Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır
mıngır sallar iken, sür sürenin, var varanın, bağa destursuz girenin, âlemin
başına çorap örenin, boş yere öfkelenenin, durup dururken gülenin, baykuşu çok
olurmuş, Ak sakal, kara sakal, pembe sakal, çember sakal, keçi sakal, berber
elinden yeni çıkmış taze, taptaze sakal, Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant
olsam nallayamam katırı, hamam açsam dost ahbap hatırı. Hiç birisi kârım değil
benim, Doğru söz, güzel söz, derken başıma yıkıldı hamam, Dereden, siz
ge-lin.Tepeden ben. Sandıktan siz çıkın, sepetten ben. Tahta merdiven, taş
merdiven, toprak merdiven. Ellerimde eldiven çıktım taş merdivenden, Bir beyaz
perde, perdeyi kaldırdım, köşede bir hanım oturmuş. Şöyle ettim, böyle ettim
hanımın tabanının altına bir fiske vurdum. Su paluzesi gibi titriyor. Gün
bitiyor, söz bitmiyor. Ne yapalım, ne edelim? Kısa kesip masalımıza
girelim.
Evvel zaman içinde, bir padişah varmış. Padişahın üç
oğlu, üç de kızı varmış. Günlerden bir gün, padişah hastalanıp yataklara düşmüş,
Hekimler, hocalar, ilâçlar, dualar para etmemiş. Ölümün yaklaştığını anlayan
padişah, üç oğlunu yanına çağırarak şöyle demiş:
- Yakında öteki dünyaya göç edeceğim. Ben öldükten
sonra, mezarımın başında üç gün, üç gece kim
bekler ve düşmanımı öldürürse yerime o
geçsin. Kızlarımı da her kim isterse onlarla evlendirin,
Birkaç gün sonra padişah hayata gözlerini yummuş ve
büyük bir törenle, gözyaşları arasında gömülmüş. Hemen o gece büyük oğlu,
babasının mezarının başına gitmiş, Gece yarısına kadar orada beklemiş. Derken
uzaklardan, insanın tüylerini diken diken eden bir ses duymuş. Neredeyse
korkudan küçük dilini yutacakmış, büyük oğlan. Pabuçlarını kaptığı gibi soluğu
sarayda almış. Saraydakilere başına gelenleri anlatarak, korktuğu için mezarın
başında bekleyemediğini söylemiş.
Ertesi gece, ortanca oğlan gitmiş babasının mezarının
başına. O da ağabeyi gibi gece yarısına kadar bek-i lemis. Ve tıpkı ağabeyi
gibi,! o korkunç sesi duyunca soluğu sarayda almış. Tabii ertesi gün, sıra küçük
oğlana gelmiş Küçük oğlan, beline hançe sokup babasının mezarının t gitmiş. Tam
gece yarısına doğru, o da korkunç bir ses duymuş. O da korkmuş ama, babasının
isteğini yerine getirmek için sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş, Bir de ne
görsün? Ağzından, burnundan alevler fışkıran bir ejderha! Hemen hançerini
çekmiş ve ejderhayı oracıkta
öldürmüş. Ancak, saraydakilerin kendisine
inanması için, ejderhanın kulağını kesmek istemiş. Ama, bir türlü dev hayvanın
kulağını bulamamış. Çünkü, ortalık çok karanlıkmış; göz gözü görmüyormuş, Bir
ışık bulmak için, etrafına bakınırken uzakta yanan titrek bir mum ışığı görmüş,
Işığa doğru ilerlemeye başlamış. Bir de bakmış ki, köşede yaşlı bir adam yan
gelip oturmuş. Elinde iki yumak varmış. Biri kara, diğeri akmış. Karayı
topluyor, akı açıyormuş.
Adı, Mehmet han olan genç şehzade meraklanıp
sormuş:
- Baba, elindeki yumaklarla ne yapıyorsun? Yaşlı
adam:
- Oğlum, demiş. Benim işim, gücüm budur. Geceyi
toplayıp, gündüzü salıyorum, demiş.
Mehmet Han:
- Benim işim
daha bitmedi, demiş ve yaşlı adamın elini kolunu bağlamış,
Şehzade, ışığa doğru yürümeye devam etmiş. Bir kalenin
dibine gelmiş. Bakmış ki, kırk kişi orada kös kös oturup duruyor.
- Hey! Ne yapıyorsunuz burada? diye sormuş.
Adamlar:
- Biz kırk haramileriz. Amacımız kaleyi soymak.
Ama,
bir türlü yolunu bulup kaleye
tırmanamıyoruz! demişler. Mehmet Han:
- Siz, bana bolca çivi bulun, ben sizi kaleye
çıkartırım, demiş.
Adamlar, koşup bir sepet dolusu çivi getirmişler,
Şehzade, eline bir çekiç alıp çivileri duvara çaka çaka kalenin ta tepesine
çıkmış.
Kırk haramilere, yukarıdan:
- Siz de benim
çıktığım gibi, teker teker kaleye tırmanın! diye seslenmiş.
Kırk haramiler, onu dinleyip birer birer kaleye
tırmanmaya başlamışlar,
Mehmet Han, yukarı çıkanın başını kesip bir kenara
atmış. Kırkını da öldürdükten sonra, kaleyi şöyle bir dolaşmaya çıkmış. Büyük
bir saraya varmış. Kapıyı açıp, saraydan içeriye girmiş. Bir de bakmış ki,
kocaman bir yılan bir direğe sarılmış duruyor. Hemen hançerini çekip, yılanı
öldürmüş. Ama, hançeri o kadar hızlı vurmuş ki; direğe saplanan bıçağı, ne
kadar uğraştıysa da yerinden oynatamamış. Fazla oyalanmadan merdivenleri birer
ikişer çıkıp, sarayın üst katına gelmiş, Karşısına çıkan ilk kapıyı açınca
yatakta güzel bir kızın uyuduğunu görmüş. Kapıyı yavaşça kapamış ve yanındaki
odanın kapısını açmış. Orada da güzel bir kız, mışıl mışıl uyuyormuş, O kapıyı
da yavaşça kapatıp, üçüncü bir kapıyı
açmış. Tunçlarla kaplı bu odada da çok
güzel bir kız uyumaktaymış, Kız, diğer kızlardan çok daha güzelmiş. Şehzade, bir
görüşte aşık olmuş ona,
Mehmet han, göreceklerini gördükten sonra kalenin
üstüne çıkmış ve çaktığı çivilere basa basa aşağıya inmiş. Elini kolunu
bağladığı adamın yanına gelmiş.
Adam:
- Aman oğlum! demiş. Nerelerde kaldın? Herkesin
uyumaktan bir yerleri ağrıdı,
Mehmet Han, yaşlı adamın elini ayaklarını çözünce, o da
başlamış ak yumağı sarmaya, Böylelikle Mehmet Han ejderhayı öldürdüğü yere
vardığında gün iyice ısırmış, Mehmet Han, hemen kılıcıyla ejderhanın kulağını
kesip torbasına koymuş ve saraya dönmüş, O yokken, büyük kardeşini padişah diye
tahta oturtmuşlar! Hiç sesini çıkarmamış, başından geçenleri de kimseye
anlatmamış. Birkaç gün sonra, saraya bir aslan gelmiş, Doğruca padişahın
huzuruna çıkarak büyük kız kardeşiyle evlenmek istediğini söylemiş,
Padişah:
- Ben, kardeşimi bir hayvana vermem! demiş. Ama, Mehmet
Han:
- Babamızın vasiyetini unutuyorsunuz! diyerek ablasını,
kolundan tutup aslana vermiş.
Aslan, kızı aldığı gibi saraydan uzaklaşıp gitmiş,
Ertesi gün, bir kaplan gelerek ortanca kız kardeşini padişahtan istemiş, Padişah, bu isteğe de çıkmış. Ama, Mehmet iE
Han'ın zoru ile ortanca kız kardeşlerini de kap-lana vermişler. Ondan 1 sonraki
gün de bir kartal saraya gelip, padişahtan küçük kız kardeşini istemiş. En
küçük kardeşlerini de Mehmet Han'ın zoruyla kartala vermişler, Kartal, kızı
alıp götürmüş.
Biz, kalenin içindeki saraya gelelim:
O saray, bir padişahın sarayıymış. Padişah, sabah
bahçede dolaşırken direkteki yılan ölüsüne rastlamış. Adamlarına emir vererek,
yılan ölüsünü kaldırtmış ve hançeri güçlükle yerinden çıkartarak hazinesine
koymuş, Padişah, gene dolaşırken kale dibinde yatan haramilerin ölüsüne
rastlamış,
Baş vezirine:
- Benim sarayıma girip hançeriyle yılanı öldüren,
düşmanımız değil dostumuzmuş, demiş. Baksana kırk tane eşkıyayı öldürmüş. Eğer
o olmasaydı bu haramiler,
sarayımı soymuş olacaklardı!
Padişah, kırk haramileri kimin öldürdüğünü buimak için
çok uğraşmış, ama bulamamış.
Padişah:
- Bir hamam yaptıralım! Herkes, bu hamamda parasız
yıkansın! Hamama giren herkes, aranır, Hançerin kını kimde çıkarsa, yılanı da
kırk haramileri de öldüren odur, diye emir vermiş. Hamam yapılmış. Duyanlar
gelip yıkanmaya başlamışlar. Kısa bir süre sonra hamamda yıkanmayan hiç kimse
kalmamış. Baş vezir, padişaha:
- Şahım, demiş. Bu hamamda sadece geçenlerde ölen komşu
padişahın üç oğlu yıkanmadı. İsterseniz onları davet edelim.
Bu fikir, padişahın da hoşuna gitmiş ve hemen onları
davet etmiş. Mehmet Han ve iki ağabeyi hamama gelmişler. Mehmet Han'ın
elbiseleri arasında hançerin kını bulunmuş. Padişah, hemen Mehmet Han'ı huzuruna
çağırtıp:
- Evlât, demiş. Sen, bana büyük bir iyilik yaptın.
Canımı, malımı, mülkümü kurtardın. Şimdi, dile benden ne
dilersen!
Mehmet Han:
- Hakanım,
demiş. Senden bir şey dilemem, ama küçük kızını isterim.
Padişah:
- Oğlum, benden çok güç bir şey istedin, demiş. Dilersen
sana ortanca ya da büyük kızımı vereyim. Ama, küçük kızımı vere- , mem. Çünkü,
onu benden 1 "Rüzgâr Dev" istemişti. Ben, razı
olmadım ve Rüzgâr Dev, bir zarar vermesin diye kızımı tunçtan bir odaya
kapadım. Rüzgâr dev, hiçbir güçle yok edilemeyecek bir yaratıktır. Onun için,
gel vazgeç bu sevdadan!
Mehmet Han, ısrar etmiş:
- Ne olursa olsun, ben küçük kızınızı istiyorum!
demiş.
Padişah, delikanlının çok kararlı olduğunu görünce,
küçük kızının Mehmet Han ile evlenmesine izin vermiş.
İki genç, büyük bir törenle evlenmişler. Mehmet Han,
rüzgâr dev eşine bir zarar vermesin diye, onu sarayının en sağlam, en iyi,
penceresi, kapısı sıkı sıkıya örtülü odasına yerleştirmiş. Ve yanından hiç
ayrılmamış,
Günlerden bir gün, Mehmet Han eşine:
- Sultanım, demiş. Şimdiye kadar yanından hiç
ayrılmadım. İzin verirsen, ormanda bir saat kadar avlanayım.
Kız, her ne kadar:
-Aman şehzadem! Beni yalnız bırakma! diyeyalvar-mışsa da
sonunda:
- Peki. Ama, sakın bir saatten fazla ormanda kalma!
demiş.
Mehmet han, silâhlanıp atına atlayarak ormana ava
gitmiş, Rüzgâr dev, günlerden beri Mehmet Han'ın saraydan ayrılmasını
bekliyormuş. Hemen saraya girmiş ve Mehmet Han'ın eşini kaptığı gibi, bir anda
kendi sarayına uçurmuş, Mehmet Han, saraya geldiğinde kara haberi öğrenmiş.
Atına atlayarak, eşinin babasının sarayına gitmiş, Durumu anlatmış.
Padişah:
- Oğlum, demiş. Ben sana söylemiştim! O hınzır rüzgâr
dev, kızımı kaçırdı! Yapacak hiçbir şey yok artık!
Büyük bir üzüntüye kapılan Mehmet Han, kendini yerden
yere atarak ağlamaya başlamış, Padişah:
-Yapma oğlum! demiş. Sana diğer kızlarımdan birini
vereyim.
Mehmet Han:
- Hayır Şahım,
demiş, Ben ne yapıp, ne edip eşimi rüzgâr devin elinden
kurtaracağım.
Ve atına atladığı gibi yola çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, Dere, tepe düz gitmiş, Günlerden
bir gün, bir ovada ilerlerken bir köşk görmüş, Bu köşk, büyük kız kardeşinin
köşküymüş. Mehmet Han, atını köşke doğru sürmüş. Köşkün pencerelerinden
birinden Mehmet Hanın büyük kız kardeşi, dışarıyı seyredi-yormuş. Bir atlının
dörtnala köşke doğru yaklaştığını görünce, çok şaşırmış. Çünkü, buralara
yabancılar gel-mezmiş. Atlı, köşke yaklaştığı zaman kız, gelenin kardeşi
olduğunu anlamış. Hemen kapıyı açarak, onu karşılamış, Sarmaş dolaş
olmuşlar.
Ancak, akşam olup da hava kararınca ablası Mehmet
Han'a:
- Kardeşim,
demiş. Şimdi kocam aslan gelir. Ne de olsa bir hayvan. Belki sana zarar
verebilir. En iyisi seni saklayayım.
Kardeşini, güvenli bir yere saklamış. Akşam olunca,
aslan gelmiş. Mehmet Han'ın ablası, kocasının ağzını aramak için
sormuş:
- Sevgili eşim, eğer kardeşlerimden biri bizi ziyarete
gelseydi, nasıl karşılardın?
Aslan, homurdanarak konuşmuş:
- Büyük kardeşin gelirse, bir pençe darbesiyle onun
canını alırdım. Ortanca kardeşin gelse onun da canını cehenneme gönderirdim.
Ama, küçük kardeşin Mehmet Han gelse, sabaha kadar ellerimin üstünde uyuturdum,
Çünkü, seni bana o verdi. O bana öz kardeşim
kadar yakındır! demiş, Kız,
gülerek:
- Öyleyse müjde!
demiş, Küçük kardeşim Mehmet Han, burada!
Aslan:
- Hani nerede? Haydi, getir göreyim! demiş.
Kadın, hemen Mehmet Han'ı saklandığı yerden çıkartarak
aslanın yanına getirmiş.
Dereden tepeden konuştuktan sonra aslan:
- Sevgili Mehmet
Han, nereden gelip nereye gidiyorsun? diye sormuş.
Mehmet Han da başından geçenleri anlatmış, Bunun
üzerine Aslan:
- Rüzgâr devin adını, ününü ben de duydum. Ama, nerede
olduğunu bilmiyorum. Hem, sen onunla başa çıkamazsın. Gel, vazgeç bu işten!
demiş.
Ama, Mehmet Han aslana kararının kesin olduğunu, ölse
bile bu işten vazgeçmeyeceğini söylemiş. O gece, orada kalmış, Ertesi sabah,
atına atladığı gibi çıkmış gene yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına gene bir köşk çıkmış.
Köşkün penceresinden bakan bir kız, acaba tozu dumana katarak gelen bu atlı
kimdir, diye merakla bakıyormuş. Bu köşk de Mehmet Han'ın kaplan ile
evlenen
ortanca kız kardeşininmiş! İki kardeş,
sevinçle kucaklaşmışlar.
Akşama doğru, kız:
- Sevgili kardeşim, demiş. Birazdan kaplan gelecek.
Sana, bir zararı dokunabilir. Onun için en iyisi seni saklayayım.
Kardeşini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kaplan
gelmiş. Mehmet Han'ın ortanca kız kardeşi, kaplana sormuş:
- Şimdi
kardeşlerimden biri köşke gelseydi, ne yapardın?
Kaplan, homurdanarak cevap vermiş:
- Büyük
kardeşinle, ortancası gelselerdi parça parça ederdim. Ama, küçük kardeşin
Mehmet Han gelseydi, sabaha kadar dizlerimin üstünde yatırırdım. Çünkü, seni
bana
o verdi,
Kız, hemen Mehmet Han'ı gizlediği
yerden çıkartarak kaplanın yanına getirmiş:
- İşte, Mehmet Han, demiş,
Kaplan,
karısının
kardeşini çok iyi karşılamış,
Ne ikram edeceğini, nasıl davranacağını
şaşırmış:
- Sevgili kardeşim, demiş, Nereden geldin, nerelere
gidiyorsun. Anlat bakalım?
Mehmet Han, başına gelen olayları, rüzgâr devin karısını
nasıl kaçırdığını baştan sona anlatınca, kaplan:
- Vallahi kardeşim, demiş. Ben de rüzgâr devin adını,
sanını, ününü duydum. Ama, nerede yaşadığını bilmiyorum. Yalnız beni dinleyecek
olursan, onu aramaktan vazgeç. Başına bir iş gelmesin, demiş.
Ama, Mehmet Han kararını vermiş bir kere, Dinlememiş
kaplanı. O gece kaplanlarda kaldıktan sonra, ertesi sabah atına atladığı gibi
çıkmış yollara. Orası benim, şurası senin, demeden gitmiş, gitmiş. Beklemek
zordur, ama masallarda zaman çabuk geçer.
Bir ovada karşısına bir köşk daha çıkmış. Burası da
küçük kız kardeşinin köşküymüş.
Kız, pencereden Mehmet Han'ı görünce:
- Ah sevgili
kardeşim! Nerelerden geldin? diye sevinçle aşağı inerek onu
karşılamış.
Sarmaş dolaş olmuşlar, Akşama kadar sohbet etmişler.
Akşam, hava kararınca kız:
- Sevgili ağabeyim, demiş. Birazdan kartal gelecek. Ne
de olsa bir hayvan. Sana, bir zararı dokunmasın.
Onun için, seni saklayayım,
Ağabeyini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kartal,
kocaman kanatlarını çırpa çırpa köşke inmiş.
Kız, kartala:
- Sevgili eşim,
diye sormuş. Kardeşlerim buraya
gelseydi, ne yapardın?
Kartal:
- Eğer büyük ve ortanca kardeşlerin gelseydi, pençelerime taktığım gibi yedi
kat gökyüzüne çıkartır, sonra
da bırakırdım onları.
Küçük kardeşin gelseydi, onu kanatlarımın üstünde misafir ederdim,
demiş.
Kız, ağabeysini sakladığı yerden çıkartmış, Kartalın
yanına getirmiş.
Kartal:
- Vay sevgili kardeşim, demiş. Buralara kadar nasıl
gelebildin, hiç korkmadın mı?
Mehmet Han, başından geçenleri ve rüzgâr devi bir bir
anlatmış kartala.
Kartal:
- Oğlum, demiş. Rüzgâr devin sarayı buradan
yedi
dağ ötededir. Oraya gitmen hem çok zor, hem
de çok
tehlikelidir.
Mehmet Han, diretmiş:
- Kararım kesindir kartal. Ya öleceğim ya da rüzgâr devi
öldürüp, karımı kurtaracağım,
Kartal, bakmış ki Mehmet Han sözünden dönecek gibi
değil:
- Peki, demiş.
Yalnız, sakın ona görünme. Eğer seni görürse, hemen öldürür. Hiç gözünün yaşına
bakmaz. Hem rüzgâr devin, nereden gelip, nereye gideceği hiç belli olmaz. Adı
üstünde: Rüzgâr dev! Kendini iyi kolla!
Genç şehzade, geceyi kartalın köşkünde geçirmiş. Sabah,
şafakla beraber düşmüş yollara. Bir dağ, iki dağ, üç dağ, dört, beş, altı derken
yedinci dağa varıp ulaşmış. Dağın taa tepesinde uçsuz bucaksız bir saray,
rüzgâr devin sarayı! Uğraşa, didine en sonunda saraya varmış, Bir de ne görsün,
karısı pencerede değil mi?
Kadın, Mehmet Han'ı birden bire karşısında görünce hem
şaşırmış, hem sevinmiş, hem de çok korkmuş:
- Aman şehzadem!
Buralara kadar nasıl geldin? Rüzgâr dev, seni görmesin! Öldürür,
demiş.
Mehmet Han, pencerenin altına gelerek kollarını
açıp:
- Sevgili eşim! demiş, Hiç korkma, hemen atla;
seni,
buralardan kurtarayım.
Prenses, pencereden Mehmet Han'ın kollarına atlamış
ve:
- Rüzgâr dev, üç günlük uykusuna yattı, hemen buradan
kaçalım! demiş.
Mehmet Han, eşini atın terkisine alarak dörtnala,
saraydan uzaklaşmış. Aradan üç gün geçmiş. Rüzgâr dev, uykusundan
uyanmış,
Kızın odasının kapısına gelerek:
- Sultanım, kapıyı azıcık aç ta yüzünü bir kez olsun
bana göster! diye yalvarmış.
Bir süre bekledikten sonra, odadan hiç ses seda
çıkmadığını fark etmiş. Kapıyı kırıp, içeri girmiş, Her şeyi anlayan, rüzgâr
dev:
- Hele biraz
daha yol alın, bakalım benim elimden kurtulabilecek misiniz? diye söylenmiş.
Oturup, biraz düşündükten sonra, kalkıp Mehmet Şah ile eşinin peşine düşmüş.
Çok geçmeden yetişip, yakalamış onları ve hiç acımadan Mehmet Han'ın başını
gövdesinden ayırıvermiş.
Zavallı prenses, rüzgâr deve:
- Madem, onu hiç acımadan öldürdün, bari başını ve
vücudunu atının heybesine koy, Belki birisi görür, acıyıp gömer. Buralarda
kalırsa kurtlara, kuşlara yem olur, demiş,
Dev, kızın istediğini yapmış. Kız, atın iki gözünü
öptükten sonra:
- Yâ! Güzel at, onu evine götür! demiş.
_ At, dört nala oradan uzaklaşmış, Rüzgâr
dev, kızı aldığı gibi bir solukta saraya götürmüş. Kız,
kızgınlığından odasına kapanmış.
Dev, ne kadar yalvarıp yakardıysa da, eskiden olduğu | gibi, ona yüzünü bile
göstermemiş.
Mehmet Han'ın atı, küçük kız kardeşinin köşküne
gitmiş,Kız, abeysinin atının kapıya geldiğini görünce, endişeyle
dışarıya koşmuş. Heybede kardeşinin ölüsünü
görünce, inci gibi gözyaşları dökerek ağlamaya başlamış.
Akşam, kartai eve geldiğinde karısının gözlerinin
ağ-iamaktan şiştiğini görünce sormuş:
- Suitanım, nedir bu haiin? Niçin ağladın bu
kadar?
Kız, Mehmet Han'ın ölüsünü gösterince, kartal bütün olup
biteni anlamış. Kuşların kralı kartal, hemen her tarafa haber salmış.
Yeryüzünde ne kadar kuş varsa sarayına toplamış,
- Ey kuşlar!
Aranızda cennet bahçesine gideniniz var mı? Kim gittiyse, yanıma
gelsin!
Bir kuş:
- Efendim, üç dağ, iki ova, dört göl ve beş nehir ötede
çok yaşlı bir akbaba var. Belki o gitmiştir, demiş.
Kartal:
- Hepiniz
sarayıma geldiğiniz halde o niçin gelmedi? diye sorunca kuş:
- Sayın kralımız, akbaba çok yaşlıdır. Buraya kadar
gelemez, demiş,
Kartal:
- Biriniz, sırtına bindirip getirsin! diye emredince
güçlü kuvvetli, kocaman bir kuş yola çıkmış.
Çok geçmeden, yaşlı akbabayı sırtına alıp, kartalın
huzuruna çıkartmış.
Kartal:
- Ey akbaba! Sen, hiç cennet bahçesine gittin
mi?
Saçları dökük, gözlerinin ışığı sönmüş, boynu bükük
yaşlı akbaba, kanadıyla kel başını kaşımış. Biraz düşündükten
sonra:
- On iki yaşlarımdayken, bir kere gitmiştim, demiş.
Kartal:
- Öyleyse gene git ve bana bir şişe cennet suyu al! diye
emir vermiş.
Akbaba:
- Ben oraya kadar nasıl uçarım? demiş.
Kartal:
- Buraya kadar nasıl geldiysen, öyle! demiş.
Yaşlı akbaba, gene o güçlü kuvvetli kuşun sırtına |
binmiş. Cennet bahçesine gidip, oradan bir şişe cennet | suyu getirmiş. Kartal,
Mehmet Şahın kesik başını gövdesinin üstüne düzgünce koymuş. Kesik yerlere
cennet suyunu, dikkatlice sürmüş. Şehzade, bir uykudan uyanır gibi, canlanıp
kendine gelmiş.
- Ben neredeyim? diye şaşkın şaşkın etrafına bakınmış.
Kartal:
- Oğlum, ben sana söylemedim mi? demiş. Bu dev, seni sağ
bırakmaz! diye, Başını gövdenden ayırmış! Atının heybesinin içinde bulduk! Gel,
vazgeç bu işten. Dev, seni yakalarsa gene öldürür.
Fakat, Mehmet Şah "İlle de tekrar gideceğim!" diye
tutturunca, Kartal:
- Madem bu kadar
istiyorsun, git. Ama, oraya varır varmaz hemen karını alıp kaçmaya kalkma. Ne
yap, ne et devin sırrını öğren! Belki, bu sır sayesinde rüzgâr devi öldürür ya
da etkisiz bir hale getirebilirsin! demiş.
Mehmet Şah, atına atladığı gibi rüzgâr devin sarayının
yolunu tutmuş, Karısını, yine pencerede beklerken bulmuş, Kartalın, onu nasıl
canlandırdığını anlattıktan
sonra:
- Ben, karşı ki dağların ardında saklanacağım. Sen, bir
yolunu bulup rüzgâr devin tılsımını öğren, demiş,
Prenses, Mehmet Şah gittikten sonra, kendisini görmek
için kapıya gelen rüzgâr deve:
- Çekil, git karşımdan! demiş. Üç gün, üç gece uyuyor,
bir gün uyanık kalıyorsun! Sonra gene üç gün, üç gece uyuyorsun! Bu odada tek
başıma kalıyorum! Neredeyse canım sıkıntıdan pat diye patlayacak!
Dev, uzun zamandan beri kendisiyle tek kelime bile
konuşmayan kızın söylediklerini işitince çok sevinmiş:
- Aman Sultanım,
demiş, Emret, ne istersen yapayım. Seni eğlendireyim; yeter ki canın
sıkılmasın.
Kız:
- Senden ne isteyeyim! Dev bir rüzgârsın sen. Senin ne
eğlencen oiur ki. Gezip dolaşırsın sadece! Senin tılsımın nedir? Bana göster de
bari senin ne olduğunu an-iayayım. O zaman belki canımın sıkıntısı biraz olsun
azalır, demiş.
Dev:
- Sultanım,
benim tılsımım çok uzaklardadır, Hem, oraya kimse gidemez. Buradan çok uzakta
bir ada var. Adada bir öküz, öküzün karnında altın bir kafes, altın kafesin
içinde bir beyaz güvercin vardır. İşte, benim tılsımım bu beyaz
güvercindir.
Rüzgâr dev, prensesin kendisini merakla dinlediğini fark
edince, tılsımını anlatmaya devam etmiş:
- Mehmet Şahın, küçük kız kardeşinin köşkünün
karşısında yüce bir dağ vardır. Bu dağın tam tepesindeki çeşmeye, her sabah su
içmek için kırk tane deniz aygırı gelir. Eğer birisi, bu aygırlardan birini, su
içerken - sudan başını kaidırıncaya kadar- nallayıp, eyerleyip, yular takıp,
üstüne binebilirse, o aygır üzerindeki adamın her dileğini yerine getirir,
İstediği yere de götürür, demiş.
Kız, öğreneceklerini öğrendikten sonra:
- Hadi canım! Böyle garip tılsım mı olurmuş! diyerek
kapıyı devin suratına kapatmış.
Prenses, rüzgâr devin tılsımını olduğu gibi Mehmet şaha
anlatmış. Mehmet Şah, vakit kaybetmeden küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş.
Devin tılsımını, kartaia anlatmış, Kartal, beş tane kuş çağırarak:
- Fazla oyalanmadan Mehmet Şahı karşıdaki dağın
tepesindeki çeşmeye götüreceksiniz. Aygırlardan biri su içerken, nallayıp,
eyerleyip, yular takıp, Mehmet Şahı üstüne bindireceksiniz, demiş,
Kuşlar, hemen Mehmet Şahı dağın tepesine çıkartmışlar.
Çeşmenin başına pusu kurup beklemeye başlamışlar. Derken kırk aygırdan biri,
çeşmeye yanaşıp su içmeye başlamış. Kuşlar ve Mehmet Şah, hemen harekete
geçmişler. Deniz aygırı, sudan başını kaldırmadan
nallanmış, eyerlenip yular takılmış ve
Mehmet Şah üstüne binmiş.
Aygır, konuşmuş:
- Emret sultanım! Mehmet Şah:
- Beni, rüzgâr devin tılsımının bulunduğu adaya götür,
demiş,
Mehmet Şah, gözünü açıp kapayıncaya kadar kendisini
adada bulmuş. Deniz aygırının yularından tutarak, adada dolaşmaya başlamış.
Karşısına yaşlı bir adam çıkmış.
- Oğlum, sen bu ıssız adaya nerelerden geldin? diye
sormuş.
Mehmet Şah:
- Gemim battı,
ben de yüze yüze bu adaya çıktım. Peki, sen kimsin? demiş.
Adam:
- Ben, rüzgâr devin uşağıyım, Burada yaşıyorum, Rüzgâr
devin burada bir öküzü
var. Ona bakarım. Sen de bana yardımcı olur
musun? demiş.
Mehmet Şah, bu teklifi kabul ederek adamın yanında
çalışmaya başlamış. Görevi, öküzün su içtiği havuzu suyla doldurmakmış. Birkaç
gün bu şekilde çalışmış, Bir gün, yaşlı adam yokken bir kenara yığılı şarap
fıçılarını havuza boşaltmış. Devin öküzü, susayınca su niyetine havuzdaki şarabı
içmiş. Birkaç adım attıktan sonra, saklanıp yere düşmüş. Mehmet Şah, hemen
öküzün karnını yarıp içindeki altın kafesi çıkarmış. Bir köşeye gizlediği deniz
aygırına binerek:
- Rüzgâr devin sarayına gidelim! demiş.
Demesiyle birlikte kendisini rüzgâr devin sarayında,
eşinin karşısında bulmuş.
Prenses:
-Aman Şehzadem! demiş, Hemen kaçalım, dev
uykuda,
Hemen deniz aygırına atlayıp, yola çıkmışlar. O sırada
rüzgâr dev uyanmış. Bakmış ki, prenses yok:
- Eyvah, Mehmet Şah gene kaçırdı onu! Ben gösteririm
şimdi ona, diye düşmüş peşlerine. Çok geçmeden de yetişmiş.
Prenses, devin rüzgarını hissedince:
- Eyvah! Rüzgâr dev bize yetişti! demiş. Mehmet
Şah:
- Şimdi ne yapacağız! Yetişirse, beni gene
öldürür!
demiş.
Deniz aygırı:
- Korkmayın! Kafesteki beyaz güvercinin kafasını
kopartırsanız, hiçbir şey olmaz, demiş.
Mehmet Şah, hemen kafesteki beyaz güvercinin başını
gövdesinden ayırıvermiş. Kopartmasıyla rüzgâr dev, korkunç gürültüler çıkartarak
ölmüş.
Mehmet Şah ve prenses, ilk önce kartalın, sonra
kaplanın, sonra da aslanın köşklerine uğramış. Her biriyle görüşüp helâlleşmiş.
Sonra da eşinin babasının sarayına gitmişler. Padişah, kızını ve damadını
tekrar karşısında görünce sevincinden deliye dönmüş. Kızı ve Mehmet Şah için,
yeniden kırk gün, kırk gece süren büyük bir düğün düzenlemiş,
Mehmet Şah'ın kahramanlığı, bütün ülkelerde duyulmuş.
Sarayına döndüğü zaman, halk onu büyük bir sevgiyle karşılamış. Vezirler kurulu,
babasının dileğini yerine getirdiği için, Mehmet Şah'ı büyük oğlanın yerine
padişah ilân etmişler.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım
kerevetine.