bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


17 Haziran 2018 Pazar

Mitolojiden Gerçeğe Doğru: Atlantis Efsanesi



Bugün Atlantis, şairler, romantikler, hayalperestler için yitirilmiş bir cennet, keşfedilmemiş bir El Dorado, mükemmel bir ütopya… Yarın bilimin konusu olacak mı?
Keşfedilmemiş El Dorado
Atlantis efsanesi, tarih bo­yunca meydana gelen değişikliklerden fazla etki­lenmedi. Platon, doğumundan 9000 yıl önce var olmuş ve yanardağ patlamasıyla suya gömül­müş Atlantis’i zengin biçimde betimlemişti. O zamandan beri, Atlantis uygarlığı pek çok yazarın, şairin, ressa­mın ve bilim adamı­nın hayallerini süsle­di. Atlantis’in gerçek bir ülke olduğunu öne süren 70’ten faz­la kitap var. Bunların arasında, 17. yüz­yılda yaşamış İngiliz filozof Francis Bacon’ın Yeni Atlantis adlı kitabını özellikle anmak gerekiyor. Bacon, Atlantis’i Kuzey ve Güney Amerika ile ilişkilendirmişti.

Ele Geçirilemeyen Efsane: Oak Adası Hazinesi


Orada olduğu biliniyor fakat çıkarılamıyor
1795 yılında Kanada’da Oak Adası’nda gömülü bir hazinenin bulunduğu söylentisi duyuldu. O günden beri define avcıları, hazineyi bulmak için yaşamlarını ve servetlerini harcadılar. Aşağıda, sarfedilen çabaları ve definenin neden bulunamadığı anlatılıyor.
1795 Yılının bir yaz günü, Daniel McGinnis adlı 16 yaşında bir delikanlı, Mahone Körfezi’ni kanosuyla geçiyordu. McGinnis, Nova Scotia’nın güney kıyısındaki Mahone Körfezi’nde bir adada kıyıya çıktı. Körfezin güneydoğu kıyısı açıklarındaki bu adayı neden seçtiğini kendisi de bilmiyordu. Çünkü, yakında başka adalar da vardı. Belki de, McGinnis adanın farklılığından etkilenmişti. Oak (Meşe) Adası, adını, tüm adayı kaplayan sık kızıl meşe ormanından almıştı.

14 Haziran 2018 Perşembe

Evren Balon Şeklinde Mi?



Çoklu Evren Teorisi Test Ediliyor.
Perimeter Ortaklığı Fakültesi’nden Matthew Johnson ve diğer bilim insanları çoklu evren teoreminin hipotezini bilimsel açıdan test edilebilir bir dünyaya taşımaya çalışıyor.
Büyük patlamadan önce her şey sadece vakumdu. Vakum karanlık enerji adı verilen bir genişleme alanıyla (Higgs alanı) kaplandı. Sanki bir demlikteki suyun buharlaşırken kabarcıklar çıkarması gibi balonlara ayrıldı. Her balon bir diğer enerjisi az olan vakumu içerdi ve halen hiçlikte değildi. Bu enerji nedeniyle balonlar genişlemeye başladı. Sonunda kaçınılmaz olarak bazı balonlar birbirlerine çarpmaya başladı. Bu arada ikinci bir balonun üretilme ihtimali var.
Bu balonlar birbirinden ayrı ve seyrekte olabilir ya da aynı bir köpükteki gibi birbirine yakında olabilir. İşte bu balonları her birinin bir evren olduğunu düşünün. Bu resmi canlandırdığınızda sanki köpüklü bir evrenler denizi ortaya çıkıyor. İşte bizim evrenimizin bu evrenlerden sadece biri. Çoklu evren hipotezinde ceviz kabuğundaki kabarcıklar gibi… Aslında hiç de kötü hikaye değil. Bilim insanları fiziksel açıdan motive olarak evrenin düşündüğümüzün aksine kozmik bir genişlemeden ibaret olmadığını destekliyor. Kozmik şişme ya da genişleme halen evrensel olarak kabul edilmiyor ve çoğu döngüsel evren modeli bu fikre aykırı. Her şeye rağmen genişleme evrenin erken gelişimine dair bazı gözlemsel kanıtlarla desteklenen birinci teori. Genişleme evrenin büyük patlamadan hemen sonra hızlı bir şekilde genişlediğini, o kadar hızlı ki, saniyenin trilyonda birinin trilyonda birinden trilyonda birinde uzayın bir nanometreden çeyrek milyar ışık yılı uzağa genişlediğini iddia ediyor.
Bu inanılmaz fikir diğer astrofiziksel gözlemlere dair bilinmezleri çözebilir. Şişmenin şişme alanı yani vakum enerjisinden güç aldığı düşünülüyor. İşte bir şişme alanı hikayesini kabul ederseniz her şeyin başlangıçta vakum olduğu fikrine takılıyorsunuz. İşte genişleme (şişme) teorisinde çoklu evrenlerin yaratılmış olması fikri tartışmaları başlatılıyor. Çoklu evren teorisinin destekçileri genişleme teorisine mantıklı bir fikir getirebilirler. Yine de bunun fizik değil metafizik olduğunu iddia eden alaycılar mevcut. Çünkü bilimsel açıdan halen test edilemiyor. Fizik bilimi toplanan veriler sayesinde anlam kazanıyor.


İşte burada Matthew Johnson ve küçük ekibi çoklu evren teorisi bilimsel açıdan test etmek için yola koyuldu. “Tüm araştırma programımız çoklu evrenlerle ilgili. Biz  test edilebilir tahminlerden oluşan bir resim oluşturmak istiyoruz. Sonrasında dışarıda arayabileceğiz” diyor Matthew Johnson. Johnson özellikle kabarcık evrenlerinin diğerleriyle çarpışmasına ilişkin spesifik kanıtlar bulmaya çalışıyor. Basamakları şöyle açıklıyor: “Bütün evrenin simüle ediyoruz. Çoklu evren iki kabarcıkla başlıyoruz, sonra bu kabarcıklar bilgisayarda çarpıştırılıyor ve sonrasında farklı yerlere yerleştirdiğimiz gözlemcilere oradan nasıl göründüğünü soruyoruz”. Tüm evreni simüle etmek ya da birden çok evreni simüle etmek oldukça zor,  fakat görünüyor ki yine de çok zor değil. “Evreni simüle etmek kolay,” diyor Johnson. Simülasyonlar her atomu, her yıldızı veya her galaksiyi içermiyor aslında her şeyi açıklamıyor. “ Biz sadece en büyük boyutta olan cisimleri simüle ediyoruz.
Tek ihtiyacımız çekimden dolayı bu kabarcıkları kabartacak cisimlere ihtiyacımız var. İşte bu aşamada çoklu evrenin favori modelini kullanıyorsunuz, bilgisayara sadece ne gördüğünü sormak kalıyor,” diyor Johnson. Bu bilgisayar simülasyon programları açısından küçük bir adım ama çoklu evren kozmolojisi açısından büyük bir adım. İşte test edilebilirlik sayesinde çoklu evren modeli hayal ile gerçek bilim arasındaki sınırı geçilebilecek. Johnson’ın belirttiğine göre,  programımız şu an belli çoklu evren modellerini eleyebiliyor:” “Şu an bazı modellerin belirtilerini görmemiz gerekir ama bunları göremiyoruz. Bu nedenle bunları eledik,” Örneğin; bir kabarcık evreninin diğeriyle çarpışması “gökyüzündeki disk” kozmik mikrodalgada dairesel bir ezik oluşturmalı. İşte bu tarzdan bir disk önemli çarpışmanın oluşma olasılığı oldukça düşük olduğundan bu gibi çarpışma tabanlı modeller daha zor. Aynı zamanda ekip bu gibi balon çarpışmalarına dair diğer kanıtları da aramaya devam ediyor. Ekip ilk kez araştırmalarında gözlenebilir test edilebilir kanıtları sergileyerek çoklu evrenler üzerine ilginç bir çalışmaya imza atıyor.

Kaynak: Gerçek Bilim

Psişik Tedavi


Doktorlar hastaları yüzyıllardır fiziksel ve psişik (Ruhsal) ilaç ve tedavilerin yardımıyla iyileştirmişlerdir. Ancak modern çağda batı medeniyetinin büyük bir kısmı tedavinin ruhsal boyutuna gösterdiği ilgiyi azaltmıştır. Aslında tüm iyileşmelerde mutlaka bir oranda ruhsal iyileşme söz konusu olsa da, iyileşme sürecinde zihnin işlevine verilen önem gittikçe azalmıştır. Bunun görünürdeki en büyük sebebi, batı medeniyetinin hastalıklarla fiziksel mücadelede çok ileri aşamalara gelip pek çok hastalığı etkisiz hale getirmesidir.
Tıp ne kadar gelişirse gelişsin, tedavilerde hastanın kendi durumuna bakış açısı önemini asla yitirmez. En basitinden psikosomatik rahatsızlıkların tedavisinde hastanın iradesinin ne denli önemli olduğu, ilgili tüm uzmanlarca kabul edilmektedir. Kişinin hastalığa karşı mücadeleye hazır olması ve iyileşeceğine olan inancı, bu mücadelenin kazanılmasına ve iyileşmenin süresine çok büyük oranda etki eder. Zihnin madde üzerindeki egemenliğinin iyileşme yeteneğini güçlendireceğini muhtemelen bütün doktorlar kabul etmeyeceklerdir. Ancak tedavileri günümüzdeki imkanlarla çok zor hatta imkansız olan kanser türlerine yakalanan kişilerin kaderlerine boyun eğmeyip hastalıkla mücadele etme ve onu yenebilme kabiliyetlerine samimi olarak inandıklarında, umulandan çok daha uzun yaşadıklarını ve hatta hastalığı tamamen yendiklerini gösteren pek çok örnek vardır.


Psişik iyileştirme uzmanları yaptıkları şeyin, hastaların kendi kendilerini iyileştirmelerine yardım etmekten ibaret olduğunu söylemektedirler. Bunun yanında bazı durumlarda hastaya enerji transferi de söz konusu olabilir. Enerji transferi konusu, etkenlilikleri kanıtlanmış olan bazı alternatif tedavi yöntemlerinin de temelini teşkil etmektedir. Örneğin kristallerden yayılan ve iyileştirici etkileri olan bazı enerjilerle tedavi, new age akımı taraftarları arasında oldukça popülerdir. Her ne kadar bazı bilim çevreleri bu yöntemi sahte olarak nitelese de, kristal yapılı kayaçlar tarafından üretilen doğal enerji türlerinin insan sağlığı için pozitif yönde çok etkili bir şekilde kullanılabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.
GEÇMİŞE BAKIŞ
Profesör Stanley Krippner, şamanizm konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biridir. Sibirya’dan Afrika’nın Zulu köylerine kadar dünyanın pek çok yerinde şifa dağıtan bu insanları kendi doğal ortamlarında ziyaret etmiş ve nereye giderse gitsin bu insanlar arasında büyük benzerlikler olduğunu görmüştür.
Kökleri bundan elli bin yıl öncesine uzanan şamanlar, dünyanın en eski doktorlarıdır ve bugün dünyanın çeşitli yerlerinde her zamanki kadar saygı görüyorlar. Şamanlar iki gerçekliğe inanırlar; fiziksel dünya ve zihinsel dünya. Ancak batılı kültürlerdeki gibi bunlardan birine diğerinden daha fazla önem vermezler. Onlara göre hayal gücü günah değil, Tanrı’nın bir hediyesidir. Şamanlar fiziksel alemi de zihinsel alemi de gerçek olarak benimserler ve kendilerini bu iki alem arasında gidip gelmek, yani iletişim kurmak için seçilmiş kişiler olarak görürler. Bu açıdan onları spiritualist medyumlara benzetmek mümkündür.
Bir günümüz şamanı olan Margeret Umlazi, şaman olmadan önce bir Afrika kabilesine kabul edilmiş ve bu kabilede yaşamaya başlamıştı. Margeret eğitim döneminde, muhtemelen sara hastalığından kaynaklanan kriz nöbetleri yaşadığını anlatmaktadır. Kabile büyükleri ise onu hemen tedavi etmeye başlamadan önce rüyalarını sordular.

Profesör Stanley Krippner
Margeret da rüyalarında sık sık dev bir yılan tarafından derin bir gölün içine çekildiğini ve suyun altında da nefes alabildiğini farkettiğini anlattı. Kabile büyükleri, bu rüyaların büyük bir sembolizm taşıdığını, dev yılanın onun bilinçaltı korkularını ve derin gölün de gizemler dünyasını temsil ettiğini ve gölün içinde de nefes alabildiğine göre bu aleme artık ilk adımlarını atabileceğini söyleyip onu bir şaman olarak yetiştirmeye başladılar. Ancak o zamana kadar bir hristiyan olarak yetiştirilmiş olan Margeret için şamanlık fikrini benimsemek hiçte kolay görünmüyordu. Tabii ki Hz. İsa’nın da bir şifacı olduğunu ve bu yeteneğini sıkça kullandığını öğrenene kadar.
Şamanlar şifacılıkta pek çok yardırma teknik kullanagelmişlerdir. Örneğin şifalı otlar ve çeşitli bitkiler hem tedavilerde, hem de rüyaları, DDA’yı ve ruhsal bilinçliliği arttırmada yardımcı birer unsur olarak sıkça kullanılmıştır. Şamanlar gördükleri vizyonlarda ve bedendışı deneyimlerde, tedavi edecekleri kişilerin rahatsızlıkları hakkında pek çok bilgi edinirler. Onların tedavisi, zihnin ve bedenin aynı şey olduğu temeline dayalı bütüncül bir tedavidir.
Tüm bu yaklaşımların günümüz toplumundaki bazı ruhsal tedavi çalışmalarında kabul edildiğini ve uygulanmaya çalışıldığını görmek çok hoş. Aslında öyle görünüyor ki, sanki bu bilgiler insan bilincinde doğuştan beri vardı ve teknolojinin gelişimi bu bilgileri toplumun kolektif bilincinden tamamen silmeyi başaramadı. İnsanlar genellikle psişik bilgileri ya küçümser, ya da gazete ve dergilerdeki sansasyonel haberlere indirgerler. Psişik tedavi tarihi ise bu bilgilerin varlığımızın en derin noktalarıyla ilgili olduğunu öğretmektedir.
BÖYLE BİR DENEYİMİ YAŞAMAK
Pek çok insanda psişik tedavi potansiyeli vardır. Aktör Bill Waddington bir keresinde bana ikinci dünya savaşı sırasında askerlere moral vermek için düzenlenen gösterilere katılırken, yaralı ya da savaş şokunu yaşayan kişilere gerçekten de yardım edebildiğini anlatmıştı.
Bill, bir defasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği bir zamanda bir tank birliğini ziyaret ettiğini ve yaptığı gösteri sırasında askerlerin gevşemeye başladıklarını, ardından ise sanki kendi pozitif enerjisini kullanarak onların negatif enerjilerini emen bir sünger görevi gördüğünü hissettiğini söylüyordu.

Kendisi aynı zamanda insanların ve pek çok hayvanın duygusal sıkıntılarını hissedebilmektedir. Bu özellik belki de psişik şifacılığın anahtar unsurudur. Matthew Manning, ailesinin Cambridge’deki iki yüz yıllık evlerinde, kendisinin odak olduğu bazı poltergeist etkiler yaşanırken ünlü bir psişik (Gizemli zihinsel yeteneklere sahip kişi) olmuştu. 1970’de yaşanan bu olay sırasında yalnızca on beş yaşında olan Manning, dört yıl sonra Uri Geller stili kaşık eğme ve ölmüş ünlü ressamların stilinde, trans halinde resimler çizme türü çalışmaları da içeren parti oyunlarıyla tüm dünyada tanınır hale geldi.
Bununla birlikte Manning bir süre sonra bu parti eğlencelerinden sıkılmaya başladı ve yeteneklerini çelik kaşık eğmekten daha faydalı işler için kullanması gerektiğini hissetti. Böylelikle eski uğraşılarını bırakarak zamanını kanser hücrelerinin yok edilmesi için zihinsel çalışmalar yapma konusuna ayırmaya başladı. Kobay hayvanlar üzerindeki ilk başarılarının ardından gerçek hastalarla ilgilenmeye başladı. Kendisi şu anda dünyanın en başarılı ve en çok aranan psişik şifacılarından biridir. Manning, yeteneklerini işe yarar alanlarda kullanma kararının hayatındaki en büyük kararlarından biri olduğunu hissetmektedir.

Matthew Manning
Bugünlerde modern tıbbın çaresiz kaldığı ya da insanların ilaç ve ameliyatların yan etkilerine razı olamadıkları durumlarda, alternatif tedavi türlerine rağbet oldukça artmaktadır. Bu şartlardaki pek çok hasta, dünyanın çeşitli yerlerinde ilgili kuruluşlara bağlı olarak çalışan Manning gibi psişik tedavi uzmanlarına başvurmaktadır.
Çoğu psişik tedavici, standart tıbbi tedavilerden ümidin kesilmesini tavsiye etmez. Ayrıca kendi uyguladıkları tedavilerin de tamamen başarısız olabileceği yada kısmi bir başarının sağlanabileceği ihtimallerini en başından belirtirler. M. Manning’e göre tedavide hastanın beklentisi sonuca etki etmez. Buna kanıt olarak ta, bu tedavi türüne tamamen şüpheli yaklaşan bazı kişilere uyguladığı başarılı tedavileri göstermektedir. Bununla birlikte psişik tedavi uzmanlarının hemen hepsi hastanın tedavi edilme arzusunun sonuca pozitif bir etki yaptığını düşünmektedirler. Şamanlar da zihnin tedavide büyük bir faktör olduğunu vurgulamaktadırlar.
PSİŞİK TEDAVİYİ ARAŞTIRMAK
Kendinizi psişik iyileştirme konusunda geliştirmenizin en iyi metodlarından biri sessiz ve hareketsiz bir ortamda rahatlayarak topraktan enerjinin yükselip içinize dolduğunu hayal etmeniz ve bunun üzerinde konsantre olmanızdır. Bu yöntemi ‘imgeleme’ olarak adlandırabiliriz. Bir deneme yapmak için ailenizde basit bir yaralanma geçiren, örneğin parmağında küçük bir kesik olan bir ferdin yanına gidip elinizi yaralı bölge üzerine yakınlaştırın. Artık vücudunuza doldurduğunuz enerjiyi kullanmanızın vakti gelmiştir.
Tabii başarınızı ölçmek ve arttırmak için pek çok pratik yapmanız gerekecektir. Eğer bu tedavi şekli, vücudun kendi kendini iyileştirme sürecinden daha çabuk sonuç veriyorsa burada basandan söz edilebilir.
Fizikçi Dr. Lawrence Le Shan kendi laboratuvarında psişik tedaviyi öğrendikten sonra uzaktan tedavi çalışmaları için testler yapmaya başlamıştır. Bu örneklerden birinde Dr. Le Shan’dan millerce uzaktaki bir hastayı psişik yollarla tedavi etmesi istendi. Dr. Le Shan teklifi kabul etti ve bir zaman belirlendi. Bir süre sonra hastanın doktoru Dr. Le Shan’ı arayarak hastanın hızla iyileşmekte olduğunu ve bir süre önce gerekli olduğu düşünülen ameliyata artık gerek kalmadığını haber verdi. Hastanın doktoru bu tedavi türünü tıp literatürüne geçirmeli miydi?
Dr. Lawrence’ın buna cevabı ‘kesinlikle hayır!’dı. Neden mi?
Çünkü Dr. Lawrance tedavi çalışmasının yapılacağı gün deneyi tamamen unutmuştu ve önceden ayarlanan saatte kesinlikle uzaktan tedavi ile ilgilenmiyordu!
Açıkça görülüyor ki bu gibi bazı olaylarda hastalar kendi kendilerini iyileştiriyorlar.

GÜNÜMÜZDE DURUM
Günümüzde psişik şifacıların toplumda kabul görmeleri adına önemli gelişmeler yaşanmaktadır, örneğin İngiltere Ulusal Sağlık Servisi (Britain’s National Health Service) kadrosunda psişik tedavi uzmanları da bulunduruluyor ve vatandaşlar onlardan yararlanabiliyor. Bir başka gelişme ise Paulina Baume adlı bir psişik şifacının 1994 başlarında Coventery Health Authority’ ye bağlı maaşlı bir NHS (National Health Service) danışmanı olarak işe başlamasıydı. Aynı zamanda ‘Ulusal Psişik Tedavi Uzmanları Federasyonu’nun başkan yardımcısı olarak görev yapan Baume bu gelişmeyi, psişik şifacıların tanınması açısından önemli bir adım olarak görmektedir.
Paulina’nın birincil görevlerinden biri, insanların, hastalıklarıyla yüzleşebilmelerine yardım etmeye çalışmaktır. Ona göre hastaların ruhsal bir bütünlük hissetmelerini sağlamak ise işinin en önemli yönüdür.
Paulina 1994 Ağustos’unda ‘Working with Health Care Professionals’ (Sağlık Uzmanlarıyla Alışma) başlıklı ilk raporunu, bağlı bulunduğu federasyona teslim etti. Bu süreçteki en büyük gelişmelerden biri ise pratisyen doktorlar için düzenlenen kursların artık psişik tedavi konusunu da içermesi ve doktorların, kullandıkları tedavi unsurlarını bu yeni açıyla bütünleştirebilmeleri imkanıydı.
Paulina bu işte yalnız değil. Diğer bazı psişik tedavi uzmanları da geçici sürelerle pratisyen doktorların yanında çalışmalara katılmaktadırlar.
Paulina 1994 Kasım’ında bir sempozyum düzenleyerek genel değerlendirmeler ve çalışmaların geliştirilmesi gibi konuları tartışmak için bu insanları biraraya getirdi. Psişik tedavi uzmanları topluluğu, bu gelişmelerin çok daha ileri düzeylere taşınacağından ve çok daha geniş çaplı hizmetler verilebileceğinden emindirler.
İnsanların onlara gösterdiği saygı ve güven de her geçen gün artmaktadır. Yorkshire’lı bir psişik şifacı olan Lorraine Ham 1995 boyunca bu alanda büyük başarılara imza atmıştır. Kendisi şu an West Yorkshire’da resmi bir sağlık ünitesine bağlı tanınmış bir görevlidir. ‘Strange but True?’ (Garip ama Gerçek?) adlı programdaki gösterisinin ardından on binlerce kişi ondan yardım talebinde bulundu.
Bu alandaki çalışmalar yavaş ama istikrarlı bir şekilde delerken yeni ve şaşırtıcı iddiaların da ardı arkası kesilmiyor. Tedavilerinde hipnoterapi yöntemini kullanan Joe Keeton adlı bir psişik şifacı, kaza sonucu ayağının bir bölümünü kaybeden bir kadına, ayağının eksik parçasının yeniden çıkmasında yardım ettiğini iddia etmiştir. Cerrahlar bu olasılıktan şüpheleniyorlar ancak Keeton’ın çok açık bir cevabı var; kadının ayağının artık tamamen normal olması. Keeton, deniz yıldızı gibi hayvanların kopan yada kesilen parçalarının yenilenebildiğini hatırlatarak hücrelerdeki DNA aracılığıyla vücut parçalarının oluşumunu yöneten bir enerjinin olduğunu ve vücudun çalışmayan organları yenileyebilmesi için, zihnin bu enerjiyi harekete geçmeye zorlayabileceğini iddia etmektedir.
Elbette tıbbın böyle bir olasılığı kabul edebilmesi için bu iddianın çeşitli deneylerle test edilmesi gerekir ve bunun için belirli bir süreye ihtiyaç vardır. Standart tıbbi tedavinin hiçbir işe yaramayacağının düşünüldüğü bir zamanda, beyninde tümör olduğu teşhisi koyulan bir çocuğun babası, psişik tedaviyi yan bir unsur olarak kullanan tanınmış bir şifacıdan yardım istedi. Psişik, çocuğa büyük bir ordunun beynine girip düşmanı temizlediğini hayal etmesini söyleyerek bu sahneyi ona benimsetti.
Bu yöntemin ardındaki felsefe oldukça basittir. Psişik güç çocuğun zihninde benimsemesi kolay bir imaj yaratmıştır ve çocuğun bu imaj üzerinde konsantre olmasını sağlamıştır. Böylece vücudun doğal kaynaklarını harekete geçirerek çocuğun eski sağlığını kazanmasını sağlamaktadır.
Gerçekken de bir süre sonra beynindeki urdan eser kalmadığı, çocuk tekrar muayene olduğunda görülür. Ancak çocuğun doktoru, önceki beyin tümörü teşhisinin yanlış olabileceğini iddia etmiştir. Ne olursa olsun, normal tıbbi tedavinin yanında en azından çocuğun duruma daha iyimser bakmasını sağlayan psişik tedavinin, bazı çevreler tarafından kötü bir şeymiş gibi göstermeye çalışılmasını anlamak zordur.
PSİŞİK TEDAVİNİN GÖRÜNTÜLENMESİ
Eğer bu tür şaşırtıcı tedaviler mümkünse, modern teknolojinin bunları kanıtlayabilmesi gerekir. Böyle bir deneme 1994 Eylül’ünde Japonya’da yapıldı. Carol Everett adlı Devon’da yaşayan bir psişik şifacı, Profesör Yoşyo Maşi ile bir deneye katılabilmek için Tokyo’daki Denki Üniversitesine götürüldü. Carol’ın daha önce hiç görmediği bir kadın hasta getirilmişti ve ondan bu genç kadının rahatsızlığını psişik yollarla belirlemesi isteniyordu.
Carol bu hasta üzerinde tedavi uygulamasına başlamadan evvel o ve hastası, solunumlarını, kalp atış oranlarını, kan basınçlarını ve beyin dalgalarını ölçüp ekrana yansıtacak bilgisayarlara bağlandılar. Odaya ayrıca Carol’ın görüş alanı dışında, ısı görüntüleyici bir cihaz yerleştirilmişti ve profesörün çalışma grubu bu cihazın verilerini dikkatle takip ediyorlardı. Carol, kadının yumurtalıklarında bulunan bir uru doğru bir şekilde belirlemişti. Ardından 20 mm. genişliğindeki bu uru minimize etme çalışmasına başladı.
Deney ilerledikçe Carol’ın beyin aktivitelerinde belirgin bir artış kaydediliyordu. Sanki sol beyin küresi kapanmış, tüm enerji sağ beyin küresinin arka tarafında yoğunlaşmıştı. Beynin sol yarısı matematik, rasyonel ve analitik düşünce süreçlerini yönetirken sağ yarısı sezgisel, yaratıcı, görsel ve psişik deneyimleri kontrol eder. Ayrıca Carol’ın beyni, normalde yalnızca uykunun derin safhalarında ortaya çıkan alfa dalgaları yaymaktaydı.

Carol Everett ve Profesör Yoşyo Maşi
Carol’da bu değişiklikler kaydedilirken, hastanın tarayıcıdaki görüntüsünde de önemli değişmeler farkediliyordu. Isı görüntüleyici cihaz, kadının yumurtalıklarındaki urun ısı yoğunluğunun gittikçe azaldığını, sonra urun bir nokta haline geldiğini ve en sonunda tamamen yok olduğunu gösterdi. Carol da tedavinin bitmiş olduğunu söyledi ve deneyde kullanılan multi-milyon paundluk teknolojik aletler de onun görüşünü onaylar gözüküyordu. Bundan bir ay sonraki tedaviler sonunda hastanın doktoru da tedavinin tamamen başarılı olduğunu onayladı.
Bu test belki de benzer kompleks cihazlar kullanılarak daha ileri düzeyde deneylerin yapılmasının yolunu açabilir.
Kaynak: Evrendeki Bilinmeyenler, Jenny Randles S: 104-113

12 Haziran 2018 Salı

Dünyayı Sarsan Salgın Hastalıklar


Veba, kızıl, çiçek, kolera gibi salgın hastalıklar ve onlara eşlik eden kıtlık ve kuraklıklar, tarih boyunca milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu. Yenilmez denen orduları durdurdu. Ekonomik, siyasal ve demografik sonuçlarıyla yeryüzü haritasının yeniden çizilmesinde önemli roller üstlendi ve üstlenmeye devam ediyor.
Bir Fransız düşünür, salgın hastalıklar konusunda şunu söylemişti: “Hepimiz salgın hastalıkların çocuğuyuz…”
Gerçekten de insanlık tarihi içinde salgın hastalıkların rolü çok belirleyici. Zaman zaman imparatorlukları çökertmiş, ordu­ları kırmış, yaşam ve sevme bi­çimlerini değiştirmişti. Büyük politik dönüşümlere, coğrafi ve demografik oynamalara yol aç­mıştı. Çiçek hastalığı Yeni Dünya’yı öylesine kırıp geçirmişti ki, çalıştırılacak emek gücü için bu kıtaya milyonlarca Afrikalı köle taşınmıştı.
Veba, Avrupa’da fe­odal beylerin ve kilisenin ikti­darını sarsmış, kapitalizmin ve reform hareketinin doğmasına neden olmuştu, ölümcül salgın­ların tarih yapan gücünü unut­mak ya da görmezlikten gelmek gerçek anlamda bir hata. İnsan nüfusu çığ gibi büyüdükçe, in­sanlar tarihin kaydettiğinden çok daha fazla mikrobu ayaklandırıp günümüzde de harekete geçiriyor. AIDS ve SARS gibi…


Sanata düşen “Kara Ölüm”… İtalyan heykeltıraş Gaetano Guilo Zumbo’nun (1656-1701)“ Veba – Zamanın Zaferi ve Bedenlerin Çürümesi” üçlemesinden “Zamanın Zaferi” adlı çalışması. Vebayı anlatan bu yapıt Floransa’daki Specola Müzesi’nde sergileniyor.
Salgın hastalıkların tarihi, insanoğlunun toprağı işlemeye başla­masıyla eşzamanlı. Vahşi toprak­ların yok edilmesi,  fareleri, sıçan­ları, keneleri, pireleri ve sivrisi­nekleri insanlara daha yakın yaşa­maya zorluyordu. Bu hayvanlar beraberlerinde veba, tularemi, ti­füs ve sıtma gibi sürprizleri de ge­tirdiler. Ayrıca yüzbinlerce insa­nın yaşadığı kentler ortaya çıktık­ça, toplu ölümler de yaygınlaştı. Bu, o tarihte o kadar olağan bir du­rumdu ki, Sümerler, Mısırlılar ve İsrailliler salgınların tanrılarca ya­yıldığına inanıyorlardı. Atalarımız toplu ölümlerin mantığını uzun sü­re anlayamadılar. Olayın niteliğini ilk kavrayan kişi Yunanlı hekim Hipokrates’ti. O, çevre güçlerine “hava, su ve yer” adını vermişti. Bu etkenlerin herhangi birindeki ani bir değişikliğin salgınlara yol açtığını söylüyordu.
İnsanoğlunun karşılaştığı en çe­tin salgınların başında “kara ölüm” adı verilen veba geliyordu.

Ekolojik Bir Felaket
1966 yılında ABD Atom Ener­jisi Komisyonu, muhtemel bir nükleer savaşın sonuçlarını saptamak için, 1348 yılında Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınını ince­leyen 30 sayfalık bir rapor hazır­ladı. Bu salgın, o tarihte 30 mil­yon köylüyü ya da Avrupa nüfu­sunun üçte birini öldürdüğü için seçilmişti. Vebanın bir nükleer fe­laketten tek farkı, mala zarar ver­memesiydi.
Tarihçiler her ne kadar Hititlerde, Mezopotamya’da ve Çin’de de benzer bir hastalığa rastlandığını söyleseler de, resmi olarak veba salgınının ilk kez M.Ö. 430’da Atina’da görüldüğü ve iki yıl boyunca kenti kırıp geçirdiği belirtiliyor. Daha sonra hastalık Bizans döneminde İstanbul’da yeniden hortladı. Ancak gerçek anlamda veba salgınlarının başlangıç tarihi 1300’1er. Veba hasta­lığına yol açan “Yersina Pestis” isimli bakterinin anavatanı Moğol bozkırları. 1330’lardaki aşırı sıcaklar, Asya çöllerinde yaşayan pireleri ve kemirgen hayvanları Moğol bozkırlarına doğru sürmüştü. Mideleri veba bakterisiyle dolu pireler Moğol atlılarının sırtında Asya ve Avrupa’yı dolaşmaya başladı.
Veba Avrupa’ya, Kırım’ın tica­ret kenti Kaffa’nın Moğollar tara­fından kuşatılması sırasında kent­te yaşayan Cenevizliler tarafından taşındı. Bakteri, her ortaçağ evin­de bolca bulunan kara sıçanlarla pirelere kolaylıkla yerleşti. Ayrı­ca Avrupa’da o tarihte salgının yayılmasını kolaylaştıran bazı ko­şullar da oluşmuştu. Ilık iklim ko­şulları köylüleri daha çok ürün üretmeye ve köylü nüfusunu artır­maya başlamıştı.
Bu durum, iyi beslenen 25 milyonluk Avrupa nüfusunu birdenbire kötü besle­nen 75 milyona çıkarmıştı. Kısa­cası veba salgını için ideal bir or­tam vardı. 1300’lerde başlayan salgınlar, 1720 tarihine kadar 2 ya da 20 yılda bir yenilenerek ürkü­tücü bir simetriye ulaştı. Bu sal­gınlar Avrupa’nın ekonomik, si­yasal ve kültürel çehresini tama­men değiştirdi. İlk darbeyi yiyen kurum feodalizm oldu. Toplu köylü ölümleri emek kıtlığına yol açtı ve korkuya ka­pılan toprak sahipleri ücretli köylü sistemi­ne dönmek zorunda kaldılar. Öte yandan, efendilerinden umut kesen köylü­ler toplu halde ayaklanmaya baş­ladılar. Ücretli emeğin yaygınlaş­ması kapitalizme geçişin altyapı­sını oluşturuyordu. Ayrıca veba salgınları sırasında tüccarlar seya­hat özgürlüğünün önemini daha iyi anladılar. Kendi kentlerinde müşteri sıkıntısı çeken İngiliz, Hollandalı ve İspanyol tüccarlar yünlerini, şaraplarını ve peynirle­rini satmak için uzaklara yelken açtılar. Böylece kapitalizmin bir başka ayağı olan ticari ilişkiler ve keşifler gelişti.

Dengeler Altüst Oluyor
Veba salgınlarının ikinci kurba­nı Yahudiler oldu. Birçok ülkede hastalık karşısında umutsuzluğa düşen köylü kitleler “Yahudiler kuyu sularını zehirliyor” sloga­nıyla acımasız bir katliama girişti­ler. Yahudiler kazıklara geçirildi, şarap fıçılarına konulup Ren Nehri’ne atıldı. 1351 yılında Avru­pa’da hemen hemen hiç Yahudi kalmamıştı. Çoğu öldürülmüştü, sağ kalmayı başaranlar da Rusya ve Polonya’ya kaçtılar.
Kırsal alanın boşalması ise eko­lojik dengeleri değiştirdi. Daha az köylü, daha çok ot ve daha çok ot yiyen hayvan demekti. Bu neden­le, veba salgınından sonra başıboş sığırların ve koyunların sayısı hızla arttı. Köylüler memnundu. Toprağın aksine, hayvanlar daha az bakım istiyor, yün ve derisi ciddi bir gelir sağlıyor ve lezzetli yemek veriyordu. Köylüsüz top­rakları, hayvanların yanı sıra ağaçlar da doldurmaya başladı. Veba tarihçisi Robert Gottfied’e göre, “Kara ölüm olmasaydı, Av­rupa tozlu ve ağaçsız Etiyopya’ya dönüşecekti”. Gerçekten de birkaç istisna dışında, Avrupa’nın büyük ormanları veba salgınından sonra ortaya çıkmıştı.
Veba birçok din adamını da vurmuştu, ölen veya kaçan din adamlarının yerini ise üçkâğıtçı­lar dolduruyordu. Bu insanlar halkı öyle çok dolandırıyorlardı ki, kitlelerin kiliseye olan inançla­rı derin sarsıntı geçiriyordu. İşte bu dönemde, Martin Luther, işe yaramaz ve güçsüz kilise bürok­rasisinin aracılığı olmadan da, Tanrı ile doğrudan konuşulabilir biçiminde yeni, devrimci bir anla­yış geliştirdi ve Protestan ahlakı­nın temellerini attı.

Avrupa’daki veba salgınlarında hekimler kendilerini korumak için garip görünümlü maskeler taktılar ve hastalarla ilgilenmediler.
Veba salgınlarında hekimler ahlaki sınavı veremediler. Hasta­lık kapma korkusuyla ya sivri gagalı garip maskeler takıyorlar ya da hastalara bakmayı reddediyor­lardı. Hastalığa verdikleri tedavi reçeteleri de çok komikti: “İki fın­dık, bir incir ye”, “yavaş çiğne, masadan aç kalkma, ağlama ve korkma” gibi. Veba tıbbın bir bi­lim olarak henüz daha çok genç olduğu gerçeğini ortaya çıkarır­ken, halk sağlığı kavramının da temellerini attı. Bazı kentlerde ve­ba evleri kuruldu, karantina uygu­laması başlatıldı ve ayrıntılı ölüm kayıtları tutuldu. Ayrıca kara sıçanların ve pirelerin cirit attığı sa­man tavanlı evlerden, damları ki­remitli tuğla evlerin inşasına ge­çildi. Bu, mimarlık ve kentleşme alanında çok önemli bir adımdı.
Uygun barınma koşullarını yiti­ren veba, son bir güç gösterisiyle 1720 yılında Marsilya bölgesinde 80 bin ölü bırakarak Avrupa’dan çekildi. Ne var ki, ondan boşalan yeri hızla bitlerin taşıdığı tifüs doldurdu. Kıtanın koyun stokları arttıkça, vebadan kurtulanlar daha fazla yün giymeye başladılar ve bit kolonilerine uygun ortam ha­zırladılar. Yün çılgınlığından yararlanan tifüs, 15.yüzyılda tüm Avrupa’ya yayıldı. Hastane ve kirli yerlerde çoğaldığı için, “hastane ya da hapishane ateşi” olarak da adlandırıldı.

Arnold Böchlin’in bu tablosu sonraki yıllarda salgın hastalıkların betimlenmesinde kullanılmıştır.



Büyük Kıyımcı
Kuşkusuz veba, ünlü ressamların tablolarına konu olduğu ve edebiyata bir dönem damgasını vurduğu için çok daha popüler. Ancak tarihin başlangıcından bu yana gezegenimizde ölen erkekle­rin ve kadınların yarısının canını alan hastalık sıtma. Dünyadaki en küçük hayvan olan “Plazmodyum (Plasmodium)” parazitinin etki alanı bugün bile şaşırtıcı boyut­larda. Her yıl yaklaşık 600 mil­yon insanın vücudunu işgal edi­yor ve her yıl 1 milyon Afrikalı bebeğin hayatını alıyor. Parazit, elverişli koşullar bulduğunda insanı hızla öldürebiliyor. Ama ço­ğu zaman bünyeyi zayıflatarak, bağışıklık sistemini çökerterek ti­fo, grip ve dizanteri gibi hastalıkların sahneye çıkmasını kolaylaş­tırıyor.
Sıtma doğrudan öldürdü­ğü her bir kişiye karşılık, dört ya da beş kişi, onun yol açtığı diğer hastalıklara yenik düşüyor. Para­zit, yüzlerce akrabasının hâlâ maymunların, kuşların, sürüngen­lerin ve şempanzelerin kanında dolaştığı Afrika’da ortaya çıkmış­tı. İnsan kanına yerleşen dört plazmodyum kabilesinden en öl­dürücü olanı “Plasmodium falci­parum”. Ulaşım için anofel sivri­sineğini seçen sıtma paraziti, çok farklı türleriyle ve yetenekli taşıyıcısıyla, hemen her coğrafyada, çok sayıda ateşli hastalığa yol açabiliyor. Tarihin en büyük ku­mandanlarından biri olan Büyük İskender Pers ülkesini, Suriye’yi, Arabistan’ı, Fenike’yi ve Mısır’ı fethetmişti, ama Babil’de sıtmaya yenik düştü.
Sıtma, Avrupa’da 18. yüzyıl­dan itibaren gerilemeye başladı. Gelişen kapitalizm nedeniyle o tarihe kadar bataklıkların çoğu kurutulmuş, sivrisineklerin üreme alanı olan ormanların çoğu yok edilmişti. Dünya Sağlık örgütü, 1957 yılından itibaren sıtmayla yoğun mücadele içinde. Bu ne­denle, 1939 yılında ilk kez Colo­rado patates böceğini öldürmek için kullanılan DDT den yararlanılıyor. Günümüzde sıtmanın ala­nı yüzde 80 oranında daraltılmış durumda. Yine de Sri Lanka, Gu­yana gibi ülkelerde yeniden ortaya çıktı. Hindistan günümüzde sağlık bütçesinin yüzde 50’sini sıtmayla mücadeleye ayırıyor. Brezilya’da yıllık sıtma vakaları, son yirmi yıl içinde 50’den 500.000’e çıktı.

Salgın Hastalıklar Biyolojik Bombalara Dönüşünce
Salgın hastalıkların savaş­larda kullanılması oldukça eski tarihlere kadar uzanı­yor. Daha MÖ. 5. yüzyılda, ordu­lar kuşattıkları kalelerdeki içme sularını zehirlemek için veba hastalığına yakalanmış insanları ya da hayvanları kuyulara atıyor­lardı. 1172 yılında Bizanslılar  Venedik kentini kuşattıklarında kentin tüm kuyu ve çeşmelerini vebalı hayvan leşleriyle doldur­muşlardı. MÖ. 400 yıllarında İs­kit savaşçıları, oklarına hasta insanların dışkılarını sürerdi. Kafkaslar’daki Ceneviz kolonisi Kaffa’yı ele geçirmek isteyen Tatar birlikleri, kaledekilerin direncini kırmak için vebalı ölüleri mancı­nıklarla surların öte yanına at­mışlardı. Birçok tarihçiye göre, veba hastalığının Avrupa’da yayılmasına bu olay neden oldu.
1710 Rus-İsveç Savaşında generaller salgın hastalıklardan ölen kendi askerlerini özellikle gömmüyor, düşmanın ele geçir­diği mevzilere bırakıyorlardı.
Ancak bu kirli savaş konusun­da en uzman ordu, İngiliz ordusuydu. 1763 yılında İngiliz gene­ral Sir Jeffrey Amherst sürekli sorun çıkaran Kızılderililerden kurtulmak için onlara çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeler hediye etmişti Bu battaniyeler bütün bir Cheyenne kabilesinin sonunu ge­tirdi. İngilizler Yeni Zelanda’yı işgal ettiklerinde, bu adanın yerlile­ri Maorilere karşı da çirkin bir oyun oynadılar. İngiltere’deki tüm frengili fahişeleri toplayıp, adaya götürdüler ve yerlilerle cinsel ilişkiye soktular. Bağışıklık sistemle­ri gelişmemiş binlerce Maori, frengi hastalığından kırıldı.

Ölümsüz Leke
Tarih boyunca insanoğlunun karşılaştığı en ürkütücü salgın hastalıklardan biri de lepra, yani cüzamdı. O kadar eski bir hastalık ki, gerçek kökeni bilinmiyor. Ki­mi bilim insanlarına göre suaygırından ya da armadillo’dan gel­miş olabilir. Diğerlerine göre ise, tamamen insana ait bir enfeksi­yon. Norveçli doktor Armauer Hansen, 1874 tarihinde “Myco­bacterium Leprae” basilini cüzam­la ilişkilendirmeyi başardı, ama hastalığın nasıl yayıldığı hâlâ bi­linmiyor. AIDS gibi, zayıf bağışıklık sistemlerini etkilediği tah­min ediliyor.
Tarihin en eski hastalıklarından biri olan cüzama Mısırlılar  “ölümden önceki ölüm” adını ver­mişlerdi ve hastaları “çamur ken­ti” denilen bir yere gönderiyorlar­dı. Eski Çin ve Hindistan’da cü­zamlılar hemen öldürülür ya da yakılırdı. Konfüçyüs, cüzamlı bir müridinin yüzüne bakmayı red­detmişti. Mezopotamyalılar için cüzamlılar “vahşi eşekler” den farksızdı. Koreliler için bir cü­zamlı “Tanrı’nın lanetlediği bir köpek” ti. Kısacası, tarih boyunca cüzamlılar her zaman kara listede yer aldılar.
Cüzamlıya daha hoşgörülü yak­laşan ve onlar için ilk hastanelerin kurulduğu (Avrupa’daki en eski cüzam hastanesi, M.S. 4. yüzyılda Konstantinopolis’te Zodikus isim­li bir zengin tarafından kuruldu) Avrupa’da da durum pek farklı de­ğildi. Cüzamlılar aynı tip elbise giymeye zorlanıyor, bu elbiseleri­nin üzerine büyük bir “L” harfi iş­leniyordu. Sağlıklı olanları uyar­mak amacıyla çan taşıyorlardı. İstedikleri bir şeyi işaret edecekleri bir sopaları, bir su mataraları ve sadaka çantaları vardı. Cüzam ve cüzamlılar, Avrupa’dan 14. yüzyılda esrarengiz bir biçimde yok oldular. Hastalık varlığını, köylü­lerin toprak zeminde uyudukları İskandinav ülkelerinde 19. yüzyıla kadar korudu. Günümüzde Afrika ve Hindistan’da 15 milyon kadar cüzamlı olduğu tahmin ediliyor. Ancak cüzam tarih sahnesinden çekilirken onun yerini bir başka salgın, verem alıyordu.

Sanatçı ve Yoksul Hastalığı
19. yüzyılın başları. Frederic Chopin, prelüdlerini bitirebilmek için titreme ve öksürük nöbetle­riyle boğuşmak zorunda kalıyor­du. Hem frengi hem verem olan Niccolo Paganini kemanını çalar­ken ölü bir insan kadar solgundu. Robert Louis Stevenson, verem tüm enerjisini tüketmeden önce “Dr. Jeykyll ile Mr. Hyde’ı ta­mamlamayı başarıyordu. Frederich Schiller, Anton Çehov ve Franz Kafka’da verem nöbetleriy­le boğuşmuşlardı. 1800’lerde sanatçıların verem olmaları için bir­çok neden vardı, ama yaratıcılık ve deha bunların arasında değildi. Fabrika işçileri gibi şair ve sanat­çıların çoğu da çok çalışıyor, kötü besleniyor ve rutubetli, havasız mekânlarda yaşıyorlardı.
Vahşi kapitalizmin acımasız koşullarında, Avrupalıların yüz­de 70’i vereme yakalandı. Ancak ölenlerin büyük çoğunluğu göç­men işçiler, sanayi işçileri, evsiz­ler, ailesinden kopmuş çocuklar­dı. Tıpkı bugün Bombay, Manila ve Nairobi’de veremden ölen in­sanlar gibi. Verem, yarı kardeşi cüzam gibi, “Micobacteria” adı verilen 300 milyon yaşındaki bir mikrop ailesine dahil. Büyük ola­sılıkla, 7000  yıl önce, insanların sığırları evcilleştirip, birçoğunu kendi evleri de dahil olmak üzere dar mekânlarda barındırmalarıyla ortaya çıktı. Sanayi Devrimi sıra­sında ortaya çıkan sadece verem değildi. 1700’lerde boğazda yol açtığı hafif ağrı dışında hiçbir belirti vermeyen kızıl, 1800’lerde çocuklar için acımasız bir “boğaz hastalığı” halini aldı.
Yemek bo­rusuna saldıran diğer bir bakteri enfeksiyonu olan difteri de öldürücü bir salgına dönüştü. Yoksulların her gün hayvan ve insan dış­kılarıyla kirlenen suları içtiği ye­ni kapitalist Avrupa  kentlerinde, anavatanı Hindistan olan kolera patlak verdi. 1848-1854 yılları arasında bu hastalık sadece İn­giltere’de çeyrek milyon yoksulu öldürdü. Salgınlar büyük oranla yoksulları hedef alıyordu ve yeni palazlanan orta sınıf, göreceli olarak daha az tedirgindi. Ancak 20. yüzyıla gelindiğinde dengeler değişti ve Asya’dan gelen bir başka tehlike yoksul zengin ayırdetmeden insanları kırıp geçirmeye başladı: grip…

Virüs Dalgaları
Birinci Dünya Savaşı’na kadar grip, pek de önemsenmeyen “ev­cil bir salgındı. Ancak, 1918 baharında acımasız bir düşman ke­sildi ve tam 15 milyon insanı gömdü. Savaş meydanlarında 15 milyon insanın ölmesi tam 4 yıl almıştı. Oysa grip aynı rakama kısa süre içinde ulaştı. 1918 yı­lında sadece ABD’de ölenlerin sayısı 550 bini bulmuştu, ki bu rakam ABD’nin Kore ve Vietnam savaşlarında verdiği ölü sa­yısından fazlaydı. Bu salgın sırasında Alaska köylülerinin tümü yok olurken, Hindistan’da 12 milyon kişi hayatını kaybetti.
Grip virüsü bilim tarafından 1933 yılında saptandı. Ancak onun binlerce yıldır dünyayı dolaştığı tahmin ediliyor. İlk grip salgınlarının başlangıcı ise, insa­noğlunun çiftliklerde at, domuz ve ördeği evcilleştirmesiyle eşza­manlı. Bugün ördek midesinin dünyanın en iyi çalışan grip fab­rikası olduğu kabul ediliyor.
Birçok grip salgınının da son yıllar­da yoğun ördek besleyen Çin’den kaynaklanması rastlantı değil. Bir grip salgını, genel olarak or­taya çıktığı bölgedeki toplam nü­fusun yüzde 25 ile 50’sini kısa sürede yatağa düşürebiliyor. Ölüm oranı ise yüzde 1 ’den daha düşük. Her yüzyılda düzensiz şe­kilde ortaya çıkan 3 ya da 5 bü­yük grip salgını yaşanıyor. Salgı­nın bir diğer özelliği de kısa süre­li oluşu. Bugün bilim birçok ciddi haftalığın aşısını keşfetmiş ol­makla birlikte, grip konutunda yetersiz kalıyor Çünkü bu virüs, her 10 ya da 14 yılda bir genetik değişikliğe uğruyor, bu da onu yenilmez kılıyor.


Endemi, Epidemi ve Pandemi
Salgın bir hastalığın, orta büyüklükte ya da geniş bir alanda hızlı bir biçimde yayılmasına “epidemi” adı veriliyor. Ancak bu tanımı fark­lı biçimde yorumlayan bilim insanları da var. Onlara göre epidemi, herhangi bir sağlık durumunun, kronik olsun ya da olmasın ortaya çıkması ve beklenenden daha fazla sayıda insanı etkilemesi. Yani, bu ta­nımda önemli olan etkinin beklenenden fazla olması. Onlar İçin sağlık so­runu yaşanan bir kentte, yılda 100 hepatit vakasının görülmesi bir ende­mi. Ama herhangi bir kentte birdenbire aşırı derecede fazla Creutzfeldt-Jakob hastalığına rastlanması bir epidemi. Bir epidemi, AIDS hastalığı gi­bi gezegenimizin büyük bir bölümünü tehdit eder hale gelince “pandemi” adını alıyor. Bugün Dünya Sağlık örgütü, “Global Outbreak Alert and Res­ponse” adlı bir bilgi ağı oluşturmuş durumda. Bu, salgın hastalıkların seyrini izleyen bir dizi laboratuvar verilerinden oluşuyor.

Biyolojik Emperyalizm
Amerikan yerlisi uzaktan gelen bir atlı görür. Siyah elbisesi ve uzun şapkasıyla bir misyonere benzemektedir. Yüzü korkunç de­liklerle doludur. Kiowa yerlisi ya­bancıya “Sen  kimsin” diye sorar. “Ben Çiçek”im der yabancı. Yerli bu kez ne iş yaparsın diye sorar. “Ölüm getiririm” der Çiçek. Ger­çekten de Kristof  Kolomb ile baş­layan ve daha sonra İspanyol isti­lacılarla süregelen Amerika kıtası­nın keşfi sırasında, 100 yıl gibi kı­sa bir sürede çiçek salgınları tam 100 milyon Amerikan yerlisini yoketti. 1490 yılında Amerika yerlileri dünya nüfusunun yüzde 20 sini oluşturuyordu. Bir yüzyıl sonra, çiçek hastalığı yüzünden bu oran yüzde 3’e düştü. İşgalciler, yeni kıtada ekonomik faaliyeti sürdürebilmek için Afrika’dan milyonlarca zenci köle getirdiler. Bu kölelerin çoğu yolculuklarda hayatını yitirdi. Tarihçiler köle ti­caretinin sürdüğü 350 yıl boyunca, Atlantik Okyanusu’nun 15 milyon Afrikalıya mezar olduğunu söylü­yorlar Belki de bu nedenle Porte­kizliler, köle taşıyan kalyonlarına “tumbieros” yani “yüzen mezar­lar” adını vermişlerdi.
Bütün virüslerin en büyüğü olan çiçek, Eskidünya’da ilk kez Ortadoğu’da ortaya çıktı. Eşek ve ineklerde görülen bu hastalık, bu hayvanların evcilleştirilmesiyle insanlarla da tanıştı. Peki ama bir hastalık nasıl oldu da birkaç bin İspanyol maceracısının tüm Ame­rika kıtasını fethetmesine olanak sağladı, Afrika ile Amerika ara­sındaki demografik dengeyi alt üst etti ve bugün Karayiplerle ABD’nin kara bir nüfusla dolma­sına yol açtı?

Her ırkın kendi mikrobu var; Aztek kralı Montezuma, Hernan Cortes’in çiçek hastalığı taşıyan adamlarını karşılıyor.
1400’lere gelindiğinde Eskidünya at, eşek, keçi, koyun sığır gibi hayvanları evcilleştirmişti; Bu yardımcıların ve protein ihti­yacının karşılanmasının bedeli ise onların mikroplarını paylaşmak oldu. Ancak büyük kayıplar verdikten sonra, zaman içinde bu mikroplara karşı bağışıklık kazandılar. Orta Amerika halkları ise, mısır ve fasulye yetiştiriyor, hayvanları evcilleştirmekle ilgi­lenmiyordu. Son Buzul Çağı orta­da evcilleştirecek hayvan da bı­rakmamıştı. Nitekim Aztekler, protein ihtiyacını karşılamak için her yıl 50 bin insanı kurban edi­yorlardı.
Böyle olunca hayvanlar­la birlikte gelen hastalıklara karşı en küçük bir bağışıklıkları yoktu. İki toplumun keşiflerle karşılaş­masında yerliler yığınlar halinde ölürken, işgalciler ayakta kalıyor ve hatta hızla ürüyorlardı. Bu du­rumun en büyük etkilerinden biri de, Amerikan yerlilerinin kendi tanrılarına olan inançlarını yitir­meleri oldu. Bu nedenle misyo­nerlerin de çalışmasıyla, kısa sü­rede yığınlar halinde Hıristiyanlı­ğı seçtiler ve bu dinin en katı uy­gulayıcıları oldular.

İstanbul’da Veba
İran imparatoru Hüsrev’in Doğu eyaletlerini yağmaladığı, binlerce insanı köleleştirdiği, İranlıların katliamından kaçan Ermeniler’in yardım amacıyla İstanbul’a önemli temsilcile­rini gönderdiği ve Belisarius’un tekrar İtalya’yı ele geçirmek için sarayda imparator’u ziyaret ettiği bir zamanda, insanlığı yok etmek üzere olan bulaşıcı ve tehlikeli bir hastalık pey­dah olmuştu…
Veba salgını ilk olarak her zaman sahil yerleşim yerlerinde ortaya çıkı­yor ve iç bölgelere doğru yayılıyordu. İki yıl sonra baharın ortasında, veba dehşeti İstanbul’u da kuşatmıştı. Ölülerle ya da hastalarla ilişki kuran he­kimlerin ve diğerlerinin çok azına mik­rop geçtiğine tanık olunmuştu. İnsanlar hastalığa müdahale etmek veya ölüleri mezarlıklarda gömmek gibi hizmetlerin yerine getirilmesinde umula­nın ötesinde gayret sarf etmişlerdi. İstanbul’da çok insan, hezeyanlar ve acılar içinde, çıldırmış ve panik bir hal­de sahile doğru koşarak boğaz suları­na atlamış ve yok olmuştu.
Veba İstanbul’da dördüncü ayına girmişti, salgının en yıkıcı olduğu ve ölümlerin bir çığ gibi çoğaldığı dönem ilk üç ay içerisindeydi. Önce ölümler normalden biraz daha fazlaydı, sonradan ölenlerin sayısı sürekli artıyordu. Ve ikinci aya doğru ölenlerin sayısı günde beş bine ulaştı, ikinci ayın so­nunda bu sayı on binin üstüne çıkmıştı. Yüzlerce ev tamimiyle insansızlaştı. Bu nedenle her kesimde yaygınlaşan mahrumiyet yüzünden soylu insanlar­dan bazıları günlerce gömülmeden ortada kalmış, cesetleri kimselerin kapılarını çalmadığı evlerinde çürümüştü.
Daha önceden var olan bütün mezarlıklar tamamen ölülerle dolduruldu­ğundan İstanbul surları dışında birer birer mezar kazılmaya başlanmıştı. Cenazeleri gömenler mezarlıktan hemen uzaklaşıyorlardı Sonraları, bu mezarları kazanlar artık ölenlerin sayısına yetişemez olmuşlardı Galata’da yüksek nöbetçi kuleleri tavanlarına dek tıka basa gelişi güzel atılmış cesetlerle doldu; bütün nöbetçi kuleleri, içlerindeki insan cesetleriyle ve üzer­lerindeki damlarla birlikte doğal bir mezarlık haline dönüştürülmüştü. Bu­nun sonucu olarak, halâ sağ kalanları bunalıma iten kötü bir ruh ısrarla şe­hirde kalmaya devam ediyordu; özellikle cesetlerle dolu kuleleri yalayan rüzgâr, şehrin içine ölülerin kokusunu getirdiği zaman insanlarda sıkıntı ve korku daha da yoğunlaşıyordu. Artık ölüler önceden olduğu gibi kalabalık bir topluluk tarafından mezarlığa getirilmiyordu; tabut kullanımına son veril­mişti.
Dualar okunmuyor, şarkı türün­den ilahiler söylenmiyordu. Eğer ölüler omuzlarda İstanbul’un denize bakan sahil bölgesine taşınırsa yeterli sayılıyordu. Cesetler orada üst üste kayıklara fırlatılıyordu. Kayıkların nereye gittiği önemli değildi; yönünü dalgalar ve akıntı belirliyordu.
İstanbul vebaya esir düştüğü süre boyunca sokaklarda kimseciklere rast­lanmıyordu. Hâlâ yaşama şansına sa­hip olanlar evlerinde oturuyordu; ya hastalara bakıyorlar ya da ölülerinin ardından yas tutuyorlardı. Sokakta, evinden dışarıya çıkan birisine kazara rastlanıyorsa mutlaka mezarlığa cenazesini taşıyor demekti.
İstanbul’da tek bir kişinin bile bir mutlulukla, ya da hoşnut bir duyguyla yaşadığını görmek olanaksızdı. İmpa­rator Justinian’ın da vücudunda şişlik­ler çıkmış ama sonradan iyileşmişti. Vebanın sebep olduğu felaketler İstan­bul’da olduğu kadar diğer şehirlerde de vardı Sonraları ise veba, İmparatorluk sınırları dışına, İran’a ve diğer barbarların yaşadığı yerlere sıçramıştı.
(İstanbul’da İsyan ve Veba – Prokspius)

Asya Ülkelerini Durduran Salgın: SARS
İngilizce “Severe Acute Respiratory Syndrome” kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma olan SARS, dilimize “Akut Solunum Yetmezliği Sendromu” şeklinde çevrilebilir. AIDS’ten sonra çağımızın en kor­kulan salgın hastalığı kabul edi­len SARS, Asya kökenli. Hastalık ilk kez 26 Şubat 2003’te, Hanoi’de 46 yaşında bir işadamında gelişen akut atipik pnömoni ve solunum yetmezliği tablosu ola­rak tanımlanmıştı. Hastalığı ilk kez bildiren WHO görevlisi Dr. Carlo Urbani’nin kendisi de 29 Mart’ta SARS nedeniyle yaşamını yitirdi.
Ancak, Çin’in Guandong bölgesindeki olguların Kasım 2002’den itibaren ortaya çıktığı belirtiliyor. 38 derece ve üstü ateş, en önemli bulgusu. Bunun yanı sıra belirtiler şöyle gelişiyor: kuru öksürük, solunum zorluğu, nefes darlığı, nefes alırken devamlı artan ağrı, üşüme ve titre­me, boğazda yanma, burun akıntısı, kas ve eklem ağrıları, halsiz­lik, yorgunluk ve isteksizlik.


Korku, vahşet ve ölüm iç içe… İtalyan heykeltıraş Gaetano Zumbo’nun “Veba” çalışmasından bir detay. Gaetano, eserini tamamladıktan sonra Fransa Kralı 14. Louis tarafından Paris’e davet edildi ve hayatının son günlerini orada geçirdi.
Umudun Nal Seslerini Duyamamak
Sonuç olarak her uygarlık, tari­hin farklı dönemlerinde kendi öl­dürücü hastalığını yarattı. Gezegenimiz şimdilerde AIDS, Ebola, SARS ve diğer grip türevleri salgınıyla sarsılıyor. Üste­lik hızlı sanayileşme, doğanın katledilmesi, küresel ısınma yeni salgınların altyapısını oluştururken, sıtma, kolera gibi eski düş­manları da yeniden sahneye çıka­rıyor. Öte yandan modem yaşam insanın en güçlü silahını, bağışık­lık sistemini de elinden alıyor. Su ve hava kirliliği, aşırı nüfus artışı­nın yol açtığı kötü beslenme, uyuşturucu, böcek ilaçları, rad­yasyon, anne sütünden vazgeçil­mesi, gereksiz antibiyotik kullanı­mı, bağışıklık sisteminin savaşçı­ları olan T Lenfosit hücrelerinin sayısını azaltıyor, Buna karşılık bakteriler gittikçe güçleniyor. Dünyanın her türlü ekolojik böl­gesinde yaşayan bakterilerin hep­sinin tetrasikline dirençli genler taşıması, hem şaşırtıcı hem ürkü­tücü bir olay. Kısacası, hem altya­pı hem üstyapı koşullarıyla ve sü­rekli artan nüfusuyla gezegenimiz, önümüzdeki yıllarda Mahşerin Dördüncü Atlısı’nın acımasız ama tarih yapıcı tırpanına gebe. Ve bu durum, modern tıp, mikrop teorisinden vazgeçip, salgın has­talıkları ekolojik bir zorunluluk olarak görüp, neşteri bu noktalara vuruncaya kadar sürecek gibi.
Focus, 03/06





Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)