Kolomb öncesi Amerika Kıtası uygarlıkları içinde tarihsel açıdan en ilginci kuşkusuz Aztekler’dir. Çünkü Aztekler, Yeni Dünya’nın uygarlığa en geç geçen halkı olmasına karşın kısa sürede yörenin egemeni olup, imparatorluk kurup, çağın uygarlığının temsilcisi olacaklardı. Türkmen boylarının yerleşip uygarlaşmak üzere Anadolu’ya girdikleri hemen hemen aynı tarihlerde (on üçüncü yüzyıl başlarında) Aztekler de güneyden gelerek Mezoamerika’da, Meksika Vadisi’ne girmekteydiler. Buradaki Texcoco Gölü kıyılarında tutunup yerleşmeye çalışmaktaydılar.
Bu halk yaklaşık bir iki yüzyıl içinde, Olmekler’den, Teotihuacan’dan, Mayalar’dan beri süregelen uygarlık geleneğini özümleyecek, Mezoamerika’nın “çağdaş” uygarlık düzeyini yakalayıp (yazı gibi birkaç alan dışında) aşacaklardı. Orta Amerika’nın, hatta Yeni Dünya’nın en büyük imparatorluğunu kuracak olan Aztekler yine de barbar geçmişlerinden getirdikleri savaşçı bir yaşayış biçimini ve yağmacılık alışkanlığını bırakmayacaklardı. Barbarlık geleneklerini, Orta Amerika uygarlıklarının tanrılara insan kurban etme geleneğini de içeren öğeleriyle birleştirip onlardan toplumsal artının “talan ve kurban” yoluyla sağlandığı bir imparatorluğa dönüşmekte yararlanacaklardı
Asıl adları Tenochualar olan (ya da içlerinde Tenochuaların bulunduğu) kabileler, barbar kültür düzeyinde (demek ki üretime geçmiş, ama kentli yaşayış biçimine geçmemiş) topluluklardı. Aztek adının kökeni ise büyük olasılıkla atalarının yaşadığı Meksika’nın kuzeyindeki Aztlan’dan (Beyaz Ülke ya da Balıkçılların Ülkesi) gelmektedir. Aztekler Meksika Vadisi’nde Texcoco Gölü kıyılarına yerleşmeden (MS 13. yüzyıldan) önce topraksız, yoksul göçerlerdi. Göçtükleri yerlerde buldukları boş, verimsiz topraklarda birkaç yıl mısır ekme fırsatı buluyorlardı. Toprak, döktükleri emeğin karşılığını veremez olunca, başka yer arayan “göçebe tarımcı” halklardı.
Aztek mitolojisine göre, bu göçleri sırasında uğradıkları bir mağarada karşılarına Huitzilopochtli (Büyücü Arıkuşu) çıkmıştı. Bu büyücü tanrı, sözünü dinlemeleri koşuluyla, onlara öncülük etmeyi önermiş, onlar da öneriyi benimsemişlerdi. Arıkuşunu kabile (ya da kabileler konfederasyonu) tanrısı edinmişlerdi. Çünkü bu “Vızıldayan Kuş” (Arıkuşu) kendilerine yerleşebilecekleri toprakları gösterme sözü vermişti. Öyle ki bu öykü, lbranilere “vaat edilmiş ülke”ye götürme sözü veren Abram’ın ve Musa’nın tanrısını anımsatmaktadır Aztekler de tanrılarının sözünü yerine getirmesini istiyorlarsa, onun sözünden dışarı çıkmamalıydılar: Önce kendisinin bir yontusunu yapıp, göçerken önlerinde taşımalılardı. Karşılaştıkları topluluklarla vur-kaç savaşlarından öte (büyük çaplı) savaşlara girişmemeliydiler. Zamanı gelince, yerleşecekleri yeri gösterecekti. Burası, bir kaktüsün üzerine tünemiş, gagasından bir çıngıraklı yılan sarkan kartalın görüneceği yer olacaktı. İbranilerin “vaat edilmiş ülke” mitosu gibi tam bir yerleşme ideolojisi!
Aztekler’in hem savaşçı hem din adamı olan önderler kesimi, onları bir buçuk yüzyılı bulan göçleri boyunca bu masalla yönlendirmişler ama sonunda, tanrılarının sözünü ettiği kaktüsü ve kartalı görmüşlerdi. Ya da daha doğrusu, yerleşmeyi düşündükleri bir yere vardıklarında kabilelerine, yılan ve kartalı gördüklerini söylemişlerdi! Günümüzde Meksika bayrağının ortasında bulunan bu üçlü kompozisyon Aztek mitolojisinden kalma bir anıdır.
Azteklerin Yüzer Tarlaları
Aztekler’in kendilerine yurt edindikleri bölge bugünkü Meksika’nın orta vadisindeki Göller Yöresi idi. Ne var ki tarıma elverişli topraklar çoktan sahiplenilmiş, Tenochualara, göl kıyısındaki bataklıklar gibi verimsiz topraklar kalmıştı. Tarihe Aztekler olarak geçecek topluluk yine de vazgeçmedi. Gölün ortasındaki kuru iki adacık üzerinde, ileride Aztek İmparatorluğu’nun başkentine dönüşecek Tenochtitlan‘ı kurdu. İki yüzyıl içinde Tenochtitlan, Yeni Dünya’nın en büyük kentine, adacıklar da 250 bin yaşayanıyla büyük kente dönüşecekti.
Nasıl mı?
Tanrılarının kendilerini getirdiği bu verimsiz ülkede hayatta kalmak için üretim sorununu “yüzer tarlalar” teknolojisiyle çözerek!
Aztekler yerleştikleri yerde tutunabilmek için, bir yandan yörenin eski (uygar) topluluklarıyla savaştılar, öte yandan onlarla alışveriş, olmadı, haraç ilişkileri kurmaya çalıştılar. Bu yolda, gölde balıkçılık yapıp kıyısındaki bataklıklarda bahçıvanlık (horti- kültür) yapmaya başlamışlardı. Tarıma elverişli yeterli toprağın bulunmaması sorununa “dâhice” bir çözüm bulmuşlardı: Gölün kıyısında bolca bulunan kamışları kesip, onunla hasır örmüşlerdi. Her biri bir metrekare kadar (8 ayakkare) büyüklüğündeki on binlerce hasırı suyun yüzüne dizmişlerdi. Kıyılarına bağladıkları taş çapalarla “gölden yer” kazanmışlar, hasırların üzerlerine, gölün dibinden çıkardıkları batağı yayarak, onları chinampa denen yüzer tarlalara dönüştürmüşlerdi.
Tüm bu çabalar, Mezopotamya’nın alüvyon ovalarında bataklıklarla ve taşkınlarla savaşarak tutunabilmiş Sümerlilerin uygarlığı yarattıkları koşulları anımsatmaktadır: Karşılaşılan doğal ve toplumsal sorunlara direnme. Onlara yaratıcı çözümler bulma. Bunların yanı sıra bir göçmen psikolojisiyle yeni bir çevrede geleceklerini güvenceye almak için gösterilen insanüstü bir çaba. Toprağa yerleşme kararlılığı ve istenci! Yoğun bir kitlesel (komünal) emek gücünün devinime geçirilmesi. Bu yolda işlerin ve insanların yönlendirilip yönetilmesi. Ve giderek çapı büyüyen girişimlerle, giderek daha karmaşık örgütlerin kurumsallaştırılması!
Gerçekten Aztekler, önceleri tuttukları balık ile yüzer tarlalar üzerinde yetiştirdikleri bahçe ürünlerini (uygar) komşularının taş, kereste, dokuma gibi mallarıyla takas etmişlerdi. Zamanla yöneticileri, gölün ortasındaki iki adacıkta kurdukları Tenochtitlan’ı (aktardıkları toplumsal artılarla) bir kente, sonra da başkente dönüştürmüşlerdi: Bu yolda adacıkları, toprak dolgu yollarla kıyıya bağlamışlardı. Kentin tatlı su gereksinimini (üzerini yol olarak kullandıkları) su kemerleri ile getirilen suyla karşılamışlardı. Gölde ulaşımı tıpkı Venedik gibi kanolarla sağlamışlardı.
Izgara planlı Tenochtitlan’da sarayı andıran büyük yapılar kurulmuş, adanın ortasında piramit kesiti biçiminde yapay bir platform oluşturulmuştu. Üzerine, Güneş Tanrı’ya adanmış küp biçimli bir tapınak oturtulmuştu. Güneş Piramidi olarak bilinen bu piramit, Cholula Büyük Piramidi ve Giza Piramidi’nin ardından dünyanın en büyük üçüncü piramididir. Tapınağa, basamaklandırılarak merdivene dönüştürülmüş bir çift rampadan çıkılıyordu. Platformun üzerinde tapınak yanı sıra Yel Tanrı’ya (Kuetzalcoatl) adanmış silindirik bir piramitle, öteki tanrılara adanmış dikdörtgen tabanlı (bildik biçimli) piramitler de bulunuyordu. Tüm bu dinsel alan “Yılanlar Duvarı” denen bir surla çevrilmişti.
Bütün bunların, yalnızca (on binlerce de olsa) yüzer tarlalarda yetiştirilen ürünlerin, gölde yakalanan balıkların komşularla takasından sağlanabilecek kazançla yapılamayacağı ortada. Aztekler komşularıyla alışveriş ilişkileri yanı sıra giderek daha fazla savaşçı ilişkiler geliştirmişlerdi. Göçebe barbarlıktan en geç çıkan bir topluluk olarak, savaşçılık geleneklerini ve yeteneklerini komşularını haraca bağlama yolunda kullanmışlardı. Kral İtzcoatl döneminde Aztekler (MS 1428-1440) bölgedeki bütün diğer kabileleri egemenlikleri altına aldılar.
Sıradan bir ahlak anlayışıyla savunulamayacak böyle bir yaşayış biçimini örtmek için, dinsel ideolojik bir kılıf hazırlamaları kaçınılmaz olmuştu: Güneş Tanrı için kurbanlarının yüreğiyle ve kanıyla besleyerek güneşin solmasını önlemeye çalışmak! Tanrılara insan kurbanı sunmanın, simgesel kurban biçimleri verilerek unutulmak üzere olduğu bir dönemde Aztekler, bu işi daha da abartmışlardı. Tanrıya beşer onar sundukları kurbanların saysını artırıp yüzer biner insan kurban etmeye geçmişlerdi. Açtıkları (sözde) kurban sağlama gibi kutsal amaçlı savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları toptan kurban etmekteydiler. Böyle bir tutum komşuları üzerinde, giderek tüm Orta Amerika’da terör (korku ve yılgınlık) yaratacaktı. (Bu konuyu merak edenler, Aztekler’de insan kurbanı uygulamalarını anlatan yazıyı okuyabilirler.)
Aztek devleti böylece giderek bir “talan ve kurban” imparatorluğuna dönüşecekti. Çünkü her yıl düzenli olarak çevrelerindeki topluluklara açtıkları akınlar, yalnızca kurban değil (belki daha çok) talan ve haraç sağlama amacına yönelikti. Bir başka deyişle, insan kurbanı bahanesi, Azteklerin başlıca “toplumsal artı aktarma” yolu olmuştu. Ele geçirdikleri ülkelerde haraç toplayan savaşçı kışlaları kurmuşlardı. Buralarda alışveriş noktaları oluşturup oralara tacir kolonileri yerleştirmişlerdi. Öyle ki Azteklerin son imparatoru II. Montezuma (1503-1520) arşivindeki haraç alınan ülkeleri (resimlerle) gösteren ruloya göre, imparatorluk 371 haraç bölgesine sahip olmuştu. Ayrıca yine onun döneminde 14 Aztek kentinin nasıl vergi ödeyeceği, hangi kentin hangi ürünü hangi miktarda ödeyeceği oldukça ayrıntılı kurallar silsilesi ile belirlenmişti. Bu artı aktarımı düzeneğiyle, pazar ekonomisi, Tenochtitlan’da kurulan pazar yerinde alışverişlerin (para gibi kullanılan) kakao taneleri ile yürütüldüğü noktaya ulaşmıştı.
Aztek Devleti ve Toplumu
Aztek uygarlığı, Yeni Dünya’nın en karmaşık uygar toplumu noktasına ulaşmış olmasına karşın ötekileri gibi metal üretim ve savaş araçlarına, tekerleğe (çoğu gibi) yazıya sahip değildi. Belki bu nedenlerle, İspanyollarca ortadan kaldırılana dek Eski Dünya uygarlıklarının teknolojik düzeyine ulaşamayacaklardı. Bir kentin öteki kentleri ve köyleri savaşla ele geçirip haraca bağlamasından öte bir (ekonomik, toplumsal, siyasal) bütünleşme geliştiremeyeceklerdi. İmparatorluklarını, kimi topluluklara boyun eğdirip kimi kent devletleriyle askeri bağdaşıklıklar kurarak yaratacaklardı.
Aztek İmparatorluğu’nun öteki halklar üzerinde kurdukları egemenliğin ürünü olan imparatorluğun başında (Tenochua kökenli) Aztek imparatoru bulunuyordu. İmparator dört kişilik bir “Seçiciler Kurulu” tarafından seçiliyordu. Bu kurul, fetih sırasında bir konfederasyon oluşturmuş görülen (çevre halkların deyişiyle) dört Çiçimeka (Göl Barbarı) kabilelerinin şeflikten devlete geçiş evresinin kalıntısı olmalı. Ya da söz konusu dört kabilenin şeflerinin soylarının temsilcileri olabilirler. Bu, içinde geçmişlerinden söz edilen bir “tür yazısız resimli tarih” niteliği taşıyan, “kodeks” denen “kitaplarından” çıkarılabiliyor. Gerçekten, Tenochuaları oluşturan dört kabile, kodekslerinde (totemleri, amblemleri, tuğları ya da sancakları denebilecek olan) simgesel resimlerle gösterilir. Bunlar (Mısır nomelerinin sancaklarıyla karşılaştırılabilecek nitelikte şekiller olup) iç içe iki çember, ne olduğu anlaşılamayan karmaşık bir şekil, kuş ve yılandır.
Aztek imparatorluğunda egemen halk Tenochualar idi. Egemen sınıfı ise Tenochua kökenli (soylu sayılan) dinciler (bürokrasisi) ve yine soylu sayılan savaşçılar (komutanlar) oluşturuyordu. Bunun böyle olduğu, sondan bir önceki Aztek egemeni Ahuitzotl’un, yönetimi (1486-1503) sırasındaki reformundan çıkarsanabilir: Bürokrasiyi soylu olmayan yetenekli kişilere de açarak geliştirme girişiminde bulunmuştu. Kendisinden sonraki egemence benimsenmediği için girişim sonuçsuz kalmıştı.
Dincilerden ve savaşçılardan oluşan yönetici katmanın altında yönetilen köylü katmanı bulunuyordu. Bu iki sınıf arasında bir toplumsal katman oluşturacak nicelikte ve nitelikte görünmeyen zanaatçılar ve tacirler kesimi durmaktaydı. Bunlar yine de Aztek toplumunun seçkin kesimleri arasındaydı. Zanaatçılar, saraya ve tapınaklara “bağımlı emekçiler” idi. Seçkinlerin sağladığı hammaddelerle, saraya ve tapınaklara zanaat yapıtları üretiyorlardı. Bazı zanaatlarda, tüm emperyalist ülkelerde görülebileceği gibi o alanda ünlü halkların zanaatçıları kullanılıyordu. Öyle ki Mezoamerika uygarlığının en ünlü zanaatçılarını Tenochtitlan’a getirmişlerdi. Örneğin metal (başlıcası altın) işleri Mixtek kökenli zanaatçılarca yapılıyordu. Zanaatçı kesimi, Eski Dünya loncalarını andıran örgütler içinde toplanmıştı.
Tacir kesimi, zanaatçılardan daha saygın bir konumda görünüyor. Tacirler de (zanaatçılar gibi) seçkinlere, tapınaklara, saraya hizmet ediyorlardı. Onlara, lama kervanlarıyla, prizmatik obsidyen bıçaklar, yeşim gibi değerli taşlar, kakao, kuetzatl kuşu tüyleri gibi lüks sayılabilecek mallar getiriyorlardı. Güçlü bir kesim oluşturmuşlardı. Gittikleri ülkelerden, mal yanı sıra imparatora bilgi getiriyorlardı. Açıkçası ajanlık yapıyorlardı. Tacirler için özel yasalar çıkarılmıştı. Kendi mahkemeleri vardı. Yolda ölen tacire (bir tür şehit sayılıp) devlet töreni düzenleniyordu.
Bu sınıfların dışında kalan sıradan insanların tamamı Macehualtin (özgür halk) olarak adlandırılırdı. Hem bu sınıfın hem de seçkinler sınıfının toprak sahibi olma hakkı vardı. Asiller çoğu kez zaman özel arazilere sahiptiler; her aile reisine ortak bölgelere ait bazı araziler tahsis edildiği için, Macehaultin’ler ortak mülkiyetin parçası olan arazilere sahiplerdi.
Toplumun özgür sınıflarının yanında bir de özgür olmayan ya da bağımlı üç sınıf daha bulunurdu. Tecpanpouhqué (saray hizmetkârları) çoğu kez Azteklerden farklı ırktan olan insanlardı ve devlet kurumlarının sürekli hizmetçisi ya da memurları idi. Onlar genellikle çok yüksek, hatta çoğu zaman, Macehualtin’lerden bile yüksek sosyal statüden yararlanıyorlardı. Mayequé’ler (sağ elini kullananlar) toprağı olmayan bağımlı çiftlik işçileriydi. Onlar eski isyankâr ya da rejim düşmanları ve bunların torunlarıydı. Azteklere karşı isyan ettikleri için toprak edinme hakları yoktu. Son olarak borçlarını ödeyemedikleri için köle durumuna düşmüş insanlar, Tlacotin’ler (Satılanlar) vardı. Fakat her yıl 20 bin dolayında (çoğu savaş tutsağı) kişinin kurban edildiği bir düzende, köleler önemli bir sayıya ulaşmış olmasa gerek. Olsaydı, savaş tutsaklarını kurban ederek harcamamanın (ideolojide) bir kılıfı bulunurdu.
Uyruk halkların ne köylüleri ne öteki katmanları Aztek bürokrasisince ve Aztek savaşçılarınca doğrudan yönetildi. Bağlı halklar kurban alınıp haraca bağlandıktan sonra kendi başlarına bırakıldılar.
Aztek Uygarlığının Kültür Yapısı
Aztek uygarlığı hakkı bilgi veren kaynakların sayısı, İspanyol sömürgecilerin büyük katliamı sırasında yapılan talanlar nedeniyle oldukça sınırlıdır.
Aztek uygarlığının maddesel kültürü, Mezoamerika’nın iki binyıllık uygarlık birikimini özümlemelerinin ürünüydü. Yörenin en son uygarlaşan halkı olmakla birlikte (daha doğrusu tarihte sık görülen bir örnekle bu yüzden) uygar kültür kalıtını özümlemeyi aşmışlardır. Ona katkıda bulunmuşlardır. Örneğin yüzer tarlalar, onların maddesel kültür alanındaki yaratıcılıklarından yalnızca biridir.
Maddesel kültür alanında Aztekler (piramitlerinde, tapınaklarında, top alanlarında görüleceği gibi) kamusal ve dinsel mimarlıkta Mezoamerika geleneğini yetkinlikle izlemişlerdi. Kesme taşı daha yoğun kullanmışlardı. Evleri (çoğu örnekte buhar banyolu olan konutlar) bile kesme taştan yapılmıştı. Duvarları kum-kireç karışımıyla sıvanmıştı. Üzerlerine çok renkli resimler çizilmişti.
Ancak öteki Yeni Dünya ülkelerinde bulunmayan saban, tekerlek, çömlekçi çarkı, metal araçlar ve silahlar onlarda da yoktu. Aztek savaşçılarının kılıçları örneğin tahtadandı. Ama kıyıları ustura kadar keskin olabilen obsidyen bıçakla desteklenmişti. Obsidyenin kırılganlığı nedeniyle kılıçları kısa sürede körelse de yenilenmesi (yeni keskin obsidyen bıçaklar kakılarak yenileştirilmeleri) güç olmasa gerekti.
Aztekler, maddesel kültür alanında gösterdikleri yaratıcılığı, tinsel kültür alanında gösterebilmiş görünmezler. Örneğin yörede egemenlikleri altına aldıkları Mayalar yazıyı bin yıldır kullanagelmekteydiler. Mayalar, ideografik-piktografik bir kayıt dizgesini yaratıp kullanmakla kalmamış, onu ideografik-fonetik karışımı (Mısır hiyeroglifleri benzeri) bir yazıya doğru geliştirmeye başlamışlardı. Öyle ki bu olanak, seslerin simgelenebildiği bir yazı kavramına yaklaşıldığını gösterir. Eski Dünya’da Hint-Avrupa dilli Hititler, böyle bir gelişkinlik düzeyine ulaşmış kendilerininkinden bambaşka bir dili (Sami dilini) kayıtta kullanılan çiviyazısını benimseyip dillerine uyarlayabilmişlerdi. Aztekler bunu başaramadılar. Maya yazısının glif (oyma) karakterlerinin, “o dili, o kültürü bilmeyenlerce anlaşılamayacak kadar çok anlamlı, bulanık, çok özel bir yazının imleri” olduğu söylenebilir. Ama düşüncelerin, nesnelerin, olayların, olguların, yargıların ya da onların seslerinin çizilen imlerle simgelenebildiğini görmüş olmalılar. Eski Dünya’da benzeri bir konumda bulunup, Sümer yazısından esinlenerek kendi (bambaşka karakterli) yazılarını geliştirebilen Mısırlıların gösterdiği başarıyı Aztekler gösterememişlerdir. Ya da kim bilir, belki resimli anlatılarıyla bu yola girmişlerdi, ama bu yolda sonuna kadar gitmelerine sömürgeci İspanyollarca fırsat bırakılmamıştı.
Gene de Aztekler, Mayaların yazı kavramından ve yazıyla birlikte gelen tarih bilincinden etkilenmiş görünürler. Bu etkiyle, geçmişlerini, geçmiş başarılarını, mitoslarım deriler üzerine çizdikleri dizi resimlerle (yazısız) göstermişlerdir. Ama resimlere tekil olgulardan soyutlanmış genel anlamlar (simge değeri) yükleme başarısını gösterememişlerdir. Örneğin ayak resimleri, ancak bir topluluğun ayırt edici giysili kişisinin resmi yanında gösterildiğinde o topluluğun bir yerden bir yere gittiği, göçtüğü anlamını veriyordu. Bir yerin ele geçirilmesini ise “yanan bir tapınak” resmiyle göstermişlerdi. Evlenme (gerçekte olduğu gibi) kadının ve erkeğin giysilerinin uçları birbirine bağlanmış bir resimle anlatılmıştı.
Azteklerin, yazılı denemese de “çizili” kayıt geleneklerinden zamanımıza (yakılmaktan kurtulan) birkaç yapıt kalabildi. Bunlar Codex Barbonicus, Codex Boturini, Codex Mendoza gibi belgelerdi. İçlerinde, egemenlerinin, tanrılarının başından geçenlerin (tarihlerinin ve mitoslarının) anlatıldığı “resimli roman” gibi yapıtlardı. Ayrıca, imparatorluğa hangi uyrukların ne kadar haraç ödeyeceğini gösteren arşiv niteliğinde kayıtlardı.
Azteklerin sözlü edebiyat geleneği, hiç değilse bir bölümü İspanyolların gelişinden sonra Latin abece’siyle yazıya geçirilmiştir. Bunlar Huehuetlatolli (Yaşlı Adamın Öyküleri), Icnocuicatl (Derin Düşünce Ağıtları) ve Chilam Balam (eski inançlar ve bilicilikler (kâhinlik] kitabı), Xochicuicat/ (aşk şiirleri), Xopancuicatl (doğa şiirleri), Yaocuicatl (savaş türküleri), Teocuicatl (dinsel şarkılar), Teotlatolli (tanrılar için tanrısal sözler) gibi derlemelerdir.
İki Farklı Aztek Takvimi
Mayalardan örnek alınarak hazırlanan Aztek takviminde iki farklı zaman birimi vardı: Tonalpohualli ve Xiuhpoalli. Günleri saymaya yarayan ve dini amaçlarla kullanılan Tonalpohualli toplam 260 günlük bir döngüye sahipti. Her yıl 20 günden oluşan ve Trecena denilen 13 farklı periyoda bölünmüştü. Yirmi tane on üç günlük periyodun her biri önemli yer noktalarının biriyle ve belirli bir tanrıyla ilgiliydi. Her bir periyod ilk gününün ardından adlandırılırdı. Ayrıca bu 20 günün her birinde tanrıların insanlarla olan ilişkileri iyi, kötü ya da belirsiz olarak gösterilir ve Aztekler önemli işlerini takvimdeki iyi günlerden birinde yapmaya çalışırdı.
Aztek takviminin ikincisi olan Xiuhpoalli ise güneş yılının günlerinin hesaplandığı bir sisteme sahipti. Bu takvim her biri 20 günden oluşan 18 aya (Veintena) bölünmüştü. Eski yıl ve yeni yıl arasında Nemontemi (gereksiz) denilen 5 günlük sürenin eklenmesiyle bu takvim toplam 365 günden oluşurdu. Her haftanın 5 gün sürdüğü bu takvimde, her ayının son günlerinin birinde büyük festivaller düzenlenir ve kurban törenleri yapılırdı. Güneş yılının başlangıcı yılın başlangıcı her bölgeye göre farklılık gösterirdi. İkiz kentler olan Tenochtitlan ve Tlalteloco’nın takvimleri bile bu açıdan farklıydı.
Her iki takvimin birbiriyle kesiştiği 52 yılda bir “Yeni Ateş Töreni” adı verilen bir festival düzenlenir; evdeki tüm eski eşyalar ya da tanrı heykelleri yenileriyle değiştirildi. Ayrıca imparatorluk sınırları içinde yanmakta olan tüm ateşler söndürülür; Süreyya Burcu’nun Colhuacan Dağı’nın tepesine yükseldiği anda, tanırlara sunulan kurbanın göğsünde başrahip yeni bir ateş yakar ve bu ateş imparatorluktaki bütün tapınak ve evlere dağıtılırdı. Aztekler’de bu 52 yıllık dönemlerin her biri günümüzdeki anlamıyla birer yüzyıldı.
Aztek dinine gelince, karma bir nitelik gösterdiği söylenebilir. Kendi göçebe tarımcı kabile dönemleri tanrıları arasına, yerleştikleri yörenin ve tüm olarak Mezoamerika’nın uygar halklarının tanrılarını (benimseyip) katmışlardı. Boyun eğdirdikleri halkların tanrılarını da panteonlarına almışlardı. Ki bu, Eski Dünya’da imparatorluğa doğru yürüyen devletlerin de bildiği bir din politikasıydı.
Ancak Yeni Dünya’da siyasal örgütlenme (Aztekler ile) imparatorluk çapına ulaşmasına karşın, imparatorluğa koşut (silik bir girişim dışında) tektanrıcı bir dinsel ideoloji geliştirilememiştir. Bunun nedeni, fethi ve siyasal bütünleşmeyi izleyen ekonomik ve toplumsal bütünleşmeleri gerçekleştirememeleri olabilir. Bunun da nedeni, toplumsal artının, ekonomik yolla (alışverişle) değil, haraç olarak çekilmesine bağlanabilir. Bu durumda haraç veren halklar, alanın tanrısını (hele bir de kurban alıyorsa) tek tanrı olduğu söylense bile benimsemekte pek istekli olmayacaklardır.
Aztek mitolojisine göre göçebelik döneminden beri dincilerin tanrısı, Kutup Yıldızı (Venüs gezegeni) ile özdeşleştirilen Kuetzalcoatl (Tüylü Yılan-Arı Kuşu) insan kurbanına (sözde) karşı çıkmış bir tanrıydı. Yazının bulucusuydu, uygarlığı getiren bir kültür kahramanıydı. Ne var ki Kuzey’den gelen (savaşçıların tanrısı) olan Tezcatlipoca (Tüten Ayna Tanrısı) kendisine insan kurbanı sunulmasını istedi. Ve insan kurbanına karşı çıkan Kuetzalcoatlı ne yazık ki (timsah gözyaşları!) yenilgiye uğrattı. Artık her şeyi, bu ara geleceği de, tüten aynasından görebilen bu tanrı belirliyordu. Egemenlerin seçimini bile o yapıyordu. Egemenler de elbette, kendilerini seçen tanrının hatırını kırmayıp ona istediği insan kurbanını sunacaklardı! Bu öykü de Aztek toplumunun iki egemen katmanının birbirleriyle geçmişteki ve uygarlaştıktan sonraki ilişkileri kabaca yansıtılıyor olabilir. Ancak tarih ile mitosun ayrıntılarına girilince, bire bir yansıtmadan söz etmek olanaksızlaşır. Gerçekten, kurbanlık tutsakları sağlayanlar savaşçılarsa da göğüslerini açıp yüreklerini söken dincilerdir. Dincilerin, tanrıları gibi, insan kurbanını istemedikleri sonucunu çıkarmak ağırbaşlı bir yorum olmaz.
Aztek toplumu, Orta Amerika uygarlığı ve genel olarak Yeni Dünya uygarlıkları (evrenin art arda yok oluşları mitosunda yansıyan) geleceğe duyulan güvensizliği ve karamsarlığı onaylarcasına yok oldular. İnsanlığın geleceğine ilişkin karamsar bilicilikleri (kehanetleri) doğru çıkarırcasına, Aztek uygarlığının sonu, Eski Dünya uygarlığının temsilcisi Hernan Cortes’in elinden oldu.