bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


11 Haziran 2018 Pazartesi

12.000 Yıllık Örtbas: Dropa Disk’leri

Bize kim olduklarını ve onları buraya neyin getirdiğini anlatmak istediler. Gelecek nesiller için bir mesaj bıraktılar, ama arkalarında bıraktıkları kendi eserleri halktan gizli tutuldu! Bu hikaye bir çok isimle biliniyor ve hangisini seçmeye karar vermemiz önemli değil … Dünyadışı yaşam ile ilgili insanlık tarihindeki en muamma hikayelerden biridir.
Keşif 1938’de Çin ve Tibet arasındaki sınırda gerçekleşti.
Çinli profesör Chi Phu Tei tarafından rehberlik edilen bir arkeoloji keşif yolculuğunda, Baian Kara Ula’nın dağ mağaralarında mezar hücreleri keşfedildi. İskeletler farklı türde insan varlıklarının kalıntıları idi. İskeletler çok kırılgandı sadece 1,30 metre boyunda idi. Kafatasları genişti ve fazla gelişmişti, ama bunlar maymunların kalıntıları değildi. İlave olarak, bilim adamları mağara duvarlarında ilginç kaya çizimleri keşfettiler. Güneş, ay, dünya ve yıldızların çizimlerine eşlik eden yuvarlak miğferli varlıkları resmettiler.
Tarih öncesi mağarada bulunacak daha çok şey vardı. Tozlu zemine yarı gömülü olarak, arkeologlar büyük yuvarlak taş bir disk buldular, Taş Çağı gramofon plağa benziyordu. Diskin merkezinde bir delik vardı ve merkezden kenara spirallenen ince çizgiler vardı.

Bu diskin yaşının 10,000 – 12,000 yıl olduğu belirlendi!
Toplam, 716 taş disk bulundu. Her diskin çapı 22,7 cm ve kalınlığı 2 cm idi. Her diskin merkezinde tam olarak dairesel 2 cm lik bir delik vardı. Daha ileri analizler ince çizgi benzeri işaretleri ortaya çıkardı, bunların garip oyulmuş hiyerogliflerin sürekli çizgisi olduğu ortaya çıktı. Nesne daha önce asla karşılaşılmamış bir lisanda mikroskobik karakterlerden oluşan uzaylı yazısı ‘kaydı’ idi.
20 yıldan daha fazla süredir, bir çok uzman uzaylı yazılarını tercüme etmeye çalıştı, ama başarı elde edilemedi. 1962’de Çinli bilim adamı Dr. Tsum Um Nui sonunda gizemli nesnelerin mesajını çözebildi.  Sonuç o kadar garipti ki, Pekin Akademisi Tarih Öncesi Departmanı Tsum Um Nui’nin bulgularını yayınlamayı reddetti ve hatta bunlarla ilgili konuşmayı da yasakladı.
Ancak Dr. Tsum Um Nui araştırmalarına devam etti ve sonunda çalışmasının yayınlanmasına izin verildi.
Raporun başlığı “12,000 Yıl Önce Dünyaya İnen Uzay Gemisi ile İlgili Disklere Kaydedilen Yazılar” idi.
Dropa taşlarının şok edici mesajı kendilerine Dropa diyen varlıklar tarafından yazılmıştı. Taş diskler uzak bir gezegenden gelen uzay yolcuları olan Dropa insanının hikayesini anlatıyordu. Uzay gemileri Baian – Kara – Ula dağlarının erişilmez bölgesine çarpmıştı. Uzay gemisinin mürettebatı dağların mağaralarına sığınmıştı. Harap olan uzay gemilerini tamir etme veya yenisini inşa etme olanağı olmadığı için, Dropa’lar kendi gezegenlerine dönemediler. Dünyada zor durumda sıkışıp kaldılar.
Barışcıl niyetlerine rağmen, Dropalar komşu mağaralarda oturan Ham kabilesinin üyeleri tarafından yanlış anlaşıldılar, Ham kabilesi yabancıları yakaladı ve hatta bazılarını öldürdü. Paragraflardan birinin tercümesi şöyle diyor: “Dropa kendi gemileriyle bulutlardan indiler. Erkeklerimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız güneşin doğuşundan önce mağaralarda saklandı. Sonunda Dropa’nın işaret dilini anladıkları zaman, yeni gelenlerin barışçı niyetleri olduğunu kavradılar…”
1968’de Rus dil uzmanı Dr. Viatcheslav Zaitsev, Sputnik Dergisinde taş – plak hikayesinden alıntılar yayınladı. Zaitsev daha fazla araştırma yaptı ve gerçekten ilginç sonuçlara ulaştı. Fiziksel olarak, granit taşlar yüksek konsantrasyonda kobalt ve diğer metalleri içeriyordu, gerçekten çok sert bir taş idi. İlkel insanların, özellikle o kadar minik karakterler ile harfleri oymaları çok zordu.
Osilograf (salınım çizer) ile diski test ettiğinde, şaşırtıcı bir salınım ritmi kaydedildi, sanki bir zamanlar elektrik yüklüymüş gibi veya elektrik iletkeni olarak fonksiyon yapmış gibi.
Dropa insanlarından herhangi biri hayatta kaldı mı? Keşfin yapıldığı zamanda, mağara alanında hala iki kabile yaşıyordu; bunlar görünüşleri çok eski olan Kham’lar ve Dropalar olarak biliniyordu. Antropologlar her iki kabileyi diğer bilinen ırklara kategorize edemediler; onlar ne Çinli idi, ne Moğol ne de Tibetli. Onlar, 1938’de Baian Kara Ula mağaralarında bulunan iskelet kalıntıları ile ilişkili, ince bedenli sarı – tenli ve olağan olmayan şekilde geniş kafalıdır. Bedenlerinde seyrek kıl (saç), büyük gözleri var ve ortalama boyları 1, 21 mt.dir. Çok eski bir Çin masalı bulutlardan Dünyaya inen ve çirkinlikleri nedeniyle herkes tarafından avlanan küçük, sarı – derili insanların hikayesini anlatır.
1995’te, Çin’den dikkate değer bir haber bildirildi:
“Baian-Kara-Ula dağlarının doğu sınırında uzanan Sichuan eyaletinde, daha önce etnolojik olarak sınıflandırılmamış olan bir kabilenin 120 insanı keşfedildi. Bu yeni kabilenin en önemli özelliği insanlarının boyudur: 1,15 mt.den uzun değil, en küçüğü sadece 63 santim! Bu keşif ataları gerçekten bir zamanlar uzaydan gelmiş olan Dropa insanlarının varlığının ilk sağlam kanıtı olabilir.
Bu gizemli taşlara daha sonra olanlar şunlardı:
1974’te, Avusturyalı mühendis Ernst Wegerer Xian’daki Banpo Müzesine bu disklerden ikisini getirdi. Onların fotoğrafını çekti, tam olarak dört fotoğraf çekti. Ancak, sonra müze ziyaretçileri taş diskleri göremediler. Müzeden elde edilen açıklamaya göre, Baian Kara Ula’dan gelen nesneler tahrip olmuştu. İlave olarak, Çin hükümeti Dropa denen kabilenin herhangi resmi kayıtlarına sahip değildi, ne Qinghai bölgesinde, ne de Çin’in başka bir yerinde.
Çalınan diskler bugün nerde?
Şüphesiz, Dropa’nın hikayesi en büyük arkeolojik ört baslardan biridir

Heil Atlantis!


Nazi Atlantis

Naziler, süper ırkların köklerini aramak için Grönland Adası’ndan Etyopya’ya kadar arkeolojik araştırma ekipleri gönderdiler. Bu konuda en son vardıkları nokta, kayıp Atlantis’i bulup ortaya çıkarmaktı…
Müttefikler 1945 yılında Heinrich Himmler’in özel kütüphanesini ele geçirdiklerinde, gizli bir kitap koleksiyonu ile karşılaştılar. Bunların arasında Ernst Höbiger’in The World Ice History (Dünya Bu­zul Tarihi) adlı kitabın bir kopyası da bulunuyordu. Kitapta yazar, uzaydan gelen süper ırkın eski At­lantis adasına yerleştiğini iddia edi­yordu. Höbiger’e göre, bu süper ırk burada çok ileri bir uygarlık kurdu. Bu uygarlık buzul tabakalarının iler­lemesiyle yer değiştirdi ve dünyanın çeşitli yerlerine dağıldı. Yunanlılar’a ve Mısırlılar’a uygarlığı öğreten de onlardı.

Himmler bütün bunlara inanmakla kalmadı, Atlantisliler’in torunlarının en mükemmel bireylerinin Alman­ya’da yaşadıklarına da kesin gözüyle bakmaya başladı. Diğerleri ise dün­yanın çeşitli yerlerine yayılmışlardı.
Onun görüşüne göre, bunlar süper insanlar olan Ariler’di. Nazi devleti­nin içinde en korkulan organizasyon olan SS’leri yaratırken, Himmler’in hayal dünyasını besleyen bu düşün­celerdi.
Himmler’in gurusu Hıristiyanlık öncesi zamanlara bir bağ oluşturu­yordu…

1938 Munich Nazi Aryan
1938 Yılında Naziler Münih’te yaptıları “Ari atalarını” gösteren geçiş töreniyle Alman kültürünün 2000 yılını kutladılar.

Himmler’in kütüphanesindeki di­ğer kitapların arasında Hörbiger’in kitabını bir kenara bırakmak kolay olabilir, ama bu teorilerin doğru ol­duğunu kanıtlamak için yaptıklarına bakınca hayli şaşırtıcı olduğu görü­lüyor. Öyle ki, bu muhtemelen da­ğılmış ana ırkın ve Atlantis’in ırksal ve arkeolojik kalıntılarını bulmak üzere İzlanda, Grönland, Orta Ame­rika, hatta Tibet’e kadar keşif heyet­leri gönderildi.
Himmler’in bu konulardaki guru­su, Herbert Willigut adındaki bir Avusturyalı’ydı. 80’lerin sonlarında Himmler’in eski yardımcısı Karl Wolff onun hakkında, “Avusturya ordusunda albaydı. Bizden (SS) Weisthor takma adını aldı… Thor büyük Alman tanrısıydı. Weis ise, akıllı insanların ailesinden geldiği anlamına geliyordu. Ve o eski Hıristiyanlık öncesi inançları tekrardan canlandır­maktan sorumluydu. Yaşamının misyonunu, bilgi ve tecrübelerini, bin yıllık Almanya hükümetinin ge­lecekteki koruyucusu ve seçilmiş ki­şileri olacak SS’e geçmek olarak gördü.” diyordu.
Willgut ya da Weisthor’a 1933 ve 1939 yılları arasında SS içindeki ta­rih öncesi araştırmada resmi bir gö­rev verildi. Böyle bir pozisyonun ne­deni Willigut’un, tarihöncesi zaman­lara dayanan Alman filozoflarının soyundan gelenlerin sonuncusu ol­duğunu iddia etmesiydi. Ayrıca, bin­lerce yıl önce soyunun yaşadıklarını ve tarihini hatırlamasına yarayan üs­tün bir hafızaya sahip olduğunu öne sürüyordu. SS’in Wolff gibi en tepe­deki üyeleri için Willigut, Alman ayinleri bile düzenliyordu. Wolff’un oğlu Willigut’un SS için bulduğu es­ki bir Alman ritüeli ile Willigut tara­fından vaftiz edilmişti.
Wolff, onun için şöyle diyor:  “Po­zisyonu nedeniyle her türlü entrika ve kıskançlığa karşı Himmler’in koruduğu ve savunduğu ilginç bir in­sandı. Weisthor bizimle gelir, bana ve Himmler’e Almanlar’ın önceden bilinmeyen kutsal yerlerini gösterir; bunları, sembollerle ve eski Germen alfabesi ile birlikte açıklardı.”

Himmler Weisthor Wollf

Kıdemli Naziler arasındaki statüsü buydu. Willigut’a, SS’in kıdemli ve evli üyelerinin taktığı gümüş “Toten Kopf” yüzüğünün yapım işi veril­mişti. Yüzüğün dış kısmında 4 adet özel anlamı olan sembolik Germen harfi, ortada ise ünlü kuru kafa vardı. Karl Wolff şöyle diyor: “Gücü dev­ralmadan bir yıl önce, 1932 yılında en kıdemli ve güvendiği SS subayları olan bize, SS’in dışında, sadece bir koruma ekibi değil, aynı zamanda bir şövalye örgütü yaratmak istediğini söylemişti,”
Sadece bir şey eksikti. Bu yeni aristokrasinin bir kalesi olmak zorun­daydı. Bu nedenle Wolff, Willigut ve Himmler, Almanya’da Naziler’in ba­şa geçtiği yıl olan 1933 yılında bir kale bulmak için yola çıktılar. Willi­gut’un olduğu varsayılan eski bilgile­ri sayesinde, aynı yıl Himmler Wewelsburg Ortaçağ kalesini buldu.
Willigut’a göre, buraya doğaüstü ve uğurlu gücünü veren belirgin üç­gen şekliydi. Bu kale ayrıca, Alman­ya’nın kalbinde, Externsteine’den (Orta Almanya’da Stonehenge’in eşi sayılan yer) çok uzak olmayan bir yerdeydi. Himmler’in SS asaleti ile ilgili fantazilerinin kökleri Naziler’in “kan ve toprak’’ idealine dayanıyor­du. Buna göre Almanlar, ayaklarının altındaki toprağa tarih ve ırk yoluyla bağlıydılar. Yeni bir soylu Alman ır­kı yaratmak için, Himmler’in onlara bir de tarih yaratması gerekiyordu.

himmler ss wewelsberg
“Kan ve Toprak Şövalyeleri”. Himmler SS’i seçkin bir şövalye örgütü olarak gördü ve Wewelsberg Kalesi’ni 1933 yılında bu oluşumun kalesi yaptı. Yeni bir Alman asaleti yaratmak isteyen Himmler, onlar için bir tarih yaratmak zorundaydı.

Himmler’in arkeolojiye müthiş bir hayranlığı vardı. Genelde kameralara karşı utangaç olmasına rağmen, Almanya’nın çeşitli yerlerinde yapılan arkeolojik kazılarda çekilmiş sayısız fotoğraf, hatta filmlerine rastlamak mümkün. 1935 yılında bu takıntı, Ahnenerbe’nin (geçmişe ait miras) yaratılmasıyla kendini gösterdi. 1930’ların sonlarında, Ahnenerbe  dünya üzerindeki Alman arkeolojik seferlerine fon yaratılması için tek kaynaktı.
1934 yılında Gabriel Winkler, Berlin’de Willigut’un asistanı olarak çalıştığı sıralarda, sıradışı bir kitapla karşılaştı. 28 yaşındaki Otto Rahn tarafından yazılmış olan bu kitap, The Crusade Against the Grail (Son Yemek’te Hazreti İsa’nın kullandığı farzolunan kaseye karşı düzenlenen se­fer) adını taşıyordu. Oldukça kalın olan bu kitap, Ortaçağ’da eski Alman inanışlarına sahip Alman şövalyele­rinden söz ediyordu. Bunlar aynı za­manda Güney Fransa’da, Pireneler’deki şatolarında bulunan Kutsal Kase’nin de koruyucularıydı.
Kitabı nedeniyle Rahn, Berlin’e çağırıldı ve Himmler’in en içteki grubunun bir parçası oldu. SS’in içindeyken Rahn, Kutsal Kase ile il­gili araştırmalarına devam etti. An­cak onu bulup Almanya’ya getirmesi için yolculuğa çıkmadı.
Bununla birlikte, Otto Rahn başka gezilere gitti; en önemlilerinden biri de Kuzey Kutbu’na yaptığı yolculuk­tu. Edmund Kiss (üzerine on emrin yazılı olduğu taş tabletlerin korundu­ğu sandığı aramak için daha önce Etyopya’ya gitmişti) ile birlikte buz kütlelerinin hareketlerine ve arkeolo­jik kanıtlara bakmak için İzlanda ve Grönland Adası’na gittiler. Atlantis ve ilk Ariler’i bulmak için çabaladı­lar, ancak hiçbir şey bulamadılar.
Himmler’e 1938 yılında Ernst Schafer adında genç bir adamın Ti­bet’e keşfe gideceği bildirildiğinde, hemen onunla temasa geçti. Himmler, ona yardım etmek için İngiliz Dı­şişleri Bakanı ile görüştü ve Tibet’e geçmeleri için izin sağlandı. Himmler’in başkana yazdığı teşekkür mek­tubu, Kew’deki kayıt ofisinde hala duruyor.

Tibet’e Nazi çıkartması ve aldatılan bilim…
Nepal Swastika
Nepal’de eski bir Hindu tapınağındaki gamalı haç işareti.  Gamalı haç işaretinin kolları saat yönünde ya da saat yönünün tersinde olabiliyor. Bu işarete pek çok eski Hindu, Budist ve Orta Amerika tapınaklarında rastlanıyor.

Tibetexpedition, Empfang für Würdenträger
Ernst Schafer (ortada) Tibet’e bir SS gezisi düzenledi. Himmler, ona Buzul Çağı’nın dağılmış Ariler’ini bulmasını emretmişti. Savaş sonrası, Schafer, Ari araştırmalarındaki rolünü inkar etti ve antropolog Bruno Beger’in (soldan ikinci) bu konuyu araştırması için götürüldüğünü söyledi.
Tibetexpedition, Expedition zu Gast bei Gould

Savaşın sonunda Amerikalılar’ın yürüttüğü sorgulamada, Schafer, Himmler’in kendisinden Buzul Çağı’nın muhtemelen dağılmış Ariler’inin kalıntılarını araştırmaya gitmesini istediğini belirtti. Ancak Schafer daha çok vahşi yaşamla ilgi­leniyordu. Yanına Tibetliler’in ırksal fizyolojilerini araştırmak için bir ant­ropolog olan Bruno Beger adında bir genci de almıştı, Bütün ekip SS üye­lerinden oluşuyordu. Onların bu şaşırtıcı gezisi sırasında çekilen filmde, arkasındaki kazıktan gamalı haç sarkarken dağlara tırmanan bir katırın gösterildiği bölüm gibi değişik sahneler de vardı. Bundan sonraki bir sahne, Beger’i kıkır kıkır gülen ve dokunduğunda kıpır kıpır kıpırdanan Tibetli bir kızı ölçerken gösteriyordu. Ekibin diğer elemanları ise bu manzara karşısında kendilerini gülmekten alamıyorlardı. Sonra Beger, bir bitkinin sütlü özsuyunu çıkararak oradaki adamlardan birinin yüzüne sürüyor­du. Adamın yüzünün korkunç bir maske görünümü alması üzerine çocuklardan biri çığlık atmaya başlıyor­du. Bu yüzlerin sonradan çoğaltılan kopyaları, şu anda Beger’in Frankfurt yakınlarındaki evinin vitrininde bulunuyor.

Bruno Beger
Bruno Beger 1

1939 yılında Schafer bu gezisinden Almanya’ya döndüğünde, Nazi siya­setinde işler ciddiye binmeye başlıyordu ve bunun yansımaları, Ahnenerbe içinde görülüyordu. Willigut, içkiye düşkünlüğü ve giderek çılgın­laşan fikirleri ile utanç kaynağı olmaya başlamıştı. Gabriel Winkler’in ço­cuklarının annesi olmasını bile iste­mişti. Willigut’un sonu 1939 yılında, Karl Wolff Avusturya’ya karısını zi­yarete gittiğinde geldi. O belki de, gi­derek garipleşen davranışlarına bir ışık tutabilirdi. Gerçekten de öyle olabilirdi. 1924 yılında kendisine şi­zofreni teşhisi konduğu ve Himmler’le tanışmadan birkaç yıl önce 1927 yılında akıl hastanesinden yeni çıktığı anlaşıldı.
Sonunda, Himmler’in onu emekli­ye ayırmaktan başka çaresi kalmadı. Gittiği yerde birkaç yıl sonra ölene kadar iyi bakıldı. Otto Rahn’ın sonu daha da kötü oldu. Himmler’e Rahn’ın homoseksüel ilişkileri oldu­ğu söylendi. Homoseksüellik, Nazi Almanyası’nda toplama kampına sadece gidiş bileti ile cezalandırılan bir suçtu. Himmler, ona bu gerçeği, Dachau’da çalışmaya yollayarak ha­tırlattı. Daha sonra da Rahn’ın Himmler’e adını temize çıkarmasını yazmasına rağmen, Himmler “seni artık koruyamam” cevabını verdi. SS tarafından onurlu sayılan bir davranışla, Rahn 1939 kışında karlı bir dağ eteğinde intihar etti.
Savaş çıktığı zaman, Ahnenerbe çok farklı bir organizasyon haline geldi, Garip huyları ve sabit fikirleri olanlar azaldı: görevi ciddi arkeolog­lar devraldı. İşin garip yanı, araştır­macılar politik baskıdan uzak, en ra­hat SS içinde işlerine devam edebili­yorlardı. Bu, arkeolojinin politik anlamda kullanılmadığı anlamına gel­miyor. Polonya ve Rusya’da bulunan tarih öncesi çanak çömleklerin Alman kökenli olduğunun söylenmesi bir rastlantı değil. Üstlerinde gamalı haç bulunan eski kapların arkeolojik ka­zılarını gösteren filmler yayınlandı. Bu, Almanlar’ın doğudaki eski yurtlarına dönmelerinin, onların kaderi ve hakları olduğu yönündeki argü­manlarına kaynaklık etti.

swastika 001

Savaşın sonunda Ahnenerbe arkeologlarının çoğu, en üst düzeydekiler bile, kariyerlerine devam ettiler ve Almanya çapında önemli profesörler oldular.
1920’lerde Himmler’in hayal dünyasına ilham veren fikirler şimdilerde yine moda oldu. Atlantis’ten söz eden her kitap anında listelerde yük­seliyor ve bunların çoğu, bu mistik yerin, Mısırlılar’dan Mayalar’a kadar dünya üzerinde bölün eski uygarlıkların kaynağı olduğunu iddia ediyor.
Irksal unsur söz konusu olmasa da, dayanak noktası aynı; Mısırlılar ve Orta Amerikalılar kendi başlarına uygarlığı geliştirmiş olamazlar, başka yerlerden gelen süper insanlardan bir şekilde yardım almış olmalılar. İşte Himmler’in fikirlerinin benzerleri…


Jean d'Arc
Swastika history
Gamalı Haçın Tarihi
Gamalı haç (swastika), Nazilerin tekeline girmeden önce, bir zamanlar iyi şansın evrensel simgesiydi. Sanskritçe’de “su” (iyi anlamına geliyor) ve “asti” den (olmak anlamında) gelen bu iki kelimenin geçmişi binlerce yıl öncesine, insanların Kuzey Yıldızı çevresinde hareket eden Büyükayı’yı fark ettikleri zamana kadar uzanıyor. Bu hareketin planı yılda dört kez çıkarıldığında, gamalı haç şekli oluşuyordu. Ve bu simge, mevsimlerin değişiminin işareti sayılıyordu: “Şanslı Haç”. Günümüzde eski gamalı haç simgeleri dünyanın pek çok köşesinde bulunabilir. 2000 yıllık Yahudi tapınaklarında bile yer alıyor. Dalay Lama’nın tahtını süslüyor ve eski Hint şans tanrısı fil Ganeşa’yı gösteriyor. Hindistan’daki İngiliz kolonileri, gamalı haşı büyülü bir şans olarak batıya getirdiler. 19. Yüzyılın sonlarından, Nazilerin 1930’lardaki yükselişine kadar gamalı haç, şanslı haç olarak biliniyordu. Poker fişlerini, tebrik kartlarını ve yiyecek paketlerini süslüyordu. 1917 yılında tutuklu Rus Çar ailesi şans getirmesi için kumaşa gamalı haç işareti dokumuşlardı. Ancak bazı insanlar, saat yelkovanı yönündeki versiyonunun ölümü ve kara büyüyü gösterdiğini düşünüyorlardı. Gerçekten de kara büyücü Aleister Crowley, Hitler’in gamalı haçı kendisinden çaldığını öne sürmüştü.
TIAHUANACO SWASTIKA
Tiahuanaco Kalıntılarında Swastika (Bolivya, Tahmini M.Ö 1500-1200)

Focus 00/06

Psişik Tedavi

Samanizm

Doktorlar hastaları yüzyıllardır fiziksel ve psişik (Ruhsal) ilaç ve tedavilerin yardımıyla iyileştirmişlerdir. Ancak modern çağda batı medeniyetinin büyük bir kısmı tedavinin ruhsal boyutuna gösterdiği ilgiyi azaltmıştır. Aslında tüm iyileşmelerde mutlaka bir oranda ruhsal iyileşme söz konusu olsa da, iyileşme sürecinde zihnin işlevine verilen önem gittikçe azalmıştır. Bunun görünürdeki en büyük sebebi, batı medeniyetinin hastalıklarla fiziksel mücadelede çok ileri aşamalara gelip pek çok hastalığı etkisiz hale getirmesidir.

Tıp ne kadar gelişirse gelişsin, tedavilerde hastanın kendi durumuna bakış açısı önemini asla yitirmez. En basitinden psikosomatik rahatsızlıkların tedavisinde hastanın iradesinin ne denli önemli olduğu, ilgili tüm uzmanlarca kabul edilmektedir. Kişinin hastalığa karşı mücadeleye hazır olması ve iyileşeceğine olan inancı, bu mücadelenin kazanılmasına ve iyileşmenin süresine çok büyük oranda etki eder. Zihnin madde üzerindeki egemenliğinin iyileşme yeteneğini güçlendireceğini muhtemelen bütün doktorlar kabul etmeyeceklerdir. Ancak tedavileri günümüzdeki imkanlarla çok zor hatta imkansız olan kanser türlerine yakalanan kişilerin kaderlerine boyun eğmeyip hastalıkla mücadele etme ve onu yenebilme kabiliyetlerine samimi olarak inandıklarında, umulandan çok daha uzun yaşadıklarını ve hatta hastalığı tamamen yendiklerini gösteren pek çok örnek vardır.

ruhsaltedavi-520x245
Psişik iyileştirme uzmanları yaptıkları şeyin, hastaların kendi kendilerini iyileştirmelerine yardım etmekten ibaret olduğunu söylemektedirler. Bunun yanında bazı durumlarda hastaya enerji transferi de söz konusu olabilir. Enerji transferi konusu, etkenlilikleri kanıtlanmış olan bazı alternatif tedavi yöntemlerinin de temelini teşkil etmektedir. Örneğin kristallerden yayılan ve iyileştirici etkileri olan bazı enerjilerle tedavi, new age akımı taraftarları arasında oldukça popülerdir. Her ne kadar bazı bilim çevreleri bu yöntemi sahte olarak nitelese de, kristal yapılı kayaçlar tarafından üretilen doğal enerji türlerinin insan sağlığı için pozitif yönde çok etkili bir şekilde kullanılabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.
GEÇMİŞE BAKIŞ
Profesör Stanley Krippner, şamanizm konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biridir. Sibirya’dan Afrika’nın Zulu köylerine kadar dünyanın pek çok yerinde şifa dağıtan bu insanları kendi doğal ortamlarında ziyaret etmiş ve nereye giderse gitsin bu insanlar arasında büyük benzerlikler olduğunu görmüştür.
Kökleri bundan elli bin yıl öncesine uzanan şamanlar, dünyanın en eski doktorlarıdır ve bugün dünyanın çeşitli yerlerinde her zamanki kadar saygı görüyorlar. Şamanlar iki gerçekliğe inanırlar; fiziksel dünya ve zihinsel dünya. Ancak batılı kültürlerdeki gibi bunlardan birine diğerinden daha fazla önem vermezler. Onlara göre hayal gücü günah değil, Tanrı’nın bir hediyesidir. Şamanlar fiziksel alemi de zihinsel alemi de gerçek olarak benimserler ve kendilerini bu iki alem arasında gidip gelmek, yani iletişim kurmak için seçilmiş kişiler olarak görürler. Bu açıdan onları spiritualist medyumlara benzetmek mümkündür.
Bir günümüz şamanı olan Margeret Umlazi, şaman olmadan önce bir Afrika kabilesine kabul edilmiş ve bu kabilede yaşamaya başlamıştı. Margeret eğitim döneminde, muhtemelen sara hastalığından kaynaklanan kriz nöbetleri yaşadığını anlatmaktadır. Kabile büyükleri ise onu hemen tedavi etmeye başlamadan önce rüyalarını sordular.

Stanley Krippner
Profesör Stanley Krippner
Margeret da rüyalarında sık sık dev bir yılan tarafından derin bir gölün içine çekildiğini ve suyun altında da nefes alabildiğini farkettiğini anlattı. Kabile büyükleri, bu rüyaların büyük bir sembolizm taşıdığını, dev yılanın onun bilinçaltı korkularını ve derin gölün de gizemler dünyasını temsil ettiğini ve gölün içinde de nefes alabildiğine göre bu aleme artık ilk adımlarını atabileceğini söyleyip onu bir şaman olarak yetiştirmeye başladılar. Ancak o zamana kadar bir hristiyan olarak yetiştirilmiş olan Margeret için şamanlık fikrini benimsemek hiçte kolay görünmüyordu. Tabii ki Hz. İsa’nın da bir şifacı olduğunu ve bu yeteneğini sıkça kullandığını öğrenene kadar.
Şamanlar şifacılıkta pek çok yardırma teknik kullanagelmişlerdir. Örneğin şifalı otlar ve çeşitli bitkiler hem tedavilerde, hem de rüyaları, DDA’yı ve ruhsal bilinçliliği arttırmada yardımcı birer unsur olarak sıkça kullanılmıştır. Şamanlar gördükleri vizyonlarda ve bedendışı deneyimlerde, tedavi edecekleri kişilerin rahatsızlıkları hakkında pek çok bilgi edinirler. Onların tedavisi, zihnin ve bedenin aynı şey olduğu temeline dayalı bütüncül bir tedavidir.
Tüm bu yaklaşımların günümüz toplumundaki bazı ruhsal tedavi çalışmalarında kabul edildiğini ve uygulanmaya çalışıldığını görmek çok hoş. Aslında öyle görünüyor ki, sanki bu bilgiler insan bilincinde doğuştan beri vardı ve teknolojinin gelişimi bu bilgileri toplumun kolektif bilincinden tamamen silmeyi başaramadı. İnsanlar genellikle psişik bilgileri ya küçümser, ya da gazete ve dergilerdeki sansasyonel haberlere indirgerler. Psişik tedavi tarihi ise bu bilgilerin varlığımızın en derin noktalarıyla ilgili olduğunu öğretmektedir.
BÖYLE BİR DENEYİMİ YAŞAMAK
Pek çok insanda psişik tedavi potansiyeli vardır. Aktör Bill Waddington bir keresinde bana ikinci dünya savaşı sırasında askerlere moral vermek için düzenlenen gösterilere katılırken, yaralı ya da savaş şokunu yaşayan kişilere gerçekten de yardım edebildiğini anlatmıştı.
Bill, bir defasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği bir zamanda bir tank birliğini ziyaret ettiğini ve yaptığı gösteri sırasında askerlerin gevşemeye başladıklarını, ardından ise sanki kendi pozitif enerjisini kullanarak onların negatif enerjilerini emen bir sünger görevi gördüğünü hissettiğini söylüyordu.
svengali
Kendisi aynı zamanda insanların ve pek çok hayvanın duygusal sıkıntılarını hissedebilmektedir. Bu özellik belki de psişik şifacılığın anahtar unsurudur. Matthew Manning, ailesinin Cambridge’deki iki yüz yıllık evlerinde, kendisinin odak olduğu bazı poltergeist etkiler yaşanırken ünlü bir psişik (Gizemli zihinsel yeteneklere sahip kişi) olmuştu. 1970’de yaşanan bu olay sırasında yalnızca on beş yaşında olan Manning, dört yıl sonra Uri Geller stili kaşık eğme ve ölmüş ünlü ressamların stilinde, trans halinde resimler çizme türü çalışmaları da içeren parti oyunlarıyla tüm dünyada tanınır hale geldi.
Bununla birlikte Manning bir süre sonra bu parti eğlencelerinden sıkılmaya başladı ve yeteneklerini çelik kaşık eğmekten daha faydalı işler için kullanması gerektiğini hissetti. Böylelikle eski uğraşılarını bırakarak zamanını kanser hücrelerinin yok edilmesi için zihinsel çalışmalar yapma konusuna ayırmaya başladı. Kobay hayvanlar üzerindeki ilk başarılarının ardından gerçek hastalarla ilgilenmeye başladı. Kendisi şu anda dünyanın en başarılı ve en çok aranan psişik şifacılarından biridir. Manning, yeteneklerini işe yarar alanlarda kullanma kararının hayatındaki en büyük kararlarından biri olduğunu hissetmektedir.
Matthew Manning
Matthew Manning
Bugünlerde modern tıbbın çaresiz kaldığı ya da insanların ilaç ve ameliyatların yan etkilerine razı olamadıkları durumlarda, alternatif tedavi türlerine rağbet oldukça artmaktadır. Bu şartlardaki pek çok hasta, dünyanın çeşitli yerlerinde ilgili kuruluşlara bağlı olarak çalışan Manning gibi psişik tedavi uzmanlarına başvurmaktadır.
Çoğu psişik tedavici, standart tıbbi tedavilerden ümidin kesilmesini tavsiye etmez. Ayrıca kendi uyguladıkları tedavilerin de tamamen başarısız olabileceği yada kısmi bir başarının sağlanabileceği ihtimallerini en başından belirtirler. M. Manning’e göre tedavide hastanın beklentisi sonuca etki etmez. Buna kanıt olarak ta, bu tedavi türüne tamamen şüpheli yaklaşan bazı kişilere uyguladığı başarılı tedavileri göstermektedir. Bununla birlikte psişik tedavi uzmanlarının hemen hepsi hastanın tedavi edilme arzusunun sonuca pozitif bir etki yaptığını düşünmektedirler. Şamanlar da zihnin tedavide büyük bir faktör olduğunu vurgulamaktadırlar.
PSİŞİK TEDAVİYİ ARAŞTIRMAK
Kendinizi psişik iyileştirme konusunda geliştirmenizin en iyi metodlarından biri sessiz ve hareketsiz bir ortamda rahatlayarak topraktan enerjinin yükselip içinize dolduğunu hayal etmeniz ve bunun üzerinde konsantre olmanızdır. Bu yöntemi ‘imgeleme’ olarak adlandırabiliriz. Bir deneme yapmak için ailenizde basit bir yaralanma geçiren, örneğin parmağında küçük bir kesik olan bir ferdin yanına gidip elinizi yaralı bölge üzerine yakınlaştırın. Artık vücudunuza doldurduğunuz enerjiyi kullanmanızın vakti gelmiştir.
Tabii başarınızı ölçmek ve arttırmak için pek çok pratik yapmanız gerekecektir. Eğer bu tedavi şekli, vücudun kendi kendini iyileştirme sürecinden daha çabuk sonuç veriyorsa burada basandan söz edilebilir.
Fizikçi Dr. Lawrence Le Shan kendi laboratuvarında psişik tedaviyi öğrendikten sonra uzaktan tedavi çalışmaları için testler yapmaya başlamıştır. Bu örneklerden birinde Dr. Le Shan’dan millerce uzaktaki bir hastayı psişik yollarla tedavi etmesi istendi. Dr. Le Shan teklifi kabul etti ve bir zaman belirlendi. Bir süre sonra hastanın doktoru Dr. Le Shan’ı arayarak hastanın hızla iyileşmekte olduğunu ve bir süre önce gerekli olduğu düşünülen ameliyata artık gerek kalmadığını haber verdi. Hastanın doktoru bu tedavi türünü tıp literatürüne geçirmeli miydi?
Dr. Lawrence’ın buna cevabı ‘kesinlikle hayır!’dı. Neden mi?
Çünkü Dr. Lawrance tedavi çalışmasının yapılacağı gün deneyi tamamen unutmuştu ve önceden ayarlanan saatte kesinlikle uzaktan tedavi ile ilgilenmiyordu!
Açıkça görülüyor ki bu gibi bazı olaylarda hastalar kendi kendilerini iyileştiriyorlar.

psychic_

GÜNÜMÜZDE DURUM
Günümüzde psişik şifacıların toplumda kabul görmeleri adına önemli gelişmeler yaşanmaktadır, örneğin İngiltere Ulusal Sağlık Servisi (Britain’s National Health Service) kadrosunda psişik tedavi uzmanları da bulunduruluyor ve vatandaşlar onlardan yararlanabiliyor. Bir başka gelişme ise Paulina Baume adlı bir psişik şifacının 1994 başlarında Coventery Health Authority’ ye bağlı maaşlı bir NHS (National Health Service) danışmanı olarak işe başlamasıydı. Aynı zamanda ‘Ulusal Psişik Tedavi Uzmanları Federasyonu’nun başkan yardımcısı olarak görev yapan Baume bu gelişmeyi, psişik şifacıların tanınması açısından önemli bir adım olarak görmektedir.
Paulina’nın birincil görevlerinden biri, insanların, hastalıklarıyla yüzleşebilmelerine yardım etmeye çalışmaktır. Ona göre hastaların ruhsal bir bütünlük hissetmelerini sağlamak ise işinin en önemli yönüdür.
Paulina 1994 Ağustos’unda ‘Working with Health Care Professionals’ (Sağlık Uzmanlarıyla Alışma) başlıklı ilk raporunu, bağlı bulunduğu federasyona teslim etti. Bu süreçteki en büyük gelişmelerden biri ise pratisyen doktorlar için düzenlenen kursların artık psişik tedavi konusunu da içermesi ve doktorların, kullandıkları tedavi unsurlarını bu yeni açıyla bütünleştirebilmeleri imkanıydı.
Paulina bu işte yalnız değil. Diğer bazı psişik tedavi uzmanları da geçici sürelerle pratisyen doktorların yanında çalışmalara katılmaktadırlar.
Paulina 1994 Kasım’ında bir sempozyum düzenleyerek genel değerlendirmeler ve çalışmaların geliştirilmesi gibi konuları tartışmak için bu insanları biraraya getirdi. Psişik tedavi uzmanları topluluğu, bu gelişmelerin çok daha ileri düzeylere taşınacağından ve çok daha geniş çaplı hizmetler verilebileceğinden emindirler.
İnsanların onlara gösterdiği saygı ve güven de her geçen gün artmaktadır. Yorkshire’lı bir psişik şifacı olan Lorraine Ham 1995 boyunca bu alanda büyük başarılara imza atmıştır. Kendisi şu an West Yorkshire’da resmi bir sağlık ünitesine bağlı tanınmış bir görevlidir. ‘Strange but True?’ (Garip ama Gerçek?) adlı programdaki gösterisinin ardından on binlerce kişi ondan yardım talebinde bulundu.
Bu alandaki çalışmalar yavaş ama istikrarlı bir şekilde delerken yeni ve şaşırtıcı iddiaların da ardı arkası kesilmiyor. Tedavilerinde hipnoterapi yöntemini kullanan Joe Keeton adlı bir psişik şifacı, kaza sonucu ayağının bir bölümünü kaybeden bir kadına, ayağının eksik parçasının yeniden çıkmasında yardım ettiğini iddia etmiştir. Cerrahlar bu olasılıktan şüpheleniyorlar ancak Keeton’ın çok açık bir cevabı var; kadının ayağının artık tamamen normal olması. Keeton, deniz yıldızı gibi hayvanların kopan yada kesilen parçalarının yenilenebildiğini hatırlatarak hücrelerdeki DNA aracılığıyla vücut parçalarının oluşumunu yöneten bir enerjinin olduğunu ve vücudun çalışmayan organları yenileyebilmesi için, zihnin bu enerjiyi harekete geçmeye zorlayabileceğini iddia etmektedir.
Elbette tıbbın böyle bir olasılığı kabul edebilmesi için bu iddianın çeşitli deneylerle test edilmesi gerekir ve bunun için belirli bir süreye ihtiyaç vardır. Standart tıbbi tedavinin hiçbir işe yaramayacağının düşünüldüğü bir zamanda, beyninde tümör olduğu teşhisi koyulan bir çocuğun babası, psişik tedaviyi yan bir unsur olarak kullanan tanınmış bir şifacıdan yardım istedi. Psişik, çocuğa büyük bir ordunun beynine girip düşmanı temizlediğini hayal etmesini söyleyerek bu sahneyi ona benimsetti.
Bu yöntemin ardındaki felsefe oldukça basittir. Psişik güç çocuğun zihninde benimsemesi kolay bir imaj yaratmıştır ve çocuğun bu imaj üzerinde konsantre olmasını sağlamıştır. Böylece vücudun doğal kaynaklarını harekete geçirerek çocuğun eski sağlığını kazanmasını sağlamaktadır.
Gerçekken de bir süre sonra beynindeki urdan eser kalmadığı, çocuk tekrar muayene olduğunda görülür. Ancak çocuğun doktoru, önceki beyin tümörü teşhisinin yanlış olabileceğini iddia etmiştir. Ne olursa olsun, normal tıbbi tedavinin yanında en azından çocuğun duruma daha iyimser bakmasını sağlayan psişik tedavinin, bazı çevreler tarafından kötü bir şeymiş gibi göstermeye çalışılmasını anlamak zordur.
PSİŞİK TEDAVİNİN GÖRÜNTÜLENMESİ
Eğer bu tür şaşırtıcı tedaviler mümkünse, modern teknolojinin bunları kanıtlayabilmesi gerekir. Böyle bir deneme 1994 Eylül’ünde Japonya’da yapıldı. Carol Everett adlı Devon’da yaşayan bir psişik şifacı, Profesör Yoşyo Maşi ile bir deneye katılabilmek için Tokyo’daki Denki Üniversitesine götürüldü. Carol’ın daha önce hiç görmediği bir kadın hasta getirilmişti ve ondan bu genç kadının rahatsızlığını psişik yollarla belirlemesi isteniyordu.
Carol bu hasta üzerinde tedavi uygulamasına başlamadan evvel o ve hastası, solunumlarını, kalp atış oranlarını, kan basınçlarını ve beyin dalgalarını ölçüp ekrana yansıtacak bilgisayarlara bağlandılar. Odaya ayrıca Carol’ın görüş alanı dışında, ısı görüntüleyici bir cihaz yerleştirilmişti ve profesörün çalışma grubu bu cihazın verilerini dikkatle takip ediyorlardı. Carol, kadının yumurtalıklarında bulunan bir uru doğru bir şekilde belirlemişti. Ardından 20 mm. genişliğindeki bu uru minimize etme çalışmasına başladı.
Deney ilerledikçe Carol’ın beyin aktivitelerinde belirgin bir artış kaydediliyordu. Sanki sol beyin küresi kapanmış, tüm enerji sağ beyin küresinin arka tarafında yoğunlaşmıştı. Beynin sol yarısı matematik, rasyonel ve analitik düşünce süreçlerini yönetirken sağ yarısı sezgisel, yaratıcı, görsel ve psişik deneyimleri kontrol eder. Ayrıca Carol’ın beyni, normalde yalnızca uykunun derin safhalarında ortaya çıkan alfa dalgaları yaymaktaydı.

 Carol Everett with Professor Machi
Carol Everett ve Profesör Yoşyo Maşi
Carol’da bu değişiklikler kaydedilirken, hastanın tarayıcıdaki görüntüsünde de önemli değişmeler farkediliyordu. Isı görüntüleyici cihaz, kadının yumurtalıklarındaki urun ısı yoğunluğunun gittikçe azaldığını, sonra urun bir nokta haline geldiğini ve en sonunda tamamen yok olduğunu gösterdi. Carol da tedavinin bitmiş olduğunu söyledi ve deneyde kullanılan multi-milyon paundluk teknolojik aletler de onun görüşünü onaylar gözüküyordu. Bundan bir ay sonraki tedaviler sonunda hastanın doktoru da tedavinin tamamen başarılı olduğunu onayladı.
Bu test belki de benzer kompleks cihazlar kullanılarak daha ileri düzeyde deneylerin yapılmasının yolunu açabilir.
Kaynak: Evrendeki Bilinmeyenler, Jenny Randles S: 104-113

Durdurulamaz Küresel Isınma Her 1,500 Yılda Bir Karşıt Bakış Aç



Harvard Crimson, Nobel ödüllü Al Gore’yi azarlayan şok edici bir başmakale yayınladıktan bir hafta sonra, Stanford Üniversitesi “Küresel Isınma Bir Efsane (Uydurma) mi?” başlıklı bir yemek düzenledi.
Stanford’un misafir konuşmacısı dünyaca ünlü küresel ısınma kuşkucusu S. Frederick Singer idi, eski uzay mühendisi ve hükümet bilim danışmanı.
Princeton Üniversitesi’nde Fizik bölümünde PhD ünvanı olan Singer uzay gelişmelerinde Başkan Eisenhower’un danışmadı idi, Virginia Üniversitesi’nde Çevre Bilimleri profesörü idi ve ‘Durdurulamaz Küresel Isınma: Her 1,500 Yılda Bir’in ortak – yazarıdır. Bu New York Times’ın en çok satanlarından olan kitapta, yazarlar Singer ve Avery küresel sıcaklıkların çoğunlukla veya tamamen doğal döngü nedeniyle yükselmekte olduğu kavramını sunuyor. Kayıtlı tarihin ikibinyılından alınan tarihi verileri doğal fiziksel kayıtlarla birlikte kullanarak, 1,500 yıllık doğal güneş lekesi manyetik dalgaları döngüsünün her zaman dünyanın iklimini kontrol ettiğini ve şu andaki ısınma eğilimindeki itici güç olduğunu savunuyorlar. İnsanın yarattığı karbon dioksitin dünyanın iklimi üzerinde çok az etkisi var.

1,500 yıllık döngünün 1980’nin başlangıcında keşfedildiğinden bu yana, bu ısınmanın genel karakteristikleri şunlarda yapılan ölçümler ile onaylandı: ağaç halkaları (canlı, korunmuş ve fosilleşmiş), polen, mercan, buzullar, sondaj delikleri, dikitler, ağaç hatları ve deniz sedimentleri. En son döngüler, döngünün soğuk kısmı sırasında göçlere zorlanma, açlık ve hastalık ve döngünün sıcak kısmında nüfus artışı, tarım alanlarının genişlemesi, daha çok ekin çeşidi ve ekstra binalar ile insan tarihinde kaydedildi.
1,500 yıllık döngünün nedenleri çok iyi anlaşılmadı, bu döngülerden 600’ü son milyon yılda saptandı. Bu, yazarların son 150 yılda döngünün sıcak aşamasına girdiğimizi kabul etmelerini sağlıyor. Bu, ayrıca eğer tipik sıcaklık aşaması yüksekliğine giriyorsak bir veya iki derece daha sıcak olabileceğini öne sürüyor.
Döngünün sıcak aşaması soğuk aşamasından tipik olarak daha düzenli olmasına rağmen, muntazaman zirveye erişip sonra düşmüyor, sıcak aşamanın başlangıcında aniden yükseliyor, sonra yüzlerce yıl oldukça düzensiz (ama tutarlı şekilde daha yüksek) sıcaklıklar takip ediyor.
Singer şu anda Dünya’nın deneyimlemekte olduğu ısınmanın tehlikeli olmadığını ve insanların bunu değiştiremeyeceğini açıkladı. Singer, Al Gore gibi küresel ısınma aktivistlerinin problemi dikkat çekmek için kullandığına inanıyor. Böyle aktivistlerin insanın – ürettiği sera gazlarının küresel ısınmaya katkı yaptığını göstermeye yakınlaşamadığını söyledi.
Singer dinleyicilere “eğer politikacılar gerçekten enerji kullanımını etkileyen bir değişiklik yapmak isteseler idi, benzin vergilerini artırırlardı” dedi, bu artış araba kullanımını azaltırdı. Singer bu tür vergilerin en çok düşük gelirli insanları vuracağına inanıyor. Singer rüzgar çiftliği endüstrisi gibi bir çok iş alanının küresel ısınma aldatmacasından para kazandığını iddia etti.

10.000 Yıllık Nükleer Savaş (Destanı) : Mahabharata



Onbin Yıllık Nükleer Savaş
“Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır.”
Dhammapada “Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır.”
Reader´s Digest “Mysteries of the Unexplained”
“Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi.” (Henri Michaux)

Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita”dır.
19. Yüzyıl´da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi.
Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985´de ilk kez Avignon´da sahneye koydukları “Mahabharata” adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; “…bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?… (Can Yayınları/Mahabharata-1991)” Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de tv dizisi haline getirmeyi başardı. Ama biz Türkiye´de bunları göremedik; aklı evvel film ithalatcılarımızla, tv yöneticilerimiz hayatlarında duymadıkları evrensel bir kültürü elbette ki algılayamadılar. Onların düzeyini “Yalan Rüzgarı” ile “Şaban” belirlemekte; yani bilinçsiz servetle, bilinçli cehaletin buluştuğu nokta…
Dünyalılarla uzaylılar mı savaştı?

Sanskritçe´de “maha” büyük ve herşeyin toplamı anlamına gelir; “bharata” ise komünyel bir isimdir veya bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün “insan” anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda “İnsanlığın Öyküsü” yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de, aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır.
Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri bir güçle kuşatırlar. Bunun üzerine zalim Salva, heryere gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek “yükselir” ve sayısız cesur Vrishni genciyle beraber tüm bir kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları dahi durdurmaktadır; silah için “savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz” tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır; roketler, misiller, mızraklar, çiviler, savaş baltaları, üç yüzlü oklar, alev püskürtücüler vb… Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Ne gece ne de gündüz vardır, zaman anlaşılamaz.
Radyoaktif ölümün reddedilmez tarifi;
Krishna´nın Salva´nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir; “Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütünları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu.” Ve sonra Saubha´nın görünmez olduğu anlatılır sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun “roketin” sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri “Danavalar” acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha “özel ateş silahı”nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha´yı ikiye böler, “kent” gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata´nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna´nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya´nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur “Yoksa artık ok yerine , ışın mı demeliyiz.”
Derken savaş alanına birden bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama gece olmamıştır, vahşi bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaktadır, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanmakta, dünya titremekte, korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, herşeyi yakmaktadır. Filler alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururken, diğer canlılar buruşarak yere düşmektedir, vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağmaktadır. Ve ateş fırtınasının yanısıra Gurkha´nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanısıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibidirler. Gurkha´nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana´sı vardır; Vrishni´lerin ve Andhaka´ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana´nın “demir şimşek” diye tanımlanan süper bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.
Nedir bu silahlar? Başka hiçbir mitolojide böyle bir tanım yoktur, yıldırımlar, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil; umudumuz zamanla öğrenmek. Destan´da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir? 1944 yılında Paris Üniversitesi Hint Uygarlığı Enstitüsü´den Emil Senart´ın özgün çevirisi olan “La Bhagavad-Gita” böyledir (Ruh ve Madde Yayınları-1995). Türkçe çevirinin önsözünde Ergün Arıkdal şöyle der; “… o halde insan kendisiyle, maddenin hakimiyeti ile savaşa hep devam etmelidir.” Galiba ikisi de doğrudur yani Mahabharata hem çok uzak geçmişte kaybolmuş bir uygarlığı ve belki de yaşanmış en büyük savaşı anlatmakta, hem de dev bir ruhsal öğretiyi içermektedir; bu öğreti Senart´ın tanımıyla “Rabb´in Ezgisi”dir.
Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita”dır.
Bilim ve Vimanalar
* “Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların veya göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer almaktadır. Kaynaklardaki farklılıklar dikkat çekecek kadar büyüktür, anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır. Taoist masallar sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçlar yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydüler, Tao rahipleri onlara ´Tüylü Rahipler-Yu Ke” diyorlardı; “fei tian” yani uçan ölümsüzler Çin mitolojisinin sayısız yerinde raslanır. Uçan araçlar belki de bir tür teknolojik araçlardırlar ama yönetenler acaba insan mıdırlar? İkinci Yüzyıl´da yazılmış, bir şiirde uçan dragonların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilmektedir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü vardır.
Bunlardan yola çıkarak olası kaynaklara giden ilginç ipuçlarına ulaşabiliriz. İşte bir araştırma sonucu; 11. Yüzyıl´da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan´da vardır; 7. Yüzyıl´dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir, bu araç mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart´ın 1985´de Berkeley Üniversitesi´nde yayınlanan ´The Prehistory of Flight´ adlı kitabının ´çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi´ bölümünde buluyoruz. Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir.” – Dr. Benjamin B. Olshin, “Mechanical Mythology: Private Descriptions of Flying Machines as Found in Early Chinese, Korean, Indian, and Other Texts”
* “Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan´daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan´daki, Kuzey ve Batı Hindistan´ın çöllerinde raslanmaktadır. Rama, “Aydınlanmış Rahip Kral” bu kentleri yönetiyordu. Rama´nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde “7 Rishi Kenti” olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara “Vimanalar” denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar´ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigar gibidirler… Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; ´Ahnihotra-vimana´nın iki motoru veya sistemi vardır, ´Elephant-vimana” ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, “Kral balıkçı”, “İbis” adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, bir atom savaşını bize anlatıyor! Kaynaklarda bir izolasyon veya tahrifat yoktur; savaşlarda fantastik silahlar, uçan araçlar kullanılmıştır.
Bunlara epik Hint destanlarında çok sık raslanır. Hatta Ay´daki bir savaşta yer alan “vimana-Vailix”den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata´da çok belirgindir; Mohenjo-Daro´daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tesbit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan´da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir.
Mahabarata´nın bir bölümü olan Dronaparva´da ve Ramayana´da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. ´Samar´ adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci ´Samaranganasutradhara´ adlı antik metinde Vimanalar´ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan´da ve Gobi Çölü´nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir.” – D. Hatcher Childress, “Ancient Indian Aircraft Technology-Anti-Gravity Handbook”
Ufoloji ve Vimanalar
* “Hindistan´ın Vedik edebiyatında Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır. Bunlar ikiye ayrılırlar; 1)İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar 2) Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar. İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatif askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana´larda tanımlanan UFO´ları anımsatan araçlardırlar. Vedik Evren Maya´nın ürünü veya bir hayaldir ya da evrensel bir sanal gerçeklik olarak düşünülebilir. Ana bilgisayarın görevi, “pradhana” adlı geleneksel enerjiyi sağlamaktır. Bu enerji Maha-Vişnu olarak bilinen ve sürekli genişleyip yayılan İlahi Güç tarafından harekete geçirilir yani Maha-Vişnu bir evrensel programcıdır. Aktif pradhana, enerjinin özel bir formu olarak oluşur ve kaba maddeye dönüştürülür. Şiva´nın eşi Uma (aynı zamanda Maya Devi olarak da bilinir), sanal enerjinin tanrıçası veya “yükleyici”sidir. Uma, Ana Tanrıça olarak da bilinir, kocası Şiva ise Hayallerin ve Teknoloji´nin Efendisi´dir, Şiva ile Mahabharata´da adı geçen Salva arasında doğal bir ilişki vardır, bu ilişkinin kökeninde Salva´nın bir Vimana´ya sahip olma gayreti ve Maya Danava´ya sahip olma arzusu vardır. O zaman, Hayallerin Efendisi olacak ve enerjiyi o üretecektir.” – Richard L. Thompson, “Alien Identities”
* “Vimanalar´ın yapısı akla UFO´ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung´un yorumunda UFO´ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklör, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların ardıllığındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık “zirve deneyimi” niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara raslanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz “bedensel parçalanma” olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, şamanların “ölüm-yeniden doğum” trans deneylerine çok benzemektedir.” – Alvin H. Lawson
* “Birkaç on yıl evvel batılılar tarafından Güney Hindistan´daki bir tapınakta bulunan antik Sanskrit metinlere göre, Vimanalar uçan tüm araçların en üst noktasıydılar.
İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988´de Bangalore´da yapılan Dünya Uzay Konferansı´nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları ´kötü ışınlar´dan koruyan ´Pinjula Mirror´ bir ´Görsel Ayna´ idi; ´Marika´ adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; “Araçlarda ´Somaka, Soundalike and Mourthwika´ adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı.” diyordu. Pinotti´ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti´nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür ´cıva iyonlu itici güç sistemi´ ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar´ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO´larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan´da unutulmuş bir uygarlık vardı.
Bu araştırmanın ve tartışmaların ışığında Hindu kökenli Sankritçe metinler daha iyi gözden geçirilmeli ve tanımlanan Vimana modelleri daha bilimsel bir incelemeye tabi tutulmalıdırlar.” – Nick Humphries, “UFO Guide”
* “Hindistan, Mysore´da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi´nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952´de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; ´Rukma, Sundara ve Shakuna´; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanısıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu.” – Brad Steiger, “Worlds Before Our Own”
Mahabharata ve Vimanalar
* “Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan´dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu.” – Ramayana Destanı
* “Salva´nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı´nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu.” – Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna
* “Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai´nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu.” – Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam
* “Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu.” – Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl´dan kalma bir Jain yazması)
* “Vata´nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor.” – Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)
* “Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva´yı görür… Oklar “ışınlar” Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler.” – Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3
İndus Uygarlığı
İndus uygarlığı dünyanın en eski ve en büyük uygarlığı kabul edilmektedir; Güney Asya´nın en uzun nehri olan İndus Irmağı çevresinde MÖ 3000-2500 arasında varolduğu belirlenmiştir ama bu tarih sadece uygarlığın varolduğu bir dönemin göstergesidir, İndus uygarlığının başlangıc dönemi bilinmemektedir. Yaklaşık 100 kent, kasaba ve köy kalıntısı bulunmuştur, kentlerin planlaması olağanüstüdür, hatta günümüz kent planlamacılığından daha düzgün olduğu söylenebilir. Ana binalar kentin ortasında bulunmakta, kanalizasyon sistemleri, büyük hamamlar ve su depoları en küçük köyde dahi görülmektedir.
Kent merkezlerinden eş sayıda düzenli bir dağılımla yayılan evler ve cadde kenarlarındaki dükkanlar, blok taşlarla döşeli çok düzgün caddelerle eşit olarak bölünmüştür. Tüm İndus kentlerindeki evlerin yapımında kullanılan tuğlaların eşit olarak üretilmiş olması bir diğer inanılması güç inşaat kültürünün göstergesidir. Harappa ve Mohenjo-Daro uygarlığın bilinen ana kentleridirler; Mohenjo-daro ırmağın batı kıyısında, Harappa ise Mohenjo-Daro´nun 640 km. kuzeydoğusundadır. Daha doğuda ise bir diğer önemli kent olan Kalibangan vardır. Ve tüm bölgede yüzün üstünde, ticaret merkezi, küçük limanlar ve balıkçı köyleri yer alır. Tüm yerleşim merkezlerinde aynı standart planın uygulanmış olduğunu görmek bir diğer şaşırtıcı olaydır; araştırmalar sonucunda İndus insanlarının pirinç, buğday ve yulaf ektikleri ve kümes hayvanları, buffalo, domuz, at, deve, fil kambur öküz ve köpek yetiştirdikleri belirlenmiştir. Bulunan resimli plakalarda, ayrıca gergedan, boğa, fil ve bilinmeyen üç başlı bir hayvan figürleri dikkat çeker, bu buluntuların üzerlerinde görülen diğer simgelerin anlamları şu ana kadar çözülememiştir. Ana tanrı büyük olasılıkla tüm vahşi hayvanların tanrısı olan Şiva (Pasupati)´dir. Araştırmalar, İndus inançlarının erken-Hinduizm şeklinde olduğunu göstermektedir.
Bu büyük uygarlığın MÖ 2. Yüzyıl´da çöktüğü sanılmaktadır ama nedenler belirsizdir; büyük savaşların olduğunu, doğal afetlerin yaşandığını gösteren bazı ipuçları bulunmuşsa da yeterli değildir ama en ilginci bölgede ve hatta Kuzey Hindistan´ın İndus dışındaki bazı başka yerlerinde kent kalıntılarının çok yüksek bir ısı altında erimiş gibi göründüğüdür. Fotoğraflarda gördüğünüz insan iskeletlerinin durumu (biri kadın, diğeri erkek), ölümün çok ani geldiğini kanıtlamaktadır; kadın elindeki eşyayı dahi hala tutmaktadır. Acaba binlerce yıl evvel ne olmuştu? Bu cevap şu anda yok, belki gelecekte öğreneceğiz…

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)