bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


21 Ekim 2018 Pazar

Kanın Vücutta Dolaşımı



  A) Kanın Vücutta Dolaşımı
  1.    Kan dolaşımı
  2.    Stetoskop
  3.    Kan vücutta neden dolaşır.  

Dışarıdan alınan besinler ve oksijen vücudumuzun her yerine taşınır.
Vücut besinleri oksijenle beraber tüketir.
Bunun sonucunda atık maddeler ve karbondioksit boşaltım organlarına taşınır.
Bu taşıma olayına boşaltım denir.
Boşaltım organlar arasındaki madde iletimini sağlar.
Taşıma sıvısı kandır.kan,kalpten pompalandıktan sonra bütün vücudu dolaşı tekrar kalbe geri döner.
Dolaşım elemanları kan,kalp ve damarlardır.

Sindirilmiş besinleri ve oksijeni vücudun her yerine taşır.
Karbondioksiti ve zararlı maddeleri akciğere ve böbreklere taşır.
İçinde besin ve oksijen olan kana temiz kan denir.
Karbondioksiti fazla olan besini az olan kana da kirli kan denir.
Kanın içinde kan serumu ve üç farklı yapı bulunur.
Kan serumu kanın sıvı kısmıdır,görevi sindirilmiş besinleri vücuda taşır.
Kanın yapısında alyuvarlar,akyuvarlar ve kan pulcuları olamak üzere şekilleri ve görevleri farklı olan yapılar bulunur.bu yapılar kırmızı kemik iliğinde üretilir.
Kırmızı renktedir.oksijen ve karbondioksit taşır.
Beyaz renkli yapıdadır.vücudu mikroplara karşı korur.
Bir yerimiz kesildiğinde kanı pıhtılaştırarak kan kaybını önler.
Göğüs kafesi içinde iki akciğer arasına yerleşmiş bir organdır.
Şekli sivri ucu aşağı doğru olan bir koniye benzer.yaklaşık olarak yumruğumuz biyikliğindedir.
Kırmızı kaslardan yapılmış olup isteğimiz dışında çalışır.
Kalp üstte iki kulakçık altta iki karıncık olmak üzere dört odacıktır.
Kalbe kan getiren damarlar kulakçıklara açılır.
Vücuda kan taşıyan damarlar ise karıncıklardan çıkar.
Kalbin sol tarafında temiz kan ,sağ tarafında kirli kan bulunur.
Kalp kanı pompalayarak vücutta dolaşımını sağlar.


Kalbin çalışması kasılıp gevşeme şeklinde olur.
Kulakçıklar ve karıncıkların sıra ie kasılıp gevşerler.
İki karıncık kasılırken iki kulakçık da gevşerler. Bu dakşkada 70-80 kere tekrar eder.
Kulakçıkların kasılması ile sol karıncıktan temiz kan vücuda, sağ karıncıktan kirli kan temizlemek için akciğere gider.
Aynı anda gevşeyen kulakçıklardan, sol kulakçığa akciğerden gelen temiz kan , sağ kulakçığa  vücuttan gelen kirli kan dolaşır.
Bu temiz ve kirli kan kulakçıkalrın kasılması ile gevşeyen karıncıklara dolar.
Yaşadığımız süre zarfında kanın vücutta dolaşımı devam eder.

Vücudumuzda üç çeşit damar bulunur.
Bunlar atardamar,toplar damar ve kılcal damarlardır.
Karıncıktan çıkan ve kalpten vücuda kan taşıyan damarlardır.
Sol karıncıktan çıkan atardamar temiz kanı vücuda taşır.
Sağ karıncıktan çıkan atardamar kirli kanı temizlemesi için akciğere taşır.
Kulakçıklara açılan ve vücuttan kalbe kan taşıyan damardır.
Sol kulakçığa açılan toplardamar akciğerde temizlenen kanı kalbe taşır.
Sağ kulakçığa açılan toplardamar ise vücutta kirlenen kanı kalbe taşır.
Atar ve toplar damarlar arsında yer alan ince damarlardır.
Vücudumuzu bir ağ gibi sarar.
Vücut ile kan arsındaki madde alışverişi kılcal damarlarda gerçekleşir. 



Kalbin pompladığı kanı damarlarda hissetmemize nabız denir.
Sağlıklı bir insanda nabız atışı dakikada 70-80 kadardır.
Koşma, heyecanlanma ve hastalanma durumunda nabız artar. Bir süre sonra normale döner.
Nabzımızı boyun, el ve ayak bileklerinde kolaylıkla hissederiz.
Doktorların kalp atışlarını ve akciğerin sesini ve çalışmasını dinlediği alete stetoskop denir.

Düzenli ve dengeli beslenmeliyiz.
Hareket ve yürüyüşler yaparak dolaşımın düzenli olmasını sağlanmalıdır.
Alkol ve sigara gibi zararlı alışkanlıklardan uzak durulmasıldır.
Aşırı dar giyecekler dolaşımı engeller.kalbin rahat çalışması için dar giysiler giyilmemelidir.

AIDS, tetanoz, kuduz, sıtma, sarılık kan yolu şle bulaşan hastalıklardır.
Bu nedenle enjektörler bir defadan fazla kullanılmamamlı
Hastaya verilecek kanın mikrop taşıyıp taşımadığı iyi bilinmelidir. 



Kan; dolaşım sisteminde dolaşarak organizmadaki tüm organlara ulaşan, onlara metabolizma için gerekli besin ve oksijeni götüren, onlardan topladığı atık maddeleri boşaltma organlarına (böbrekler, akciğerler, deri) taşıyan canlı sıvı maddedir.
İnsanda yaklaşık 4-5 litre kan bulunur, bu beden ağırlığının %7-8’idir. (İnsan bunun yarısını kaybederse hayatı tehlikeye girer. 2/3 ünü kaybederse yaşayamaz) Kan, plâzma denilen bir sıvı ve çeşitli özellikler gösteren katı cisimlerden oluşur. Plâzma, mineral tuzlar, proteinler, glikoz ve üre içerir. Katı cisimcikler ise üç çeşittir: Alyuvarlar (eritrositler), akyuvarlar (lökositler) ve kan pulcukları (trombositler).

Alyuvarların sayısı 1 mm3 kanda ortalama 4-5 milyondur. Bunlar çekirdeksiz çift dış bükey halkalar biçimindedir. Kana kırmızı rengini veren hemoglobin de alyuvarlar içinde yer alır. Hemoglobin, içinde demir bulunan bir kırmızı pigment (boyayıcı, renk verici) ile birleşmiş bir proteinden oluşur. Kanın pıhtılaşması, kanda bulunan "fibrinogen-fibrinojen" proteininin "fibrin" haline dönüşmesinden olur.


Balıklar, kuşlar ve sürüngenlerde alyuvarların her birinin bir çekirdeği vardır. Buna karşılık, memelilerde çekirdek hücreden dışarı atılır. Hücre geliştiği zaman çekirdek kaybolur. Bu durumun gerçek sebebi bilinmemektedir. Ancak, alyuvarların ömrünün kısalığına (insanda 3 ay) yorulmaktadır. Ölen bu hücreler yerine sürekli olarak yenileri gelir. Memelilerin hayatı boyunca, kırmızı kemik iliği içinde aralıksız sürüp giden hücre bölümleriyle yeni alyuvarlar oluşur. Eskiyen alyuvarlar dalak ve karaciğerdeki bazı hücreler tarafından tahrip edilir ve vücuttan dışarı atılır. Aşırı çalışma, heyecan ve yaralanmaya sebep olan sarsıntılar, alyuvarların artmasına zemin hazırlar. Lökosit adı verilen akyuvarlar, alyuvarlarla birlikte kan hücrelerini meydana getirirler.


Akyuvarlar; vücuda giren canlı cansız her çeşit yabancı maddeyi tanımak ve onlarla savaşmak için görev yaparlar. Bir kısmı doğrudan mikroplarla savaşırken, başka bir kısmı yabancı molekülleri ve mikropları tanıyarak sistemi uyarır, diğerleri de mikropla savaşmak üzere antikor denen spesifik proteinleri üretir. 

Akyuvarların sayısı daha az olup 1 mm3 kanda 7-8 bin civarındadır. Akyuvarlar tek çekirdekli ve çok çekirdekli olarak iki gruba ayrılır. Lenfositler tekçekirdekliler arasında yer alır. Çokçekirdekliler; nötrafiller, bazofiller ve eozinofiller olarak üçe ayrılırlar. Kan pulcuklarının sayısı 1 mm3 kanda 200-400 bin arasındadır. Akyuvarların yaşam süresi değişiktir. 48 - 72 saat ile yaşam boyu canlı kalabilirler. Çekirdeksiz olan bu küçük öğeler kanın pıhtılaşmasında rol oynarlar.

Kanın, damar dışına çıktığında pıhtılaşma özelliği vardır. Bu durum, plazmada erimiş olarak bulunan fibrinojen maddesinin özel bir ferment ile fibrin haline geçerek erimez bir hale gelmesinden ileri gelir. Kanın damar dışında olmasıyla medyana gelen bu fermentiakyuvarlar kana salarlar.
Trombositler; bir yaralanma halinde yaralanan bölgeyi ilk tamir etme ve bu bölgede pıhtı oluşması için bir dizi olayı başlatma görevi olan hücrelerdir. Bu hücrelerin yaşam süreleri 7-9 gündür.

Görüldüğü gibi kan hücreleri kemik iliğinde sürekli olarak yapılan, yaşayan ve ölen hücrelerdir. Bir bakıma kan hücreleri sürekli olarak yenilenen hücrelerdir. Kemik iliği ise sürekli olarak çalışan ve gereksinime uygun miktarda hücre üreten bir fabrikadır. İnsan vücudunda 70 ml / kg kadar kan vardır (70 kg ağırlıkta biri için yaklaşık 5 litre). Bu kanın % 35-40 kadarı hücresel elemanlardan oluşmuştur.

Kan, hücrelerden ve “plazma “ adı verilen bir sıvıdan oluşmuştur. Hücreler eritrositler (kırmızı kan hücreleri), lökositler (beyaz kan hücreleri) ve trombositlerdir. Hücrelerin % 99’undan fazlasını eritrositler oluşturur. Eritrositler kanın oksijen taşıyan hücreleridir. Lökositler vücudu enfeksiyonlara ve kansere karşı koruyan hücrelerdir. Trombositler ise kanın pıhtılaşmasında görev alırlar. 

Eğer kan santrifüj edilirse, hücreler plazmadan ayrılır. Hücreler daha ağır oldukları için dibe çökerken daha hafif olan plazma üstte kalır. Kan, içi heparin ile sıvanmış “mikropipet” denilen küçük tüplerde santrifüj edilir. Bu tüpün en alttaki kısmında eritrositler toplanır, bunun hemen üstünde ise çok ince bir tabaka halinde lökositler bulunur, en üstte ise plazma bulunur. Hematokrit, eritrositlerin oluşturduğu kan hacminin toplam kan hacmine oranıdır. 

Hematokrit tayini için kan heparinize özel tüplerde santrifüj edilir, eritrositler en altta toplanır, onun üstünde lökosit ve trombositlerin oluşturduğu çok ince bir tabaka oluşur, en üstte ise plazma adı verilen açık saman sarısı-beyaz renkte sıvı toplanır. Hematokriti hesaplamak için eritrositlerle dolu olan tüpün uzunluğu kanla dolu tüpün uzunluğuna bölünüp, çıkan sonuç 100 ile çarpılır. 

Hematokrit pipetinde eritrositler 36 mm lik bir sütun oluştururken, lökosit ve trombositler birlikte yaklaşık 1-2 mm’lik bir sütun oluşturmalarının sebebi, bu hücrelerin sayılarından kaynaklanmaktadır. 1 mm3 kanda 4,6-6,2 milyon eritrosit varken, 5.000-10.000 lökosit ve 200.000-400.000 trombosit vardır. Doğal olarak, sayıca fazla olan eritrositler hematokrit pipetinde daha uzun bir sütun oluşturacaklardır. Hematokrit oranı erkeklerde % 40-50 arasında değişirken, bu oran kadınlarda % 35-45 arasında değişir. Erkeklerde hematokrit oranının yüksek olmasının sebebi, erkeklerdeki toplam kan hücresi sayısının kadınlarınkinden daha fazla olmasından kaynaklanmaktadır. 

Erkeklerde 1 mm3 kanda ortalama 5,1-5,8 milyon kan hücresi varken kadınlarda 1 mm3 kanda 4,3-5,2 milyon kan hücresi vardır. Eritrositlerin sayısının azaldığı durumlara anemi (kansızlık) denirken, eritrosit sayısının arttığı durumlara ise polisitemi denir. Plazma kanın sıvı kısmıdır, su içinde çözünmüş çok sayıda organik ve inorganik maddelerden oluşur. Bu maddelerden en önemlisi proteinlerdir. Proteinler plazmanın toplam ağırlığının yaklaşık yüzde 7 sini oluşturur. Plazma proteinleri 3 ana gruba ayrılır. 

Bunlar, albüminler, globülinler ve fibrinojendir. Bu proteinlerin kandaki konsantrasyonu, sırasıyla 4,5 g/100mL, 2,5 g/100 mL ve 0,3 g/100mL dir. Proteinler içinde miktar olarak en fazla olan albüminlerdir. Bu proteinler, hücreler tarafından kullanılmak üzere plazmadan ayrılmazlar. Hücreler kendi proteinlerini yapmak için plazma amino asitlerini kullanırlar fakat hiçbir zaman plazma proteinlerini kullanmazlar. 

Plazma proteinleri plazmanın içinde ya da interstisiyel sıvıda fonksiyon yaparlar. Kısacası, plazma proteinleri, hücreler tarafından kullanılmak üzere plazmayı terk etmezler. Eğer kanın pıhtılaşmasına izin verilirse, tüpün üstünde kalan sıvıya plazma değil serum denir. Serumda fibrinojen ve pıhtılaşma ile ilgili diğer proteinler, pıhtılaşmada kullanıldığı için yoktur. Matematik formül olarak ifade etmek gerekirse
Plazma - Fibrinojen = Serum diyebiliriz.




Eritrositler bikonkav disk şeklinde yapılardır. Yani her iki tarafından basık daire şeklindedirler. 7 mm çapındadırlar. Eritrositlerin yapım yeri yassı kemiklerin iliğidir. Eritrositlerin hücre zarı kişiden kişiye değişen özel proteinler içerir, bu proteinler sayesinde kan, A, B, O dediğimiz kan gruplarına ayrılır. Eritrositler hemoglobin denilen ve eritrosit ağırlığının üçte birini oluşturan bir protein içerirler. Bu proteinin görevi O2 taşımaktır, oksijenin yaklaşık % 99’u hemoglobin ile taşınır, geri kalan % 1’lik kısım ise kanda çözünmüş olarak taşınır. 

Hemoglobin proteini 4 adet hem ve 4 adet polipeptid zincirinden oluşur. Bu polipeptid zincirlerini ikisi a diğer ikisi ise b zincirinden oluşmuştur. Her bir hem grubu bir adet polipeptid zinciri üzerinde yer alır. Oksijeni bağlayan hem grubudur, her hem grubu bir molekül oksijen bağlar, dolayısı ile bir hemoglobin 4 adet oksijen molekülü bağlayabilir. 

Dört adet O2 bağlayan hemoglobin tümüyle doymuştur, yani artık bir beşinci O2 molekülünü bağlayamaz, buna oksihemoglobin denir. Oksihemoglobin parlak kırmızı renktedir. Oksihemoglobin bağladığı 4 adet O2 molekülünden bir veya daha fazlasını kaybederse, o zaman deoksihemoglobin adını alır. 

Deoksihemoglobin koyu kırmızı renktedir. Venöz kan arteryel kandan daha fazla deoksihemoglobin içerdiği için daha koyu renktedir. Hemoglobine hiç O2 molekülü bağlı değilse ilk O2 molekülünün bağlanması daha zordur, eğer hemoglobin 2 yada 3 O2 molekülü bağlandıysa 3. Veya 4. O2 molekülünün hemoglobine bağlanması daha kolaydır, buna allosterik etki denir. 

Bu etkinin sonucu olarak oksijen basıncının artmasıyla hemoglobinin oksijen bağlaması “S” şeklinde ya da “sigmoid” şeklinde artar. Parsiyel oksijen basıncı ile hemoglobin bağlanması arasındaki bu ilişki “oksihemoglobin disosasyon eğrisi” ile gösterilir. Oksijen taşıma kapasitesi belirli bir hacimdeki kanın içerdiği O2 hacmidir. 

Bu kapasite etkin hemoglobin konsantrasyonuna bağlıdır. Taşıma kapasitesi anemide azalır. Aneminin tipine bağlı olarak, bu kapasite, ya eritrositlerin sayısının azalmasından, ya da, yetersiz veya anormal hemoglobin yapımından kaynaklanır. Kemik iliğinden ayrılan immatür (tam gelişmemiş) eritrosit, çekirdeği olduğu için bölünme yeteneğine sahiptir, fakat henüz hiç hemoglobin içermez. 

Gelişme devam ederken eritrosit çekirdeğini kaybeder ve içerdiği hemoglobin miktarı artar. Gelişme tamamlandığı zaman, eritrosit çekirdek de dâhil tüm organellerini kaybeder. Eritrositlerin çekirdek ve organelleri olmadığı için ne bölünebilirler ne de yaşamlarını uzun süre devam ettirebilirler. Eritrositlerin yaşam süresi 120 gündür. Eritrositlerin yapımı için aminoasit, lipid, karbonhidrat gibi olağan besin maddelerinin yanı sıra, ek olarak demir, folik asit ve B12 vitamini de şarttır. 


Bu maddelerden demir olmadığı zaman, eritrositler normalden daha küçük olur ve görevlerini tam yapamazlar, bu duruma demir eksikliği anemisi denir. Folik asit ve B12 eksikliğinde ise eritrositler normalden daha büyük olur ve yine görevlerini tam olarak yapamazlar, bu duruma da megaloblastik anemi denir. 

Anemi, normal hemoglobine sahip eritrositlerin toplam sayısının azalmasından, ya da eritrositin içindeki hemoglobinin konsantrasyonunun azalmasından, ya da her ikisinin birlikte olması sonucu ortaya çıkan hastalık durumudur.

 Diette demir, B12 vitamini veya folik asit eksikliği; kemik iliğinin kanser ya da toksik maddelerle bozulması, yada aşırı kan kaybı, böbrek hastalıklarında eritropietin eksikliği, yada eritrositlerin şekil bozukluğundan dolayı aşırı yıkılması.




Bir damla kanı uygun bir boya ile boyayıp mikroskop altında incelediğimiz zaman çeşitli tiplerde lökosit görülür. Lökositler yapılarına ve çeşitli boyalara karşı olan afinitelerine göre sınıflandırılırlar. Buna göre lökositler 3 gruba ayrılırlar.
1. Polimorfonükler granülositler
a) Nötrofiller
b) Eozinofiller
c) Bazofiller
2. Monositler
3. Lenfositler
Polimorfonükleer granülositlerin nükleusları çok lobludur ve sitoplâzmalarında çok sayıda granül bulunur. Bu gruptaki hücrelerin bazılarının granülleri “eozin” isimli boyayı tutarlar. Bu hücrelere eozinofil denir. Bir diğer grup bazik boyaları tutar, bu yüzden bu gruba bazofil denir. Bir başka grup ise boyalara özel bir afinite göstermez, bu gruba da nötrofil denir. Monositler granülositlerden biraz daha büyüktür ve at nalına benzeyen tek parçalı bir nükleusları vardır, sitoplâzmaları da daha azdır. Lenfositler en az sitoplâzma içeren gruptur, monositler gibi tek parça ve büyük çekirdek içerirler. Lökositlerin hepsi kemik iliğinde yapılırlar, ancak daha sonraki gelişmelerini kemik iliği dışında tamamlarlar.



Trombositler çok sayıda granül içeren renksiz hücre parçalarıdır. Megakaryosit denilen kemik iliğinin büyük hücrelerinin parçalarından oluşur. Bu megakaryosit parçaları sistemik dolaşıma girince trombosit adını alırlar. Hemostazın sağlanmasında yani kanamanın durdurulmasında önemlidirler. Trombositler bir yüzeye yapışma eğilimindedirler, fakat kan damarlarının içini döşeyen normal endotel hücrelerine yapışmazlar. 

Ancak damarın içindeki endotel bir şekilde hasar görürde altındaki bağ dokusu (kollajen) açığa çıkarsa, trombositler kollajene bağlanır. Bu bağlanma trombositlerin granüllerdeki içeriği ortama boşaltmalarına sebeb olur. Ortama boşalan bu maddelerden biri olan ADP trombositlerin yüzeyinde birtakım değişikliklerin başlamasına neden olur ve yeni gelen trombositler de bu trombositlere bağlanarak trombosit agregasyonu denilen olaya yol açarlar. Hızla ilerleyen bu olay damarın içinde trombosit tıkacının oluşmasını sağlar. Endotel hücreleri tarafından salgılanan bir protein olan von Willebrand faktörü (vWF) trombositlerin hasarlı damar duvarına tutunmasını kolaylaştırır. VWF önce kollajene bağlanır ve trombositin kollajene bağlanmasını sağlar. 

Koagülasyon için trombosit agregasyonu şart olduğu için von Willebrand faktörü eksikliği ya da bozukluğunda koagülasyon bozuklukları görülür. Bu faktörün eksikliğinden kaynaklanan hastalığa von Willebrand hastalığı denir. Trombositlerin kollajene bağlanması, trombosit hücre zarındaki araşidonik asidin tromboksan A2 ye dönmesine neden olur. Bu madde trombosit agregasyonu uyardığı gibi, trombosit granüllerinden diğer maddelerin de salınmasına neden olur. Trombosit tıkacı kan damarındaki sızıntıyı tümüyle önler ve bu tıkaç kontraksiyon ile daha da kuvvetlenir. 

Trombositler yüksek oranda kontraktil protein içerirler. Kontraksiyon trombosit tıkacının sıkışarak daha kuvvetli hale gelmesini sağlar. Bu olaylar olurken aynı zamanda hasarlı damar duvarındaki düz kaslar da kasılarak o bölgeye gelen kan miktarını azaltır, dolayısı ile o bölgedeki kan basıncını azaltır. Trombosit tıkacı sadece hasarlı bölgede olur ve oradan yayılmaz. Bunu nedeni damar duvarının prostasiklin de denilen PGI2 isimli bir madde sentez etmesidir. PGI2 kuvvetli bir trombosit agregasyon inhibitörüdür.


Solunum işlevi: Oksijeni akciğerlerden dokulara, dokulardaki susuz karbonu da dışarı atmak üzere akciğere taşımasıdır.

Beslenme İşlevi: Sindirim sonunda bağırsağın emdiği ya da organizmanın kendi kendine yaptığı besleyici maddeleri hücrelere ulaştırmasıdır.

Boşaltım İşlevi: Hücresel metabolizma sonucu açığa çıkan artıkların, boşaltım organlarına gitmesini sağlamasıdır.

Koruma ve Savunma İşlevi: İçinde bulunan birçok hücre ile enfeksiyonlara karşı savaşımda ve bağışıklık tepkimelerinde rol oynamasıdır.

Beden Sıvısı Dengesini Sağlama İşlevi: Organizma tarafından salgılanan hormon, enzim vb. maddelerin metabolizma tepkilerinde ve bireşim olaylarında biyokatalizörler gibi seçici olarak araya girmesini sağlamasıdır.

Sıcaklık Düzenleme İşlevi: Derin dokulardaki ısı ve suyu bedenin yüzeyine doğru taşıyarak etkisiz kılmasıdır.

Ayrıca; sıvı-mineral ve kimyasal dengeyi sağlama, tansiyon düzenleme işlevleri vardır.

Meydan Larousse
Büyük Larousse
Temel Brittanica

SOLUK ALIP VERME



Soluk alıp veriyorum:
Bir canlının yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjinin sağlanması için besinlere ihtiyaç duyulur. Oksijen alıp karbondioksit verme ile gerçekleşen olaya solunum adı veriler. Solunum olayı:

Burun=yutak=gırtlak=soluk=borusu=akciğer



A-Burun: koku alma organıdır. Havayı ısıtır ve nemlendirir. İçindeki kıllar toz ve mikropları tutarak alınan havayı temizler. Hava burundan yutağa geçer.
B-Yutak: ağız ve burun arka tarafta yutağa açılır. Hem sindirim hem de solunum organıdır. Yemekler yutaktan yemek borusuna hava ise yutaktan soluk borusuna geçer.
C-Gırtlak: ses tellerimizin olduğu yapıdır.
D-Soluk borusu: yemek borusunun önünde yer alır. Üst üste dizilmiş kıkırdak halkalardan oluşur. Havanın akciğere iletilmesini sağlar.
E-Akciğer: göğüs kafesi içinde bulunur dış etkilerden koruyan zara sahiptir. Sağ ve sol olmak üzere iki tanedir. İç yüzeyleri nemlidir. Oksijen girişini karbondioksit çıkışını sağlar. Diyafram ile birlikte çalışırlar. Nefes alırken genişler. Nefes verirken büzüşür.

Nasıl nefes alıp veriyoruz?
Burundan ve ağızdan alınan hava, yutaktan gırtlağa, gırtlaktan da soluk borusuna geçer. Soluk borusundan akciğere gelir

Soluk alıp verirken akciğerimiz nasıl çalışır? 


Soluk alırken: kaburga kasları yukarı doğru kasılır. Diyafram aşağı doğru düzleşir ve kasılır. Sonuçta göğüs kafesi ve akciğer genişler. Akciğere hava dolar.
Soluk verirken: kaburga kasları aşağı doğru gevşer.Diyafram yukarı doğru kubbeleşir. Sonuçta göğüs kafesi ve akciğer daralır. Akciğerden hava dışarı çıkar.

Neden soluk alıp veriyoruz?
Bir kaç gün yemek yemeden yaşayabiliriz ama bir kaç dakika soluk almadan yaşayamayız. Hareket etmek için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjiyi besinlerden alırız. Soluk alırken havadaki oksijen akciğerlerden kana geçer. Tüm vücuda kanla geçen oksijen besinledeki atık gazları dışarıya karbondioksit yardımıyla atıyor. Karbondioksitin vücuttan atılırken izlediği yol şöyle gerçekleşiyor:

Kanla vücutta toplanır         →   akciğere taşınır   →   soluk borusuna gider                         gırtlaktan geçer                              burundan dışarı çıkar.


Not: solunum yapmamızın temel nedeni vücudumuza gerekli olan enerjiyi elde etmektir.

Solunum yolu ile bulaşan hastalıklar nelerdir?
Nezle, grip, zatürre, bronşit, verem, suçiçeği, boğmaca, menenjit
Bu hastalıklardan korunmak için neler yapmalıyız
v  Bu hastalığa yakalananlarla aynı ortamda durmamalıyız.
v  Soluduğumuz havanın temiz olmasına dikkat etmeliyiz.
v  Sigara içmemeli, içilen yerde de bulunmamalıyız.
v  Hastalıklarla ilgili aşılarımızı yaptırmalıyız.

Canlıların Sınıflandırılması





Dünyada yaşayan yaklaşık 1,5 milyon fosil ve canlı türü, biyologlar tarafından isimlendirilmiş ve tanımlanmıştır. Bunun yanında henüz tanımlanmayan 100 milyon canlı türünün daha bulunduğu var sayılmaktadır. Canlılar dünyasında oldukça büyük bir çeşitlilik vardır ve bunların tek tek gözlemlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle canlılarla ilgili yeterli bilgi toplayabilmenin en iyi yolu, canlı türlerinin farklılık ve benzerliklerine göre gruplara ayrılmasıdır.
Canlıların farklı ve benzer niteliklerine göre gruplandırılmasına sınıflandırma adı verilir. Sınıflandırmayla ilgili olan biyoloji alanına ise sistematik denir. Sistematik tarafından belirlenen akrabalık bağlarına göre canlı türlerinin kategorilere yerleştirilmesi ise taksonominin uğraş alanına girmektedir.

Canlıların Sınıflandırılması Neye Yarar?

  • Organizmaların arasındaki ilişkiler daha kolay incelenir.
  • Organizmalar arasındaki ilişkilerin kavranması eczacılık, tıp, doğal kaynaklar ve tarımın korunmasına yardımcı olur.
  • Elde edilen bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasındaki güçlükler ortadan kalkmış olur.
  • Oluşturulan evrimsel ağaç sayesinde, yeryüzündeki tüm canlıların köklerinin araştırılması ve günümüzdeki canlılarla mukayese edilmesi mümkün olur.



Çok eski dönemlerden beri, canlılar için sınıflandırma yoluna gidilmiştir. İlk dönemlerde yapılan sınıflandırma, canlıların yaşadığı ortama ve dış görünüşlerine göre yapılan yapay ya da ampirik sınıflandırmadır. Bu sınıflandırmanın temeli Aristo’ya dayanmaktadır. Yapay sınıflandırmada faydalanılan özelliklerden bir tanesi, analog organ benzerliğidir. Görevleri aynı olmasına rağmen kökenleri farklı olan organlara görevdeş organ ya da analog adı verilmektedir.
Serçe, yarasa ve arının kanatları benzer görevleri üstlenmiş olup, aynı zamanda analog organlardır. Analog organ benzerliklerinden yararlanılarak yapılan ampirik sınıflandırmada, bahsettiğimiz üç canlı türü aynı kategoride değerlendirilir. Ampirik sınıflandırmanın günümüzde terk edilmesinin nedeni ise, bilimsel bir sınıflandırma olmamasıdır. Günümüzde kabul gören sınıflandırma biçimi filogenetik ya da doğal sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma, akrabalık dereceleri, köken benzerlikleri ve canlıların sahip olduğu homolog organ benzerliklerini dikkate almaktadır.

Canlılar Sınıflandırılırken Hangi Özellikler Dikkate Alınır?

  • Protein ve DNA benzerlikleri
  • Hücre sayısı ve tipi
  • Fizyolojik benzerlikler
  • Beslenme
  • Embriyolojik gelişim özellikleri 


Kökendeş ya da homolog organlar, görevleri farklı olmasına rağmen embriyolojik gelişim sırasında aynı hücrelerin değişime uğramasıyla oluşan organlardır. Örneğin; yarasanın kanadı, insanın kolu ve balinanın yüzgeci farklı görevler üstlenmesine karşın, homolog yani kökendeş organlardır. Aristo’nun yaptığı sınıflandırmada, 3 farklı grupta incelenen bu canlı türleri, filogenetik (memeliler) sınıflandırmada aynı kategori içinde değerlendirilmiştir. Memelerin ön üyeleri ise iskeletin aynı üyelerinden oluşmuştur.

John Ray, doğal sınıflandırmayı ilk yapan bilim adamıdır. Ray, tür kavramını ilk kez ortaya atmış, bitki ve hayvanları sınıflandırmaya çalışmıştır. Carolus Linneaus (İsveçli botanikçi), 1758 yılında Systema Naturea (Doğanın Düzeni) adlı bir kitap yayınlamış ve bu olay Geleneksel taksonominin başlamasına neden olmuştur. Linneaus sisteminin iki ana niteliği vardır;
  • Türlerin, daha fazla canlı türlerini kapsayacak biçimde hiyerarşik olarak sınıflandırılması,
  • Tüm canlı türlerinin iki bölümden oluşan bir isimle tanımlanması. 

Linneaus ikili isimlendirme sistemini kurarak, temel sınıflandırma elemanını da tür olarak nitelendirmiştir. Kendi aralarında özgürce çiftleşip verimli döller oluşturan ve ortak bir atadan gelen topluluğa “tür” adı verilir. Aynı türe ait olan bireyler, benzer olmalarına karşın aynı değildirler. Bu ayrım, tür içi varyasyon olarak tanımlanır ve türün bulunduğu ortam şartlarına uyum sağlamasını kolaylaştırır. Her bir canlı türü, ikili isimlendirmeye göre Latince kökenli olan iki kelime ile anlatılır. Bunlardan ilki, baş harfi büyük yazılan ve türün de dahil olduğu cinsin adıdır. İkincisi ise bir “tür epiteti” olarak nitelendirilir ve baş harfi küçük olarak yazılır. İki kelimenin yan yana gelmesiyle de türün adı konmuş olur.

BEŞ DUYUMUZ



DUYU ORGANLARIMIZ
Çevremizdeki varlıkların özelliklerini algılamamızı sağlayan organlar duyu organlarımızdır. Duyu organlarımız: göz, kulak, burun, dil ve deridir.
Kulak: Kulak işitme organımızdır.
Burun: Burun koklama organımızdır.
Göz: Göz görme organımızdır.
Dil: Dil tatma organımızdır.
Deri: Deri hissetme organımızdır. 



DUYU ORGANLARIMIZIN GÖREVLERİ

Göz: Göz görme organımızdır. Gözümüz sayesinde çevremizdeki varlıkları, renkleri şekilleri görürüz. Gözün görebilmesi için ışığa ihtiyaç vardır. Çevremizde olup bitenleri gözlerimizle görür ve gözlerimizle onların ne olduklarını anlarız. Varlıkların rengi, boyu, hareketi ve şekli gibi özelliklerini ancak gözlerimiz yardımıyla görebiliriz.


Kulak: Kulak duyma organımızdır. Kulaklarımız sayesinde sesleri işitir, işittiğimiz seslere göre hareket tarzımızı belirleriz. Kulak aynı zamanda vücut dengemizin sağlanmasında görev alır. Kulaklarımız sayesinde sevdiklerimizin uyarılarını, isteklerini, sevgi sözcüklerini duyabilir ve onlara cevap verebiliriz. Peki, cevap verirken de kulaklarımız gerekli midir?
Elbette, konuşmak, işitmekle doğrudan ilgilidir. Kulaklarımız duymazsa konuşmaları da işitemeyiz. Bu nedenle doğuştan işitemeyenler, konuşamazlar. Böyle kişilere konuşma ve işitme engelli kişiler deriz.


Burun: Burun koku olma ve solunum organımızdır. Burnumuz sayesinde sağlığımıza zararlı ortamları ayırt edebiliriz. Kokusunu aldığımız yiyeceklerin tadını algılarız. Çevremizdeki  güzel ve kötü kokuları da burnumuz yardımıyla anlarız. Bazen tanımadığımız çiçekleri, önceden tatmadığımız yiyecek ve içecekleri önce koklarız ve kokusundan tanımaya çalışırız.
Koku alma duyumuz sayesinde bazı zamanlar tehlikeden de korunuruz. Herhangi bir yerde bir şey yandığı zaman hemen kokusunu alır ve yangın tehlikesi var ise önlemimizi alırız.

Dil: Dil tat alma organımızdır. Dilimiz sayesinde sözlü iletişim kurabiliriz. Ayrıca dil, yutkunma, çiğneme, besinlerin ağzımızda yer değiştirmesine de yardımcı olur. Bir besinin acı mı tatlı mı, ekşi mi tuzlu mu olduğunu dilimizle anlarız. Dilimiz, ayrıca konuşmamıza da yardımcı olur. Her türlü istek ve dileklerimizi konuşarak ifade edebiliriz. Pekmez, incir, üzüm, zeytin, peynir ve daha birçok meyve sebzeyi yerken hepsinin birbirinden farklı tatlarını da ancak dilimiz sayesinde alırız. Bir yiyeceğin ne olduğunu, tadının nasıl olduğunu gözlerimiz kapalıyken bile dilimizle anlayabiliriz.

Deri: Deri hissetme organımızdır. Derimiz sayesinde; sıcağı, soğuğu, serti, yumuşağı, acıyı ya da tatlıyı hissederiz. Terleme yoluyla fazla sıvıyı vücut dışına atarız. Aynı zamanda vücudu dış etkilerden korur. Derimiz,  vücudumuzu çarpma, vurma gibi dış etkilerden de korur. Derimiz sayesinde cisimlerin yüzeyleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Sert mi, yumuşak mı, kaygan mı, yapışkan mı? Bütün bunları derimiz sayesinde hissederiz. Görme özürlü insanlar çevrelerindeki birçok varlığı dokunma duyularıyla tanırlar. Bazı insanları hiç görmedikleri hâlde yüzlerine ve vücutlarına dokunarak tanıyabilirler.
DUYU ORGANLARIMIZIN SAĞLIĞI
Duyu organlarımızın sağlığını korumak için aşağıdaki uyarıları dikkate almalıyız.
Göz sağlığımızı korumak için;
• Televizyonu yakın mesafeden izlememeliyiz.
• Gözlerimizi temiz tutmalıyız. Başkalarına ait havlu ve gözlükleri kullanmamalıyız.
• Okuma  sırasında gözlerimiz ile kitap arasındaki  uzaklığın 30 cm’den az olmamasına dikkat etmeliyiz.
• Gözlerimizi aşırı ışıktan korumalıyız.
• Gözlerimizin görme yeteneğini artırmak için A vitamini içeren besinler yemeliyiz.
• Ders çalışırken ışığın çok az ya da çok fazla olmamasına dikkat etmeliyiz.
Burun sağlığımızı korumak için;
• Ne olduğunu bilmediğimiz maddeleri koklamamalıyız.
• Burun ici kılları koparmamalıyız.
• Burun temizliğine özen göstermeliyiz.
• Uzun  süren  burun  tıkanıklıklarında  doktora gitmeliyiz.
• Kötü kokulu ortamlarda uzun süre bulunmamaya dikkat etmeliyiz.
• Ne olduğunu bilmediğimiz ya da kokusu keskin olan maddeleri koklamamalıyız.
Kulak sağlığımızı korumak için;
• Kulağımıza yabancı cisimler sokmamalıyız.
• Gürültülü yerlerde bulunmamalıyız.
• Kulaklarımızı temiz tutmalıyız.
• Kulaklarımızı soğuktan korumalıyız.
• Kulaklıkla yüksek sesli müzik dinlememeliyiz.
• Kulaklarımızı şiddetli darbelerden korumalıyız.
• Patlama sesi gibi şiddetli seslerin olduğu ortamlarda oluşan basıncın kulak zarımıza zarar vermesini engellemek için ağzımızı açmalıyız.
Dil sağlığımızı korumak için;
• Çok sıcak ya da çok soğuk gıdalar tüketmemeliyiz.
• Dişlerimizle beraber dilimizi de fırçalamalıyız.
• Ağız ve diş sağlığımıza dikkat etmeliyiz.
• Asitli ve gazlı içeceklerden uzak durmalıyız.
• Alkol ve sigara kullanmamalı ve dilimize zarar verebilecek bazı kimyasal  maddelerden  uzak durmalıyız.
Deri sağlığımızı korumak için;
• Bilinçsiz şekilde güneş ışığına maruz kalmamalıyız.
• Alkol, sigara gibi sağlığa zararlı maddelerden uzak durmalıyız.
• Derimizi ezilme, kesilme ve yanmalardan korumalıyız.
• Derimizin  üzerinde mikropların çoğalmasına engel olmak için vücudumuzu temiz tutmalıyız. Bunun için sık sık yıkanarak  vücudumuzda  oluşan  kirleri  de vücudumuzdan atmalıyız.
• Çarpma, vurma gibi darbelerden kendimizi korumalıyız.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)