İzmir'de hazırlanan o alçakça
suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı
anlatmıştı:
—Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur
ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma
çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
— Sen Mustafa Kemal'i
öldürecekmişsin, öyle mi?
— Evet, dedi. Ben yine
sordum:
— Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu
öldürecektin?
— Fena bir adammış o. Memlekete çok
fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
— Sen Mustafa Kemal'i tanıyor
musun?
— Hayır.
— O halde tanımadığın bir adamı
nasıl öldürecektin?
— Geçerken işaret edecekler, Mustafa
Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı
çıkararak kendisine uzattım:
— Mustafa Kemal benim, haydi al
eline tabancayı, öldür, dedim.
Herif benden bu karşılığı alınca
yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz
üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Yahya Galip KARGI
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948
ASKERLE
GÜREŞ
Bir gezisinde, Kolordu binasının
kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle
sordu:
— Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli
görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok
neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense
tuttu:
— Haydi, bir de benimle
güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu
Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
—“Atam," dedi. "Senin sırtını yedi
düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"
Gözleri doldu ve ağlamamak için
gülmeye çalıştı.
Tahsin UZER
Kaynak: Millet Dergisi,
1946
ALÇAK GÖNÜLLÜ
Atatürk'ü, 1938 Gençlik ve Spor
Bayramı günü, son defa, 19 Mayıs Stadyumu'nda gördüm. Şeref tribünü kapısında -o
zaman küçük bir çocuk olan kızıma- o günün anısı olan rozetini taktırmayarak bir
şeyler söylüyordu. Zayıf ve yorgundu.
Kızımdan Atatürk'ün kendisine neler
söylediğini sordum:
— Rozette resmim varmış, nasıl
takarım? dedi.
Zeki ve alçakgönüllü Atatürk
rozetteki resmi görmüştü.
Bu, O'nun stadyuma ilk ve son
gelişi, sanki gençliğe vedası oldu.
Nasuhi BAYDAR
Kaynak: Tan Gazetesi,
10.11.1946
BENİM ADIM ATA DEĞİL
Atatürk'ün sinirlendiği önemli bir
nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle
dedi:
— Benim adım Ata değil, Atatürk'tür!
Bazı gazeteler neden böyle yazarlar?
Şükrü KAYA
Kaynak: Dünya Gazetesi,
10.11.1953
GÖMÜLECEĞİ YER
Atatürk'ün gömüleceği yer ve
toprak:
O'nun kabri Ankara'da olacaktır.
Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce
Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde
üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu
yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk'ün etrafında
toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi
1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz
vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet
payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın,
yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan
kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime
vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok
duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün sınır boylarından
getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik
savunmasını yapmıştı.
Atatürk, böyle bir fikrin
uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını
anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.
Prof. Dr. Afet İNAN
Kaynak: Ulus Gazetesi, 25.06.1950
SOKAK
ÇOCUĞU
Atatürk'e, düşmanlarından bir bayan,
bir yabancı gazetede (sokak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü
göstermişti.
Bir gün Yat Kulüp'te Atatürk,
arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki:
— Bana sokak çocuğu diye yazmış...
Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi'den Harp
Okulu'na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta
oynamaya vaktim mi vardı? Bana (zalim) diyormuş... Ben eğer bu vatana ihanet
eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını
buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim daha
büyüktür... Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim..."
demişlerdir.
Enver Behnan ŞAPOLYO
Kaynak: Enver Behnan Şapolyo - Milli
Mücadele Tarihi, 1944
MUTSUZ LİDER
Bir akşam sofrasının hararetli bir
döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun
bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:
—Şimdi siz buradan ayrılır,
istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk
olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum,
cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün
eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi
buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz
gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi.
O akşam hepimiz masadan erken
ayrıldık.
Damar ARIKOĞLU
Kaynak: Damar Arıkoğlu - Hatıralar,
1961
ABDÜLHAMİD
1937 yılında idi. Yaz aylarından
biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir
eserim tefrika ediliyordu. Bir akşamüstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni
telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen
hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın
karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile
beni okşadı. Sonra:
— Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin
ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi
canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamit’i hiç sevmediğin belli.
Biraz durdu. Elindeki bir renkli
kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak
düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra
birdenbire şu sözler çıktı ağzından:
— Sevme Abdülhamit’i! Yine de sevme!
Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü
kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe
göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve
sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamit’in yönetimi
büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında
uygulanmış olursa...
Bunun üzerine ayrılmama müsaade
buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım.
Nizamettin Nazif
TEPEDELENLİOĞLU
Kaynak: Hürriyet Gazetesi,
31.07.1958
YANINA ALDIĞI İLK
ER
O, Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı
yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş,
yağları eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na
sordu:
— Asker ağlamaz arkadaş, sen ne
ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi
tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki
Komutanını çelik yay gibi selamladı.
— Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu
içini çekti:
— Düşman memleketi bastı, hükümet
beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile
öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu:
— Üzülme çocuğum, dedi. Gel
benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip
silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.
Burhan Cahit MORKAYA
KAHRAMAN TÜRK
KADINI
17 Mart 1923 Tarsus:
Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre
doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları
dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada
ansızın bir olayla karşılaştı.
Milli Mücadele'deki çete giysili bir
kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle
haykırıyordu:
—“Bastığın toprağa kurban olayım
Paşam!"
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak
için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan
(Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.
Gözlerinden iki damla yaş düşen
Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve
ona şöyle seslendi:
—“Kahraman Türk kadını! Sen
yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."
Taha TOROS
TÜRK ORDULARI
BAŞKUMANDANIYIM
Afyonkarahisar'ın hatlarının
çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına
getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu
Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da
hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya
başlamıştı.
— Binbaşı mısınız?
— Hayır.
— Albay mı?
— Hayır.
— Korgeneral mi?
— Hayır.
— Peki nesiniz?
— Ben Mareşal ve Türk Orduları
Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
- Bir başkomutanın savaş hattına bu
kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!..
General SHERRIL
Kaynak: General Sherril - Atatürk
Nezdinde Bir Yıl Elçilik, 1935
SURİYE HEMŞİRENİZİ DE
KURTARINIZ
1923 Mart'ının 17. Cumartesi günü
Mersin'e giriyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun
ortasında, aynen Adana'ya girerken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan birkaç
kız, Şef in karşısına çıktı.
Levhada şu cümle yazılı
idi:
"Suriye hemşirenizi de
kurtarınız."
İki gün evvel Adana'da Antakya ve
İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antakyalı kızın o herkesi ağlatıp
sızlatan hıçkırıklı söylevi ve Şef'in ona verdiği tarihi cevapla, yüce bir
nitelik almıştı. Şef şimdi bu Suriye levhasına ne diyecekti?
—“Her millet layık olduğu mutluluğa
erişir!" dedi ve yürüdü.
İsmail Habip SEVÜK
GENELGEYLE DEVRİM
OLMAZ
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum
ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla
görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü
çağırdı:
— Depremden çok zarar gördün mü,
baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
— Hükümet sana kaç lira verse,
zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle:
- Valle Padişah bilir!
dedi
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir
sesle:
— Baba, Padişah yok; onları siz
kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?
İhtiyar tekrar etti:
— Padişah bilir!...
Bu cevap karşısında kaşları çatılan
Atatürk, Kaymakam'a döndü:
— Siz daha devrimi yaymamışsınız!
dedi
Bu sırada görevini başarmış
insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat kâtibi:
— Köylere genelge yolladık Paşam,
dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
— Oğlum, dedi, genelgeyle devrim
olamaz!...
Ahmet Hidayet Reel
BEN CEPHEYE
GİDİYORUM
Bir akşam Recep Bey (Peker) beni ve
İhsan Bey'i evine akşam yemeğine çağırdı. Ayağım burkulmuş, alçıda idi. Koltuk
değnekleriyle gittim. Gazi Paşa da Refet (Bele) Paşa'nın evinde imiş. Bizim
Recep (Peker) Bey'in evinde bulunduğumuzu haber almışlar. Yaver Muzaffer (Kılıç)
telefonla beni çağırdı. Kendilerini beklememizi söyledi.
Gazi, gece yarısından sonra geldi.
Fazlaca alkollü idi.
—“Vakit geç oldu. Oturamayacağım
gideceğim."
Dedi ve giderken beni, İhsan ve
Recep (Peker) Bey'i baş başa getirdi. Ellerini omuzlarıma atarak:
—“Ben doğruca cepheye gidiyorum,
düşmana taarruz edeceğim," dedi.
Hepimiz şaşırdık ve telaşlandık.
İhsan Bey:
—“Paşam, ya muvaffak olamazsan?"
deyince:
—"Ne?... Bir haftalık süre içinde
onları yok edip denize dökeceğim." karşılığını verdi.
Ali KILIÇ
Kaynak: Ali Kılıç - Hatıralar, 1955
YENİLSEYDİK SORUMLU BEN
OLACAKTIM
Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na
geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dâhil her komutanın hangi birliğe komuta
ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki
araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar,
Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat bu kadro canını dişine takmış bir
ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh
haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından
dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu.
Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti
ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle
bağladı:
— İşte büyük zafer böyle ortak bir
eserdir. Şerefler de ortaktır.
Bu alçakgönüllülük şaheseriyle
konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada
Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra
içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
— Ama yenilseydik sorumluluk ortak
olmayacak yalnız bana ait olacaktı.
Bu belagat karşısında gözyaşımı
tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine mal eden, yenilgileri ise maiyetine
yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.
Ord. Prof. Sadi IRMAK
Kaynak: Sadi Irmak, Ord Prof. -
Atatürk'ten Anılar, 1978
SAVAŞ
EMİRLERİ
Şükrü Kaya'nın, bir 30 Ağustos Zafer
Bayramı gecesi sofrada:
—“Paşam, İstiklal Savaşı'nda
Başkomutan sıfatıyla muharebelerde verdiğiniz emirler bir yerde toplanmış
mıdır?" sorusuna verdiği yanıt:
— Bir gün Kurtuluş Savaşı'nın, Millî
Mücadele'nin askeri tarihini yazacaklar, belki de benim Başkomutan sıfatıyla
verdiğim bir yazılı ve imzalı emrime rastlamayacaklardır. Savaş arkadaşlarım
buradadır, hep bilirler, ben muharebede daima o cepheden bu cepheye gider,
yapılması gereken hareketleri Komutanlara dikte eder, onlara not ettirir ve
kendilerini de inandırdıktan sonra, 'Şimdi ordu birliklerimize derhal bu
hareketlerin yapılmasını kendi imzanızla bildiriniz.,.' derdim."
Nejat SANER
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi -
13.11.1970
SELANİK
Millî Mücadele henüz bitmiş,
ordularımız Meriç sınırına dayanmıştı. Çankaya'da oturuyorduk. Atatürk'ün
Selanik'ten çocukluk arkadaşı Nuri Conker dedi ki:
—“Paşam, ne duruyorsunuz? Her şey
elinizde. Selanik'teki eviniz boş duruyor. Bir sözünüzle orada oturabilirsiniz.
Size kim engel olabilir?" Atatürk, hepimizin yüzüne baktı ve şunları
söyledi.
—“Böyle bir hareket bütün Avrupa'yı
aleyhimize birleşmeye sevk eder. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi.
Tehlikeli bir maceraya atılamam."
Hamdullah Suphi TANRIÖVER
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi,
16.11.1941
17 MART 1923 TARSUS
Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre
doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları
dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada
ansızın bir olayla karşılaştı.
Millî Mücadele'deki çete giysili bir
kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle
haykırıyordu:
—“Bastığın toprağa kurban olayım
Paşam!"
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak
için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan
(Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.
Gözlerinden iki damla yaş düşen
Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve
ona şöyle seslendi:
—“Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde
sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."
Taha TOROS
Kaynak: Taha Toros - Atatürk'ün
Adana Seyahatleri, 1981
İNANMAYANLAR DA
HAKLIYDILAR
Mustafa Kemal realist bir liderdi.
Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç
partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar
dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet
etmedi. Bir gün bana:
— Kuvayı Milliye'ye inanmayanlar da
inananlar kadar haklı idiler, demişti.
Falih Rıfkı ATAY
Kaynak: Falif Rıfkı Atay - Mustafa
Kemal, Mütareke Defteri, 1955
İKİNCİ DÜNYA
SAVAŞI
Hastalığının ilerlemiş
zamanında:
"Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı
siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken,
bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle
İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki:
—“Bir savaş çıktığı takdirde,
kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini
gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi.
Prof. Dr. Nihat Reşat
BELGER
Kaynak: Nihat Reşat Belger -
Atatürk'ün Hastalığı
ELİF, LAM, MİM NE
OLACAK?
Atatürk, Kuran’ın Türkçe'ye
çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük
bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk'e
sordu:
—“Kuran’ın Türkçeye çevirisini
emretmişsiniz."
—“Evet."
—“Peki, o zaman elif, lam, mim ne
olacak?"
Atatürk hayretle Karabekir'in yüzüne
baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi:
—“Ne olacak, elif, lam, mim yine
elif, lam, mim olarak kalacak" dedi.
Hamdullah Suphi TANRIÖVER
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi,
13.08.1966
MEDRESELER
Rize gezilerinde medreselerin
açılması için kendisine başvuran hocalara; öfke ve sertlikle ve herkesin
önünde:
—“Para istiyorsanız size millet
yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha
açılmayacaktır, anladınız mı?" diye bağırdı.
Prof. Mahmut Esat BOZKURT
Kaynak: Mahmut Esat Bozkurt -
Atatürk İhtilali
DİL ALANINDAKİ
ÇALIŞMALARI
Dil alanında bir kaynak sorununu
ileri sürünce, ortaya, kâğıt kalem ve Atatürk'ün kendi eliyle açıklamalar
yapılmış diksiyonerler getiriliyor. Yunancadan getirilen kelimelerin, onları bir
başka dile bağlayan daha eski bir etimolojisi aranıyor.
— Ana kökü arayacağız,
diyor.
Ve dil hakkındaki kuramını anlatmaya
başlıyor ve bir gülüşle:
— Uzun bir çalışmadan sonra, bunu
bulduğum zaman, Sakarya savaşını kazandığım dakikadaki mutluluğu duydum,
diyor.
Prof. PITTARD
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi,
03.12.1938
KÖYLÜ MİLLETİN
EFENDİSİDİR
Bir gece beraber oturuyorduk.
Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen
Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet
Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not
tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne
diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:
— Bu memleketin efendisi
kimdir?
Düşündüm. Karşılığı o
verdi:
— Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam
etti:
- Türk köylüsü "Efendi" yerine
getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!...
Prof. Mahmut Esat BOZKURT
Kaynak: Tan Gazetesi,
10.11.1942
YENİ
KELİMELER
Atatürk, yeni kelimeler için şöyle
derdi:
"Onları ortaya atmak gerekir. Millî
duygumuz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman sözlüğümüze
koyalım."
Prof Dr. Afet İNAN
Kaynak: Afet İnan - Atatürk'ten
Hatıralar
ÖĞRENCİ GÖZÜNDE
ÖĞRETMEN
Çankaya'da bir ilkokul açılmıştı.
Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş.
Öğretmen tahta başında öğrencilere
ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar
ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek
derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken
öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz
işareti verir vermez derse devam etmiş.
Gazi kapıdan çıkarken
yanındakilere:
- "Gördünüz mü öğretmeni?
Cumhurbaşkanına önem vermedi" demiş ve ilave etmiş:
- "İlk öğretmen vatanın en hayırlı
elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta
çocuklaşmalardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer
dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni
merdivenlere kadar
geçirse idi, öğrencileri gözünde
küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam
öğretmendir." demişlerdir.
Asaf İLBAY
Kaynak: Tan Gazetesi, 08.06.1949
ANADOLU'NUN
MÜZİĞİ
tatürk söylüyor:
- Montesquieu'nun, "Bir milletin
musikicilikteki akışına önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olamaz"
sözünü okudum, doğrularım. Bunun için, musikiciliğe pek çok özen göstermekte
olduğumu görüyorsunuz.
- Biz Batılılara göre, doğu
musikiciliğinin kulaklarımıza gelen tuhaflık yönünden söz ettim ve dedim ki;
Doğunun tek anlayamadığımız bir tarafı varsa,o da onun
musikiciliğidir.
Gazi, itiraz ederek şöyle
demiştir:
- Bunlar hep Bizans'tan kalma
şeylerdir. Bizim gerçek musikimiz Anadolu halkında işitilebilir.
- Bu ezgilerin geliştirilmesi mümkün
değil midir?
- Batı musikiciliği bugünkü durumuna
gelinceye kadar, ne kadar zamanlar geçti?
- Dört yüz yıl kadar
geçti.
- Bizim bu kadar süre beklemeye
zamanımız yoktur. Bunun için, batı musikiciliğini almakta olduğumuzu
görüyorsunuz.
Emil LUDWIG
Kaynak: Emil Ludwig - Atatürk'ün
Söylev ve Demeçleri
SEN NE OLACAKSIN
Kİ?
Mustafa Kemal, Selanik'te yine bir
akşam o zaman Sağlık Müfettişi olan eski Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş,
Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar
içerlerken, devletin dış siyaseti söz konusu oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal
Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü
Bey'i göstererek:
- "Bu yanlış siyaseti bir gün doktor
aracılığı ile düzelttireceğim." Deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri
Conker:
- "Ne? Ne... Sen mi
düzelttireceksin?"
Diye küçümseme ile sormuş. Bunun
üzerine Nuri (Conker) Bey'le aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
- "Evet, ben doktoru Dışişleri
Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim."
Nuri Bey şaka ile sormuş:
- "Demek sen doktoru Dışişleri
Bakanı yapacaksın. O halde ya beni?"
- "Seni de vali ve komutan
yaparım!"
Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih
Bozok da karışıyor:
- "Herhalde bu arada beni de bir şey
yaparsınız?"
Mustafa Kemal Bey Salih'in bu
sorusuna, biraz düşündükten sonra:
- "Salih, seni yaver yapacağım ve
yanımdan ayırmayacağım." Cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar
atılarak:
- "Allah’ını seversen, sen ne
olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?"
demiş.
Mustafa Kemal Bey, Nuri Bey'in bu
sorduğu soruya gülerek:
- "Bu memuriyetleri, bu onurları
veren ne olursa işte ben o olacağım."
Diye karşılık vermiş.
Ali KILIÇ
Kaynak: Milliyet Gazetesi,
15.10.1951
MİLLETİMİN ŞEREFİNE
İÇİYORUM
Bir akşam, birdenbire Saray'dan
kalkarak Gülhane Parkı'nda Halk Partisi'nin verdiği bir açık hava toplantısına
gittiğimiz zaman, orada toplanan on binlerce insana harf devrimini müjdelemiş ve
bu sırada ayağa kalkarak millete hitaben:
"Arkadaşlarım, bu elimdeki rakıyı
evvelce padişahlar da, halifeler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarında, dört
duvar arasında içiyorlardı. Ben ise sevgili milletimin önünde ve onun şerefine
içiyorum."
Diye kadehini kaldırdığı zaman
halkın alkış tufanı arasında Sarayburnu dakikalarca çınlamıştı.
Ali KILIÇ
Kaynak: Milliyet Gazetesi,
1952
HARF
DEVRİMİ
Yeni Türk alfabesinin ilk
biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, Komisyonun en aşağı beş yıllık bir geçiş
dönemi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler önce birer sütunlarını yeni harflere
ayıracaklar, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, sonunda bütün gazeteler yeni
harflerle çıkacaktı. Okullar için de buna benzer basamaklı yöntemler
düşünmüştük.
Dikkatle dinledikten sonra bir daha
sordu:
- Demek beş yıl
düşündünüz?
- Evet!
- Üç ay! dedi.
Donakaldım, üç ay! Üç ay içinde
bütün memleket yayını Lâtin harfleriyle değişecekti. İlâve etti:
- Ya üç ayda uygulayabiliriz, yahut
hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların
adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın
başlar gibi başlamaya zorunlu kılarız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa
attığımız adımları da geri alırız.
Falih Rıfkı ATAY
PROGRAMSIZLIK
Sen değil mi ki, bir kitapta
okuduğum şu: Napolyon'a sormuşlar: Programınız nedir? O da cevap vermiş
ki:
- "Ben yürürüm, program benim
hareketimden çıkar" sözüne:
- "Evet ama o türlü giden, sonunda
başını Sent Helen kayalarına çarpar" düşüncesini ekledin.
Ruşen Eşref ÜNAYDIN
Kaynak: Ruşen Eşref Ünaydın -
Atatürk'ü Özleyiş
ŞAPKA
KONUSUNDA
Atatürk, bir gün, lütfen bu konuda
fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi, aleyhimize sonuçlandığı için, rahmetli
hayli sıkıntılı idi.
Şu karşılığı vermek cesaretinde
bulundum:
- "Şapka giymek, bu millet hesabına
bir Musul fethinden üstündür!"
Atatürk, hafifçe gülümsediler. Ve
kaşlarını birkaç defa eğerek gönlümü okşadılar.
Prof. Mahmut Esat BOZKURT
Kaynak: Mahmut Esat Bozkurt -
Atatürk İhtilali
NEDEN
KASTAMONU?
Şapka giymek için neden Anadolu'nun
en çok bağnaz görünen bir bölgesini seçtiğini sormuştum.
Dedi ki:
- O tarafa ilk defa gidiyordum. Halk
o kadar beni görmek merakında idi ki, başımda ne ile görse öyle kabul edecekti.
İzmir tarafına gitseydim, yalnız şapkamı görürlerdi.
Falih Rıfkı ATAY
Kaynak: Ulus Gazetesi,
10.11.1946
İŞTE
SONUÇ
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya
gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi.
Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı.
Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben
sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek
istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe
almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri
samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben
salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar...
İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde
kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz
sonuç... diyordu.
Hulusi KÖYMEN
Kaynak: Uludağ Dergisi, 1941
PORTRE
İstanbul'un kurtuluşundan yirmi üç
gün sonra Cumhuriyet ilan olunur ve Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı seçilir.
1924'ün 2 Ocak tarihinden 22 Şubat'ına kadar İzmir'de bulunur. İzmir'e giden bir
Kurul arasında Çallı İbrahim de vardır.
Çallı, Atatürk'le karşılaşır ve
kendisine:
- Türk milletinin gönlündeki Mustafa
Kemal'in portresini yapmama izin verir misiniz Paşam? der. Atatürk
de:
- Mademki gönüllerde yaşayan Mustafa
Kemal'i çizmek istiyorsun, benim modelliğime gerek yok, yanıtını
verir.
Daha sonra Çallı, bazı
araştırmalarına dayanarak Atatürk'ün koltukta oturur, sivil giysili/fraklı
tablosunu oluşturur.
Oğuz ÖZDEŞ
YAKUP
CEMİL
Savaşın ortalarında Binbaşı Yakup
Cemil (Babıâli baskınında Mazım Paşa'yı öldüren) savaşın kötü yöneltilmesinden
ve memleketin felakete gitmesinden dolayı bir hükümet darbesi yapmaya girişti. O
gece Enver Paşa'yı öldürecekti ve kuracağı hükümette Mustafa Kemal Paşa, Harbiye
Nazırı (Milli Savunma Bakanı) ve Başkomutan Yardımcısı olacaktı.
Bir arkadaşı hükümete sır vermiş,
Yakup Cemil idam edilmişti.
Atatürk bana demişti ki:
- Yakup Cemil, girişimini
başarsaydı, ben yeni görevi kabul ederdim. Fakat Harbiye Nazırı olunca ilk işim
Yakup Cemil'i kurşuna dizdirmek olurdu.
Ali Fuat ERDEM
Kaynak: Ali Fuat Erdem -
Atatürk
TARAFSIZLIK
Serbest Fırka zamanında:
Gazi:
- Fethi (Okyar) Bey, Süreyya (İlmen)
Paşa'yı partinize aldığınıza çok memnun oldum; kendisi hem şehirci. hem
teşkilatçıdır, buyurdular. Ondan sonra bana dönerek:
- Bak, ben Cumhurbaşkanı olarak
tarafsızım. Bir partinin başında pek sayın arkadaşım İsmet Paşa hazretleri
bulunuyorlar. Diğer partinin başında da pek sayın arkadaşım Fethi Beyefendi
bulunuyorlar. Bu iki parti birbirleriyle mücadele eyleyeceklerdir. Lakin dünyaya
karşı da: "Türkiye'de de bir siyasal eğitim mevcut olduğunu" kanıtlayacaksınız,
buyurdular.
Ondan sonra, sofrada bulunanlara
hitaben:
- Bakınız! Ben, Cumhurbaşkanı
sıfatıyla bu iki partiye karşı tarafsız kalacağım, dediler. Şükrü haili ve
Abdurrahman Nazif Paşalara da:
- Ordu. siz de benim gibi daima
tarafsız kalacaksınız; bu iki partinin mücadelelerine karışmayacaksınız,
buyurdular.
Süreyya İLMEN
Kaynak: Süreyya İlmen - Zavallı
Serbest Fırka
SİYASET
ENTRİKASI
Anadolu hareketinin ilk günlerinde
siyasi hırslarıyla tanınmış olan bir bayanla konuştuğu sıralarda, ona şu sözleri
söylemiş:
— Hanımefendi, sizin çok güzel
gözleriniz var; ben de güzel gözleri çok severim. Buna rağmen, söyleyeyim: Eğer
siz, gözlerinizin kuvvetine güvenerek siyasal bir rol oynamak isterseniz haber
vereyim ki başarılı olamazsınız. Çünkü ben siyaseti güzel gözlü
hanımefendilerden çok fazla severim!"
Bu sözleri, o zamana ait bir siyaset
entrikasının öyküsü esnasında O'nun ağzından bizzat dinledim ve hemen hemen
kelime kelime saklayıp şimdi aktarıyorum.
Muhiddin BİRGEN
Kaynak: Muhiddin Birgen - O'nun İçin
Yazılanlar, Söylenenler
SORUMLU
Gazi, memlekette yapılan iyi
işlerden söz eden bir zatın:
- "Paşam, halk bütün bu iyi şeyler
sizin eserinizdir, diyor" sözüne karşı:
- "Evet; halk bütün iyiliği benden
bildiği gibi, bütün fenalıkları da bana yüklüyor" buyurmuştu.
Ahmet Hamdi BAŞAR
Kaynak: Ahmet Hamdi Başar -
Atatürk'le 3 Ay
SONUCU BAŞLANGIÇTAN BERİ
BİLİYORDUM
Başarınızdan hiç kuşkulandınız mı?"
diye sordum.
- "Hayır! Asla" diye yanıtladı. "Ben
bütün planı en başlangıçtan beri olduğu gibi gördüm (hiç cephanemiz olmadığı
zamanlar bile) sonucu bildim. Biz kan akmasına ve yıkıntıya engel olmak için
uzun zaman geciktik. Fethi (Okyar) Bey, son bir başvurulacak yol olarak
Londra'ya gitti, çünkü biz kanla değil, yazıyla yapılmış bir antlaşma
istiyorduk."
Grace ELLISON
Kaynak: Yücel Dergisi,
1940
ŞÜKRÜ
KAYA
Son dört yıl içinde sırasıyla
Dışişleri, Adalet ve İçişleri Bakanlığı görevlerini yaptım. Bütün bu süre içinde
Atatürk, bana bir defa bile kesin emir vermemiştir. O bazı önerilerde
bulunmuştur, bu önerileri oturup görüşüp ve tartışmışızdır; fakat hiçbir zaman
bana şunu ve bunu yapmak emrini vermemiş ve Bakanlık işime karışmamıştır.
Bakanlar Kurulunun bütün diğer üyeleri de kendi alanlarında aynı şeyin olduğunu
size kesinlikle söyleyebilirler.
Rom LANDAU
Kaynak: Rom Landau - Yabancı Gözüyle
Cumhuriyet Türkiye'si
GERÇEK TARİHİN
YAZILMASINI İSTİYORUM
Bir toplantı sırasında Türk Tarih
Kurumu üyelerine:
- Ben fani bir insanım, bir gün
öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk ulusunun gerçek
tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda
kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin."
Uluğ İĞDEMİR
Kaynak: Uluğ İğdemir - Atatürk ve
Tarih
BEN YAPAYIM, SİZ
YAZARSINIZ
Gazi Mustafa Kemal, bu işler için
muhakkak ki, hukuk kitapları okumuştur. Fakat onların hiçbirisini, aynen
uygulama alanına koymamıştır.
Hatta bir gün kendi anlattığından
işittiğime göre, meşhur bir Türk hukukçusu, kendisine: "Bu uyguladığınız esaslar
hiçbir hukuk kitabında yoktur" diyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur:
- Uygulanıp denenişler, kural ve
prensip haline gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız.
Prof. Dr. Afet İNAN
Kaynak: Afet İnan - Atatürk'ten
Hatıralar
CUMHURİYETTE ANGARYA
YOKTUR
Cumhuriyetin ilanından sonra idi.
Karadeniz'de bir geziye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum.
Rize'ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali'ye:
- Yollarınızı nasıl bu hale
getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bütün yakın köylüleri jandarmalarla
toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Atatürk'ün kaşları çatıldı. Oldukça
sert bir dille:
- Vali Bey, dedi "Corvee" nedir
bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şunu da bilmeniz
lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya
zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur.
Muzaffer KILIÇ
Kaynak: Vatan Gazetesi,
10.11.1953
EN GÜÇ DEVRİM MÜZİK
DEVRİMİDİR
Bir gece toplantısında:
"Biraz sonra Atatürk'ün yepyeni bir
konu ortaya attığını gördüm.
- En güç devrim nedir?
Sıra ile hepimizin yanıtını
bekliyordu. Bazı arkadaşlar, bütün devrimler birbirinden güçtür, dediler. Sıra
bana gelince en güç devrim laikliktir, dedim. Nitekim bugün de hâlâ o kanıdayım.
Ama Atatürk yanıtlarımızın hiçbirisini beğenmedi. Bizi bir süre duraksamada
bıraktıktan sonra:
- En güç devrim, dedi, müzik
devrimidir. Şaşkınlığımızı yüzümüzde okumuşçasına devam etti:
- Çünkü müzik devrimi kişiye kendi
iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir aleme yönelmeyi gerektirir. Onun
için çok zordur.
Kısa bir susma oldu. Işıklar saçan
gözünü üzerlerimizde gezdirerek ekledi:
- Çok zordur ama, yapılacaktır,
dedi.
Ord. Prof. Sadi IRMAK
Kaynak: Sadi Irmak - Atatürk'ten
Anılar
ORDUYU
AYIKLAMA
Yıl 1918, Selanik'te bir
konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması:
— Devrimi tamamlamak lazımdır. Biz
bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca
anlatayım: Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun yüksek sayılan komutanları, benim
için yoktur. Ordu kumanda sicilleri için ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul
ediyorum. Geleceğin büyük komutanları bunlar olması gerekir. Sicil defterlerinin
binbaşıya kadar olanlarını saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım.
Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine
buna karşı duruyor ve bu büyük ayıklama işinin nasıl yapılabileceğini anlamak
istiyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur:
— Evet, binbaşından yüksek olanlar
ay başında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro
şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra: "Efendim, defterde sizin adınız
yoktur, sizi tanımıyorum" diyeceklerdir.
Prof. Dr. Afet İNAN
Kaynak: Afet İnan - Kemal Atatürk
EMİN OLUN BUNLARIN HEPSİ
OLACAK
Bulgar Türkoloğu İvan Manolof,
Meşrutiyetten (1908) bir iki yıl önce Selanik'te Atatürk'ten O'nun Türk
devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarınki Türkiye'yi heyecanla anlatan
Atatürk, Manolof a demişti ki:
- "Bir gün gelecek, ben hayal
zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Bağlı olduğum millet, bana
inanacaktır. Düşündüklerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği
görünce, arkasından duraksamaksızın yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat
yıkılmalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından
benliğimizi sıyırarak batı uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki
ayrımlar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığına
girebilmemize engel olan yazıyı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık
kıyafetimize kadar, her şeyimizde batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların
hepsi bir gün olacaktır."
Arif Necip KASKATI
HİTLER HAKKINDAKİ
DÜŞÜNCESİ
Ben, O'nu tek bir kez görmüştüm.
Güzel ve kültürlü bir Fransızca ile konuşuyordu ve görünüşe göre bundan
hoşlanıyordu. Bir ara konuşmayı Almanya'daki duruma yöneltti. Kısa ve kesin bir
biçimde formüllendirdiği sorularından, bu konunun kendisini ne kadar meşgul
ettiği ve Hitler'den hiç de hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Konuşmamız sırasında, bu
yönde doğrudan doğruya bir sözünü hatırlamıyorsam da, sorularından ve
jestlerinden, diktatörler dünyasının bu yeni yıldızının hayranı olmadığı
kolaylıkla görülüyordu. Yalnız bir kez, o da konuşmamız sona ererken ve ben
Nazi'lerin savaş niyetlerine değinerek sözlerimi bitirirken, karşılık olarak,
hemen hemen felsefi-psikolojik bir görüş açıklaması biçiminde şunları
söyledi:
- "Daha hiçbir askerlik ve devlet
adamlığı başarısı göstermemiş bir adama, iktidarı topyekün teslim etmek, temel
bir hatadır. Bir onbaşı, büyük bir askerî deha, büyük bir stratej olduğunu
kanıtlamak için de, her şeyi göze almaktan çekinmeyecektir."
Rudolf NISSEN
YERİNİZ
MAKAMINIZDIR
Atatürk, Cumhurbaşkanı iken bir
ilçede Kaymakamın odasına girmişti. Kaymakam kalktı, köşede bir iskemleye
büzüldü. Atatürk:
— Siz burada devleti temsil
ediyorsunuz. Yeriniz makamınızdır, benim ziyaretçi olarak yerim de sizin
karşınızdır, demişti.
Falih Rıfkı ATAY
Kaynak: Falih Rıfkı Atay - Mustafa
Kemal Mütareke Defteri
EMİRLERİ ÜNİFORMA
VERMİYOR
1923'te Konya'da verdikleri demeci,
ayrılacakları gece, basına verilmek üzere tekrar okutturuyorlar.
Muhtar Bey (Şakacı bir adam olan
İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor:
— Yaşasın Başkomutan!
— Niye Mustafa Kemal demiyorsun da
Başkomutan diyorsun? Muhtar Bey üstü kapalı bir davranışla:
— Hele, diyor ne olur ne olmaz, daha
uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde kalsın!
Şakalaşıp duran Gazi
kartallaşıveriyor:
— Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı
kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini tabiîleştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir
hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan
atarak, "ferdî millet" kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan
(ismini söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye
başlamasın mı? Makamına gittim:
— Paşa, paşa dedim, size o emirleri
bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır,
yazınız!
Yazdı, emir gideceği yere gitti.
Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan düğmeye basıp da, "Posta, bunu
dışarı çıkarınız!" deseydi. Sesi yine heybetleşerek:
— Fakat diyemezdi, Muhtar,
karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! Muhtar Bey kadehini kaldırarak yürekten
bağırıyor:
— Yaşasın Mustafa Kemal!
İsmail Habip SEVÜK
Kaynak: İsmail Habip Sevük - Atatürk
İçin
SOYADI'NIN
BELİRLENMESİ
Demin bir sözü yanlış söyledim,
Gazi'yi Büyük Millet Meclisi, kanunla "Atatürk" yaptı, dedim. Bu söz eksiktir.
O, kendini "Atatürk" yaptı. Kanun, olayı kabul etti. O günlerde soyadı kanunu
çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde, Gazi "Atatürk" adını alacağım, dedi. Karşı
geldiler:
— Memleket, dünya, tarih "Gazi
Mustafa Kemal"i tanıyor. Ona nasıl dokunulur.
Atatürk karşılık verdi:
— En tanınmış Türkler, yabancı
isimler taşıyorlar. İbn-i Sina gibi, El-birûni gibi... Bu yabancı isimlerin
karşısında, bunların Türk olduklarını kanıtlamamız gerekiyor ve kanıtlamak için
de uğraşıp duruyoruz. Buna son vereceğim ve kendi adımla başlıyorum!
Ve Gazi Mustafa Kemal o gece
Atatürk'tü. Ertesi gün kanun bu olayı onayladı. O'nun kanuna bu kadar nazı
geçerdi.
Mithat Cemal KUNTAY
Kaynak: Son Posta Gazetesi -
10.11.1953
TÜRK
TOPRAĞI
Sınırlarını, en son Türk
kuşaklarının kanlarıyla yoğurup çizdiği bir Türk vatanında, o vatan kavramını
anlamlandırdı.
O, bir ölüm haberi karşısında, yurt
toprağına şu hitapları bana yazdırmıştı (1930):
"Yurt toprağı! Sana her şey feda
olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için canımızı veririz. Fakat sen Türk
milletini sonsuz hayatta yaşatmak için, feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen,
seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını
göster."
Prof. Dr. Afet İNAN
Kaynak: Afet İnan, Prof. Dr. -
Atatürk'ten Hatıralar, 1950
KIN AŞINSIN, KILICA BİR
ŞEY OLMASIN
Hastalığa ilk teşhis konulduğu
sıralarda Profesör Pittard. eşi ve Bayan Afet İnan'la birlikte Atatürk'ün
huzurundaydık. Atatürk'ün yüzündeki renksizliği sezen Pittard:
— Efendim, bu kadar işleriniz
arasında dil ve tarih üzerindeki çalışmalarınıza biraz ara verseniz olmaz mı?
dedikten sonra ilave etti.
— Sonra kın aşınır, örselenir
Paşam!
Atatürk kılıcın millet kının da
devlet başkanı olduğunu demeye getirerek:
— Kın aşınsın, örselensin ziyanı
yok. Yeter ki. kılıca bir şey olmasın! Bunun üzerine Profesör:
— Ekselans, ben sizin fikrinizde
değilim. Kın da bulmak güçtür, dedi.
Fethi İSFENDİYAROĞLU
Kaynak: Fethi İsfendiyaroğlu -
Atatürk, Anekdotlar-Anılar, 1939
HATAY
SORUNU
Ömrünün sonlarında Hatay sorununda
bir başka sözünü duymuştum. Atatürk, bu sorun yüzünden uykusuz, sinirli idi.
Rastladığı elçilerle tartışma yapar, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır
bulunduğu yerlerde yabancı elçilerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir
akşam sofrada vaktiyle Dışişlerinde bulunan bir arkadaşı:
— Paşam, niçin kendinizi de
milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen yollarsanız Hatay'ı alırsınız. Ve
Renani'de Alman olup bittilerini kabul eden Fransızlar Suriye'nin bir sancağı
için sizinle savaş mı yapacaklar? dedi.
Öfke ve siniri dalga gibi dinerek,
sesi yavaşladı:
—Evet, bunu ben de bilirim. Bir
tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de Almanlarla savaşmayan Fransızlar
da Hatay için bize savaş açmazlar. Fakat ya bu kez saygınlıklarıma dokunup karşı
koyacakları tutarsa?
Soru sorana dönerek:
— Ben bir sancak için altmış bu
kadar Türk ilini tehlikeye sokmam, dedi.
Falih Rıfkı ATAY
Kaynak: Falih Rıfkı Atay - Çankaya
AH
SELANİK!
Kolağası Mustafa Kemal, bu akşam
mahzundu. Selanik'te Beyaz kule bahçesinde baş başa oturuyorduk. Saatlerce
konuştuk, nerede ise gün ağaracaktı. O gece ay Olimpos dağlarının arkasında
kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek:
— Ah Selanik, dedi. Seni bir daha
Türk olarak görecek miyim?
Baktım, ağlıyordu. O altın sarı
saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemal'in müşterek
hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim.
Ali Fuat CEBESOY
Kaynak: Ali Fuat Cebesoy - Sınıf
Arkadaşım Atatürk
TÜRKÇÜ
MÜSÜNÜZ?
Gökalp, Atatürk'ten önce ve
Atatürk'ten sonra bazılarınca Türk milliyetçiliğinin adı olarak kullanılan
Türkçülük deyimini, en doğru tanımıyla belirtir ve der ki: "Türkçülük. Türk
milletini yükseltmek demektir."
Yanlış yorumlara uğradığını ve
uğrayabileceğini sezmiş olacak ki Atatürk. Türkçülük sözünü hiç kullanmamıştır.
Daima "Türk milleti, milliyet, milliyetçilik" sözlerini kullanmıştır.
Kendisine:
Türkçü müsünüz? diye sorulduğu
zaman, bizi herkesten iyi bilen bu büyük Türk:
Ben Türküm, demekle kesin ve keskin
yanıtını vermiştir
Hasan Ali YÜCEL
Kaynak: Hasan Ali Yücel - Edebiyat
Tarihimizden
TÜRKLÜK MÜSLÜMANLIĞIN
ÖNCÜSÜDÜR
Atatürk sağ iken, büyük İslâm
kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke'de toplanacaktı.
Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak
ediyorduk.
Hiç tereddütsüz karar verdi.
Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden
olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak
istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevî
hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan
Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı?
Biliyordu ki Mekke'ye şapka ile
gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din
değiştirileceğini sanan bir toplum da ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir.
Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı:
— Mekke’ye gidip beni temsil
edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve
kılavuzudur. Mekke'ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı bile gelse
eğilmeyeceksin!
Edip Servet Tor, Mekke'ye şapka ile
girdi. Müslüman delegelerinin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar,
Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye'yi
o temsil etti.
Falih Rıfkı ATAY
TAMBUR
TAKSİMİ
Bir akşam, emirleriyle yaptığım bir
tambur taksiminden sonra yaşlı gözlerle bana şöyle bir sual sordular:
— Aferin oğlum, çok güzel bir taksim
yaptın, duygulandım, eksik olma. Bana musiki nedir tanımlar mısın?
— Hakiki aşktır! Duygularımızın
ezgilerle anlatımıdır. Her insanı çeşitli etkiler altında bırakan güzel bir
yüzün, güzel bir kokunun, güzel bir sesin, güzel manzaraların tanımı
olanaksızdır. Musiki de tanımlanamaz. İnsanı bazen ağlatır, bazen güldürür,
bazen de maddi hayatla ilgisini keser, mana âlemine gönderir.
Bu yanıta çok memnun
oldular:
— Aferin çocuğum, gel seni bir
öpeyim. Bana şimdiye kadar böyle bir yanıt veren olmadı. Kimi seslerin
dizisinden, kimi gamlardan, bilemediğim makamlardan zırvaladılar, durdular.
Sanki müzik kitaplarından ben bu şeyleri okuyamazmışım gibi, bana müzik dersi
vermeye kalkıştılar. Gerçeği sen söyledin, hepsini mat ettin. Gel, bir daha
öpeyim evladım seni. Sen sanatında eli öpülecek adamsın!
Refik FERSAN
Kaynak: Milliyet Gazetesi,
14.06.1984
HAYDİ BAKALIM ZEYBEK
OYNAYACAĞIZ
Bir başka akşam, fasıldan sonra bir
semai çalarak konsere son verdik. Atatürk şöyle dedi:
— Her fasıl peşrevle başlıyor, saz
semaisiyle bitiyor. Dörder "hane" olarak yapılan bu eserlerin, özellikle saz
semailerinin tavrı aşağı yukarı birbirlerinin aynı. Bizlere heyecan verecek,
ruhumuzu okşayacak zeybek havaları gibi kıvrak ezgilerle düzenlenseydiler olmaz
mıydı? Acaba bestekârlarımız neden bunu göz önünde tutmamışlar?
Gazi'nin bu buluşları harikaydı. O
ara salon orkestrası konserine başladı. Yerimden kalktım. Beni de ilgilendiren
bu buluş üzerine hemen bir eser yazmak ve hemen orada arzularını yerine getirmek
için tenha bir yere çekildim. Bir kâğıt parçasına o anda doğan ezgileri
Hamparsum notasıyla tespit ettim, dördüncü haneye de zeybek temposunda bir oyun
havası ekledim. 15 dakika gibi kısa bir sürede oluşturduğum bu eseri bir daha
gözden geçirdim, kendim de beğendim. Mükemmel bir "Nakriz Saz Semaisi"
bestelenmişti.
Yirminci dakikada salona girdiğim
zaman orkestra dans havaları çalmaya devam ediyor, Atatürk sofra başında
yanındakilerle konuşuyordu. Beni görünce:
— Neredeydin?
— Paşam, emirlerinizi yerine
getirmek üzere dışarıya çıkmış idim. Müsaade buyurursanız, şimdi bestelediğim
"Nikriz Saz Semaisi"ni dinleteceğim.
Paşa hayret etmişti. Derhal tamburla
eseri çalmaya başladım. İlgiyle, dikkatle izliyordu. Son hanenin zeybek
usullerine başlar başlamaz:
— Bravo! Aferin evladım... diyerek
arkalarında İnönü'nün de bulunduğu konuklarına:
— Haydi bakalım, hepimiz zeybek
oynayacağız!
Tekrar tekrar bu eseri çaldırdılar
ve zeybek oynadılar.
Refik FERSAN
Kaynak: Milliyet Gazetesi,
14.06.1984
KADINLAR
LOKANTADA
Zaman o zamandı: başta Atatürk
vardı. Büyük uyanma dönemi yaşanıyordu milletçe.
O zamanlar Ulus'ta bir İstanbul
Lokantası varmış. Müşteriler kalpaklı, pos bıyıklı, kavi adamlar.
Yemeğe iki hanım geliyor her gün:
Biri Süreyya Ağaoğlu, biri de Hukuk'u onunla bitiren iki hanımdan biri...
Lokantaya her girişlerinde bütün başlar kalkıyor.
Bir gün zamanın Başbakanı Rauf
Orbay'dan bir haber geliyor:
"İki genç kızın İstanbul
Lokantasında yemek yemeleri uygun değil."
Hatta galiba haberi kızına ileten,
Ağaoğlu Ahmet. Genç kız küplere biniyor. Tam o akşam, gene avcı kıyafetiyle,
gene traktör sürmekten yorgun, Paşa evlerine geliyor. Gene coşkular içinde. Gene
Türk kadını, şu olabiliyor, bu olabiliyor diye iftiharlar içinde...
Süreyya dudak büküyor. Atatürk,
kendisine "İşini sevmiyor musun?" diye sorduğunda:
"Evet ama Başbakan, öğleleri
lokantaya gitmeme kızıyormuş." diye yanıtlıyor.
— Hakkı var. Orada ne işin
var?
Ertesi gün dairede bir koşuşma,
"Paşa sizi istiyor" diye geliyorlar.
— Hangi Paşa?
— Kemal Paşa Hazretleri. Paşa, açık
gri bir otomobilde beni bekliyordu.
İstanbul Lokantasının önünden
geçerken şoföre "Dur" emrini verdi. Lokantadakiler dışarı fırlamışlardı.
Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle:
— Bugün Süreyya Hanım Çankaya'da
benim davetlim, yarın her zamanki gibi lokantaya gelecek, dedi.
Çankaya'da Latife (Gazi Mustafa
Kemal) beni gülerek karşıladı. Aslında. Atatürk çok kızmış
Başbakan'a...
... Ve sonra ne oldu biliyor
musunuz? Herkes ertesi gün, İstanbul Lokantasına eşleriyle geldi.
Zaman işte o zamandı.
Nimet ARZIK
Kaynak: Nimet Arzık - Uç Beyleri
TÜRKÇE
EZAN
Hindistan'da iken Türkiye'de Türkçe
ezan okunmasından yakman bir Hint Müslümanları grubuna:
— Siz, Allahın yalnız Arapça
anladığını sanmak gibi bir günaha giriyorsunuz.
Atatürk, dine değil, yobazlığa ve
körü körüne inanışa karşıdır. Bundan otuz yıl sonra İslâm dinini boş inançlardan
kurtaran, asıl yüksek ruhunu yaşatmaya çalışan bir öncü olarak bütün
Müslümanlardan saygı ve anlayış görecektir.
Rauf ORBAY
Kaynak: Türk Dili Dergisi -
1963
TARİH ZORLAMAYI
SEVMEZ
Atatürk ne gösterişlerde, ne
mevkilerde, ne rütbelerde içini doyurucu bir zevk bulamamıştır. O, fikir peşinde
idi. Gerçek büyüklüğü daima fikirleri uğruna savaşmakta, her an, o andan önceki
bütün şanlarını ve şereflerini fikirleri uğruna feda etmeyi göze almakta
aramıştır.
Bir gün Ankara ve İstanbul
şehirlerinden birine "Atatürk" adı verilmesi için bir kanun teklifi
hazırlanmıştı. Atatürk tasarıyı okudu, arkadaşlarına:
— Bir adın tarihte kalması ve
ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih
zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder, demişti.
Falih Rıfkı ATAY
Kaynak: Falih Rıfkı Atay - Babamız
Atatürk
NAPOLYON
BENZETMESİ
General Tawsand 12 Haziran 1922
tarihinde Adana'ya geldi. Kendisine o vakit haber almada çalışan deniz
yüzbaşılarından Cemil refakat subayı olarak atanmıştı. General bir gece Adana'da
Bursa Oteli'nde kaldı. Ve ertesi günü özel trenle Konya'ya geçti. O günün akşamı
saat 9'da Mustafa Kemal, Tawsand'la görüşmelere başladı. Tawsand görüşmeler
esnasında kendince yaptığı bir benzerliği Mustafa Kemal'e bildirerek:
- "Siz Napolyon'a benziyorsunuz."
dedi. Mustafa Kemal bu benzerliği geri çevirerek:
- "Napolyon arkasına bir sürü
çeşitli milliyetteki insanı toplayarak macera aramaya çıktı. Ve bunun içindir
ki, yarı yolda kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi
vatanını kurtarmak dâvası yolundayım. Ve başaracağım." karşılığını
verdi.
Hasan Ali YÜCEL
BENİ YETİŞTİRDİĞİNİZE
PİŞMAN MISINIZ?
İsmet İnönü Başbakanlıktan
ayrıldıktan sonra bir akşam Atatürk'ün sofrasında bulundu. Atatürk, sofrada
kendi yanına oturttu. İsmet İnönü bir kâğıt parçası üzerine şöyle bir soru
yazdı:
— Hâlâ bana dargın mısınız? Atatürk
bu sorunun altına şöyle yazdı:
— Bugün de arkadaşımsın,
kardeşimsin.
İsmet İnönü, Atatürk'e bu yazının
altına imza koymasını rica etti. Atatürk imzaladı. İsmet İnönü bu imzalı kâğıdı
cebine koydu. Sonra İsmet İnönü ikinci bir soru yazdı:
— Beni yetiştirdiğinizden dolayı
pişman mısınız?
Atatürk bu soruyu okuyunca İsmet
İnönü'ye bu yazısının altını imzalamasını istedi. İsmet İnönü imzaladı ve
Atatürk de bu yazıyı aldı.
Atatürk ile ismet İnönü arasında o
zaman geçen bu küçük olay, Cumhuriyet tarihinin karanlık kalmış olan bir
köşesini aydınlatmaya yeter kanısındayım.
Asım US
Kaynak: Asım Us - Asım Us'un Hatıra
Notları
ACI
DUYUYORUM
Bize savaşlardan birini
anlatıyordu:
- "Görüyorsunuz ya, dedi, birçok
zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş
alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek derin bir acı duyuyorum."
George BENNEB
Kaynak: Yabancı Gözüyle Cumhuriyet
Türkiye'si, 1961
BAYRAĞI
KALDIRINIZ!
Mustafa Kemal o sabah savaş
meydanını geziyordu. Yerde parçalanmış bir bayrak, bir düşman bayrağı gördü. Bir
an durdu, yanındakilere seslendi:
- "Bu bayrağı kaldırınız, yenilmiş
bir düşman bayrağı, fakat o bir milleti, bir orduyu simgeliyor, yerde kalmaya
layık değildir."
Ferit Celâl GÜVEN
Kaynak: Çığır Dergisi -
1945
ER'İN
MENDİLİ
Bir akşam uzun süre didişen, uğraşan
iki erden birinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz
alıcı yağlığı isteyerek ere sordu:
- "Bunu nereden aldın?"
Bu ansızın sorulan soru karşısında
şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak karşılık verdi:
- "Yavuklum gönderdi,
Atatürk!"
Büyük kayıplar karşısında bile
ağladığı görülmeyen, acı duyguları içinde gizleyen Büyük Şef, bilmem neden, o
anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Er'in
demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendille o da gözyaşlarını
silmişti.
Prof. Naim Hazım ONAT
ADNAN MENDERES
Serbest Fırka'nın son günleriydi.
Halk Fırkası mutemetlik saltanatına ilk darbe, Aydın'da vurulmuştu ve bu darbeyi
vuranların başında, o zaman çok genç olan Adnan Bey (Adnan Menderes)
bulunuyordu. O sırada Recep Bey, Vasıf Bey, Halid Bey ve daha birçok zevat sık
sık Aydın'a geliyor, vaziyeti tetkik ediyor, temaslar yapıyor, rapor yazıyor,
Ankara'ya gidip geliyorlardı. Velhasıl, bir telaştır gidiyordu. Bu gidiş
gelişler arasında Gazi'ye; Adnan Bey'den bahsetmişler. Kendisini görmeyi arzu
etmiş, görmüş.
Cevdet Kerim Bey'den naklen duyduk.
Gazi, Adnan Bey'i gördükten sonra,
— Bu gençte çok iş var, demiş ve
derhal milletvekili namzetleri listesine alınmasını emretmiş.
Niyazi Ahmet BANOĞLU
BÖYLE BİR AĞAÇ
YETİŞTİRDİN Mİ?
Bahçe mimarı Mevlut Baysal
anlatıyor:
"Çankaya Köşkü'nde, bahçesini
yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve
geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik
bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz tarafındaki kısma
yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım:
— Emrederseniz derhal keselim Paşam.
Bir an yüzüme baktı, sonra:
— Yahu, dedi, sen hayatında böyle
bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin."
Niyazi Ahmet BANOĞLU
HASTALIĞI
Doktor Asım:
— Atatürk’ü istasyonda gördüm, dedi.
Doktor olarak durumunu beğenmedim. Arkadaşları da burnunun kanadığını
söylediler. Ben kanamanın burnundan olduğa nü sanmıyorum; görünen duruma göre,
bir karaciğer kanaması olması akla daha yakın. Eğer böyle ise, durum vahimdir,
dedi.
Dünya başıma yıkıldı sandım. Geceyi
güç geçirdim. Sabahleyin erkenden Çankaya'ya gittim.
Odaya girince bana gülümseyerek
baktı ve:
— Hayrolsun, ne var? diye
sordu.
— Hastalığınızı merak ediyorum,
dedim. Yorulmanızda endişe ediyorum.. Bana iki yabancı uzman tavsiye ettiler.
Çok yetkili kimselermiş. Eğer izin verirseniz, kendilerini Türkiye'ye davet
etmek ve sizi görmelerini sağlamak istiyorum. Bunu ricaya gelmiştim.
Kaşlarını hafifçe çattı. Biraz
düşündü. Böyle bir davetin politik tesirlerini hesapladığı belli idi:
— Ortalıkta, Hatay meselesi var.
Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz... Bu noktayı değerlendirmek lazımdır.
Sen Neşet Ömer'le konuş. Burada zaten Tıp Kongresi yapılıyor. Gelip bir muayene
etsinler. Bakalım onlar ne diyecek? Sonra düşünürüz, dedi.
İsmet BOZDAĞ
DÜŞMANDAN KAÇILMAZ
Düşman 18 Mart Donanma Saldırısı'nda
başarısızlığa uğraması üzerine, karadan zorlama yapmak üzere Boğaz dışındaki
adalarda yığınak yapmaya koyulmuştu. 25 Nisan 1915'te tanyeri ağarırken Arıburnu
ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu'na çıkan kuvvet,
gözetleme taburunu püskürterek sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar
ilerledi.
Düşman çıkarmasını haber alan
Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı
beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak
Kocaçimen Tepesi'ne vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, atla
gidilemediği için, yanındakilerle yaya olarak Conkbayırı'na geldi. Orada
cephaneleri bittiği için çekilen ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne
rastladı. Devamını Mustafa Kemal anlatıyor:
— Niçin kaçıyorsunuz?
dedim.
— Efendim düşman...
— Nerede düşman?
— İşte diye 261 rakımlı tepeyi
gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı
261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu.
Düşman bana askerlerimden daha
yakın. Düşman bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek kötü duruma düşecek. O
zaman, bir mantıkla mıdır, yoksa bir içgüdü ile mi, bilmiyorum, kaçan
erlere:
— Düşmandan kaçılmaz
dedim.
— Cephanemiz-kalmadı,
dediler.
— Cephanemiz yoksa süngümüz var,
dedim. Ve bağırarak,
— Süngü tak, dedim. Yere yatırdım.
Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel Bataryası'nın
erlerini marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir
subayını geriye saldım. Erler yatınca, düşman da yere yattı. Kazandığımız an, bu
andır.
Falih Rıfkı ATAY
ENVER PAŞA
Mahmut Şevket Paşa'nın
öldürülmesinden sonra, Enver Paşa Milli Savunma Bakanı olmuştu. Kendisi, İttihat
ve Terakki Umumi Merkezi'nden de ayrılıyordu. Bu esnada Doktor Nazım, Enver
Paşa'ya:
— Bu vaziyet böyle devam ederse sizi
de belki vururlar. Bari şimdiden bir halef tayin et, dedi.
Enver Paşa cevap verdi:
— Mustafa Kemal.
Hâlbuki Enver Paşa ile Mustafa
Kemal'in arası açıktı.
Niyazi Ahmet BANOĞLU
FEDAKARLIK
Mustafa Kemal Fevzi Paşa ile
birlikte cepheye hareket etti. Karargâhını Ankara'nın seksen kilometre kadar
güneybatısında, demiryolu üzerindeki Polatlı'da kurmuştu. Buraya varınca,
atıyla, çevreye hâkim bir tepe olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın
izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görmek istedi. Tekrar atına binerken Mustafa
Kemal şiddetle yere düştü. Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için,
ciğerlerim sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu. Yanındaki
doktor, kendisini ciddi şekilde uyardı: - Devam ederseniz hayatınız tehlikeye
girer.
Mustafa Kemal:
— Savaş bitsin, o zaman iyileşirim,
diye yanıt verdi.
Tedavi için Ankara'ya döndü. Fakat
yirmi dört saat sonra yine cephedeydi. Yarası ona acı veriyordu; güçlükle
yürüyebiliyor, çok kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda
kalıyordu.
Lord KINROSS
FRANSA DOSTLUĞU
1933 yılında Ankara Erkek Lisesi'nde
sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık
vermişti:
— Fransa ile olan geleneksel
dostluğumuz...
Atatürk, derhal sözü keserek
sormuştu:
— Hangi geleneksel dostluk, bu da
nereden çıktı, kim söyledi bunu?
O zaman coğrafya öğretmeni ayağa
kalkarak 'Ben söyledim Paşam' diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana
dönüp 'Sen söyle tarih hocası' deyince, hemen ayağa kalkarak cevap
vermiştim.
— Paşam, ortada bir geleneksel
dostluk yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk
niteliğini vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşı'nda olduğu gibi...
— Aferin, bu gerçekten böyledir.
Acınarak söylüyorum Türk'ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca
Avrupalılar buna hemen 'geleneksel dostluk' ismini vermişlerdir,
demişti.
Kemal ARIBURNU
ÇOK GELMEZ Mİ?
Mustafa Kemal, Arıburnu
Kumandanı'dır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Durum buhranlı ve çok
tehlikeliydi. Mustafa Kemal, Başkumandan Yardımcısı Enver Paşa'ya doğrudan
doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden bir cevap alamıyor. O
sırada karargâhı Yalova'da bulunan Liman von Sanders Paşa, telefonla Mustafa
Kemal'i arıyor. Konuşmaya yardımcı olan Genelkurmay Başkanı Kâzım Bey'dir. Liman
von ders'in sorduğu soru şudur:
— Durumu nasıl görüyorsunuz, nasıl
bir çare tasarlıyorsunuz?
— Durumu nasıl gördüğümüzü çoktan
size iletmiştim. Çareye gelince: Bu dakikaya kadar çok müsait çareler vardı.
Fakat bu dakikada bir tek çare kalmıştır...
Liman Von Sanders
soruyor:
— O çare nedir? Cevap
kesindir:
- Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri
emrime verin Çare budur!...
Cevap alaylıdır:
— Çok gelmez mi?
- Az gelir!...
Ve telefon kapanıyor.
Pek kısa bir süre sonra olaylar,
Liman Von Sanders Paşa'yı, kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri
altına vermeye mecbur etmiştir.
Niyazi Ahmet BANOĞLU
HATAY
Hatay için Fransızlarla yapılan
görüşmelerin bir bölümünde Atatürk, apansız bir kararla Güneye doğru epeyce
gösterişli bir geziye çıkmıştı. Bundan bazı kişiler kuşkuya düşmüş, Türkiye'nin
Fransa ile silahlı bir anlaşmazlığa sürüklenmesi olabilirliğinden söz etmeye
başlamışlardı. Kendisine kuşkuları ve söylenenleri arz ettim; gülümsedi:
- Ne ilgisi var efendim, dedi. Bu
benim şahsi meselemdir. Durumu Büyükelçiye ta başlangıçtan beri açıkça anlattım.
Dünyanın bu durumunda, böyle bir meselenin Türkiye ile Fransa arasında bir
anlaşmazlığa varacağı kesin olarak söz konusu değildir. Fakat ben, bunu da
hesaba kattım ve kararımı vermiş bulunuyorum.
Eğer ufukta, bu yolda binde bir
olasılık belirirse, Türkiye Cumhurbaşkanlığından ve hatta Büyük Millet Meclisi
üyeliğinden çekileceğim ve bir fert olarak bana katılacak birkaç arkadaşla
beraber Hatay'a gireceğim.
Oradakilerle el ele verip mücadeleye
devam edeceğim.
Hasan Rıza SOYAK
BAĞIMSIZ MİLLETVEKİLİ
Henüz ilk seçimde bir vatandaş
Eskişehir'de tek parti listesine isyan etti, Bağımsız Milletvekili çıktı. Bu
vatandaşın adı Emin Sazak'tır. Tedhişçiler bu isyanı cezalandırmak için olanca
tahriklerde bulundular, fakat muvaffak olamadılar. Atatürk'ün tek parti
listesine ikinci isyan Trakya'nın bir çevresinde olmuştu: Bir Halk Partili,
Bağımsız Milletvekili olarak Meclis'e geldi.
Tedhiş meraklıları yeniden harekete
geçtiler. Onu herkese ibret verecek gibi cezalandırılmalı idi. Bu sırada şöyle
bir konuşma olmuştu: Milletvekili'ni tanıyanlardan biri Atatürk'e:
— Bu zat için iyi bir adamdır,
derler. Ben de öyle tanıyorum dedi. Atatürk şu cevabı verdi:
— İyi adam olmasa halk bize karşı
tutar mıydı? Onu kaybetmeye değil, kazanmaya bakınız.
Falih Rıfkı ATAY
MUSSOLINI
İnönü İtalya'ya resmi bir ziyaret
yapacağı vakit, Atatürk,
— Sen Türkiye'nin Başvekili'sin.
Mussolini de resmen İtalya'nın Başvekili'dir. Arada hiçbir fark
tanımayacaksınız, demişti.
Yolda idik. İlk verilen programda
Mussolini istasyona gelmiyordu. İnönü Roma'da yerleşince karşılıklı ziyaretler
yapılacaktı. Türk Heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete
dönüleceğini İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telaştır gitti.
Roma'ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında jaketayı ve
başında silindir şapkası ile Türkiye Başvekili'ni bekliyordu.
Falih Rıfkı ATAY
İŞ BANKASI'NIN KURULMASI
Atatürk'e bir gün yabancı sermayeli
bankaların milli konularda kredi verme zorlukları naklediliyor. O da bir milli
banka kurulmasına karar veriyor. Bu iş için bir adam düşünüyor, yakınlarından
birisini çağırıyor:
— Ben bu kuracağım bankanın başına
getirmek için İktisat Vekili Celal Bey'i düşünüyorum. Acaba kendisi ne der?
diyor. Muhatabı:
— Efendim, Celal Bey siz ne
emrederseniz gözünü kırpmadan yapacak kadar size bağlıdır, cevabını veriyor.
Atatürk:
— Benim onun ahlakına çok itimadım
vardır. Fakat sen hiç benden bahsetmeden bir nabız yokla diyor. Bu zat Celal
Bey'i buluyor. O vakit İktisat Vekilliği gibi bir vazifeyi bırakıp yeni
kurulacak ve üç beş odalı bir binada işe başlayacak bir bankaya müdür olmak
biraz tuhaf görünse bile, Celal Bey muhatabına:
— Ben onun emrinde bir neferim,
nerede emrederse orada vazife görürüm, cevabını veriyor.
Aradan bir zaman geçiyor. Atatürk,
Celal Bey'i çağırıyor ve bu sefer ona doğrudan doğruya konuyu açıyor. Celal Bey
yine her ne emrederse yapacağını tekrarlıyor. Bu sefer Atatürk:
— Ama Vekilliği terk etmek lazım
gelecek, diyor. Atatürk bu sefer daha ileri gidiyor:
— Mebusluğu da bırakman lazım
gelecek.
— Bırakırım, Paşam...
O vakit Atatürk, Celal Bey'in omzunu
tutuyor:
— Haydi işe başla, göreceksin
muvaffak olacaksın,- diyor ve şu sözleri ilave ediyor:
— Bu iş için lazım gelen bütün
kaliteler sende vardır. Ben senin namusuna ve ahlakına kayıtsız itimat ederim."
Münir Hayri EGELİ
LOZAN HEYETİ
Hariciye Vekili Yusuf Kemal
Tengirşenk anlatıyor:
"Lozan Konferansı'na gidecek
heyetimize kim başkanlık edecek? Bir türlü kararlaştırılamıyor. Gazi
yazıhanesinin başında, kahvesini yudumlaya yudumlaya, etrafına toplanmış
milletvekilleriyle konuşuyor, diyor ki:
— Arkadaşlar... Şu Baştemsilci'yi
hâlâ seçmediniz. Vakit geçiyor. Seçildikten sonra da hazırlanıp yola çıkması
için zamana ihtiyaç var. Rica ederim bu işi bir an önce kararlaştırın, bitirin
artık!
Cevap veriyorlar:
- Eee... Doğru Paşam ama, siz de
İsmet Paşa'yı istiyorsunuz. Nasıl yapalım? Olacak iş mi bu? İsmet Paşa
Baştemsilci olabilir mi?
Gazi gülümsüyor:
— Hakkınız var, arkadaşlar... Siz
İsmet Paşa'yı tanımıyorsunuz, onun yalnız askerlik tarafını biliyorsunuz, çünkü
ömrü cephede geçti. Ankara'da pek az süre kaldı. Tanımaya vakit ve imkân
bulamadınız. Bu adam zekidir, tedbirlidir. Bilhassa ileriyi görüş ve tetkik
özelliği güçlüdür. Örneğin, içinizden birini şu masayı devirmeye! memur etsem,
iki, üç, nihayet dört şekilde devirebilir... Oysaki İsmet Paşa, bunu sekiz on
şekilde devirmek gücüne sahiptir.
Bu söz, İsmet Paşa üstünde
oybirliğiyle durulmasına kafi geldi. Gazi, küçücük bir örnekle, düşüncesini
kabul ettirmesini bilmişti."
Niyazi Ahmet BANOĞLU
JAPON VELİAHTI
Japon Veliahdı gelmişti. Büyük ve
mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk bir aralık Japon tarihinden söz
açtı ve bir meydan muharebesini anlattı.
Japon Veliahdı hayret
etmişti.
Atatürk tarihten mitolojiye geçti ve
yine Japon mitolojisinden konuştu.
Veliahdın ağzı açık
kalmıştı.
Söz edebiyata intikal etti.
Atatürk:
— Japon şiirinin dünya edebiyatında
çok büyük etkileri vardır... diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar
okudu.
Veliaht, bunları nereden
biliyorsunuz? diye soramadı Fakat Atatürk'ün bilgi ve hafızasına hayran
kalmıştı.
Atatürk hep böyleydi. Her şeyi
planlıydı. O, bütün bunları, Veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak
öğrenmişti.
Niyazi Ahmet BANOĞLU
KENDİNE GÜVENME
Çanakkale'de, Arıburnu'nda harp
ederken, Liman Von Sanders Paşa, vaziyetteki zorluğu görerek, bir Alman miralayı
göndermişti. Miralay geldi. Kaymakam Mustafa Kemal Bey'den kumandayı almak
istedi. Mustafa Kemal Bey kumandayı bırakamayacağını söyledi. O vakit bu büyük
hadise olmuştu. Alman miralayı, Liman von Sanders Paşa'ya şikâyet etmişti. Liman
Paşa meseleyi halledebilmek için daha büyük rütbede olan Kolordu Kumandanı Eşref
Paşa'yı göndermişti. Fakat bu defa Mustafa Kemal Bey şöyle dedi:
— Ben bir şart ile kumandayı
bırakabilirim. Miralay cenaplarının kumandayı aldıkları vakit ne yapacaklarını
öğrenmeliyim.
Alman miralayı vaziyeti tetkik
etmiş:
— Ben ricat emrini veririm,
demiştir. Mustafa Kemal Bey ise:
— İşte ben bunu bildiğim için
kumandayı bırakamıyorum. Ben bu vaziyette taarruz ederim. Arkada nihayet bir,
iki kilometrelik bir mesafe vardır. Böyle bir vaziyette ricat etmek,
mahvolmak, denize dökülmek demektir. Binaenaleyh taarruzdan başka yapacak bir
şey yoktur, cevabını vermiştir.
Bunun üzerine Esat Paşa, Mustafa
Kemal'in omzunu okşayarak:
— Allah muvaffakiyet versin, demekle
yetinmiş ve karargâhına dönmüştür.
Mustafa Kemal Bey taarruz kararını
tatbik etmiş, o günün gecesi içinde tehlikeli vaziyet değişmiş, muvaffakiyet
başlamıştır. Bu neticeyi gören Alman Miralayı askeri bir tavır ile selam vererek
Kaymakam Mustafa Kemal Bey'e yaklaşmış:
— Ben bir miralayım. Rütbece sizden
büyüğüm. Fakat sizin emriniz altında çalışmayı kendime şeref bilirim. Bunu Liman
Von Sanders Paşa'ya da böylece bildirdim! demiştir.
Asım US
KİTAP OKUMA ALIŞKANLIĞI
Atatürk'ün genel sekreterlerinden
Hasan Rıza Soyak anlatıyor:
"Bir İstanbul seyahatinden Ankara'ya
dönüyordum. Derhal Köşk'e gittim. Hizmetçilere Atatürk'ün ne durumda olduğunu
sordum.
— İki gün, iki gecedir devamlı
okuyor, birkaç defa banyo yaptı ve şezlongda istirahat etti, dediler. Hemen
yatak odasına gittim. Atatürk, koltuğa bağdaş kurmuş oturuyordu. Çoğu kez böyle
otururdu. Elinde bir tarih kitabı vardı, bitirmeye çalışıyordu. Bana,
— Hoş geldin, dedikten sonra, elime
bir kitap geçti, bilmem ne zamandan beri okuyorum, diye ilave etti.
— Yorulmadınız mı, Paşam? diye
sordum.
— Hayır, dedi, yalnız gözlerim
yaşarıyor; fakat onun da çaresini buldum. Biraz tülbent aldırttım ve parça parça
kestirttim. Bu parçalarla gözlerimi siliyorum."
Niyazi Ahmet BANOĞLU
KÜFÜR
Atatürk'e hakaretten sanık bir köylü
hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk'e arz ettiler,
— Mahkemeye veriyoruz, dediler, size
küfür etmiş. Atatürk sordu:
— Ben ne yapmışım ona? Evrakı tetkik
edenler açıkladılar:
— Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı
yakarken kâğıt tutuşmuş ta ondan.
Atatürk'e bunu söyleyen bir
milletvekilidir. Atatürk sormuş,
— Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara
içtiniz mi?
— Hayır...
— Ben Trablus'tayken içmiştim,
bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye
vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!.
Hilmi YÜCEBAŞ
HARBİYE NEZARETİ
Mağlubiyet tahakkuk etmişti. Harbi
yapan kabine mevkiini terk ediyordu. Zihinlerde ve ruhlarda endişe ve ıstırap
vardı. Enver Paşa'nın sesi hâlâ kulaklarımdadır; Padişah'a istifasını götürecek
Talat Paşa'ya:
— Harbiye Nezareti için Mustafa
Kemal'i tavsiye et, Harbiye'ye o gelmelidir... Ondan başka orduyu toplayacak
kimse yoktur, diyordu.
Padişah, Harbiye Nezareti'ne Mustafa
Kemal'i getirmedi, fakat o, kendisini daha yüksek bir makama kendisi
getirdi.
Hasan Rıza SOYAK
ZÜLÜFLÜ İSMAİL PAŞA
Biz Harbiye'de okurken bir kış gene
böyle çok şiddetli geçiyordu. Mektebin sobaları yanmıyordu. Derdimizi idareye
anlatamadık. Arkadaşlar Müdür'e çıkmak için beni seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail
Paşa... Kendisini görmek için izinler aldım. Huzura çıktık. Evvela Padişah'a,
sonra Müdür Paşa'ya dualar ettik. Nihayet soba meselesine geldik. Paşa
birdenbire gürledi:
— Soğuk mu? Ne soğuğu? Padişah
Efendimizin nimetleri gözünüze dizinize dursun... Görmüyor musunuz sobalar cayır
cayır yanıyor... Çıkın nankörler!. Baktık sahiden de müdürün sobası güldür
güldür yanıyor. Paşa da buram buram terliyordu. Sıcaktan yakasını açmıştı. Ve
sanıyordu ki mektebin tüm sobaları böyle yanmakta... Çocuklar biz Çankaya
Köşkü'nde bazen Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi sakın aldatıyor
olmayalım!..
Hikmet BİL
ATEŞ HATTINDA
Mustafa Kemal her zaman ateş altında
dolaşıyordu. Askerlerin maruz kaldığı her türlü tehlikeyi paylaştığı, etrafında
yüzlerce insan öldüğü halde ona bir şey olmuyordu. Bir seferinde yeni kazılan
bir siperin önünde otururken, bir İngiliz bataryası üstlerine ateş açtı. Top
menzilini bulmaya çalışırken, gülleler de gittikçe yaklaşıyordu. Vurulması,
matematiksel bir kesinlik arz ediyordu. Yanındakiler sipere girmesi için
yalvarmaya başlamışlardı. O,
— Hayır, diye itiraz ediyordu.
Sipere gizlenecek olursam, askerlerime kötü bir misal olurum. Geride siperde
bulunanlar korku ve hayretle kendisini seyrederken, o sigarasını yakmış, hiçbir
şey yokmuşçasına gayet sakin konuşuyordu. Düşman topçusu menzili biraz daha
yaklaştırdı. Patlayan şarapnel yağmuru altında üstü başı toz içinde kaldığı
halde, Mustafa Kemal'e bir şey olmamıştı.
Peyami SAFA
İŞİNE KARIŞMAYACAĞIM
Eski Bahriye Nazırı ve Milletvekili
Rauf Orbay anlatıyor: "Mustafa Kemal Paşa beni Meclis'teki odasına davet
etti:
— Rauf kardeşim, dedi, niçin bu
görevi kabul etmiyorsun, görüyorsun ki, Meclis senin üzerinde duruyor. Başka
birini seçmek istemiyor. Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin sebebi ne?
— Söyleyeyim Paşam, dedim. Ben bu
vazifeyi kabul edersem, sen yine benim işime karışacaksın. Ben de buna tahammül
edemeyeceğim ve çekilmek zorunda kalacağım. Hâlbuki benim imanım, bu orduların
başında, bu milleti senin kurtaracağın merkezindedir. Bu yüzden seninle ihtilafa
düşmeyi katiyen kabul edemem.
Mustafa Kemal Paşa son derece samimi
bir tavırla:
—Kardeşim, ben namussuz muyum?
deyince, hayret ettim.
—Ben böyle bir şey
söylemedim.
—O halde, sana namusumla söz
veriyorum. Heyeti Vekile Reisliği'ni kabul et, hükümeti kur, senin hiçbir işine
karışmayacağım, dedi ve hakikaten dediğini yaptı, Allah rahmet eylesin."
Rauf ORBAY
SEN GAZİ'Yİ TANIR MISIN?
Sen Gazi'yi tanır mısın
baba?
İhtiyar beni, saçma bir sual
sormuşum gibi alaycı bir şekilde süzdü:
— Gazi’yi tanımayan var mı ki? dedi
ve ilave etti:
— Ben görmedim ama, her hafta Hacı
Bayram Veli Camii'nde cuma namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış.
Melek gibi nur yüzlü, peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!...
Gülmemi güç tutarak, Atatürk'ün
sakalsız ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı
emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve:
— Varsın, dedi, o da öyle bilsin.
Hakikati öğrenmek bel ki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin
sakallıyı öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mana var?..."
Niyazi Ahmet BANOĞLU
TORPİL
Bir tarihte Atatürk, Ege Vapuru ile
Mersin'e gitmişti. Dönüşte vapur Fethiye'de durmuş. İlçe'de halk şenlik
yaparken, gemilerden havai fişekler atılıyormuş. Kendisine refakat eden Zafer
Torpidosu'nda bulunan Atatürk, donanmanın şenliklerini seyrederken,
kumandanlardan biri Zafer Torpidosu Kumandanı'na bir torpil atmasını
söylemiş.
Torpido Kumandanı:
— Hay hay efendim, demiş, yalnız bir
torpilin kıymeti elli bin liradır.
Bunun üzerine Atatürk:
- Vazgeçin torpil atmaktan, bu
millet o kadar zengin değildir!...
Ve Torpido Kumandanı'na
dönerek:
— Sizi tebrik ederim, diye iltifatta
bulunmuş.
Niyazi Ahmet BANOĞLU
BUNLAR YAZILMAZSA BEN
ANLAŞILAMAM
Yazar ve Gazeteci Falih Rıfkı Atay
Atatürk'le ilgili bir anısını anlatıyor:
"Coşkun ve cümbüşlü bir geceden
sonra, Çankaya'daki evine gitmiştim. Kendisine dedim ki:
— Şimdiye kadar sizin için ecnebi
dillerde yalnız Frenkler yazdılar. Biz yanınızdayız. Sizi onlardan daha iyi
tanıyoruz. Müsaade eder misiniz, Yakup Kadri ile ben hayatınız ve eserleriniz
hakkında bir kitap hazırlasak?
Bilardo istekasını bırakarak yüzüme
baktı:
— Dün geceyi yazacak
mısınız?
— Canım efendim, bu kadar
hususiyetlere girmeye ne lüzum var?
— Ama bunlar yazılmazsa ben
anlaşılamam ki..."
Falih Rıfkı ATAY
YORGUNLUK
İzmir Zaferi'nden sonra trenle
Ankara'ya dönmüştü. Vali daha önceki istasyonlardan birinde kendisini
karşılamaya gitti,
— Nerededir? diye sordu.
— Daha giyinmedi...
dediler.
Vali Atatürk'ün ahbabı idi. Biraz
teklifsizliğe vurarak kompartıman kapısına kadar gitti,
— Büsbütün çıplak değilsiniz ya
efendim... dedi.
— Hayır ceketsizim. İçeri girdi,
Atatürk,
— Uyuyamadım, dedi, battaniye yastık
koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Ceketimi yastık yapayım dedim, üşüdüm.
Uyuyamadım, kalktım.
— Peki, ama efendim niçin haber
vermediniz? Gülümseyerek cevap verdi,
— Hepsi de benim kadar
uykusuzdurlar. Rahatsız etmek istemedim.
Falih Rıfkı ATAY
YUGOSLAVYA KRALI
Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte
olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda konuşurken,
konuk Kral:
— Ekselans, dedi. Biz Türkleri çok
severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan Harbi'nin sonunda Lloyd George
Batı Anadolu'yu Yunanistan'a teklif etmeden evvel bize teklif etmişti. Fakat biz
Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'un bu önerisini kabul edip
Anadolu seferine çıkmadık.
Atatürk, Kral'ın bu sözlerine şu
cevabı verdi:
- Haşmetmeap, evvela bize karşı olan
sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun...
Seyit Kemal KARAALİOĞLU