuştu.
Osmanlı’da ise II. Meşrutiyet döneminde Galatasaray Lisesi Müdürlüğü yapan Yeni Osmanlılardan Ali Suavi, yayımlamakta olduğu “Ulum” gazetesindeki köşesinde hutbelerin ve namaz surelerinin Türkçeleştirilebileceğini, namazın Türkçe ifa edilebileceğini savunuyor ve ezanın Türkçe okunmasını istiyordu.
Keza aynı şekilde Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp de aynı düşünceler içindeydi. 1918 yılında Yeni Hayat adlı dergideki Vatan adlı şiirinde Ziya Gökalp bu isteğini şöyle dile getiriyordu:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Cumhuriyet’i kuran kadrolar Osmanlı’nın son zamanlarında dile getirilmeye başlanan ibadet dilinin Türkçeleştirilmesine sahip çıktılar. Cumhuriyet ilan edildiğinde bu kadronun hedeflerinden biri de Osmanlı’nın yüzyıllarca Türklüğü ikinci planda tutup değişik ırk ve dinleri bir arada bağdaştırmasının artık olanaksızlığı karşısında, dini de ulusallaştırmaktı. Bu da ibadetin Türkçeleştirilmesi görüşlerini gündeme getirmişti. Batılı uluslar, kutsal kitaplarını dillerine çevirerek, ibadetlerini de yine ulusal dilleriyle yapıp, benliklerini bulduklarına göre, pekâlâ Kuran’ı Türkçeye çevirmek, hutbeleri Türkçe okumak, ezanları, selâları, tekbirleri Türkçe okuyup, namazları da Türkçe kılmak yerinde olacaktı.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

İlk Türkçe Hutbe

Tarihsel kayıtların gösterdiğine göre Osmanlı’daki ilk Türkçe hutbe 1911 yılında Bursa Hüdavendigar Cami’nde okunmuş ve bu olay Sırat-ı Müstakim dergisi tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Keza Balıkesir’de yayımlanan Karasi gazetesinin 10 Eylül 1916 tarihli sayısında, Balıkesir İbrahim Bey Cami’nde Hafız İsmail Efendi’nin cemaate Türkçe hutbe okuduğu haberine rastlayabiliyoruz. Cumhuriyet döneminde Türkçe hutbeye geçiş, Abdülmecit Efendi’nin Halife seçilmesi olayıyla başlamıştır. 22 Kasım 1922 günü, Abdülmecit Efendi’yi tebrik için İstanbul’a giden Kırşehir mebusu Müfid Efendi (Kurutluoğlu),  Fatih Cami avlusunda toplanan halka Ayet-Hadis, Allah’a övgü, Peygambere de dua kısımları hariç Türkçe hutbe okumuştur.
1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin imzasıyla yürürlüğe konan talimatla hutbelerin ayet ve hadis metinleri dışında kalan bölümlerinin Türkçe okunması istenmiş ve o tarihten itibaren hutbeler Türkçe olarak okunmaya başlanmıştır. Kısacası ibadetin Türkçeleştirilmesi çalışmaları içinde Türkçe hutbe denemesi hepsinden önce başarıya ulaşmıştır. Osmanlı’da kısmen uygulanmış, Cumhuriyet döneminde kolayca yerleşmiştir. Bugün de tartışmaya neden olmaksızın sürmektedir.
Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi hutbeye göre çok daha şiddetli tepkilere neden olacaktı.  Cumhuriyet’in ilanından yalnızca birkaç ay sonra ilk Ramazan’da iki Kuran tercümesi yayınlanmıştı. Bunu Albay Cemit Sait Dikel’in üçüncü bir çevirisi izledi. Dini konularda ehliyetsiz kişilerce ticari amaçlarla Kuran çevirilerin sayısının giderek artması üzerine 21 Şubat 1925’te Meclis’te yapılan görüşmelerde, “hatalı Kuran çevirilerinin yayınlandığı ve Türkçe tefsirlerin yetersiz kaldığı” gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı  Kuran-ı Kerim ve temel hadis kitaplarının Türkçeye çevrilmesi konusunda görevlendirildi. Diyanet’e bu amaçla 20.000 TL bütçe aktarıldı. ve Mehmet Akif (Ersoy) ile Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır bu işle görevlendirildi.  Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları özellikle Arap dünyasından büyük tepki gördü. Bu tepkilerin en şiddetlisi, Arap milliyetçisi Muhammet Reşit Ride ve onu destekleyenlerden geliyordu: “Kuran başka dile çevrilemezdi.” Oysa en büyük hadis bilginlerinden kabul edilen İmam Buhari şöyle diyordu: “Arapların Kuran’ı değişik lehçelerle okuması caiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları caizdir.”
Ne tuhaftır ki, Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeye çalışan bu kitle, o dönem yapılan Kuran’ın İngilizceye çevirisini ise şiddetle destekliyordu. Fakat bu kitle amacına ulaşıp Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeyi başarınca görev Elmalılı Hamdi Yazır’a kaldı. Elmalılı Hamdi Yazır, 1926’da başladığı bu Kuran tefsirini (Hak Dini Kur’an Dili) ancak 1938’de tamamlayabilecekti.
Camilerde Türkçe Kuran okunmasındaki ilk somut eylem 22 Ocak 1932’de gerçekleşti. Hafız Yaşar Okur, o gün İstanbul Yerebatan Cami’nde kendisini dinleyen binlerce kişiye Yasin suresinin önce Arapçasını ardından ise Cemil Sait Diker’in çevirisiyle Türkçe mealini okudu. Yerebatan Cami’nde okunan Türkçe Kuran’ı diğer camiler izledi. Özellikle 5 Şubat günü, yani Ramazan’ın son Cuma günü Sadettin Kaynak tarafından Süleymaniye Cami’nde okunan Türkçe hutbeyi binlerce kişi dinledi. (Yerebatan Cami’nde Türkçe Kuran okunması çoğu yerde yanlış yorumlanma nedeniyle ilk Türkçe hutbe olarak dile getirilmektedir. Oysa Bursa’da 1911 yılında okunan hutbe ve 1928 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İstanbul Evkaf Matbaası’na bastırılan “Türkçe Hutbe” kitabı bunun yanlışlığını göstermektedir. Yalnız daha önceki hutbelerin aksine ayet ve hadislerin de Türkçe okunması nedeniyle bir ilktir.) Atatürk gelişmelerden hoşnuttu; ne var ki Cemil Said Diker’in, Kasimiriski’nin Fransızca “Le Koran” adlı çevirisinden hazırladığı ve birçok hatası bulunan Türkçe Kuran çevirisini beğenmemiş ve Diyanet’ten çeviri işlemlerini hızlandırmasını istemişti.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Anadilde Namaz

Anadilde namaz konusunda İslam tarihinde bilinen ilk olay bizzat Hz. Muhammed zamanında gerçekleşmiştir. Dillerinin Arapçaya dönmediğini söyleyen Farslılar, ilk sahabelerden biri olan Selmanı Farisi’den Fatiha suresinin Farsçaya çevrilmiş halini istemişler ve dilleri Arapçaya alışıncaya kadar Fatiha suresini kendilerine gönderilen tercümeden okuyarak kılmışlardır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife de hiçbir koşul olmadan çeviri ile namaz kılınabileceğini söyler. Öğrencisi Muhammed eş-Şeybaninin aktardığı bilgiye göre Ebu Hanife, “şayet biri namazına Farsça tekbir getirerek başlasa ve onda Farsça okusa, bu kişi Arapçayı iyi biliyorsa da namazı caizdir” demiştir.
Tarihi belgelerde de anadilde ibadet konusunda kayıtlar bulunmaktadır. Ebu Bekr Muhammed b. Ca’fer en-Narşahi, Tarih-i Buhara adlı kitabında şunları yazar: “Emir Küteybe hicri 94 (miladi 712) yılında Buhara Zerdüşt ateşkegesini yıktırdı. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Farsça yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namaz da bir adamın ‘Niktaniknet – nikünya nikünü’ komutasıyla kılınıyordu.” Bu ifadeden o dönemde yalnızca ezanın Farsça okunduğunu değil, aynı zamanda namazın da Farsça kılındığını anlayabiliyoruz. Keza daha sonra Irak içtihat medresesi için Kuran’ın yanlışsız ve tam çevirisi ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin verdiği fetva (Fetva-yı Gıyasiye) bunu doğrulamaktadır. 819-999 yılları arasında hüküm süren Samaniler de özellikle güçlerinin doruk noktasında oldukları 10. yüzyılda Kuran-ı Kerim’i Taberi tefsiriyle birlikte Farsçaya çevirtmişler ve bu arada Arapçanın yanında Farsça da ibadet edilebilmesi için fetva çıkartmışlardır.
Türkçe namaz konusunun ise, 2. Meşrutiyet’teki bir öneri ayrık tutulursa resmi şekilde ilk defa Cumhuriyet döneminde dile getirildiği söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Meşrutiyet’in ilanında Ubeydullah Efendi, bütün namaz surelerini, tekbirlerini, selâlarını Türkçe ifa için izin istemişse de, Talat Paşa “bunun vakti var” deyip teklifi ka­bul etmemiştir.
Cumhuriyet döneminde de Türkçe namaz kılınması bir kere denenmiş fakat belli kesimin şiddetli tepkisi ile karşılandığından başarılı olamamıştır. Türkçe namaz kılınmasının öncülüğünü Abdullah Cevdet (İçtihat dergisi başyazarı), Nurettin Artam (Çengelköy Kadiri Tekkesi Şeyhi) ve Ayasofya Camii hocalarından Mehmet Cemalettin’in başını çektiği bir grup yapmıştır. Nitekim Mehmet Cemalettin Efendi, İstanbul Göztepe’de bir camide 19 Mart 1926 Ramazan ayının ilk Cuma günü, önce hutbeyi Türkçe okumuş ve sonra da namazı kendisinin hazırladığı Türkçe Kuran çevirileriyle kıldırmıştır. Tekbirleri ve teşbihleri de Türkçe yapan Mehmet Cemalettin Efendi, namazı bitirirken “Selam size ve Allah’ın rahmeti size” demeyi de ihmal etmemiştir. Fakat cemaatten bazı kişiler Mehmet Cemalettin’i Üsküdar müftülüğüne şikâyet etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da hocayı 23 Mart’ta geçici bir süre görevinden alıp İmam Hatip Mektebine atamıştır. Mehmet Cemalettin kendisiyle röportaj yapan Vakit gazetesi muhabirine namazı Ebu Hanife’nin fetvasına dayanarak Türkçe kıldırdığını belirtip şunları söylemiştir:
Türkün dini gibi dili de vardır. Allah hangi milleti kusursuz yaratmıştır da Türkü -haşa- kusurlu yaratmıştır? Ne çare ki, asırlardan beri Türkün başı, dini, dünyevi iki türlü kapitülasyonla derttedir. Türk, çok şükür başını dünya kapitülasyonlarından kurtardı; din kapitülasyonundan da kurtarmanın zamanı gelmiştir. Türk dilinde ibadet olmaz demek Allah’a ve Hz. Muhammed’e bühtandır.
1938’de Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze namazını kıldıran Şerafettin Yaltkaya da  “Allahu Ekber” yerine “Tanrı uludur” ve selam verirken de “Es-selamu aleykum ve rahmetullah” yerine “Esenlik üzerinize olsun” diyerek cenaze namazını kıldırmıştır.  Bu tarihten sonra da Türkçe namaz konusunda fazla bir gelişme yaşanmamıştır.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezan Çalışmalarının Başlaması

İlk ezan, 15 Haziran 622 tarihinde Bilal-i Habeşi tarafından Medine’de okundu. O tarihe kadar Müslümanlara ibadet vaktinin geldiğini anımsatan bir herhangi bir yöntem yoktu. Fakat Müslümanların sayısının giderek artması bir yöntem bulunmasını zorunlu kıldı. Çan çalınması, ateş yakılması ya da boru sesi gibi yöntemler önerildiyse de gayrimüslim adetlerine benzediği düşüncesiyle hiçbiri kabul görmedi. Sonunda sahabelerden Abdullah ibn-i Zeyd’in bir gece rüyasında duyduğu sözlerle Müslümanların ibadete çağrılmasına karar verildi. Ezanın sözleri işte böyle doğdu. İlk başlarda okunan sabah ezanında “Es- salatu hayrun mine’nnevm- Namaz uykudan hayırlıdır” cümlesi bulunmuyordu. İmam Mâlik’ten rivayetle, “Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer’in yanına gider. Onu uyuyor bulunca: ‘Essalatu hayrun mine’nnevm’ der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini emreder.” Böylece ezan günümüzdeki şekline ulaşır.
Türkçe ezan, Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı konularından biridir ve hatta günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır.  Zira Kuran’da ya da hadis kitaplarında bu konuda bir hüküm bulunmadığı için ezanın anadilde okunup okumayacağı konusunda din adamları iki kutba ayrılmış durumdadır. Hanefi ve Hanbeli din bilginleri ezanın Arapçadan başka bir dilde okunmasının caiz olmadığı söylerken, Şafii din bilginleri ise Arapça bilmeyen yabancıların, ezanı orijinal şekliyle okuyabilen birini bulamadıkları takdirde kendi dillerinde okumalarına izin vermişlerdir. Keza günümüzde İran gibi Şii ülkelerde okunan ezanın sözleri bile bizdekinden farklıdır ve Sünni ülkelerde şu an okutulan ezanın Emeviler döneminde tahrif edilen ezan olduğunu iddia ederler.
Ezanın Türkçeleştirilmesi çalışmaları da dini ulusallaştırma çalışmalarıyla birlikte başlar. Türkçe ezanın caiz olduğuna yönelik dayanak noktası ise Ebu Hanife’nin verdiği fetvadır. 1931 yılı Aralık ayında Dolmabahçe’de Türkiye’nin en tanınmış müezzinlerini ağırlayan Atatürk, onlardan ezanın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulunmuştur. İlk olarak ise Tekbir’in Türkçeleştirilmesi konusu ele alınmış, bu amaçla başkanlığını Hasan Cemil Bey’in (Çambel) yaptığı dokuz kişiden oluşan bir hafızlar kurulu oluşturulmuş ve kurul Dolmabahçe Sarayı’nda Türk Tarih Kurumu’nun odasında çalışmalarına başlamıştır. Bu hafızlar şunlardır: Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki, Sultanselimli Hafız Rıza’dır.
Camilerde Türkçe ezan okuyacak kişilerin hem çok iyi Arapça hem de çok iyi Türkçe bilmesi ve musikiden anlaması gerektiği gibi konularda kurul görüş birliğine varmıştı. Ancak ezandaki “Allahu Ekber” kısmının Türkçeye çevirisi konusunda görüş ayrılığı yaşandı. Hafız Rıza  “Tanrı uludur” şeklinde çevrilmesini savunurken, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal “Allah uludur” şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunuyordu. Her iki söylenişi de birkaç kez dinleyen Atatürk, “eskisi unutulsun” diyerek Rıza Bey’in “Tanrı uludur” şeklindeki çevirini onayladı.
Türkçe ezanın sözleri belirlendikten sonra sıra hangi makamda okunacağına gelmişti. Peygamberin zamanında ezan herhangi bir makam olmadan okunurdu. Ama Osmanlının ezana kattığı bir yenilik, ezanı Saba, Uşşak, Hicaz, Segah, Rast, Dügah ve Neva gibi musiki makamlarla okumak olmuştu. Sonunda Konservatuar üyesi İhsan Bey’in ezan için belirlediği beste beğenildi ama müezzinlerinin kısa sürede bunu öğrenemeyeceği anlaşılınca yıllardan beri alışılageldiği biçimde okunmasına karar verildi.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezanın Sözleri

Türkçe ezan gayrıresmi kayıtlara göre ilk olarak 29 Ocak 1932’de Kuşadası’nda Hafız Sadık Bey tarafından resmi kayıtlara göre ise 30 Ocak 1932 günü, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. O gün ikindi ezanının Türkçe okunacağını duyan binlerce kişi Fatih Cami önünde toplanmış merakla bekliyordu.  Hafız Rıfat Bey ezanı önce Arapça, ardından ise Türkçe okudu. 15 Temmuz 1932 tarihinde son metnine karar verilen ve 1950 yılına kadar okunan Türkçe ezanın sözleri şöyledir:
Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır
Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Ezanın tüm Türkiye’de Türkçe olarak okunması için yapılan çalışmaların Ramazanın birinci günü olan 29 Aralık 1932 tarihine yetiştirilmesi planlanmıştı; ne var ki planlanan günde bütün müezzinlerin hazır olamayacağı anlaşıldı. Bu nedenle bazı yerlerde geçici bir süre için Arapça ezan okunmasına izin verildi. İlk uygulamaların ardından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932’de yayınladığı 636 sayılı genelgeyle ezanın ve kametin Arapça okunması yasaklandı. Son biçimini alan Türkçe ezan metninin 800 nüshası 26 Eylül 1932 tarihinde Türkiye’deki bütün Evkaf Müdürlüklerine gönderildi. Ezanın yanı sıra salanın ve tekbirin de Arapça okunması resmen yasaklanarak Türkçe okunması emredildi ve yasaklar oldukça sıkı denetlenmeye başlandı.
Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere bir genelge göndererek “Türkçe ezan ve kamet suretlerinin memleketin her tarafında bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğunu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağını” belirtti. Böylece 7 Şubat 1933 tarihinden sonra İstanbul’da -Evkaf Müdüriyetinin tebliği ile- bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı. Hatta ABD’nin Detroit kentinde yaşayan Türkler ezanın Türkçe metnini istemişler ve 1933’ün Mayıs’ından başlayarak ezanı Türkçe okumuşlardı.
1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşanan olaylar dışında ezanın Türkçeleştirmesine yönelik büyük bir tepki oluşmadı. Eylemler ya bireyseldi ya da kaçamaktı. Örneğin cezai ehliyeti olmayan delilere ve çocuklara Arapça ezan okutularak yasak delinmeye çalışılıyor, ya da Ticani tarikatı üyeleri milli maçlar sırasında Arapça ezan okuyup yasağı bireysel olarak deliyordu. Ezanın Arapça okunmasının bir genelgeyle yasaklamasından sonra, bu yasağa aykırı davrananlara verilecek cezanın yasal dayanağı  ise ancak 2 Haziran 1941’de çıkarılan 4055 sayılı yasa ile sağlanmıştır. Yasanın gerekçesi şudur: “Arapça zihniyetini eski zihniyete bağlayan, eski ananelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak.” Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesine eklenen fıkraya göre, Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapis cezası alacak ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezanın Son Bulması

Böylece 18 yıl süresince Demokrat Parti iktidara gelene kadar militan birkaç ses dışında yerleşmiş sayılan Türkçe ezan uygulamasına ciddi anlamda bir tepki olmadı. Ancak, 18 Temmuz 1945 tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşuyla başlayan çok partili demokrasi dönemiyle birlikte Türkçe ezan konusundaki muhalefet artmaya başladı. Hatta oy kaygısı nedeniyle CHP içinde bile çatlak sesler ortaya çıkmaya başladı.
Muhalefet yıllarında DP, Arapça ezancılara angaje olmuştu. Ve kapalı kapılar arkasında verilmiş bulunsa da; iktidara gelir gelmez yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vaatti. Nitekim Menderes, 1950 seçimlerini kazanmasının hemen ardından, ezanın Türkçeleştirilmesinin o dönemki gericilikle mücadele zorunluluğundan doğduğunu, şimdi bu tedbirlere gerek kalmadığını söyleyerek değişikliğin sinyallerini veriyordu. Ezan önce hükümette gayrıresmi olarak konuşulmaya başlandı. Hazırlık yapanların Bayar’dan çekindikleri, “Acaba ne der?” dedikleri söylenmiştir. Bayar ki, Atatürk devrimlerine bağlılığını her fırsatta yineleyen bir siyasetçidir. Hakkındaki bu yargı o denli sağlamdır ki, Atatürk devrimlerinden verilen ödünlerin sorumluluğu hep Menderes’e yüklenmiştir. Üstelik Bayar DP’yi kurarken İnönü’ye devrimler konusunda dikkatli olacağı sözünü de vermişti. Nadir Nadi’nin anlattığına göre Bayar, başkanlık ettiği kabine toplantısında Arapça ezan tartışılırken: “Arkadaşlar, kararımızla Atatürk’ün ruhu muazzep olmaz mı” diye sorar. Buna ilk Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger karşılık verir: “Büyük zaferimiz üzerine (14 Mayıs 1950) Atatürk’ün ruhu bu kadarcık kusuru bize bağışlar, efendim” der ve toplantı neşeli bir havada devam eder.
31 Mayıs 1950’de Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, 2 Haziran 1950’de Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı, 14 Haziran 1950’de Başbakan Adnan Menderes hükümetince TBMM’ye ezanın yeniden Arapça okunabilmesi için yasa teklifi verildi. 16 Haziran 1950 tarihinde Meclis’te yapılan oylama sonucunda Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesindeki “Arapça ezan ve kamet” okuyanlar hakkındaki kısmı 5665 sayılı yeni bir yasayla düzenlenerek Arapça ezan üzerindeki yasak kaldırıldı. Böylece ezanın istenilen bütün dillerde okunmasının önü açıldı. Yasanın oylanması sırsında İsmet İnönü ve birkaç arkadaşı hariç tüm CHP milletvekilleri de DP ile birlikte yasağın kaldırılması yönünde oy kullanmıştı.
Türkçe ezan uygulamasına gösterilen direnç, İslamiyet’in yanı sıra Arapçaya da kutsallık atfedilmesinden ve dolayısıyla ibadet dilinin zorunlu olarak Arapça olması gerektiğine inanılmasından kaynaklanmıştı. Oysa tarihi kayıtların da gösterdiği gibi yalnızca ezan değil namaz bile daha Hz. Muhammed’in döneminde başka bir dilde kılınabiliyordu. Günümüzde yaşanan tartışmalarda gericiliğin artmasında Arapça ezana dönüşün bir başlangıç noktası olduğu, bu kararın DP’nin Atatürk Devrimlerini sorgulayan tutumunun bir göstergesi olduğu, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımı olduğu ve karşı devrimcilere verilmiş bir ödün olduğu sıklıkla dile getirilmektedir.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)