www.bilgievlerim.blogspot.com |
Bizans ve İran ordularını yenip ülkelerini ele geçirdikleri sıralarda Arap ordularındaki askerlerin sayısı, bu iki devletten her birinin yalnız bir şehrindeki muhafız askerlerinin sayısından bile azdı. Bundan başka Araplar, büyük devletlerle yapılacak savaşlar için gerekli savaş tekniğini bilmiyorlardı. Ekonomik durumları, savaş araçları almaya yetersizdi. Bizans ve İran ise o zamanki dünyanın iki büyük devleti idi. Mükemmel savaş araçlarına, çok sayıda askere, her yanda düzgün kale ve korunaklara sahiptiler. Üstelik Araplar bu memleketlere, onları pek bilmeden ve ahalisinden yardım göreceklerini ummadan gidiyorlardı. Araplar ise, eskiden beri çöllerde yaşayan kabilelerdi. Kaba saba giysiler giyerler, arpa ve darı unu ekmeği yerlerdi. Silahları yalnızca iple bağlanmış mızraklardan, bele bez parçalarıyla asılmış kılıçlardan ibaret küçük bir asker topluluğu nasıl oldu da devrin en güçlü imparatorluklarına diz çöktürdü?
Öncelikle kendilerine bu gücü veren, İslamiyet ile kazandıkları yepyeni bir ruh ve inançtı. Müslümanlar, Tanrının adının yücelmesi, onun şan ve şevketi uğrunda ülkeleri fethetmekte olduklarına, Allah’ın yeryüzünde İslamiyet’i yaymaya kendilerini görevlendirdiğine, kendilerinden bu uğurda öleceklerin şehit olacaklarına, ahirette dünyadakinden daha değerli ve sürekli ödüller bulunduğuna, sarsılmaz ve sağlam bir inançla inanıyorlardı. Peygamberin sağlığında yapılan savaşlarda elde edilen başarıların tadı da onları heveslendiriyordu; çünkü başarılar tehlikeleri küçük gösterir.
Kadisiye Savaşı’nda İran orduları komutanı Rüstem, Mûgîre b.Şûbe’ye “Siz, amacınız uğrunda ölümü hiçe sayıyorsunuz” deyince Mugîre “Bizden ölenler cennete, sizden ölenler ise cehenneme giderler; bizden sağ kalanlar da sizden sağ kalanlara üstün gelir” demişti.
Mısır valisi Mukavkıs (Kyros), Ubade b.Samet’i, Bizans askerlerinin çokluğu ile korkutmak istediği ve onlara üstün gelmek mümkün olmadığını bildirdiği zaman Ubade ona şöyle seslenmişti:
Bu sözlerle kendini ve arkadaşlarını aldatma. Kuvvet ve çokluğunuzu bize söylemekle bizi korkutamaz ve cesaretimizi kıramazsın. Eğer dediğin doğru ise, bu durum bizi savaşa daha çok bir istek ve gayretle girişmeye sevkeder; çünkü savaşta bir neferimiz kalmayıncaya dek hepimiz şehit olursak Allah’ın katına daha fazla mazur olarak çıkar, onun cennetine daha çok lâyık oluruz. Bu ise istediğimiz mutluluğun son sınırıdır. Bizim için bundan daha değerli bir şey olamaz. Sizinle savaşmakta iki nimetten birini bekleriz: ya size üstün gelerek dünya nimetine konmak, yahut size yenilip ölerek ahiret nimetine nail olmak. Elimizden gelen gayreti sarfettikten sonra ikincisi bizce birincisinden daha çok istenir.
Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı gibi, Arap fetihlerinin ilk dönemde çok başarılı olmasını ve İslamiyet’in diğer bölgelere hızlıca yayılmasını sağlayan temel etken, savaşanların davalarına olan sonsuz inancı nedeniyle düşman kuvvetlerden çok daha etkin ve istekli çarpışmalarıdır. Savaşı kazandıran çoğu zaman silahlar olsa bile, morali ya da motivasyonu az olan büyük güçlerin küçük kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılmasının örnekleri tarihte oldukça fazladır.
İlk İslam Fetihlerini Başarıya Ulaştıran Etkenler
Diğer önemli etkenlerle, ilk İslam fetihlerindeki hızlı başarılarının nedeni daha kolay anlaşılır…
İslamiyet’in doğuşundan hemen önce Bizans ve Sasaniler arasında yıllarca süren kanlı savaşlar her iki devleti de askeri ve ekonomik oldukça yıpratmıştı. Ve bu savaşlar genellikle ilk İslami fetihlerin yapılacağı bölgelerde gerçekleşmişti. Savaşların masraflarını karşılamak için konulan ağır vergilerle her iki devlet de kendi halklarının nefretini kazanmayı başarmış, bölge halkını bir kurtarıcı bekler duruma getirmişti. İlk Arap akınları başladığında Bizans dini-mezhebi güçlüklerle, Sasaniler ise idari zorluklarla uğraşıyordu. Bu nedenle ilk akınları fazla ciddiye almadılar ya da alamadılar. Sorunun ciddiyetinin farkına vardıklarında ise artık oldukça geç kalmışlar, İslam orduları ciddi bir tehdit oluşturacak kadar güçlenmişti.
Müslümanların kaza ve kadere ve bir insanın eceli gelmeden ölmeyeceğine, eceli gelince nerede olursa olsun öleceğine, eceli gelmemişse en tehlikeli durumlarda ve yerlerde bile hayatının kurtulacağına inançları savaş alanında büyük bir motivasyonla, korkmadan ve disiplinlerini bozmadan savaşmalarını sağlamıştı. Bu inanç şehitlik inancı ile birleştiğinde, moral açısından Arap orduları her zaman daha üstün konumdaydı. Düşman orduları belki sayıca üstündü ama çoğu zorla getirilen ve isteksizce savaşan askerlerden oluşuyordu. Örneğin Yermük Savaşı sırasında Bizans İmparatoru Heraklius, firar edeceğinden çekindiği askerlerinin kaçmaması için onları birbirine zincirlemek zorunda kalmıştı.
Yaşadıkları bölgenin iklim koşullarından dolayı Araplar, açlığa ve susuzluğa diğer uluslara göre daha dayanıklı idiler. Çöl ve step yaşantısına alıştıklarından sade bir yaşam sürer, savaşa gittiklerinde kendilerini ve hayvanlarını yoracak ağır yükler taşımazlardı. Bir savaş durumunda hazırlıklarını tamamlamaları bu nedenle oldukça kısa sürer, savaş sırasında çok az bir kaynakla yetinebilirlerdi. Fazla yükleri olmadığından Arap ordularının manevra yeteneği Bizans ve Sasani ordularına kıyasla oldukça fazlaydı. Kendileri gibi, ulaşım araçları olan develer de açlık ve susuzluğa karşı çoğunluğunu atların oluşturduğu düşman ordularına karşı daha dayanıklıydı. Yani Arap orduları büyük bir lojistik avantajla savaşa başlar, bu üstünlükle savaşı sürdürürdü. Halbuki İran ve Bizans orduları arabaları, ağırlıkları vesaire ile külfetli bir örgüte ve lojistik desteğe gereksinim duyar, savaşa hazırlanmaları çok daha uzun sürerdi.
Bizans ve İran’ın egemenliği altındaki topraklardaki Suriye, Mısır ve Irak bölgesi halklarının, fetihler sırasında bölgeye gelen Arapları kolayca benimsemeleri bu bölgelerin kolayca ele geçirilmesini sağlamıştı. Çünkü Araplar da kendileri gibi Sami ırkındandı, benzer bir dil konuşuyorlardı ve ticari kervanlar aracılığıyla birbirlerini oldukça iyi tanıyorlardı. Egemenliği elinde tutan Bizans ve İran’ın aksine, Araplar ile benzer birçok adetleri vardı. Bazıları ise Bizans ve İran’dan nefret ediyordu. Örneğin Mezopotamya’da oturan Rebia kabilesi İranlıları sevmediklerinden İslam fetihleri sırasında İran’dan öç almak için Müslümanlara yardım etmişlerdi.
Dört halife devrinde Halid b.Velid, Halid b.Said, Ebu Ubeyde b.Cerrah, Ebu Ubeydet üs-Sakafî, Sa’d b.Ebi Vakkas gibi yüksek yetenekleri olan askeri ve idari kişilerin bulunuşu da bu başarıyı sağlayan nedenlerindendir.
Arapların savaşlarda gösterdikleri sabır ve direnme ve düşmana vakit kaybettirerek zayıf düşürme yöntemleri, bir orduda aranan belli başlı meziyetlerdendir. MS 830’da yapılan Muta Savaşı’nda Bizans’ın savaş gücünü, yöntem ve araçlarını öğrenmişlerdi. Böyle ağırlıklı, kalabalık bir ordunun bir yerde uzun süre durması, ordunun gücünü sarsardı. Araplar ise ağırlık vesaireleri olmadığından ve zaten kanaate alışmış durumlarıyla ufak tefek akınlarla kendilerine uzun süre yetebilecek yiyeceği temin edebilirlerdi. İran, Şam ve Mısır ve Endülüs fetihlerinde, özellikle bu yöntemlerle büyük başarılar sağlamışlardı.
Müslümanlar savaşlar sırasında çölü hep arkalarına almışlar, zor durumda kaldıklarında buraya çekilmişlerdir. Bizans ve İran orduları ise alışık olmadıkları çöle girmeye kolay kolay cesaret edemezlerdi. Düşman eski yerine dönünce Araplar gene saldırır, düşmana büyük kayıp verdirirlerdi. Çöl şartlarına alışık olmayan bir ordunun çölde ilerlemesi oldukça zordur. Örneğin Sina Çölü’nü İslamiyet’in doğuşuna kadar yalnızca iki komutan geçmeyi başarabilmişti: Birincisi MÖ 525 yılında İran Şâhı Kambiz, ikincisi MÖ 332 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender. Onlardan sonra çölü geçmeyi başaran ilk komutan 1516 yılında Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim olacaktır.
Özellikle Bizans’ın Suriye’deki topraklarında bulunan Yahudiler, din çatışmaları dolayısıyla Bizanslılara oldukça düşmandılar. Çoğu kez Müslüman ordusuna yardım ediyorlardu. Örneğin İskenderiye kentinin kuşatılması sırasında, İskenderiye kalesinde kapıcılık yapan İbn Bessâme kalenin gizli kapısını Müslümanlara göstermiş, Amr b. el-Âs gösterilen gizli geçitten ordusuyla girerek kenti ele geçirmişti.
Müslümanların halka gösterdikleri iyi davranış, da büyük başarılarının önemli nedenlerindendir. Müslümanların bu durumu, Bizans ve İran halkından Müslüman yönetimine girenler üzerinde çok iyi etki bırakıyordu. Çünkü Bizans ve İran ağır vergilerle halkı eziyor, hatta aynı dinden oldukları halde sırf Ortodoks olmadıkları için birçok Hristiyan Bizans yönetimi tarafından zulme uğruyor, mezhep değiştirme konusunda baskı görüyordu. Oysa Müslümanlar hoşgörülüydü. İslâmiyetle yeni tanışan insanların dikkatini ilk çeken, herkesin öncelikle “insan” olarak kabul edilmesi ve buna uygun muamele görmesiydi. İslam egemenliğine giren halkın din, davranış ve başka işlerde önce hangi durumda idiyseler, kendilerine dokunulmayarak o halde kalmalarına izin verilirdi. Bu durum Araplarla henüz tanışmayan ama baskı altındaki diğer halkları da etkilemiş, Müslümanlar geldiğinde İmparator adına kentlerini savunmak için fazla istekli davranmamışlardı. Çünkü Arap fetihleri askeri bir işgalden ibaret olup, yerleşme amacıyla değildi.
Ne var ki Emeviler döneminde bu hoşgörünün terk edilmesi, ele geçirilen bölgelerdeki halka Hz. Muhammed dönemindeki gibi davranılmayıp kılıçtan geçirilmesi hem fetihlerin yavaşlayıp kalıcı olmamasına hem de daha sonra İslamiyet’in koruyuculuğunu üstlenecek Türklerin İslam’ı geç kabul etmelerine neden olacaktı. Çünkü İslamiyet’in hızla yayılmasını sağlayan temel etken, o dönemlerde görülmemiş bir hoşgörü ile insanlara yaklaşmasıydı.