bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


26 Aralık 2016 Pazartesi

Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet Kimin Fikriydi?

Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu
Ezanın Türkçe okunması, Cumhuriyet devrimleri içinde laiklik, ibadetin (hutbenin ve namazın) ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi gibi din reformlarının içinde önem sırasına göre en sonda gelenidir. Hem kronolojik seyir itibariyle hem de önem açısından bu sıra gerçeği yansıtmaktadır. Ezanın ibadetin özüne değil çağrıya ilişkin olması, bu açıklamayı haklı kılsa da, ibadet ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesinde uğranılan başarısızlığın rövanşını karşı devrimciler ancak Türkçe ezanla alabilmişlerdi. Ezan sırf bu nedenle, din devrimleri arasında simgesel olarak kıymetli bir yeri hak etmektedir.
İbadet dilinin Türkçe olması yönündeki düşünceler Osmanlı’da ilk kez II. Meşrutiyet döneminde dile getirilmiştir. Türk dünyası içinde ise ibadetin Türkçeleştirilmesine yönelik ilk adımların Rusya’da Türkler tarafından atıldığı söylenebilir. Omsklu Niyazi Mehmet Süleymanof kendi okuduğu hutbelerden oluşan “Türk-i Hutbeler” adlı kitabını Orenburg’daki Vakit Matbaası’nda 1910’da iki cilt olarak yayımlamıştı. Rusya’da yaşayan Müslümanlar arasında oldukça rağbet gören bu hutbeler büyük yankı uyandırmış ve Osmanlı basınına da konu olmuştu.
Osmanlı’da ise II. Meşrutiyet döneminde Galatasaray Lisesi Müdürlüğü yapan Yeni Osmanlılardan Ali Suavi, yayımlamakta olduğu “Ulum” gazetesindeki köşesinde hutbelerin ve namaz surelerinin Türkçeleştirilebileceğini, namazın Türkçe ifa edilebileceğini savunuyor ve ezanın Türkçe okunmasını istiyordu.
Keza aynı şekilde Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp de aynı düşünceler içindeydi. 1918 yılında Yeni Hayat adlı dergideki Vatan adlı şiirinde Ziya Gökalp bu isteğini şöyle dile getiriyordu:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Cumhuriyet’i kuran kadrolar Osmanlı’nın son zamanlarında dile getirilmeye başlanan ibadet dilinin Türkçeleştirilmesine sahip çıktılar. Cumhuriyet ilan edildiğinde bu kadronun hedeflerinden biri de Osmanlı’nın yüzyıllarca Türklüğü ikinci planda tutup değişik ırk ve dinleri bir arada bağdaştırmasının artık olanaksızlığı karşısında, dini de ulusallaştırmaktı. Bu da ibadetin Türkçeleştirilmesi görüşlerini gündeme getirmişti. Batılı uluslar, kutsal kitaplarını dillerine çevirerek, ibadetlerini de yine ulusal dilleriyle yapıp, benliklerini bulduklarına göre, pekâlâ Kuran’ı Türkçeye çevirmek, hutbeleri Türkçe okumak, ezanları, selâları, tekbirleri Türkçe okuyup, namazları da Türkçe kılmak yerinde olacaktı.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

İlk Türkçe Hutbe

Tarihsel kayıtların gösterdiğine göre Osmanlı’daki ilk Türkçe hutbe 1911 yılında Bursa Hüdavendigar Cami’nde okunmuş ve bu olay Sırat-ı Müstakim dergisi tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Keza Balıkesir’de yayımlanan Karasi gazetesinin 10 Eylül 1916 tarihli sayısında, Balıkesir İbrahim Bey Cami’nde Hafız İsmail Efendi’nin cemaate Türkçe hutbe okuduğu haberine rastlayabiliyoruz. Cumhuriyet döneminde Türkçe hutbeye geçiş, Abdülmecit Efendi’nin Halife seçilmesi olayıyla başlamıştır. 22 Kasım 1922 günü, Abdülmecit Efendi’yi tebrik için İstanbul’a giden Kırşehir mebusu Müfid Efendi (Kurutluoğlu),  Fatih Cami avlusunda toplanan halka Ayet-Hadis, Allah’a övgü, Peygambere de dua kısımları hariç Türkçe hutbe okumuştur.
1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin imzasıyla yürürlüğe konan talimatla hutbelerin ayet ve hadis metinleri dışında kalan bölümlerinin Türkçe okunması istenmiş ve o tarihten itibaren hutbeler Türkçe olarak okunmaya başlanmıştır. Kısacası ibadetin Türkçeleştirilmesi çalışmaları içinde Türkçe hutbe denemesi hepsinden önce başarıya ulaşmıştır. Osmanlı’da kısmen uygulanmış, Cumhuriyet döneminde kolayca yerleşmiştir. Bugün de tartışmaya neden olmaksızın sürmektedir.
Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi hutbeye göre çok daha şiddetli tepkilere neden olacaktı.  Cumhuriyet’in ilanından yalnızca birkaç ay sonra ilk Ramazan’da iki Kuran tercümesi yayınlanmıştı. Bunu Albay Cemit Sait Dikel’in üçüncü bir çevirisi izledi. Dini konularda ehliyetsiz kişilerce ticari amaçlarla Kuran çevirilerin sayısının giderek artması üzerine 21 Şubat 1925’te Meclis’te yapılan görüşmelerde, “hatalı Kuran çevirilerinin yayınlandığı ve Türkçe tefsirlerin yetersiz kaldığı” gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı  Kuran-ı Kerim ve temel hadis kitaplarının Türkçeye çevrilmesi konusunda görevlendirildi. Diyanet’e bu amaçla 20.000 TL bütçe aktarıldı. ve Mehmet Akif (Ersoy) ile Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır bu işle görevlendirildi.  Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları özellikle Arap dünyasından büyük tepki gördü. Bu tepkilerin en şiddetlisi, Arap milliyetçisi Muhammet Reşit Ride ve onu destekleyenlerden geliyordu: “Kuran başka dile çevrilemezdi.” Oysa en büyük hadis bilginlerinden kabul edilen İmam Buhari şöyle diyordu: “Arapların Kuran’ı değişik lehçelerle okuması caiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları caizdir.”
Ne tuhaftır ki, Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeye çalışan bu kitle, o dönem yapılan Kuran’ın İngilizceye çevirisini ise şiddetle destekliyordu. Fakat bu kitle amacına ulaşıp Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeyi başarınca görev Elmalılı Hamdi Yazır’a kaldı. Elmalılı Hamdi Yazır, 1926’da başladığı bu Kuran tefsirini (Hak Dini Kur’an Dili) ancak 1938’de tamamlayabilecekti.
Camilerde Türkçe Kuran okunmasındaki ilk somut eylem 22 Ocak 1932’de gerçekleşti. Hafız Yaşar Okur, o gün İstanbul Yerebatan Cami’nde kendisini dinleyen binlerce kişiye Yasin suresinin önce Arapçasını ardından ise Cemil Sait Diker’in çevirisiyle Türkçe mealini okudu. Yerebatan Cami’nde okunan Türkçe Kuran’ı diğer camiler izledi. Özellikle 5 Şubat günü, yani Ramazan’ın son Cuma günü Sadettin Kaynak tarafından Süleymaniye Cami’nde okunan Türkçe hutbeyi binlerce kişi dinledi. (Yerebatan Cami’nde Türkçe Kuran okunması çoğu yerde yanlış yorumlanma nedeniyle ilk Türkçe hutbe olarak dile getirilmektedir. Oysa Bursa’da 1911 yılında okunan hutbe ve 1928 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İstanbul Evkaf Matbaası’na bastırılan “Türkçe Hutbe” kitabı bunun yanlışlığını göstermektedir. Yalnız daha önceki hutbelerin aksine ayet ve hadislerin de Türkçe okunması nedeniyle bir ilktir.) Atatürk gelişmelerden hoşnuttu; ne var ki Cemil Said Diker’in, Kasimiriski’nin Fransızca “Le Koran” adlı çevirisinden hazırladığı ve birçok hatası bulunan Türkçe Kuran çevirisini beğenmemiş ve Diyanet’ten çeviri işlemlerini hızlandırmasını istemişti.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Anadilde Namaz

Anadilde namaz konusunda İslam tarihinde bilinen ilk olay bizzat Hz. Muhammed zamanında gerçekleşmiştir. Dillerinin Arapçaya dönmediğini söyleyen Farslılar, ilk sahabelerden biri olan Selmanı Farisi’den Fatiha suresinin Farsçaya çevrilmiş halini istemişler ve dilleri Arapçaya alışıncaya kadar Fatiha suresini kendilerine gönderilen tercümeden okuyarak kılmışlardır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife de hiçbir koşul olmadan çeviri ile namaz kılınabileceğini söyler. Öğrencisi Muhammed eş-Şeybaninin aktardığı bilgiye göre Ebu Hanife, “şayet biri namazına Farsça tekbir getirerek başlasa ve onda Farsça okusa, bu kişi Arapçayı iyi biliyorsa da namazı caizdir” demiştir.
Tarihi belgelerde de anadilde ibadet konusunda kayıtlar bulunmaktadır. Ebu Bekr Muhammed b. Ca’fer en-Narşahi, Tarih-i Buhara adlı kitabında şunları yazar: “Emir Küteybe hicri 94 (miladi 712) yılında Buhara Zerdüşt ateşkegesini yıktırdı. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Farsça yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namaz da bir adamın ‘Niktaniknet – nikünya nikünü’ komutasıyla kılınıyordu.” Bu ifadeden o dönemde yalnızca ezanın Farsça okunduğunu değil, aynı zamanda namazın da Farsça kılındığını anlayabiliyoruz. Keza daha sonra Irak içtihat medresesi için Kuran’ın yanlışsız ve tam çevirisi ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin verdiği fetva (Fetva-yı Gıyasiye) bunu doğrulamaktadır. 819-999 yılları arasında hüküm süren Samaniler de özellikle güçlerinin doruk noktasında oldukları 10. yüzyılda Kuran-ı Kerim’i Taberi tefsiriyle birlikte Farsçaya çevirtmişler ve bu arada Arapçanın yanında Farsça da ibadet edilebilmesi için fetva çıkartmışlardır.
Türkçe namaz konusunun ise, 2. Meşrutiyet’teki bir öneri ayrık tutulursa resmi şekilde ilk defa Cumhuriyet döneminde dile getirildiği söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Meşrutiyet’in ilanında Ubeydullah Efendi, bütün namaz surelerini, tekbirlerini, selâlarını Türkçe ifa için izin istemişse de, Talat Paşa “bunun vakti var” deyip teklifi ka­bul etmemiştir.
Cumhuriyet döneminde de Türkçe namaz kılınması bir kere denenmiş fakat belli kesimin şiddetli tepkisi ile karşılandığından başarılı olamamıştır. Türkçe namaz kılınmasının öncülüğünü Abdullah Cevdet (İçtihat dergisi başyazarı), Nurettin Artam (Çengelköy Kadiri Tekkesi Şeyhi) ve Ayasofya Camii hocalarından Mehmet Cemalettin’in başını çektiği bir grup yapmıştır. Nitekim Mehmet Cemalettin Efendi, İstanbul Göztepe’de bir camide 19 Mart 1926 Ramazan ayının ilk Cuma günü, önce hutbeyi Türkçe okumuş ve sonra da namazı kendisinin hazırladığı Türkçe Kuran çevirileriyle kıldırmıştır. Tekbirleri ve teşbihleri de Türkçe yapan Mehmet Cemalettin Efendi, namazı bitirirken “Selam size ve Allah’ın rahmeti size” demeyi de ihmal etmemiştir. Fakat cemaatten bazı kişiler Mehmet Cemalettin’i Üsküdar müftülüğüne şikâyet etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da hocayı 23 Mart’ta geçici bir süre görevinden alıp İmam Hatip Mektebine atamıştır. Mehmet Cemalettin kendisiyle röportaj yapan Vakit gazetesi muhabirine namazı Ebu Hanife’nin fetvasına dayanarak Türkçe kıldırdığını belirtip şunları söylemiştir:
Türkün dini gibi dili de vardır. Allah hangi milleti kusursuz yaratmıştır da Türkü -haşa- kusurlu yaratmıştır? Ne çare ki, asırlardan beri Türkün başı, dini, dünyevi iki türlü kapitülasyonla derttedir. Türk, çok şükür başını dünya kapitülasyonlarından kurtardı; din kapitülasyonundan da kurtarmanın zamanı gelmiştir. Türk dilinde ibadet olmaz demek Allah’a ve Hz. Muhammed’e bühtandır.
1938’de Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze namazını kıldıran Şerafettin Yaltkaya da  “Allahu Ekber” yerine “Tanrı uludur” ve selam verirken de “Es-selamu aleykum ve rahmetullah” yerine “Esenlik üzerinize olsun” diyerek cenaze namazını kıldırmıştır.  Bu tarihten sonra da Türkçe namaz konusunda fazla bir gelişme yaşanmamıştır.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezan Çalışmalarının Başlaması

İlk ezan, 15 Haziran 622 tarihinde Bilal-i Habeşi tarafından Medine’de okundu. O tarihe kadar Müslümanlara ibadet vaktinin geldiğini anımsatan bir herhangi bir yöntem yoktu. Fakat Müslümanların sayısının giderek artması bir yöntem bulunmasını zorunlu kıldı. Çan çalınması, ateş yakılması ya da boru sesi gibi yöntemler önerildiyse de gayrimüslim adetlerine benzediği düşüncesiyle hiçbiri kabul görmedi. Sonunda sahabelerden Abdullah ibn-i Zeyd’in bir gece rüyasında duyduğu sözlerle Müslümanların ibadete çağrılmasına karar verildi. Ezanın sözleri işte böyle doğdu. İlk başlarda okunan sabah ezanında “Es- salatu hayrun mine’nnevm- Namaz uykudan hayırlıdır” cümlesi bulunmuyordu. İmam Mâlik’ten rivayetle, “Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer’in yanına gider. Onu uyuyor bulunca: ‘Essalatu hayrun mine’nnevm’ der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini emreder.” Böylece ezan günümüzdeki şekline ulaşır.
Türkçe ezan, Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı konularından biridir ve hatta günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır.  Zira Kuran’da ya da hadis kitaplarında bu konuda bir hüküm bulunmadığı için ezanın anadilde okunup okumayacağı konusunda din adamları iki kutba ayrılmış durumdadır. Hanefi ve Hanbeli din bilginleri ezanın Arapçadan başka bir dilde okunmasının caiz olmadığı söylerken, Şafii din bilginleri ise Arapça bilmeyen yabancıların, ezanı orijinal şekliyle okuyabilen birini bulamadıkları takdirde kendi dillerinde okumalarına izin vermişlerdir. Keza günümüzde İran gibi Şii ülkelerde okunan ezanın sözleri bile bizdekinden farklıdır ve Sünni ülkelerde şu an okutulan ezanın Emeviler döneminde tahrif edilen ezan olduğunu iddia ederler.
Ezanın Türkçeleştirilmesi çalışmaları da dini ulusallaştırma çalışmalarıyla birlikte başlar. Türkçe ezanın caiz olduğuna yönelik dayanak noktası ise Ebu Hanife’nin verdiği fetvadır. 1931 yılı Aralık ayında Dolmabahçe’de Türkiye’nin en tanınmış müezzinlerini ağırlayan Atatürk, onlardan ezanın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulunmuştur. İlk olarak ise Tekbir’in Türkçeleştirilmesi konusu ele alınmış, bu amaçla başkanlığını Hasan Cemil Bey’in (Çambel) yaptığı dokuz kişiden oluşan bir hafızlar kurulu oluşturulmuş ve kurul Dolmabahçe Sarayı’nda Türk Tarih Kurumu’nun odasında çalışmalarına başlamıştır. Bu hafızlar şunlardır: Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki, Sultanselimli Hafız Rıza’dır.
Camilerde Türkçe ezan okuyacak kişilerin hem çok iyi Arapça hem de çok iyi Türkçe bilmesi ve musikiden anlaması gerektiği gibi konularda kurul görüş birliğine varmıştı. Ancak ezandaki “Allahu Ekber” kısmının Türkçeye çevirisi konusunda görüş ayrılığı yaşandı. Hafız Rıza  “Tanrı uludur” şeklinde çevrilmesini savunurken, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal “Allah uludur” şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunuyordu. Her iki söylenişi de birkaç kez dinleyen Atatürk, “eskisi unutulsun” diyerek Rıza Bey’in “Tanrı uludur” şeklindeki çevirini onayladı.
Türkçe ezanın sözleri belirlendikten sonra sıra hangi makamda okunacağına gelmişti. Peygamberin zamanında ezan herhangi bir makam olmadan okunurdu. Ama Osmanlının ezana kattığı bir yenilik, ezanı Saba, Uşşak, Hicaz, Segah, Rast, Dügah ve Neva gibi musiki makamlarla okumak olmuştu. Sonunda Konservatuar üyesi İhsan Bey’in ezan için belirlediği beste beğenildi ama müezzinlerinin kısa sürede bunu öğrenemeyeceği anlaşılınca yıllardan beri alışılageldiği biçimde okunmasına karar verildi.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezanın Sözleri

Türkçe ezan gayrıresmi kayıtlara göre ilk olarak 29 Ocak 1932’de Kuşadası’nda Hafız Sadık Bey tarafından resmi kayıtlara göre ise 30 Ocak 1932 günü, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. O gün ikindi ezanının Türkçe okunacağını duyan binlerce kişi Fatih Cami önünde toplanmış merakla bekliyordu.  Hafız Rıfat Bey ezanı önce Arapça, ardından ise Türkçe okudu. 15 Temmuz 1932 tarihinde son metnine karar verilen ve 1950 yılına kadar okunan Türkçe ezanın sözleri şöyledir:
Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır
Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Ezanın tüm Türkiye’de Türkçe olarak okunması için yapılan çalışmaların Ramazanın birinci günü olan 29 Aralık 1932 tarihine yetiştirilmesi planlanmıştı; ne var ki planlanan günde bütün müezzinlerin hazır olamayacağı anlaşıldı. Bu nedenle bazı yerlerde geçici bir süre için Arapça ezan okunmasına izin verildi. İlk uygulamaların ardından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932’de yayınladığı 636 sayılı genelgeyle ezanın ve kametin Arapça okunması yasaklandı. Son biçimini alan Türkçe ezan metninin 800 nüshası 26 Eylül 1932 tarihinde Türkiye’deki bütün Evkaf Müdürlüklerine gönderildi. Ezanın yanı sıra salanın ve tekbirin de Arapça okunması resmen yasaklanarak Türkçe okunması emredildi ve yasaklar oldukça sıkı denetlenmeye başlandı.
Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere bir genelge göndererek “Türkçe ezan ve kamet suretlerinin memleketin her tarafında bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğunu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağını” belirtti. Böylece 7 Şubat 1933 tarihinden sonra İstanbul’da -Evkaf Müdüriyetinin tebliği ile- bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı. Hatta ABD’nin Detroit kentinde yaşayan Türkler ezanın Türkçe metnini istemişler ve 1933’ün Mayıs’ından başlayarak ezanı Türkçe okumuşlardı.
1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşanan olaylar dışında ezanın Türkçeleştirmesine yönelik büyük bir tepki oluşmadı. Eylemler ya bireyseldi ya da kaçamaktı. Örneğin cezai ehliyeti olmayan delilere ve çocuklara Arapça ezan okutularak yasak delinmeye çalışılıyor, ya da Ticani tarikatı üyeleri milli maçlar sırasında Arapça ezan okuyup yasağı bireysel olarak deliyordu. Ezanın Arapça okunmasının bir genelgeyle yasaklamasından sonra, bu yasağa aykırı davrananlara verilecek cezanın yasal dayanağı  ise ancak 2 Haziran 1941’de çıkarılan 4055 sayılı yasa ile sağlanmıştır. Yasanın gerekçesi şudur: “Arapça zihniyetini eski zihniyete bağlayan, eski ananelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak.” Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesine eklenen fıkraya göre, Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapis cezası alacak ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi.
Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet ile ilgili görsel sonucu

Türkçe Ezanın Son Bulması

Böylece 18 yıl süresince Demokrat Parti iktidara gelene kadar militan birkaç ses dışında yerleşmiş sayılan Türkçe ezan uygulamasına ciddi anlamda bir tepki olmadı. Ancak, 18 Temmuz 1945 tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşuyla başlayan çok partili demokrasi dönemiyle birlikte Türkçe ezan konusundaki muhalefet artmaya başladı. Hatta oy kaygısı nedeniyle CHP içinde bile çatlak sesler ortaya çıkmaya başladı.
Muhalefet yıllarında DP, Arapça ezancılara angaje olmuştu. Ve kapalı kapılar arkasında verilmiş bulunsa da; iktidara gelir gelmez yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vaatti. Nitekim Menderes, 1950 seçimlerini kazanmasının hemen ardından, ezanın Türkçeleştirilmesinin o dönemki gericilikle mücadele zorunluluğundan doğduğunu, şimdi bu tedbirlere gerek kalmadığını söyleyerek değişikliğin sinyallerini veriyordu. Ezan önce hükümette gayrıresmi olarak konuşulmaya başlandı. Hazırlık yapanların Bayar’dan çekindikleri, “Acaba ne der?” dedikleri söylenmiştir. Bayar ki, Atatürk devrimlerine bağlılığını her fırsatta yineleyen bir siyasetçidir. Hakkındaki bu yargı o denli sağlamdır ki, Atatürk devrimlerinden verilen ödünlerin sorumluluğu hep Menderes’e yüklenmiştir. Üstelik Bayar DP’yi kurarken İnönü’ye devrimler konusunda dikkatli olacağı sözünü de vermişti. Nadir Nadi’nin anlattığına göre Bayar, başkanlık ettiği kabine toplantısında Arapça ezan tartışılırken: “Arkadaşlar, kararımızla Atatürk’ün ruhu muazzep olmaz mı” diye sorar. Buna ilk Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger karşılık verir: “Büyük zaferimiz üzerine (14 Mayıs 1950) Atatürk’ün ruhu bu kadarcık kusuru bize bağışlar, efendim” der ve toplantı neşeli bir havada devam eder.
31 Mayıs 1950’de Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, 2 Haziran 1950’de Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı, 14 Haziran 1950’de Başbakan Adnan Menderes hükümetince TBMM’ye ezanın yeniden Arapça okunabilmesi için yasa teklifi verildi. 16 Haziran 1950 tarihinde Meclis’te yapılan oylama sonucunda Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesindeki “Arapça ezan ve kamet” okuyanlar hakkındaki kısmı 5665 sayılı yeni bir yasayla düzenlenerek Arapça ezan üzerindeki yasak kaldırıldı. Böylece ezanın istenilen bütün dillerde okunmasının önü açıldı. Yasanın oylanması sırsında İsmet İnönü ve birkaç arkadaşı hariç tüm CHP milletvekilleri de DP ile birlikte yasağın kaldırılması yönünde oy kullanmıştı.
Türkçe ezan uygulamasına gösterilen direnç, İslamiyet’in yanı sıra Arapçaya da kutsallık atfedilmesinden ve dolayısıyla ibadet dilinin zorunlu olarak Arapça olması gerektiğine inanılmasından kaynaklanmıştı. Oysa tarihi kayıtların da gösterdiği gibi yalnızca ezan değil namaz bile daha Hz. Muhammed’in döneminde başka bir dilde kılınabiliyordu. Günümüzde yaşanan tartışmalarda gericiliğin artmasında Arapça ezana dönüşün bir başlangıç noktası olduğu, bu kararın DP’nin Atatürk Devrimlerini sorgulayan tutumunun bir göstergesi olduğu, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımı olduğu ve karşı devrimcilere verilmiş bir ödün olduğu sıklıkla dile getirilmektedir.

Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı

Anubis ölünün kalbini tartarken

Antik Mısır’da ölümden sonraki yaşam hakkındaki inançların sayısı birçok insanı hayreti düşürür. Mitolojinin zengin öykülerinden mumya uygulamalarına kadar birçok motif Mısır’da tarih boyunca ölüm sonrası fikrinin ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Bu düşünce Mısır’ın birçok yerinde tarih boyunca egemen olmuştur.
Öbür dünya için yapılan bunca şey günümüz insanına, ölümün bir Mısırlı için ne kadar önemli olduğunu düşündürür. Aslında o dönemdeki bir Mısırlı için yaşamın ne kadar önemli olduğunu ve sürekliliğini anlamak daha doğru olacaktır. Mısırlılar için bizim anladığımız anlamda bir ölüm olmadığını söyleyebiliriz. Ölüm anlayışı yıllar boyunca değişse de, her gün yeniden doğan Güneş Tanrı Ra gibi ya da yeniden dirilen Tanrı Osiris gibi, insan için de ölümün bir son olmadığı hep düşünülmüştür
Mısırlıların ölümün ürkütücü yüzüne karşı buldukları çare, yaşamın sonunu anlaşılabilir bir şeye dönüştürmek olmuştu. Ölüm basitçe, bildikleri yaşamdan, yaşamın aynada yansıyan görüntüsü olan sonsuz varoluş dünyasına geçiş haline getirilmişti. Mısırlılar için gökteki parlak yıldızlar tanrı olmuş ölülerden başkası değildi. Hatta geceleri ölülerin lambalarıyla oturduklarına inanıyorlardı.
Mısır inançlarında ölümle ilgili olarak ele alabileceğimiz üç ana kavram vardır. Mısırlılar ruh ve bedeni ayrı gördüklerinden, ölüm anında çıkan ruhu üç ayrı varlık olarak görmek gerekir.
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu

Eski Mısır’da Ölümle İlgili Üç Temel Kavram

Bunlar KaBa ve Akh‘tır.
Ka, yukarıya uzanmış iki kolla temsil edilir ve kişinin yaşam gücüdür. Ka kişinin bir tür “ikizi” olarak yaşamı boyunca onunla birlikte olabildiği gibi, ölümden sonra da varlığını bir şekilde sürdürür. Bu bağlamda Ka, yemek yemek zorunda olduğundan mezara ya yemek bırakılır ya da yemekle ilgili bir sembole rastlanır. Ka’nın alanı mezar odası ve sunak arasında sınırlıdır.
Ba, insan başlı bir kuş, genellikle de bir şahin olarak gösterilir. Ölen kimsenin kişiliği ve onu tamamlayan özelliklerle ilgilidir. Ölümlü insanların dünyasına gidebilmekte, gökyüzünde dolaşabilmektedir ama sonunda mezara döner. Mezara dönmesinin nedeni canlılığını Ka’ dan almasıdır. Bu bağlamda Ba iki dünya arasında bir haberci olarak düşünülebilir. Bunun, Mısır inançlarında olduğu gibi, kuşların ölülerden haber verdiği inancıyla alakalı olduğu düşünülebilir.
İbis kuşu ile temsil edilen Akh ise ölen kişinin evrenle bir olan ölümsüz kısmıdır. Kişi öldükten sonra Evren’e ait olan kısmı serbest kalır.
Ölülerin bir de ebedi isimleri vardır. Bu isimler ölünün kaybolmamasını ve öteki dünyada yaşamalarını sağlar. Ayrıca Tanrılar tarafından temize çıktığını da gösterir.
Ka, Ba ve Akh’ın düzgün hareket edebilmelerinin ve varlıklarını sürdürebilmelerinin koşulu, fiziksel bedenin sağlam kalması ve bunun yanında, tanınabilir bir şekilde korunmasıdır. Bu nedenle özellikle Ba her gece döndüğünde bedeni tanıyabilsin diye beden bozulmayacak şekilde mumyalanır hatta daha iyi tanıyabilsin diye lahitlerde ölünün fiziki görüntüsü canlandırılır. Aynı şekilde mezarların “sonsuz yaşam evleri” olarak görülmesi de bu inançlarla bağlantılıdır.
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu

İyi Korunmuş Bir Beden, Ölümsüzlüğe Giden Yoldur

Birçok Mısırlı, çok iyi korunmuş bir bedenin ölümden sonra yaşama kavuşmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyordu. Öldükten sonra bedeninin, yiyecek adaklarınız ve bir mezarın duvarlarındaki sihirli büyülerin sizinle birlikte öbür dünyaya geçmesine izin veren geçit görevi görüyordu. Aslında beden bir mumyaya dönüştürülerek çürümesi önleniyor ve ölümsüzlüğe giden yolun ilk adımı tamamlanıyordu. Beden artık “sah” adını alıyor ve sonsuzluğa kadar sürecek büyüyle dolu yeni, mükemmel bir şekle sahip oluyordu. Ancak bedenin herhangi bir parçası zarar görecek olursa (örneğin bir timsah tarafından yenecek kadar şanssızsa) olmayan yerler bir heykel ya da resimle ayrıntılarıyla gösterilebiliyordu. En kötüsü başınıza gelir ve bedeniniz tamamen yok olursa, öldükten sonra adınızın anılması bile ölümden sonra yaşamınızı güvence altına almak için yeterliydi. Tek yapmanız gereken, öldükten sonra binlerce yıl insanların adınızı söyleyecekleri kadar ünlü olmaktı. Birçok firavun, adlarının hiç unutulmaması için arkalarında yüzlerce heykel ve yazı bırakmıştır. Bunlar bazen öbür dünyada onları yok etmeye çalışan mirasçıları tarafından yok edilmiştir.
Bedenin sağlam olması aynı zamanda Akh’ın “Sazlık Topraklar”a (Aaru) gitmesini ve Osiris’in hükmettiği bu cennette var olmasını sağlar. Önceleri bu cennete sadece kralın Akh’ının gittiğine inanılırken, sonraki dönemlerde soylulardan başlamak üzere zenginlerin, çiftçilerin ve sonunda da herkesin Akh’ının gittiğine inanılmaya başlanmıştır.
Mumyalama işleminin geçmişinin çok eski olması bu inançların da Mısır tarihinin ilk evrelerine kadar gittiğini göstermektedir. İlk ölüm kültlerinde ölünün bedeninin doğal yollardan, sıcak kumla kurutulması söz konusuyken daha sonra mumyalamaya kadar varan yöntemler üç bin yıl boyunca geliştirilmiş, birçok farklı teknik kullanılmıştır. Roma döneminde sonra ise bu âdet terkedilmiştir.
Mumyalama aynı zamanda bedenin çürümesinin yarattığı korkunç duyguya karşı da bir yöntemdir.
Ölüler Kitabı’nın “Bedenin Yok Olmasına İzin Verme” başlıklı bölümü ilginç ipuçları vermektedir:
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu
Biatim sanadır, ey ilahi babam Osiris! Benim bu uzuvlarımı mumyalaman, evet mumyalaman için sana geldim ki yok olmayayım ve son bulmayayım da ilahi babam Khepera gibi, onun çürüme bilmeyen ilahi rumuzu gibi olayım. O halde lütfet de beni nefesimin efendisi kıl, ey sen rüzgârların efendisi, sen, sana benzeyen ilah varlıkları büyütensin. Beni tam kıl ve sağlamlaştır, ey cenaze sandukasının rabbi. Lütfet ki sonsuzluk ülkesine girebileyim, tıpkı sana ve babam Temu’ya bahşedildiği gibi, ey sen bedeni bozulma görmeyen ve kendin de asla bozulmamış olan. Senin sevmediğin şeyleri hiç yapmadım. Hayır, senin Ka’nı sevenlerle birlikte hep sana yöneldim… Bedenimin solucanlara dönüşmesine izin verme, beni onlardan kurtar, tıpkı kendini kurtardığın gibi. Sana yalvarıyorum, ölünce ve ruh gittiği zaman her tanrının, her tanrıçanın, her hayvanın ve her sürüngenin başına gelmesine izin verdiğin şeyin bana olmasına izin verme çürümeyeyim. Çünkü ruh ayrıldığı zaman, insan çürümeye başlar ve bedenin kemikleri çürür ve bütünüyle iğrençleşir, uzuvları-parçaları ayrılır, kemikler ufalanarak hareketsiz bir yığın haline gelir, eti yapışkan bir sıvı olur ve başına gelen çürümeye yoldaş olur. Ve solucanlara misafir eder, bir solucan yığını olur, ona bir son verilir ve her tanrı, her tanrıça, her tüylü kuş, her balık, her sürünen, her kertenkele, her hayvan ve başka ne varsa her şeyin başına geldiği gibi Tanrı Shu’nun görüşünden kaybolur. Solucanlar beni gördüğü ve bildikleri zaman onları karınları üzerine düşür, benden öyle korksunlar ki dehşetle uzaklaşsınlar ve ölümümden sonra, her mahluk için de hayvan ya da balık ya da solucan ya da sürüngen için de böyle yap (benden uzak olsunlar). Ve ölümden hayat çıksın. Herhangi bir kertenkelenin çürümeme yol açarak sonumu getirmesine izin verme, bunların hiçbir cinsi üzerime gelmesin. Beni bedenin uzuvlarını öldüren ve onları çürüten, pek çok beden üzerinde yok etme işlemi yapan ama kendisi saklı olan ve katlederek yaşayan, işkence odasındaki kan dökücüye verme; izin ver yaşayayım ve onun mesajını yerine getireyim ve onun emrettiklerini yapayım. Beni onun ellerine verme ve bana egemen olmasına izin verme, çünkü ben senin emrindeyim ey tanrıların rabbi.
İlgili resim
Mumyalama Mısır tarihi boyunca değişik şekillerde yapılmıştır.
İlk önceleri cesetler sıkıca sarılırken daha sonra koruyucu maddeler kullanılmaya başlanmış, daha sonra da bunu iç organların çıkarılması takip etmiştir. Mumyalama teknikleri içinde reçine ve zift kullanımı da yer almıştır.
Mumyalama da diğer kutsal eylemler gibi ritüelik bir eylem olmuştur. Ritüellerin kökeninde Tanrı ya da Tanrıların (ya da Tanrıça) yaptıkları bir eylemin tekrarı vardır. Burada da “ilk” eylem Tanrı Osiris’in mumyalanmasıdır. Bu da her mumyalamada bir ritüel, sihirli sözcükler ve eylemler gerektirmiştir.
Ceset önce Nil’in sularıyla yıkanır, temizlenir ve “arındırılır” mumyalama işlemi ondan sonra başlar. Mumyalama işlemine Anubis kıyafetli “Sır Kalfası” başkanlık eder. İşlem sırasında dualar ve büyülü sözler okunur. Kesiciler, sarıcılar gibi birçok görevlinin eşlik ettiği bu işlem zaman içinde özellikle de iç organların çıkarılmasıyla ve bedenin korunmasıyla ilgili uygulamalarla değişmiş olsa da ritüel olarak aynı kalmıştır.
Genelde müzelerde dört kavanoz görürüz. Bunlar da iç organların konduğu kavanozlardır. Ölünün mumyalanmış bedeniyle ilgili birçok ritüel ve inancın yanı sıra, çıkarılan organlar da o organlarla ilgili tanrıların koruduğu kaplarda muhafaza edilmiştir. İnsan başlı olan İmset karaciğer, Babun başlı Hapi ciğerler, şahin başlı Kebehsenuef bağırsaklar ve çakal başlı Duamutef mideyi korumak için kullanılmıştır. Zaman ve yere göre değişiklikler olsa da bu kutsal kaplar hep iç organları korumuştur.
Beden biçimli tabutlar ve lahitler de bu işlemin son parçası olarak kullanılmıştır. Bazen iç içe birçok tabut ve lahit de kullanılmıştır. Bazı lahitlere konulan kanatlar da Tanrı ya da Tanrıçaların koruyucu kanatlarıdır.
Mısır’da bulunan en ilginç buluntulardan biri de hayvan mumyalarıdır. Kediden balığa kadar birçok hayvan mumyalanmıştır.
Bundan sonraki aşama, cenaze törenidir. Nil’den törenlerle geçen cenaze alayı ağıtlar ve feryatlar eşliğinde mezara gitmiş, gerekirse paralı ağlayanlar ve ağıtçılar da tutulmuştur.
Çok eski bir papirüste şöyle yazmaktadır:
İlgili resim
Mezarında uzanmış olacağın o günü düşün. Bir akşam sedir yağı ve Tanrıça tarafından örülmüş bantlarla kutsanacaksın. Gömülme gününde, güzel ağlayıcı kadınlar cenaze alayının önünde gidecekler ve başlarına Batı vadisinin ince kumlarını serpecekler. Mumyan altından olacak. Öküzlerin çektiği ölü arabasında giderken, sandukanın tavanı, gökyüzü gibi üzerinde olacak. Mezarının kapısında kutsal danslar yapılacak ve rahipler kalbini sevindirecek sözler söyleyecekler.
Bazen “temizlik” için yola süt ya da başka bir sıvı döküldüğü; bunun yanında cenazede yemek yendiği ve içki içildiği de olur.

Ölüm Sonrası Ruhun Yargılanması

mumyalama işlemi

Gelelim mezar âdetlerine ve ölüm sonrasına…
Mısır’da mezarlıklar, şehrin batısında, çölde yapılmıştır. Bunun birçok nedeni vardır. En önemlisi ekilebilir alanların dışına mezarlık yaparak ekilebilir alanlardan yararlanmaktır; ekilebilir alanlar yaşamı temsil ederken çöl ölümü temsil etmektedir. Bir mezarlığın batıda olmasının nedeni Ra’nın, yani Güneş’in batıdan batmasıdır.
Kraliyet ailesine mensup olmayanların mezarları piramitlere kıyasla daha az gösterişlidir ama mutlaka ölü sunuları olur.
Aslında Mısır’da ilk zamanlarından beri ölü gömme adetleri ilginçtir. Önceleri ölülerin kuma kazılan basit çukurlara gömülmesi daha önce de belirttiğimiz gibi çöl koşullarından ötürü doğal mumyalanma da sağlamıştır.
1. Hanedan zamanından itibaren cesetleri çölde yaşayan hayvanlardan korumak için, mezar yapıları yapılmaya başlanmıştır. Bunlar mezarların üzerine inşa edilen dikdörtgen biçimli, yassı tavanlı yapılardır. Mastaba adı verilen bu yapılar varlıklarını bir müddet daha sürdürmüş, kralların daha görkemli yapılar yaptırmasıyla bir süre bazı soylular tarafından kullanılmış, sonra da kaybolmuştur.
Başlarda mastaba adı verilen sade mezarlar kullanılmışsa da zamanla daha karmaşık mezar yapıları da yapılmıştır. Bunun dışında kaya mezarları da sık rastlanan buluntulardan olmuş, zaman için de daha süslemeli örnekler de kullanılmıştır.
Ölüler kültünün en önemli gereklerinden biri de geride kalanların ölümle ilgili ritüelleri yerine getirmesidir; ölen kişi ancak bu şekilde öte dünyaya gidebilir ve buradaki sınavları aşıp gerekleri yerine getirebilirdi. Ölünün akraba ve yakın dostları, ölünün kendine yapılması gerekeni isteyeceğini, eğer bunlar yapılmamış veya kötü yapılmışsa, yaşayanların evlerine taciz etmek için gelebileceğini bilirler. Buna ne Teb esnafının sattığı muskalar, ne rahiplerin duaları, ne de bu biçim yazılarda uzmanlaşmış kâtiplerin yazıları engel olabilmektedir. Torino papirüsü ‘rüzgârla taşınan’ bu ölülerin yapabilecekleri kötülüklere değinmektedir. Metin, ölülerle yakınları arasındaki hasis pazarlıklardan bahseder. Dullar ve yetimler ölmüş koca ve babalarına artık kötülük yapmaması ve kendilerini içinde bıraktıkları sefaleti arttırmaması için yalvarırlar.
İlgili resim
Bu bağlamda ölüler kültü nesiller boyu süregelen ve kısmen bozulmamış bir nitelik kazanmıştır.
Hanedanlar dönemi kralların cenaze törenlerinin en önemli adeti, kralın heykeli önünde yapılan törenlerdir. Heykel, sembolik olarak ölünün bedenini temsil ettiğinden onu süslemek, kokular sürmek ve merhemlerle ovmak önemli bir adettir. Daha sonra, diğer pagan kültürlerinde olduğu gibi heykelin de bulunduğu bir ortamda cenaze yemeği düzenlenir. Bu törenin en önemli anı, heykelin dudaklarına peskef adı verilen ve ölü kralın sargılı ağzını açmaya yarayacak aletin konmasıdır. Böylece kral ağzını açarak serbest kalacaktır.  Mısırlıların inanışına göre ölümden sonra ruh, ağızdan bir kuş biçiminde ayrılırdı.
Daha sonraları rahiplerin bizzat bu töreni gerçekleştirdiği olmuştur. Rahipler heykel üzerine ağzını açar ve artık Osiris’in yerinde olan kral için şu duayı okurlar:
Selam sana Osiris! Seni kucaklamaya geldim. Ben Horus’um. Ağzını senin için kapattım. Ben senin sevgili oğlunum. Ağzını açtım. Ağzın sağlamlaştırıldı. Ağzını ve dişlerini yerlerine yerleştirdim. Selam sana Osiris! Horus’un gözü ile ağzını açtım. Ağzını açtım. İki gözünü de açtım. Horus Osiris’in ağzını ve gözünü açar. O Tanrı Osiris’in ağzını açtığı zaman, böylece Seth’ten yükselen demir ile babasının da ağzını açar. Osiris yürüyecek ve konuşacak, bedeni, Anu’da yaşayan Güneş Tanrısı’nın büyük sarayında oturan Tanrıların Büyük Birliği ile beraber olacak. Burada insanların efendisi Horus’un huzurunda, Urtt tacını alacaksın. Selam sana Osiris.
İlgili resim
Ölüm sonrası ölü için yapılması gerekenler içinde kuşkusuz en önemli olan, mezara inisiyatik metinleri ve ölüm sonrasıyla ilgili açıklamaları kapsayan papirüslerin, yani Ölüler Kitabı’nın bırakılmasıdır. Bu kitaplarda önemli dua, ilahi ve yakarışların yanında ve Osiris’i sakinleştirecek ve hatta kandıracak formüller bulunmaktadır! Balık, yılan, hamamböceği ve diğer bazı böceklerin rahibin kutsamasının ardından ceset içine konulduğunda, ölüye yardımcı olacakları kabul edilirdi. Ayrıca, öbür dünyada kendilerine hizmet edeceğine inandıkları küçük biblolar olan Uşabtiler de mezarın içine konulurdu.
Eski Krallık sonlarında, Piramit Metinleri’nin yanı sıra Tabut Metinleri de ortaya çıkar. Bunlar artık Krallar kadar normal ailelere de hitap eden metinlerdir. Bu metinlerin en çok MÖ 2. binyıl başlarında eyalet yöneticileri ve aileleri tarafından kullanıldığı görülmüştür. Bu metinlerde de aynı Piramit metinlerinde de olduğu gibi öteki dünya tasvirleri bulunur ve kötü varlıklara karşı büyülü sözler vardır.
Mısır ölüm inançlarına göre, ölümden sonraki en önemli olay ölünün yargılanmasıdır. Bu inanışa göre ölen insanın ruhu Duat’ta (Mısır mitolojisinde yer altı dünyası) yargılanırdı. Ölünün yargılanması fikri Mısır’ın en eski dönemlerinden beri vardır ve betimlenmektedir.
Ele geçen en eski metinlerden biri MÖ 3600’lü yıllara, kral Menkau-Ra (Mikerinos) dönemine aittir. Bu metinde ölünün Osiris’e benzetildiğini ve kendi hakkında kötü söz söylenmesini istemediğini görürüz.
Ölünün yargılanması genel hatlarıyla kalbin tartılması şeklinde olur. Yunancada Psikostazi ya da psikostasya (ruhun tartılması) şeklinde anılan bu sahne aynı zamanda içsel bir inisiyatik yolculuğun da betimlemesidir.
Çok ayrıntılı bir betimleme veren Ani Papirüsü üzerinden gidersek, ilk olarak, tahtında oturmakta olan Osiris’in huzuruna çıkan ölüyü görürüz. Ölü burada kendini aklamak için bulunur. Mezar metinlerinde ölünün kendisini Osiris’e karşı şöyle savunduğuna rastlanır:
Antik Mısır’da Öbür Dünya İnancı ile ilgili görsel sonucu
Hiç kimseye kötülük etmedim.
Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim.
Gerçek evinde alçaklık etmedim.
Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım.
Benim yüzümden kimse korku duymadı,
Yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı.
Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım.
Kölelere kötü muamele etmedim ve ettirmedim.
Kimseyi aç bırakmadım.
Kimseye gözyaşı döktürmedim.
Kimseyi öldürmedim ve kimsenin öldürülmesini emretmedim.
Kimseye yalan söylemedim.
Hiç bir utandırıcı davranışta bulunmadım.
Zina etmedim.
Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım.
Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım.
Teraziyle tartarken hiç bir zaman hile yapmadım.
Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım.
Hayvanları çalmadım.
Tanrının kuşlarını avlamadım.
Ölmüş balığı tutmadım.
Hiç bir arkın suyunu başka yöne çevirmedim.
Ben temizim, temizim, temizim…
Bu sırada Osiris’le beraber İsis ve diğer kız kardeşi Nepthis de ölünün karşısında bulunur. Osiris’in tahtının önünde bir lotusa benzer şekilde Horus’un dört çocuğu durur. Bunlar ölü organlarının konulduğu kanobos adı verilen kaplar şeklinde de olabilir. Bu kaplar daha önce de belirttiğimiz gibi içlerine belli iç organların konulduğu ve korunduğu hayvan başlı kaplardır. Sahnede daha yukarıda, yargıç görevini gören Tanrılar ve ölüler kültünün en önemli tanrısı Anubis de yer alır.
Daha sonra Tanrı Anubis ölünün kalbini terazinin bir kefesine, diğer kefesine Mısır’ın doğruluk ve adalet tanrıçası Maat’ı simgeleyen tüy koyarak tartar. Burada, kalbin tüyden hafif olması yani adalet karşısında kusursuz olması gerekir.
Tanrıların yazıcısı olan Thot ise ölünün yargılanma sonucunu Osiris’e bildirmek için yazar. Sonuç olumlu olunca ölü Osiris ile birleşip yeniden doğar ve sonunda da Horus’un yanına gider. Yeniden doğma Phoenix kuşu ile sembolize edilir. Sınavdan başarıyla geçemeyenlerin kalbini Ammit (su aygırı, timsah, aslan karışımı bir yaratık) yer ve ölüler mezarlarında sonsuza aç, susuz ve güneşsiz kalmaya mahkum olurlardı. Aynı zamanda timsahlar tarafından parçalandıkları varsayılırdı.
İlgili resim
Ve ölüm ile ilgili bölümü çok eski bir Mısır duası ile bitirelim:
Heykellerin mihraplarında ebediyen kalsın… Bedenin nekropoldeki mezarında sabit dursun… Batı güzelliklerinle sevinsin. Batı dağından arzunca çıkıp girebilesin, önünde öbür dünya kapılarının ardına kadar açıldığım göresin… Dağda yükseldiği zaman Ra’ya tapabilesin ve ufkun eşiğinde dinlenirken onu yüceltebilesin. Etrafı ebedi bahçelerle çevrili gök havuzunun kıyılarında her zaman gezebilesin..

İslamiyette Kölelik ve Dinimizdeki yeri

Osmanlı'da köle pazarı

İslamiyet ve Kölelik


Fas’taki İngiltere Başkonsolosu 1842’de, köleliğin kaldırılması ya da azaltılması konusundaki, hükümetinin dünya çapında gayretlerinin bir parçası olarak, o ülkenin sultanına bu konuda ne yaptıklarını sordu. Sultan ona şaşkınlığını belirten bir mektupla yanıt verdi ve köle ticaretinin, Ademoğulları’nın yaratıldığından beri; o güne kadar tüm ulusların ve dinlerin fikir birliği içinde oldukları bir konu olduğunu belirtti. Sultan, mektubunda köleliğin herhangi bir ulus ya da din tarafından yasaklanmak istendiğini bilmediğini, kimsenin bu konuda konuşmadığını da bildirdi, bu konunun gün gibi açık olduğunu ve bunu herkesin bildiğini, kabul ettiğini söyledi.
Sultan, köleliği kısıtlama ya da yasaklama konusundaki yasalar hakkında gerçekten bilgi sahibi değildi, bu konuda geri kalmıştı ama köleliğin tarihteki yeri hakkında da ne yazık ki haklıydı. Kölelik gerçekten de insanlık tarihi kadar eski bir olaydı. Asya, Afrika, Avrupa ve Kolomb öncesi Amerika’da hep vardı kölelik. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam ve tüm diğer dinler kabul etmiş, benimsemişti köleliği.
İslamiyet’te kölelik kurumunun olduğunu öğrenmek çağdaş Müslümanların çoğunluğunu şoke etse de bu düşünce günümüzde dahi İslam hukukunun bir parçasıdır. Suudi Arabistan Alimler Heyeti üyesi Dr. Salih Fevzan’ın da belirttiği gibi “Kölelik İslam’ın bir parçasıdır. Çünkü kölelik cihadın bir parçasıdır ve cihat da İslam baki oldukça var olacaktır.” O halde diyebiliriz ki, yeryüzündeki herkes Müslüman olana kadar İslamiyet’teki kölelik kavramının kalkması olanaksız görünmektedir.
Eski ve Yeni Ahitler’de olduğu gibi Kuran’da da köleliğin varlığından söz edilir. Hz. Muhammed ve müritlerinin köleleri vardı ve bazılarını savaşlarda esir alarak köle yapmışlardı. Kuran’ın daha sonra doğrulanan ve ayrıntılı olarak hazırlanan yasaları eski kölelik kurumunda iki büyük değişiklik yaptı ki bunların büyük etkileri olacaktı. Bunlardan biri özgürlüğün istismarı; diğeri de kesin tanımlamalı koşullar dışında özgür insanların köleliği konusuydu. Örneğin İslam öncesi Arap toplumunda efendinin köle üzerindeki hakları mutlak derecede sınırsızdı. Köleler insan olarak görülmediğine göre, efendinin cariyesini fuhşa zorlayarak bu yolla para kazanması da gayet sıradan bir olaydı.
Kuran da kendinden önceki kutsal kitaplar gibi kölelik kurumunu kabul eder ama “abd  – köle” sözcüğünü ender olarak kullanır, onun yerine mâ meleket eymânüküm (sağ elinin sahip olduğu) deyimi kullanılır. Kuran, efendi ve kölenin eşit olmadığını ve efendinin söz sahibi olduğunu da belirtir. Örneğin efendisinden kaçan Müslüman bir kölenin kıldığı hiçbir namaz geçerli olmaz. Nahl Suresi 75. ayet köle ile efendisi arasındaki ayrımı vurgular:
Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile kendisine güzel bir rızık verilen ve o rızıktan gizli ve açık olarak harcayan özgür bir insanı örnek verdi. Hiç bunlar eşit olur mu?
İslamiyet köleliği kaldırmamış ve onu devam ettirmiş olmasına rağmen Arap kölelerin durumları gittikçe düzelmiş, köleler bazı dinsel, dolayısıyla sosyal statüye ve bazı yasal haklara sahip olmuşlardır. Kuran emretmeden köleye karşı yumuşak davranılmasını ister ve satın alma ya da azat etme yoluyla serbest bırakılmasını şiddetle öğütler. Bu büyük bir yeniliktir. Zira İslamiyet öncesi Arap toplumunda sık sık savaş olduğu için köle azat etmeye çok ender rastlanırdı. Kuran köle sahiplerine, kölelerin para kazanıp kendi özgürlüklerini satın almaları konusunda yardımcı olmalarını öğütler. Yahudi ve Hıristiyanlarla değil ama putperestlerle olan büyük bir inanç farkına göre, iman etmiş bir köle İslam’da ve Allah katında özgür insanın kardeşi sayılır ve özgür putperestin üstündedir. Bu nokta çeşitli hadislerde belirtilmiş, Hz. Peygamber’in, kölelere karşı iyi davranılmasını, zulüm yapılmamasını söylediği ve onları özgür bırakmayı tavsiye ettiği yazılmıştır.
Hz. Peygamber’in ölümünden sonra İslam toplumunu yöneten ilk halifeler de yeni insancıl reformlar yapmışlardır. Özgür Müslümanların köle yapılması engellenmiş ve sonuçta yasaklanmıştır. Özgür insanların kendilerini ya da ailelerini, çocuklarını köle olarak satmaları yasadışı sayılmış, suçlanan ya da borçlanan kişilerin köle olarak alınıp satılmaları tamamen yasaklanmış, ama bunlar Roma topraklarında kalmış ve Hıristiyan Avrupa’da en azından on altıncı yüzyıla kadar sürmüştür. Daha sonra özgürlük konusu üzerinde daha çok durulmuş, bu konu İslam hukuk ilminin bir düsturu haline gelmiş, köle olarak tanınmayan herkesin özgür olduğu kabul edilmiştir.
islamiyette kölelik ile ilgili görsel sonucu

İslamiyet Köleliği Neden Kaldırmadı?

Tüm eşitlik idealine karşın İslamiyet’tin köleliği kaldırmaması bir tezat olarak görülebilir. İslamiyet’in köleliği kaldırmamasının nedenleri üzerine birkaç farklı görüş vardır. Bunlardan birincisi, İslamiyet’teki savaş hukukunun doğurabileceği istenmeyen sonuçlardır.
Şöyle ki, İslamiyet’te köleliğin temel kaynağı savaş esirliği idi ve İslam hukukuna göre bir savaş sonucu esir edilen kişi için üç seçenek bulunuyordu:
  • Bedelsiz ya da fidye karşılığı serbest bırakmak,
  • Köle yapmak,
  • Öldürmek.
Bu durumda kölelik kurumu kaldırılırsa geriye yalnızca iki seçenek kalıyordu. Ya esirin serbest bırakılması ya da öldürülmesi.  Bedelsiz serbest bırakmak en az kullanılan seçenekti. Çünkü dökülen önce kana karşılık bir esir bedel alınmadan serbest bırakıldığında Müslümanlar hiçbir çıkar sağlayamadığı gibi kendileriyle yeniden savaşabilecek birini serbest bırakmış oluyorlardı. O halde hiç değilse fidye karşılığında serbest bırakılmalıydı ki İslam ordularını daha da güçlendirmek için maddi kaynak olsun.
Peki, esir için fidye verilmezse? O halde kölelik de olmadığına göre geriye tek seçenek olarak öldürmek kalıyordu ki bu hiç kimsenin istemediği bir durumdu. Bu kötü akıbeti engellemek için köleliğin kaldırılmadığını savunan İslam hukukçuları vardır.
Yine İslam hukukçularının bazılarına göre kölelik inançsızlığın bir cezasıdır. Köleliğin bir iyileştirme kurumu olduğunu savunanlar olduğu gibi bu kurumun bir İslamlaştırma ve doğru yolu bulma aracı olarak kullanıldığı konusunda da görüşler bulunur. Yani kölelik, insanların (savaş esiri ve putperestlerin kaçırılması yoluyla) İslam’ı kabul etmesi yolunda bir araçtır.
İslamiyet kölelik kurumunu onaylamakla birlikte getirdiği yeniliklerden birincisi kölelik kaynaklarına sınır koymasıdır.  İslam hukukunda köleliğin iki kaynağı vardır. Savaş esirliği ya da doğumdan gelen kölelik. İslamiyet daha önceki dönemlerde görülen kişinin kendisini satarak ya da borç nedeniyle kölelik gibi kölelik kaynaklarını yasaklar. Bu reformlar sayesinde yeni köle kaynakları sınırlandı ve terk edilmiş çocuklar ya da özgür insanlar artık eskiden olduğu gibi yakalanıp köle yapılamadı.
Yeni toprakların hızla fethedildiği dönemlerde, kutsal savaşlar sayesinde köle sayısı artıyordu, ama sınırlar sabitleşince bu kaynaklar da kurudu. Savaşlar artık Bizans ya da Hıristiyan devletlerin düzenli ordularına karşı yapılıyordu ve bu savaşlarda alınan esirler ya fidye karşılığı olarak bırakılıyor ya da esir değişimi sayesinde kurtuluyorlardı.  İslam dini yeni fethedilen topraklarda hızla yayılıyor, eski dinlerine sadık kalanlar ve azınlık olanlar bile suç işlemedikleri ya da Müslüman ülke düşmanlarına yardım etmedikleri ve yasalara uyup vergilerini de tam olarak verdikleri takdirde köle yapılamıyordu.
İslam imparatorluğunda Kuran ve ilk halifelerin insancıl eğilimleri bazı diğer etkilerle çelişki oluşturuyordu. Daha önce Roma toprakları olan ve Müslümanların eline geçen topraklarda yaşayanlara uygulanan yasalar buna bir örnek olarak gösterilebilir. Bu topraklarda uygulanan yasalar kölelere karşı oldukça sertti. Fethedilen topraklarda köle sayısı da hem esir düşenler ve hem de dışarıdan getirilenler nedeniyle artıyordu. Köle sayısı artınca onların fiyatları ve insani değerleri de azalıyor, onlara karşı davranışlar da sertleşiyordu. Ama bu yasaların ve davranışların sertleşmesine rağmen İslam ülkelerinin uygulamaları Roma dönemindeki kölelikle kıyaslanınca yine de oldukça yumuşak kalırdı.
İlgili resim

Kölelerin Hakları

Köleler dinsel ve diğer zorunlu hizmetlerden muaf tutuluyordu. Onların ifadeleri mahkemelerde geçerli değildi. Ceza yasasına göre bir kişiye hakaret, para cezası ya da kan davası gibi suçlarla ilgili olarak köleye verilen cezalar özgür bir insana verilen cezaların yarısı kadardı. Kötü davranış beğenilmiyordu ama bu nedenle bir ceza yoktu şeriat yasalarında. Medeni hukuk denilen konularda ise kölenin hiçbir yasal hakkı yoktu. Bir anlaşma imzalayamaz, bir yer kiralayamaz, miras sahibi olamazdı. Bir ceza ödemesi gerektiğinde bunun sorumlusu efendisi olurdu. Fakat durumu yine de Yunan ve Roma kölelerinden daha iyiydi, çünkü İslam hukukçuları insancıl konulara daha çok önem veriyorlardı. Örneğin bir efendi, kölesinin sağlığı bozulduğunda onu tedavi ettirmek ve yaşlılığında ona destek olmak zorundaydı. Eğer bir köle sahibi kölesine karşı iyi davranmaz, gerekenleri yapmazsa o zaman kadı, onu kölesini satmaya ya da azat etmeye zorlayabiliyordu. Köle sahibi kölesini gerektiğinden fazla çalıştırıp ona eziyet edemezdi, bunu yaparsa cezalandırılırdı ama bu cezanın ne olacağı yasalarda belirtilmemişti. Bir köle özgürlüğünü kazanmak için uğraşıyorsa efendisi onun bakımından sorumlu tutulamıyordu. Köle toprak sahibi olamazdı ama belirli bir kira karşılığında tarla sahibi olabiliyordu.
Köle ancak efendisinin izniyle evlenebiliyordu. Köle erkek teorik olarak özgür bir kadınla evlenebilirdi ama pratikte bunun yeri yoktu. Bir köle sahibi de kadın kölesiyle ancak onu azat ettikten, özgürlüğünü verdikten sonra evlenebiliyordu.
İslam yasalarında bir kölenin özgürlüğünü kazanması ile ilgili bazı yollar vardı. Sahibinin köleyi azat etmek bunlardan biriydi ve kölesini azat eden kişi serbest kalan kölesine onaylı bir izin belgesi vermek zorundaydı. Kölenin azat edilmesi çocuklarını da kapsıyordu ve köle bu azat işleminden kuşkulanırsa bunu şikayet konusu yapabilirdi.
Bir diğer yönteme göre köle sahibi kölesini belirli bir para karşılığı bırakır ve bu da yazılı bir anlaşmayla yapılırdı. Kölenin özgürlüğünü mal veya para karşılığı satın almak için sahibi ile yaptığı bu anlaşmaya Mukatebe denilirdi. Sahibi ondan sonra kölesi üstünde hiçbir hak iddia edemezdi. Köle yine de bazı yasal haklardan mahrumdu ama gerçekte tamamen özgürdü. Böyle bir anlaşmaya köle sahibi değil, ancak köle son verebilirdi. Kölenin anlaşmadan sonra doğan çocukları özgür olurdu. Köle sahibi isterse kölesini belirli bir zamanda serbest bırakacağını önceden belirleyebiliyordu. Ölümünden sonra kölenin özgürlüğünü mirasçılarından da isteyebilirdi. Fakat hukuk okullarında bu yasa konusunda bazı fikir ayrılıkları vardı.
Köle sahibinin isteğine bağlı olan bu koşullara ilaveten, efendinin isteği dışında köleye özgürlük sağlayabilen çeşitli yasal yollar da vardı. Örneğin bir kadı, köle sahibini, kölesine kötü davrandığı için azat etmeye zorlayabilirdi. Efendisinden hamile kalan bir köle kadına da, geri alınamayan bazı yasal haklar tanınıyordu.
Müslüman devlette yaşayan ve diğer dinlerden olan azınlıklar, örneğin Hıristiyan ve Yahudi aileler de gücü yeterse köle satın alıp kullanabiliyorlardı. Müslüman olmayanların Müslüman köle kullanmaları yasaktı ve bir gayrimüslim kölesi İslam dinini kabul ederse o gayrimüslim onu azat etmek ya da satmak zorundaydı. Yahudiler ve Hıristiyanlar evlerine Müslüman cariye alamazlardı ve kadın köleleriyle cinsel temasları kendi din adamları tarafından yasaklanıyordu.
Özgür bir Müslüman köle yapılamazdı ama bir gayrimüslim kölenin, Müslüman olması için serbest bırakılması gerekmiyordu. Onun kölelik statüsü Müslüman olmasıyla değişmediği gibi, yeni doğan çocuğu da kölelikten kurtulamıyordu.
Bazı dönemlerde kölelerin isyanları görülüyordu ve kaçak kölelerle ilgili çıkarılan yasalara bakılırsa bu tür olaylar hiç de az değildi. Komşu ülkelerden gelmiş köleler kaçarak memleketlerine dönebiliyorlardı ve Osmanlı topraklarından kaçarak Avrupa ülkelerine sığınmış ve kölelik anılarını yazmış eski köleler vardır. Ama uzak yerlerden ve Afrika’dan getirilmiş kölelerin kaçıp kurtulmaları pek görülmezdi.
İlgili resim

İslamiyet’te Köleliğin Kaynakları

Gördüğümüz gibi köleler esir düşerek, haraç ya da vergi karşılığı olarak ve satın alınarak getiriliyor ya da köle ailelerin doğan çocukları da köle oluyorlardı.
Esir alma: İslam’ın ilk dönemlerinde, toprakların genişletilmesiyle esir edilenler kölelerin en önemli kaynağını oluşturuyordu. Ama daha sonra sınırların sabitleşmesi sonucu, esir edilip köle yapılanların sayıları düşmeye başladı. Sınır savaşları ve sahillere yapılan saldırılarla yeni köleler sağlandı ama bunların sayıları azdı ve genelde esir değişimiyle değiştiriliyorlardı. Daha sonra Afrika ve Hindistan gibi bölgelere yapılan seferlerle esir sayısı biraz artar gibi oldu ama İslam’ın yayılması ve Müslüman olmayanlara azınlık statüsü verilmesiyle köle sayısında yine azalma başladı.
Haraç alma: Bazen fethedilmiş ülkelerden haraç ve vergi gibi alacaklar karşılığında köleler alınırdı. Örneğin Nubia’ın zenci kralıyla MS 652’de yapılan bir anlaşmaya göre bu ülke her yıl belirli sayıda köle verecekti. Nubia’nın uzun yıllar işgal edilmemesinin bir nedeni de bu olabilir. Anlaşmaya göre her yıl birkaç yüz erkek ve kadın köleyle birlikte filler, zürafalar ve diğer vahşi hayvanların verilmesi en azından on ikinci yüzyıla kadar devam etti, ama o dönemde Mısır’ın Müslüman hükümdarlarıyla Nubia’nın Hıristiyan kralları arasında çıkan kanlı savaşlar sonunda bu haraç verme dönemi kapandı. İran ve Orta Asya’daki prenslerle topraklarını fetheden Arap kralları arasında da köle almak için anlaşmalar yapıldı ama bunlar kısa süreli oldu.
Köle Çocukları: Köle ailelerin çocuklarıyla sağlanan köle artışı pek büyük değildi ve köle nüfusunun devamını pek sağlayamadı. Buna karşın Yeni Dünya’daki köle sayısında büyük ve hızlı bir artış yaşanıyordu. Aradaki farkın nedeni, Müslüman nüfusun yaşadığı Ortadoğu’da kölelerin sürekli olarak azat edilmeleri olabilir; özgür köle sahipleri kölelerini sık sık azat ediyor, onlara özgürlüklerini veriyorlardı. İslam dünyasında köle sayısının azalmasının başka nedenleri de vardı elbette. Bazıları şunlardır:
  • Erkek esirlerin çoğu hadım edilerek getiriliyor ve bunlar çocuk sahibi olamıyorlardı. Bunların içinde güçlü ve hadım edilmese bir aile kurabilecek erkek sayısı çoktu.
  • Asker olmayı başaran köleler üst rütbelere kadar terfi edebiliyor, bir aşamadan sonra özgür oluyor ve onların çocukları da özgür insanlar olarak yaşıyorlardı.
  • Genelde sadece uşak, hizmetçi ve işçi olarak hizmet veren aşağı tabaka köleler bu görevlerinde kalıyor ve bu işlerini çocuklarına devrediyorlardı. Ama bu tür kölelerin sayıları pek fazla değildi, bu tür kadın ve erkek kölelerin birbiriyle görüşmelerine izin verilmiyor ve evlenmeleri de teşvik edilmiyordu.
  • Alt tabaka çalışanlar ve yüksek rütbeli komutanlar da dahil olmak üzere köleler arasında ölüm oranı yüksekti. Köleler genellikle uzak ve gelişmemiş yerlerden geliyorlardı ve bağışıklık sistemleri pek iyi çalışmadığı için hastalandıklarında çabuk iyileşemiyor, genelde çabuk ölüyorlardı. On dokuzuncu yüzyılda Kuzey Afrika’ya seyahat eden Batılı gezginler o ülkelere getirilen zenci köleler arasındaki yüksek ölüm oranından söz etmişlerdir.
  • Yeni kölelerin yasal yollardan sağlanması için kullanılan en önemli yöntem satın almaydı. Köleler İslam dünyasına komşu olan ülkelerden satın alınıyor ve İslam ülkelerindeki büyük kentlere getirilerek köle pazarlarında satılıyordu.
İslam’ın getirdiği insani reformlara rağmen, İslam İmparatorluğunda ve daha çok da dışında köle ticaretinin artması, insanlık tarihinin üzücü paradokslarından biridir. Roma İmparatorluğu’nda yeni toprakların fethi ya da saldırgan barbarların geri püskürtülmesi sonunda dışardan da köleler geliyordu ama içeriden gelenlerin sayıları daha fazlaydı. Ama bu durum İslam imparatorluğunda mümkün değildi, köleler dışarıdan getiriliyordu. İslam yasalarında köleyi sakatlamak yasaktı. Bu nedenle saraylar ve köşklerdeki harem dairelerini koruyacak olan harem ağaları hadım edilerek dışarıdan getiriliyor ya da bazıları sınırlarda hadım ediliyordu. Ortaçağ ve Osmanlı dönemlerinde başlıca harem ağası kaynakları Slavlar ya da Habeşlerdi. Rum, Batı Afrikalı, Hintli ve seyrek de olsa Batı Avrupalı harem ağaları da vardı.
İslam dünyasına pek çok ülkeden köle getiriliyordu. İlk zamanlar başlıca köle kaynağı olan ülkeler Mısır, İran, Kuzey Afrika, Orta Asya ülkeleri, Hindistan ve İspanya idi. Bu ülkelerden getirilen kölelerin çoğu Arap sahipleri kadar kültürlüydü, İslam’ı kabul ederek ve azat edilmelerini sağlayarak halkın arasına karışanlar çoktu. Savaşlarda alınan esirlerin köle yapılmaları dönemi bitince kölelerin dışarıdan getirtilmesine başlandı. Hindistan’dan, Çin’den, Güneydoğu Asya’dan ve Bizans İmparatorluğu’ndan getirilen az sayıda kölelerin çoğu belirli bir konuda uzman ya da teknisyendi. Herhangi bir meslekleri olmayan kölelerin büyük çoğunluğu ise İslam dünyasının kuzey ve güneyinden geliyordu; beyazlar Avrupa’dan, Avrasyalılar Asya steplerinden ve zenciler de Afrika’dan, Sahranın güneyinden geliyorlardı. Beyaz Avrupalılar ve siyah Afrikalılar arasında köle ticaretinden para kazanmak isteyen çok insan vardı, bunlar komşu çocuklarını bile kaçırıp satmak için fırsat kolluyorlardı. Avrupa’da da köle ticareti almış yürümüştü, köle pazarlarında Müslüman, Yahudi, putperest ve hatta Ortodoks Hıristiyan köleler bile satılıyordu.
Daha çok Slavlar olarak bilinen Orta ve Doğu Avrupalı köleler Fransa ve İspanya yoluyla karadan, diğerleri Kırım yoluyla Doğu Avrupa’dan ve Akdeniz ötesinden gemilerle getiriliyorlardı. Bunların arasında Müslüman korsanlar tarafından Dalmaçya sahillerinde yakalanmış olanlar da vardı. Bunları, İspanya ve Kuzey Afrika köle pazarlarına Avrupalı ve özellikle de Venedikli köle tacirleri getiriyordu. Slavlar İspanya’nın Müslüman bölgesinde çoktu, Kuzey Afrika’da da onlardan epey vardı ama Doğu’da pek fazla değillerdi. Hıristiyan Avrupa’da devletlerin birleşmesiyle beraber Batı Avrupa köle kaynakları kurudu ve sadece hükümet izniyle yapılan korsan seferleri ve Kuzey Afrika sahillerine yapılan baskınlarla sağlananlar kaldı geriye.
Zenci köleler İslam dünyasına Batı Afrika, Fas ve Tunus, Libya Çölü, Çad ve diğer yollar üzerinden, Nil’den Mısır yoluyla, Kızıl Deniz, Hint Okyanusu ve Basra Körfezi yollarıyla getiriliyordu. Bozkırlardan getirilen Türk kökenli köleler Semerkant ve diğer Müslüman Orta Asya şehirlerinde satılıp İran’a gönderilirdi. Karadeniz ve Hazar Denizi bölgesinden alınan köleler genellikle Halep ve Musul’da satılıyordu.
Bol belge bulduğumuz Osmanlı dönemlerinde köle ithalatı yöntemlerinde bazı değişiklikler oldu. Osmanlı İmparatorluğu genişlerken fethettiği topraklardan pek çok esir aldı ve bunları köle yaptı, çok sayıda Balkan Hristiyan’ı Osmanlı topraklarına getirildi. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu için köle ticareti oldukça verimli bir gelir kaynağıydı. İlk kez 1363 yılında I. Murat zamanında uygulanmaya başlayan “Pençik Kanunu”na göre köle ticareti yapanların Osmanlı Devleti’ne Pençik vergisi verilmesi zorunluydu. “Bu yasaya göre her beş esirden bir tanesi devlet adına vergi olarak alınıyordu. Eğer tüccarın elindeki köle sayısı beşten az ise 25 akçe veriyordu. Yani bir esirin değeri 125 akçe olarak kabul ediliyordu. I. Murat döneminde uygulamaya konulan Pençik Kanunu Osmanlı’da köleliğin kaldırıldığı yıla değin sürdü.
Fethedilen topraklardan getirilen genç erkeklerden birçoğu devşirme yöntemiyle askere alındı. Bunların arasından büyük vezirler ve ordu komutanları çıktı. On yedinci yüzyıl başlarında devşirme yönteminden vazgeçildi, Osmanlı’nın Avrupa içlerine ilerlemesi durdu ve sonra gerileme dönemi başladı. Kuzey Afrikalı korsanlar Avrupalı köle getirmeye devam ediyordu ama bunların sayıları pek fazla değildi. Güzel kızlar haremlere alındı ve esir erkeklerin bazıları fidye ödeyerek kurtulurken, bazıları da korsanlara katıldılar. Şansı olmayan Müslüman esirler gibi bazıları da Avrupalı deniz güçlerine yenilerek onların gemilerinde forsa olarak kürek çekmeye mahkum oldular.
Osmanlı İmparatorluğun köle ihtiyacı artık Kafkaslar’dan, Gürcistan ve diğer bölge ülkelerinden sağlanıyordu. Güzel Kafkas kızları haremlere girerken genç ve güçlü erkekler de Osmanlı ordusuyla hükümet dairelerinde ve ayrıca İran’da çalışma alanları buldular. Bu bölgeden gelen esir ve köle sayısı zamanla azaldı ama bitmedi, on dokuzuncu yüzyıl başlarında Rusların Kafkasya’yı işgaliyle devam etti. Diğer yandan Kırım Tatarları Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine saldırıp oralardan esir getirmeye başladılar. Bu esirler İstanbul ve diğer şehirlerdeki köle pazarlarına götürülüyordu. Ama Ruslar 1783’te Kırım’ı alınca Tatarların bu köle seferleri de son buldu. Beyaz köle kaynakları kuruyan Osmanlılar Afrika’ya yöneldiler ve on dokuzuncu yüzyıl boyunca Fas’tan Asya’ya kadar tüm ülkelere köle satacak kadar artırdılar kölelerin sayısını.
Ortaçağın ilk dönemlerinden sonra çok sayıda köle alınıp satılması sonucunda, İslam dünyası sınırları dışında köle ticareti büyük ölçüde arttı, çok sayıda insan, köle tacirlerinin kurbanı oldu, yakalanıp köle yapıldı ve satıldı. Savaş esirleri dışındaki kölelerin yakın bölgelerden alındığı Eski Dünyada köle ticareti daha çok bölgesel, yerel bir olaydı, kölelerin satıldığı pazarlarda her şey satılırdı. Esirlerin kendi yerlerinden alınarak uzak yerlere götürüldüğü İslam dünyasında köle ticareti daha karmaşık ve özeldi, köle ticaretinin yolları tüm İslam dünyasına yayılmış, Hıristiyan Avrupa’ya, Türk bozkırlarına ve siyah Afrika’ya kadar genişlemişti. Hemen her önemli ve büyük şehirde bir köle pazarı bulunuyordu. Yeni kölelerin satışa sunulduğu pazarlara önce hükümetin üst düzey yetkilileri gelip en iyi köleleri alır, onların arkasından da memurlar ve özel kişiler gelirdi. Köleler genelde açıkta değil, kapalı özel yerlerde satılıyordu; bu uygulama bazı bölgelerde on dokuzuncu, bazılarında da yirminci yüzyıla kadar sürdü.
İlgili resim

En Pahalı Köleler Şarkıcı ya da Dansöz Olanlardı

Köle fiyatları konusunda çok değişik bilgiler var ve bunlar bize yalnızca genel bir fikir veriyor. Ortaçağ Mısırı’ndan gelmiş bir belgedeki fiyatlar oldukça tutarlı. Köle kızların ortalama fiyatı yirmi dinar (altın para) ki bunun karşılığı iki yüz altmış altı dirhem (gümüş sikke) oluyor. Ortaçağ’a ait başka belgelerde daha yüksek fiyatlar var. Siyahi köleler iki ile üç yüz dirhem arasında, siyahi hadımlar ise bunun iki üç katı fiyatla satılıyormuş. Siyahi kadın kölelerin fiyatı beş yüz dirhem civarında, eğitilmiş şarkıcı ya da dansözlerin fiyatları ise on ile yirmi bin arasında değişiyor. Asker olabilecek beyaz esirlerin fiyatları daha yüksek. Orta Asya pazarlarında Türk kölelerin değerleri üç yüz dirhem ama diğer pazarlarda fiyatlar artıyor. Bağdat’ta dört ile beş yüz dirhem ediyorlar; beyaz bir köle kızın fiyatı ise bin dinar ve daha yüksek. On dokuzuncu yüzyıl ortalarında yazılmış bir Alman belgesine göre Türkiye’de, İstanbul’da eğitimli, güçlü bir siyah kölenin fiyatı dört, beş bin kuruş, yani iki ile üç yüz dolar arasında değişiyor, güzel bir beyaz kızın fiyatı ise elli bin kuruş ya da daha fazla. Genelde harem ağalarının fiyatları diğer erkeklerden daha yüksek, genç köleler yaşlılardan daha fazla para ederken, kadınlar erkeklerden daha pahalıya satılıyor.
Köleler evlerde, dükkanlarda, tarla ve fabrikalarda çalıştırılıyor, istisnalar dışında orduya alınmıyorlardı. İslam dünyasında köleler üretim işlerinde pek çalıştırılmadılar ama tam olarak evlerde de kullanılmadılar. Ortaçağlarda köleler çeşitli işleri başarıyla yapıyorlar, fabrikalarda çalışıyorlardı ve bu durum on dokuzuncu yüzyıla kadar devam etti. Ama kölelerin çoğu evlerde hizmetçi, uşak ve dükkanlarda yardımcı olarak çalıştırılıyordu ve İslam dünyası kölelerinin işleri genellikle bunlardı. Kölelerin çoğu siyahi, Hintliydi ve beyaz köle sayısı azdı. Daha sonraki dönemlerde köleler, esir düştükleri yerlerden son varış noktalarına gelene kadar çok acı çekmelerine karşın, bir aile yanına yerleştikten sonra rahatladılar ve çoğu da bir aile bireyi gibi kabul gördü. Ticaret yaşamında köleler genelde patronlarının yanında çıraklıkla işe başlıyorlardı ama içlerinde patron asistanı ve hatta bir süre sonra ortağı olanlar bile oluyordu.
Köle ve azat edilmiş eski köle aile yaşamında büyük rol oynuyordu. Harem ağaları haremlerin korunmasından sorumlu olan güvenli kişiler olarak görev yapıyorlar, ayrıca camilerde, türbelerde ve diğer kutsal yerlerde bekçi olarak çalışıyorlardı. Köle kadınlar genellikle cariye ya da hizmetçi oluyorlardı. Müslüman köle sahibi kadın kölesiyle yasal olarak cinsel ilişki kurabiliyordu. Özgür kadınlar da erkek köle sahibi olabiliyordu ama onların erkekler gibi köleleriyle cinsel ilişki kurma hakkı yoktu.
Kölelerin ekonomi alanındaki çalışmaları inşaat işleri dışında genellikle şehir dışında, kırsal yaşamda oluyordu ki bu konuda belge sayısı çok azdır. Ortaçağ İslam dünyasında şehirler uygarlaşıyordu. Şehirlerde yaşam konusunda oldukça çok sayıda bilgi ve belge bulunmasına karşın, kırsal kesimle ilgili hiçbir araştırma çalışması yapılmamış; bu konuda çok az bilgi ve belge bulunabiliyor. On altıncı yüzyıla kadar şehirler dışındaki yaşamla ilgili hiçbir bilgiye ulaşılamadı, ancak o yüzyıldan sonra Osmanlı arşivlerinde kırsal yaşamla ilgili bazı ipuçları çıktı ortaya. Çoğunluğu siyahi olan pek çok kölenin tarlalarda, maden ocaklarında ve bataklık kurutma gibi bazı özel işlerde kullanıldıklarına dair bazı bilgiler ve belgeler bulundu. Bazı köleler çok ağır işlerde çalıştırılmış; örneğin güney Irak’ta Zenc köleleri tuz göllerinden tuz üretme işlerinde kullanılmışlar, Sahra’daki tuz ve Nubia’daki altın madenlerinde yine zenciler çalıştırılmış. Büyük çiftlik arazilerinde, uçsuz bucaksız tarlalarda binlerce zenci ter dökmüş. Evlerde ve ticari işlerde çalışan köleler rahat yaşarken, açık havada çalışanlar korkunç zorluklarla karşılaşmış ve çoğu da ölmüşler. Yazılı belgelerden anlaşıldığına göre Sahra tuz madenlerinde beş yıldan fazla dayanan olmamış. Arapların Doğu’dan, Kuzey Afrika yoluyla İspanya’ya getirdikleri pamuk ve şeker kamışı tohumlarıyla tarıma başlamaları sonucu bölgede büyük çiftlikler oluştu. Bazı Osmanlı kayıtlarına göre devletin elinde olan pirinç tarlalarında da kölelerin çalıştırıldığı biliniyor. Ekonomik iş alanlarında genellikle erkek köleler çalışıyordu ama bazı işlerde köle kadınların çalıştığı da bir gerçek. İslam öncesi kadın kölelerin fahişe olarak çalıştırılması İslam yasasıyla yasaklandı ama yine de bunu yapanlar vardı.
Asker olan köleler köle nüfusunun bir anlamda aristokrasisini oluşturuyordu. Bunların içinde en önemlileri Avrasya steplerinden, Orta Asya’dan ve şimdi Çin Türkistanı olan bölgeden getirilen Türklerdi. Yalnız Türk köleler diğer kölelere benzemediğinden olacak, kısa bir süre sonra ya Abbasilerde olduğu gibi ordunun çekirdeğini oluşturuyor ya da Tolunoğulları gibi yabancı topraklarda kendi devletlerini kuruyordu. Ortaçağ Müslüman İspanya’da ve kuzey Afrika’da Slavlar da aynı rolü oynadılar ve daha sonra da Balkan ve Kafkasya köleleri de Osmanlı imparatorluğunda aynı görevleri yaptılar. Siyahi köleler de bazı dönemlerde asker oldular ama sayıları azdı ve görev süreleri de genelde kısa oluyordu.
Kölelerin en ayrıcalıklı olanları hiç kuşkusuz müzik, edebiyat ve eğlence hayatında insanları eğlendiren genç erkek ve kadınlardı. Ortaçağ’da şarkıcıların, dansözlerin ve müzisyenlerin büyük çoğunluğu, en azından köken olarak köleydi. Bunların belki de en ünlüsü Bağdat sarayındaki İranlı köle Ziryab’dı, daha sonra İspanya’ya gitti ve çeşnicibaşı oldu, Avrupa’ya kuşkonmazı da onun tanıttığı söylenir. Adlarını Arap tarihi ve şiirlerine yazdıran köle ya da azat edilmiş köle sayısı az değildir.
İlgili resim

İslam Ülkelerinde Köleliğin Yasaklanması

Bu konuda üzerinde durulması gereken konu, köleliğin yasaklanmasının İslam ülkelerinde farklı biçimde gerçekleştiğidir ve genellikle Batılı ülkelerin baskısı sonucu olmuştur. Bu ülkeleri üç kümede incelemek olanaklıdır.
Birinci küme Osmanlı İmparatorluğu ve Mısır’ı da kapsamaktadır. 1855 yılında Şeyhülislam Hicaz bölgesinde ve özellikle Mekke ve Medine sınırları içerisinde köle ticareti ve taşımacılığını yasaklayan ve 1882’de Mısır’da Ezher Şeyhi Şemseddin Anbabi köleliğe karşı fetva verdiler; ancak bu fetvalar köleliği tam olarak yasaklayan kapsamda değildi ve Batı’nın yaptığı baskılar sonucu çıkarılmıştı. Üstelik köleliği yasaklama girişimi oldukça tepki ve soruna neden olmuştu. Örneğin Şeyh Cemal, bu yasanın İslam hukukuna aykırı olduğunu savunarak çıkardığı karşı fetvada “Türkler Allah’ın yolundan sapıp kâfir olmuşlardır. Bundan dolayı Türklerin öldürülmesi vaciptir” deyince bölgedeki birçok Türk görevli çıkan isyanlar sonucunda saldırıya uğramış isyanların bastırılmasının ardından Hicaz bölgesi çıkarılan yasadan muaf tutulmuştu. Kısacası köleliği kaldırmak istemesi nedeniyle kafir ilan edilen Osmanlı, 2 yıllık bir gecikmenin ardından 1857 yılında köleliği kaldırabildi.
İkinci kümede Batı sömürgesi altındaki İslam ülkeleri bulunur. Bu ülkelerde kölelik, sömürgeci yöneticiler aracılığıyla yasaklandı ve bu ülkeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da kölelik yasağını sürdürdüler.  Örneğin köleliğin en erken yasaklandığı ülkelerden biri 1846 yılında Tunus oldu.
Üçüncü küme ise Osmanlı İmparatorluğu dışında kalan ve sömürge olmamış İran ve Arap yarımadası ülkeleridir. Bu ülkeler kölelik kurumunu uzun süre korudular ve uluslararası baskının etkisiyle 20’nci yüzyıl ortalarında yasaklamak zorunda kaldılar. Ancak İslam şeriatına göre köleliğin yasaklanmasıyla ilgili bir fetva da çıkarmadılar. Katar 1952, Nijer 1960, Suudi Arabistan ve Yemen 1962, Birleşik Arap Emirlikleri 1964, Umman 1970 ve Moritanya 1981 yılında köleliği yasakladı.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)