bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


11 Haziran 2018 Pazartesi

Psişik Tedavi

Samanizm

Doktorlar hastaları yüzyıllardır fiziksel ve psişik (Ruhsal) ilaç ve tedavilerin yardımıyla iyileştirmişlerdir. Ancak modern çağda batı medeniyetinin büyük bir kısmı tedavinin ruhsal boyutuna gösterdiği ilgiyi azaltmıştır. Aslında tüm iyileşmelerde mutlaka bir oranda ruhsal iyileşme söz konusu olsa da, iyileşme sürecinde zihnin işlevine verilen önem gittikçe azalmıştır. Bunun görünürdeki en büyük sebebi, batı medeniyetinin hastalıklarla fiziksel mücadelede çok ileri aşamalara gelip pek çok hastalığı etkisiz hale getirmesidir.

Tıp ne kadar gelişirse gelişsin, tedavilerde hastanın kendi durumuna bakış açısı önemini asla yitirmez. En basitinden psikosomatik rahatsızlıkların tedavisinde hastanın iradesinin ne denli önemli olduğu, ilgili tüm uzmanlarca kabul edilmektedir. Kişinin hastalığa karşı mücadeleye hazır olması ve iyileşeceğine olan inancı, bu mücadelenin kazanılmasına ve iyileşmenin süresine çok büyük oranda etki eder. Zihnin madde üzerindeki egemenliğinin iyileşme yeteneğini güçlendireceğini muhtemelen bütün doktorlar kabul etmeyeceklerdir. Ancak tedavileri günümüzdeki imkanlarla çok zor hatta imkansız olan kanser türlerine yakalanan kişilerin kaderlerine boyun eğmeyip hastalıkla mücadele etme ve onu yenebilme kabiliyetlerine samimi olarak inandıklarında, umulandan çok daha uzun yaşadıklarını ve hatta hastalığı tamamen yendiklerini gösteren pek çok örnek vardır.

ruhsaltedavi-520x245
Psişik iyileştirme uzmanları yaptıkları şeyin, hastaların kendi kendilerini iyileştirmelerine yardım etmekten ibaret olduğunu söylemektedirler. Bunun yanında bazı durumlarda hastaya enerji transferi de söz konusu olabilir. Enerji transferi konusu, etkenlilikleri kanıtlanmış olan bazı alternatif tedavi yöntemlerinin de temelini teşkil etmektedir. Örneğin kristallerden yayılan ve iyileştirici etkileri olan bazı enerjilerle tedavi, new age akımı taraftarları arasında oldukça popülerdir. Her ne kadar bazı bilim çevreleri bu yöntemi sahte olarak nitelese de, kristal yapılı kayaçlar tarafından üretilen doğal enerji türlerinin insan sağlığı için pozitif yönde çok etkili bir şekilde kullanılabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.
GEÇMİŞE BAKIŞ
Profesör Stanley Krippner, şamanizm konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biridir. Sibirya’dan Afrika’nın Zulu köylerine kadar dünyanın pek çok yerinde şifa dağıtan bu insanları kendi doğal ortamlarında ziyaret etmiş ve nereye giderse gitsin bu insanlar arasında büyük benzerlikler olduğunu görmüştür.
Kökleri bundan elli bin yıl öncesine uzanan şamanlar, dünyanın en eski doktorlarıdır ve bugün dünyanın çeşitli yerlerinde her zamanki kadar saygı görüyorlar. Şamanlar iki gerçekliğe inanırlar; fiziksel dünya ve zihinsel dünya. Ancak batılı kültürlerdeki gibi bunlardan birine diğerinden daha fazla önem vermezler. Onlara göre hayal gücü günah değil, Tanrı’nın bir hediyesidir. Şamanlar fiziksel alemi de zihinsel alemi de gerçek olarak benimserler ve kendilerini bu iki alem arasında gidip gelmek, yani iletişim kurmak için seçilmiş kişiler olarak görürler. Bu açıdan onları spiritualist medyumlara benzetmek mümkündür.
Bir günümüz şamanı olan Margeret Umlazi, şaman olmadan önce bir Afrika kabilesine kabul edilmiş ve bu kabilede yaşamaya başlamıştı. Margeret eğitim döneminde, muhtemelen sara hastalığından kaynaklanan kriz nöbetleri yaşadığını anlatmaktadır. Kabile büyükleri ise onu hemen tedavi etmeye başlamadan önce rüyalarını sordular.

Stanley Krippner
Profesör Stanley Krippner
Margeret da rüyalarında sık sık dev bir yılan tarafından derin bir gölün içine çekildiğini ve suyun altında da nefes alabildiğini farkettiğini anlattı. Kabile büyükleri, bu rüyaların büyük bir sembolizm taşıdığını, dev yılanın onun bilinçaltı korkularını ve derin gölün de gizemler dünyasını temsil ettiğini ve gölün içinde de nefes alabildiğine göre bu aleme artık ilk adımlarını atabileceğini söyleyip onu bir şaman olarak yetiştirmeye başladılar. Ancak o zamana kadar bir hristiyan olarak yetiştirilmiş olan Margeret için şamanlık fikrini benimsemek hiçte kolay görünmüyordu. Tabii ki Hz. İsa’nın da bir şifacı olduğunu ve bu yeteneğini sıkça kullandığını öğrenene kadar.
Şamanlar şifacılıkta pek çok yardırma teknik kullanagelmişlerdir. Örneğin şifalı otlar ve çeşitli bitkiler hem tedavilerde, hem de rüyaları, DDA’yı ve ruhsal bilinçliliği arttırmada yardımcı birer unsur olarak sıkça kullanılmıştır. Şamanlar gördükleri vizyonlarda ve bedendışı deneyimlerde, tedavi edecekleri kişilerin rahatsızlıkları hakkında pek çok bilgi edinirler. Onların tedavisi, zihnin ve bedenin aynı şey olduğu temeline dayalı bütüncül bir tedavidir.
Tüm bu yaklaşımların günümüz toplumundaki bazı ruhsal tedavi çalışmalarında kabul edildiğini ve uygulanmaya çalışıldığını görmek çok hoş. Aslında öyle görünüyor ki, sanki bu bilgiler insan bilincinde doğuştan beri vardı ve teknolojinin gelişimi bu bilgileri toplumun kolektif bilincinden tamamen silmeyi başaramadı. İnsanlar genellikle psişik bilgileri ya küçümser, ya da gazete ve dergilerdeki sansasyonel haberlere indirgerler. Psişik tedavi tarihi ise bu bilgilerin varlığımızın en derin noktalarıyla ilgili olduğunu öğretmektedir.
BÖYLE BİR DENEYİMİ YAŞAMAK
Pek çok insanda psişik tedavi potansiyeli vardır. Aktör Bill Waddington bir keresinde bana ikinci dünya savaşı sırasında askerlere moral vermek için düzenlenen gösterilere katılırken, yaralı ya da savaş şokunu yaşayan kişilere gerçekten de yardım edebildiğini anlatmıştı.
Bill, bir defasında savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği bir zamanda bir tank birliğini ziyaret ettiğini ve yaptığı gösteri sırasında askerlerin gevşemeye başladıklarını, ardından ise sanki kendi pozitif enerjisini kullanarak onların negatif enerjilerini emen bir sünger görevi gördüğünü hissettiğini söylüyordu.
svengali
Kendisi aynı zamanda insanların ve pek çok hayvanın duygusal sıkıntılarını hissedebilmektedir. Bu özellik belki de psişik şifacılığın anahtar unsurudur. Matthew Manning, ailesinin Cambridge’deki iki yüz yıllık evlerinde, kendisinin odak olduğu bazı poltergeist etkiler yaşanırken ünlü bir psişik (Gizemli zihinsel yeteneklere sahip kişi) olmuştu. 1970’de yaşanan bu olay sırasında yalnızca on beş yaşında olan Manning, dört yıl sonra Uri Geller stili kaşık eğme ve ölmüş ünlü ressamların stilinde, trans halinde resimler çizme türü çalışmaları da içeren parti oyunlarıyla tüm dünyada tanınır hale geldi.
Bununla birlikte Manning bir süre sonra bu parti eğlencelerinden sıkılmaya başladı ve yeteneklerini çelik kaşık eğmekten daha faydalı işler için kullanması gerektiğini hissetti. Böylelikle eski uğraşılarını bırakarak zamanını kanser hücrelerinin yok edilmesi için zihinsel çalışmalar yapma konusuna ayırmaya başladı. Kobay hayvanlar üzerindeki ilk başarılarının ardından gerçek hastalarla ilgilenmeye başladı. Kendisi şu anda dünyanın en başarılı ve en çok aranan psişik şifacılarından biridir. Manning, yeteneklerini işe yarar alanlarda kullanma kararının hayatındaki en büyük kararlarından biri olduğunu hissetmektedir.
Matthew Manning
Matthew Manning
Bugünlerde modern tıbbın çaresiz kaldığı ya da insanların ilaç ve ameliyatların yan etkilerine razı olamadıkları durumlarda, alternatif tedavi türlerine rağbet oldukça artmaktadır. Bu şartlardaki pek çok hasta, dünyanın çeşitli yerlerinde ilgili kuruluşlara bağlı olarak çalışan Manning gibi psişik tedavi uzmanlarına başvurmaktadır.
Çoğu psişik tedavici, standart tıbbi tedavilerden ümidin kesilmesini tavsiye etmez. Ayrıca kendi uyguladıkları tedavilerin de tamamen başarısız olabileceği yada kısmi bir başarının sağlanabileceği ihtimallerini en başından belirtirler. M. Manning’e göre tedavide hastanın beklentisi sonuca etki etmez. Buna kanıt olarak ta, bu tedavi türüne tamamen şüpheli yaklaşan bazı kişilere uyguladığı başarılı tedavileri göstermektedir. Bununla birlikte psişik tedavi uzmanlarının hemen hepsi hastanın tedavi edilme arzusunun sonuca pozitif bir etki yaptığını düşünmektedirler. Şamanlar da zihnin tedavide büyük bir faktör olduğunu vurgulamaktadırlar.
PSİŞİK TEDAVİYİ ARAŞTIRMAK
Kendinizi psişik iyileştirme konusunda geliştirmenizin en iyi metodlarından biri sessiz ve hareketsiz bir ortamda rahatlayarak topraktan enerjinin yükselip içinize dolduğunu hayal etmeniz ve bunun üzerinde konsantre olmanızdır. Bu yöntemi ‘imgeleme’ olarak adlandırabiliriz. Bir deneme yapmak için ailenizde basit bir yaralanma geçiren, örneğin parmağında küçük bir kesik olan bir ferdin yanına gidip elinizi yaralı bölge üzerine yakınlaştırın. Artık vücudunuza doldurduğunuz enerjiyi kullanmanızın vakti gelmiştir.
Tabii başarınızı ölçmek ve arttırmak için pek çok pratik yapmanız gerekecektir. Eğer bu tedavi şekli, vücudun kendi kendini iyileştirme sürecinden daha çabuk sonuç veriyorsa burada basandan söz edilebilir.
Fizikçi Dr. Lawrence Le Shan kendi laboratuvarında psişik tedaviyi öğrendikten sonra uzaktan tedavi çalışmaları için testler yapmaya başlamıştır. Bu örneklerden birinde Dr. Le Shan’dan millerce uzaktaki bir hastayı psişik yollarla tedavi etmesi istendi. Dr. Le Shan teklifi kabul etti ve bir zaman belirlendi. Bir süre sonra hastanın doktoru Dr. Le Shan’ı arayarak hastanın hızla iyileşmekte olduğunu ve bir süre önce gerekli olduğu düşünülen ameliyata artık gerek kalmadığını haber verdi. Hastanın doktoru bu tedavi türünü tıp literatürüne geçirmeli miydi?
Dr. Lawrence’ın buna cevabı ‘kesinlikle hayır!’dı. Neden mi?
Çünkü Dr. Lawrance tedavi çalışmasının yapılacağı gün deneyi tamamen unutmuştu ve önceden ayarlanan saatte kesinlikle uzaktan tedavi ile ilgilenmiyordu!
Açıkça görülüyor ki bu gibi bazı olaylarda hastalar kendi kendilerini iyileştiriyorlar.

psychic_

GÜNÜMÜZDE DURUM
Günümüzde psişik şifacıların toplumda kabul görmeleri adına önemli gelişmeler yaşanmaktadır, örneğin İngiltere Ulusal Sağlık Servisi (Britain’s National Health Service) kadrosunda psişik tedavi uzmanları da bulunduruluyor ve vatandaşlar onlardan yararlanabiliyor. Bir başka gelişme ise Paulina Baume adlı bir psişik şifacının 1994 başlarında Coventery Health Authority’ ye bağlı maaşlı bir NHS (National Health Service) danışmanı olarak işe başlamasıydı. Aynı zamanda ‘Ulusal Psişik Tedavi Uzmanları Federasyonu’nun başkan yardımcısı olarak görev yapan Baume bu gelişmeyi, psişik şifacıların tanınması açısından önemli bir adım olarak görmektedir.
Paulina’nın birincil görevlerinden biri, insanların, hastalıklarıyla yüzleşebilmelerine yardım etmeye çalışmaktır. Ona göre hastaların ruhsal bir bütünlük hissetmelerini sağlamak ise işinin en önemli yönüdür.
Paulina 1994 Ağustos’unda ‘Working with Health Care Professionals’ (Sağlık Uzmanlarıyla Alışma) başlıklı ilk raporunu, bağlı bulunduğu federasyona teslim etti. Bu süreçteki en büyük gelişmelerden biri ise pratisyen doktorlar için düzenlenen kursların artık psişik tedavi konusunu da içermesi ve doktorların, kullandıkları tedavi unsurlarını bu yeni açıyla bütünleştirebilmeleri imkanıydı.
Paulina bu işte yalnız değil. Diğer bazı psişik tedavi uzmanları da geçici sürelerle pratisyen doktorların yanında çalışmalara katılmaktadırlar.
Paulina 1994 Kasım’ında bir sempozyum düzenleyerek genel değerlendirmeler ve çalışmaların geliştirilmesi gibi konuları tartışmak için bu insanları biraraya getirdi. Psişik tedavi uzmanları topluluğu, bu gelişmelerin çok daha ileri düzeylere taşınacağından ve çok daha geniş çaplı hizmetler verilebileceğinden emindirler.
İnsanların onlara gösterdiği saygı ve güven de her geçen gün artmaktadır. Yorkshire’lı bir psişik şifacı olan Lorraine Ham 1995 boyunca bu alanda büyük başarılara imza atmıştır. Kendisi şu an West Yorkshire’da resmi bir sağlık ünitesine bağlı tanınmış bir görevlidir. ‘Strange but True?’ (Garip ama Gerçek?) adlı programdaki gösterisinin ardından on binlerce kişi ondan yardım talebinde bulundu.
Bu alandaki çalışmalar yavaş ama istikrarlı bir şekilde delerken yeni ve şaşırtıcı iddiaların da ardı arkası kesilmiyor. Tedavilerinde hipnoterapi yöntemini kullanan Joe Keeton adlı bir psişik şifacı, kaza sonucu ayağının bir bölümünü kaybeden bir kadına, ayağının eksik parçasının yeniden çıkmasında yardım ettiğini iddia etmiştir. Cerrahlar bu olasılıktan şüpheleniyorlar ancak Keeton’ın çok açık bir cevabı var; kadının ayağının artık tamamen normal olması. Keeton, deniz yıldızı gibi hayvanların kopan yada kesilen parçalarının yenilenebildiğini hatırlatarak hücrelerdeki DNA aracılığıyla vücut parçalarının oluşumunu yöneten bir enerjinin olduğunu ve vücudun çalışmayan organları yenileyebilmesi için, zihnin bu enerjiyi harekete geçmeye zorlayabileceğini iddia etmektedir.
Elbette tıbbın böyle bir olasılığı kabul edebilmesi için bu iddianın çeşitli deneylerle test edilmesi gerekir ve bunun için belirli bir süreye ihtiyaç vardır. Standart tıbbi tedavinin hiçbir işe yaramayacağının düşünüldüğü bir zamanda, beyninde tümör olduğu teşhisi koyulan bir çocuğun babası, psişik tedaviyi yan bir unsur olarak kullanan tanınmış bir şifacıdan yardım istedi. Psişik, çocuğa büyük bir ordunun beynine girip düşmanı temizlediğini hayal etmesini söyleyerek bu sahneyi ona benimsetti.
Bu yöntemin ardındaki felsefe oldukça basittir. Psişik güç çocuğun zihninde benimsemesi kolay bir imaj yaratmıştır ve çocuğun bu imaj üzerinde konsantre olmasını sağlamıştır. Böylece vücudun doğal kaynaklarını harekete geçirerek çocuğun eski sağlığını kazanmasını sağlamaktadır.
Gerçekken de bir süre sonra beynindeki urdan eser kalmadığı, çocuk tekrar muayene olduğunda görülür. Ancak çocuğun doktoru, önceki beyin tümörü teşhisinin yanlış olabileceğini iddia etmiştir. Ne olursa olsun, normal tıbbi tedavinin yanında en azından çocuğun duruma daha iyimser bakmasını sağlayan psişik tedavinin, bazı çevreler tarafından kötü bir şeymiş gibi göstermeye çalışılmasını anlamak zordur.
PSİŞİK TEDAVİNİN GÖRÜNTÜLENMESİ
Eğer bu tür şaşırtıcı tedaviler mümkünse, modern teknolojinin bunları kanıtlayabilmesi gerekir. Böyle bir deneme 1994 Eylül’ünde Japonya’da yapıldı. Carol Everett adlı Devon’da yaşayan bir psişik şifacı, Profesör Yoşyo Maşi ile bir deneye katılabilmek için Tokyo’daki Denki Üniversitesine götürüldü. Carol’ın daha önce hiç görmediği bir kadın hasta getirilmişti ve ondan bu genç kadının rahatsızlığını psişik yollarla belirlemesi isteniyordu.
Carol bu hasta üzerinde tedavi uygulamasına başlamadan evvel o ve hastası, solunumlarını, kalp atış oranlarını, kan basınçlarını ve beyin dalgalarını ölçüp ekrana yansıtacak bilgisayarlara bağlandılar. Odaya ayrıca Carol’ın görüş alanı dışında, ısı görüntüleyici bir cihaz yerleştirilmişti ve profesörün çalışma grubu bu cihazın verilerini dikkatle takip ediyorlardı. Carol, kadının yumurtalıklarında bulunan bir uru doğru bir şekilde belirlemişti. Ardından 20 mm. genişliğindeki bu uru minimize etme çalışmasına başladı.
Deney ilerledikçe Carol’ın beyin aktivitelerinde belirgin bir artış kaydediliyordu. Sanki sol beyin küresi kapanmış, tüm enerji sağ beyin küresinin arka tarafında yoğunlaşmıştı. Beynin sol yarısı matematik, rasyonel ve analitik düşünce süreçlerini yönetirken sağ yarısı sezgisel, yaratıcı, görsel ve psişik deneyimleri kontrol eder. Ayrıca Carol’ın beyni, normalde yalnızca uykunun derin safhalarında ortaya çıkan alfa dalgaları yaymaktaydı.

 Carol Everett with Professor Machi
Carol Everett ve Profesör Yoşyo Maşi
Carol’da bu değişiklikler kaydedilirken, hastanın tarayıcıdaki görüntüsünde de önemli değişmeler farkediliyordu. Isı görüntüleyici cihaz, kadının yumurtalıklarındaki urun ısı yoğunluğunun gittikçe azaldığını, sonra urun bir nokta haline geldiğini ve en sonunda tamamen yok olduğunu gösterdi. Carol da tedavinin bitmiş olduğunu söyledi ve deneyde kullanılan multi-milyon paundluk teknolojik aletler de onun görüşünü onaylar gözüküyordu. Bundan bir ay sonraki tedaviler sonunda hastanın doktoru da tedavinin tamamen başarılı olduğunu onayladı.
Bu test belki de benzer kompleks cihazlar kullanılarak daha ileri düzeyde deneylerin yapılmasının yolunu açabilir.
Kaynak: Evrendeki Bilinmeyenler, Jenny Randles S: 104-113

Durdurulamaz Küresel Isınma Her 1,500 Yılda Bir Karşıt Bakış Aç



Harvard Crimson, Nobel ödüllü Al Gore’yi azarlayan şok edici bir başmakale yayınladıktan bir hafta sonra, Stanford Üniversitesi “Küresel Isınma Bir Efsane (Uydurma) mi?” başlıklı bir yemek düzenledi.
Stanford’un misafir konuşmacısı dünyaca ünlü küresel ısınma kuşkucusu S. Frederick Singer idi, eski uzay mühendisi ve hükümet bilim danışmanı.
Princeton Üniversitesi’nde Fizik bölümünde PhD ünvanı olan Singer uzay gelişmelerinde Başkan Eisenhower’un danışmadı idi, Virginia Üniversitesi’nde Çevre Bilimleri profesörü idi ve ‘Durdurulamaz Küresel Isınma: Her 1,500 Yılda Bir’in ortak – yazarıdır. Bu New York Times’ın en çok satanlarından olan kitapta, yazarlar Singer ve Avery küresel sıcaklıkların çoğunlukla veya tamamen doğal döngü nedeniyle yükselmekte olduğu kavramını sunuyor. Kayıtlı tarihin ikibinyılından alınan tarihi verileri doğal fiziksel kayıtlarla birlikte kullanarak, 1,500 yıllık doğal güneş lekesi manyetik dalgaları döngüsünün her zaman dünyanın iklimini kontrol ettiğini ve şu andaki ısınma eğilimindeki itici güç olduğunu savunuyorlar. İnsanın yarattığı karbon dioksitin dünyanın iklimi üzerinde çok az etkisi var.

1,500 yıllık döngünün 1980’nin başlangıcında keşfedildiğinden bu yana, bu ısınmanın genel karakteristikleri şunlarda yapılan ölçümler ile onaylandı: ağaç halkaları (canlı, korunmuş ve fosilleşmiş), polen, mercan, buzullar, sondaj delikleri, dikitler, ağaç hatları ve deniz sedimentleri. En son döngüler, döngünün soğuk kısmı sırasında göçlere zorlanma, açlık ve hastalık ve döngünün sıcak kısmında nüfus artışı, tarım alanlarının genişlemesi, daha çok ekin çeşidi ve ekstra binalar ile insan tarihinde kaydedildi.
1,500 yıllık döngünün nedenleri çok iyi anlaşılmadı, bu döngülerden 600’ü son milyon yılda saptandı. Bu, yazarların son 150 yılda döngünün sıcak aşamasına girdiğimizi kabul etmelerini sağlıyor. Bu, ayrıca eğer tipik sıcaklık aşaması yüksekliğine giriyorsak bir veya iki derece daha sıcak olabileceğini öne sürüyor.
Döngünün sıcak aşaması soğuk aşamasından tipik olarak daha düzenli olmasına rağmen, muntazaman zirveye erişip sonra düşmüyor, sıcak aşamanın başlangıcında aniden yükseliyor, sonra yüzlerce yıl oldukça düzensiz (ama tutarlı şekilde daha yüksek) sıcaklıklar takip ediyor.
Singer şu anda Dünya’nın deneyimlemekte olduğu ısınmanın tehlikeli olmadığını ve insanların bunu değiştiremeyeceğini açıkladı. Singer, Al Gore gibi küresel ısınma aktivistlerinin problemi dikkat çekmek için kullandığına inanıyor. Böyle aktivistlerin insanın – ürettiği sera gazlarının küresel ısınmaya katkı yaptığını göstermeye yakınlaşamadığını söyledi.
Singer dinleyicilere “eğer politikacılar gerçekten enerji kullanımını etkileyen bir değişiklik yapmak isteseler idi, benzin vergilerini artırırlardı” dedi, bu artış araba kullanımını azaltırdı. Singer bu tür vergilerin en çok düşük gelirli insanları vuracağına inanıyor. Singer rüzgar çiftliği endüstrisi gibi bir çok iş alanının küresel ısınma aldatmacasından para kazandığını iddia etti.

10.000 Yıllık Nükleer Savaş (Destanı) : Mahabharata



Onbin Yıllık Nükleer Savaş
“Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır.”
Dhammapada “Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır.”
Reader´s Digest “Mysteries of the Unexplained”
“Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi.” (Henri Michaux)

Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita”dır.
19. Yüzyıl´da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca´ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl´ın başında yine Hintliler tarafından Bombay´da gerçekleştirildi.
Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985´de ilk kez Avignon´da sahneye koydukları “Mahabharata” adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; “…bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?… (Can Yayınları/Mahabharata-1991)” Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de tv dizisi haline getirmeyi başardı. Ama biz Türkiye´de bunları göremedik; aklı evvel film ithalatcılarımızla, tv yöneticilerimiz hayatlarında duymadıkları evrensel bir kültürü elbette ki algılayamadılar. Onların düzeyini “Yalan Rüzgarı” ile “Şaban” belirlemekte; yani bilinçsiz servetle, bilinçli cehaletin buluştuğu nokta…
Dünyalılarla uzaylılar mı savaştı?

Sanskritçe´de “maha” büyük ve herşeyin toplamı anlamına gelir; “bharata” ise komünyel bir isimdir veya bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün “insan” anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda “İnsanlığın Öyküsü” yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de, aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi) Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır.
Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha´nın da bulunduğu Vrishni´ler, Salva adlı lideri bir güçle kuşatırlar. Bunun üzerine zalim Salva, heryere gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek “yükselir” ve sayısız cesur Vrishni genciyle beraber tüm bir kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva´nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları dahi durdurmaktadır; silah için “savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz” tanımı yapılır ve Salva Krisnha´ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva´yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır; roketler, misiller, mızraklar, çiviler, savaş baltaları, üç yüzlü oklar, alev püskürtücüler vb… Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Ne gece ne de gündüz vardır, zaman anlaşılamaz.
Radyoaktif ölümün reddedilmez tarifi;
Krishna´nın Salva´nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir; “Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütünları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu.” Ve sonra Saubha´nın görünmez olduğu anlatılır sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun “roketin” sesiyle savaşçılar ölürler, Salva´nın askerleri “Danavalar” acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha “özel ateş silahı”nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha´yı ikiye böler, “kent” gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata´nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna´nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya´nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur “Yoksa artık ok yerine , ışın mı demeliyiz.”
Derken savaş alanına birden bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama gece olmamıştır, vahşi bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaktadır, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanmakta, dünya titremekte, korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, herşeyi yakmaktadır. Filler alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururken, diğer canlılar buruşarak yere düşmektedir, vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağmaktadır. Ve ateş fırtınasının yanısıra Gurkha´nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanısıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibidirler. Gurkha´nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana´sı vardır; Vrishni´lerin ve Andhaka´ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana´nın “demir şimşek” diye tanımlanan süper bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.
Nedir bu silahlar? Başka hiçbir mitolojide böyle bir tanım yoktur, yıldırımlar, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil; umudumuz zamanla öğrenmek. Destan´da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir? 1944 yılında Paris Üniversitesi Hint Uygarlığı Enstitüsü´den Emil Senart´ın özgün çevirisi olan “La Bhagavad-Gita” böyledir (Ruh ve Madde Yayınları-1995). Türkçe çevirinin önsözünde Ergün Arıkdal şöyle der; “… o halde insan kendisiyle, maddenin hakimiyeti ile savaşa hep devam etmelidir.” Galiba ikisi de doğrudur yani Mahabharata hem çok uzak geçmişte kaybolmuş bir uygarlığı ve belki de yaşanmış en büyük savaşı anlatmakta, hem de dev bir ruhsal öğretiyi içermektedir; bu öğreti Senart´ın tanımıyla “Rabb´in Ezgisi”dir.
Hindistan´ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı “Mesnevi”den çok daha ötededir ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sankritçe yazılmış olan Mahabharata şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir, “stanza” denen yüzbin kıtadan oluşur yani İncil´in 16 misli, Ansiklopedi Britannica´nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl´da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintliler´e göre Mahabharata´da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl´dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785´de Londra´da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan “Bhagavad-Gita”dır.
Bilim ve Vimanalar
* “Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların veya göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer almaktadır. Kaynaklardaki farklılıklar dikkat çekecek kadar büyüktür, anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır. Taoist masallar sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçlar yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydüler, Tao rahipleri onlara ´Tüylü Rahipler-Yu Ke” diyorlardı; “fei tian” yani uçan ölümsüzler Çin mitolojisinin sayısız yerinde raslanır. Uçan araçlar belki de bir tür teknolojik araçlardırlar ama yönetenler acaba insan mıdırlar? İkinci Yüzyıl´da yazılmış, bir şiirde uçan dragonların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilmektedir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü vardır.
Bunlardan yola çıkarak olası kaynaklara giden ilginç ipuçlarına ulaşabiliriz. İşte bir araştırma sonucu; 11. Yüzyıl´da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan´da vardır; 7. Yüzyıl´dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir, bu araç mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart´ın 1985´de Berkeley Üniversitesi´nde yayınlanan ´The Prehistory of Flight´ adlı kitabının ´çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi´ bölümünde buluyoruz. Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir.” – Dr. Benjamin B. Olshin, “Mechanical Mythology: Private Descriptions of Flying Machines as Found in Early Chinese, Korean, Indian, and Other Texts”
* “Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan´daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan´daki, Kuzey ve Batı Hindistan´ın çöllerinde raslanmaktadır. Rama, “Aydınlanmış Rahip Kral” bu kentleri yönetiyordu. Rama´nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde “7 Rishi Kenti” olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara “Vimanalar” denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar´ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigar gibidirler… Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; ´Ahnihotra-vimana´nın iki motoru veya sistemi vardır, ´Elephant-vimana” ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, “Kral balıkçı”, “İbis” adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, bir atom savaşını bize anlatıyor! Kaynaklarda bir izolasyon veya tahrifat yoktur; savaşlarda fantastik silahlar, uçan araçlar kullanılmıştır.
Bunlara epik Hint destanlarında çok sık raslanır. Hatta Ay´daki bir savaşta yer alan “vimana-Vailix”den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata´da çok belirgindir; Mohenjo-Daro´daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tesbit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan´da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir.
Mahabarata´nın bir bölümü olan Dronaparva´da ve Ramayana´da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. ´Samar´ adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci ´Samaranganasutradhara´ adlı antik metinde Vimanalar´ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan´da ve Gobi Çölü´nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir.” – D. Hatcher Childress, “Ancient Indian Aircraft Technology-Anti-Gravity Handbook”
Ufoloji ve Vimanalar
* “Hindistan´ın Vedik edebiyatında Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır. Bunlar ikiye ayrılırlar; 1)İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar 2) Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar. İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatif askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana´larda tanımlanan UFO´ları anımsatan araçlardırlar. Vedik Evren Maya´nın ürünü veya bir hayaldir ya da evrensel bir sanal gerçeklik olarak düşünülebilir. Ana bilgisayarın görevi, “pradhana” adlı geleneksel enerjiyi sağlamaktır. Bu enerji Maha-Vişnu olarak bilinen ve sürekli genişleyip yayılan İlahi Güç tarafından harekete geçirilir yani Maha-Vişnu bir evrensel programcıdır. Aktif pradhana, enerjinin özel bir formu olarak oluşur ve kaba maddeye dönüştürülür. Şiva´nın eşi Uma (aynı zamanda Maya Devi olarak da bilinir), sanal enerjinin tanrıçası veya “yükleyici”sidir. Uma, Ana Tanrıça olarak da bilinir, kocası Şiva ise Hayallerin ve Teknoloji´nin Efendisi´dir, Şiva ile Mahabharata´da adı geçen Salva arasında doğal bir ilişki vardır, bu ilişkinin kökeninde Salva´nın bir Vimana´ya sahip olma gayreti ve Maya Danava´ya sahip olma arzusu vardır. O zaman, Hayallerin Efendisi olacak ve enerjiyi o üretecektir.” – Richard L. Thompson, “Alien Identities”
* “Vimanalar´ın yapısı akla UFO´ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung´un yorumunda UFO´ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklör, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların ardıllığındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık “zirve deneyimi” niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara raslanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz “bedensel parçalanma” olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, şamanların “ölüm-yeniden doğum” trans deneylerine çok benzemektedir.” – Alvin H. Lawson
* “Birkaç on yıl evvel batılılar tarafından Güney Hindistan´daki bir tapınakta bulunan antik Sanskrit metinlere göre, Vimanalar uçan tüm araçların en üst noktasıydılar.
İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988´de Bangalore´da yapılan Dünya Uzay Konferansı´nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları ´kötü ışınlar´dan koruyan ´Pinjula Mirror´ bir ´Görsel Ayna´ idi; ´Marika´ adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; “Araçlarda ´Somaka, Soundalike and Mourthwika´ adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı.” diyordu. Pinotti´ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti´nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür ´cıva iyonlu itici güç sistemi´ ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar´ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO´larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan´da unutulmuş bir uygarlık vardı.
Bu araştırmanın ve tartışmaların ışığında Hindu kökenli Sankritçe metinler daha iyi gözden geçirilmeli ve tanımlanan Vimana modelleri daha bilimsel bir incelemeye tabi tutulmalıdırlar.” – Nick Humphries, “UFO Guide”
* “Hindistan, Mysore´da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi´nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952´de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; ´Rukma, Sundara ve Shakuna´; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanısıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu.” – Brad Steiger, “Worlds Before Our Own”
Mahabharata ve Vimanalar
* “Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan´dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu.” – Ramayana Destanı
* “Salva´nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı´nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu.” – Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna
* “Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai´nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu.” – Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam
* “Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu.” – Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl´dan kalma bir Jain yazması)
* “Vata´nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor.” – Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)
* “Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva´yı görür… Oklar “ışınlar” Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler.” – Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3
İndus Uygarlığı
İndus uygarlığı dünyanın en eski ve en büyük uygarlığı kabul edilmektedir; Güney Asya´nın en uzun nehri olan İndus Irmağı çevresinde MÖ 3000-2500 arasında varolduğu belirlenmiştir ama bu tarih sadece uygarlığın varolduğu bir dönemin göstergesidir, İndus uygarlığının başlangıc dönemi bilinmemektedir. Yaklaşık 100 kent, kasaba ve köy kalıntısı bulunmuştur, kentlerin planlaması olağanüstüdür, hatta günümüz kent planlamacılığından daha düzgün olduğu söylenebilir. Ana binalar kentin ortasında bulunmakta, kanalizasyon sistemleri, büyük hamamlar ve su depoları en küçük köyde dahi görülmektedir.
Kent merkezlerinden eş sayıda düzenli bir dağılımla yayılan evler ve cadde kenarlarındaki dükkanlar, blok taşlarla döşeli çok düzgün caddelerle eşit olarak bölünmüştür. Tüm İndus kentlerindeki evlerin yapımında kullanılan tuğlaların eşit olarak üretilmiş olması bir diğer inanılması güç inşaat kültürünün göstergesidir. Harappa ve Mohenjo-Daro uygarlığın bilinen ana kentleridirler; Mohenjo-daro ırmağın batı kıyısında, Harappa ise Mohenjo-Daro´nun 640 km. kuzeydoğusundadır. Daha doğuda ise bir diğer önemli kent olan Kalibangan vardır. Ve tüm bölgede yüzün üstünde, ticaret merkezi, küçük limanlar ve balıkçı köyleri yer alır. Tüm yerleşim merkezlerinde aynı standart planın uygulanmış olduğunu görmek bir diğer şaşırtıcı olaydır; araştırmalar sonucunda İndus insanlarının pirinç, buğday ve yulaf ektikleri ve kümes hayvanları, buffalo, domuz, at, deve, fil kambur öküz ve köpek yetiştirdikleri belirlenmiştir. Bulunan resimli plakalarda, ayrıca gergedan, boğa, fil ve bilinmeyen üç başlı bir hayvan figürleri dikkat çeker, bu buluntuların üzerlerinde görülen diğer simgelerin anlamları şu ana kadar çözülememiştir. Ana tanrı büyük olasılıkla tüm vahşi hayvanların tanrısı olan Şiva (Pasupati)´dir. Araştırmalar, İndus inançlarının erken-Hinduizm şeklinde olduğunu göstermektedir.
Bu büyük uygarlığın MÖ 2. Yüzyıl´da çöktüğü sanılmaktadır ama nedenler belirsizdir; büyük savaşların olduğunu, doğal afetlerin yaşandığını gösteren bazı ipuçları bulunmuşsa da yeterli değildir ama en ilginci bölgede ve hatta Kuzey Hindistan´ın İndus dışındaki bazı başka yerlerinde kent kalıntılarının çok yüksek bir ısı altında erimiş gibi göründüğüdür. Fotoğraflarda gördüğünüz insan iskeletlerinin durumu (biri kadın, diğeri erkek), ölümün çok ani geldiğini kanıtlamaktadır; kadın elindeki eşyayı dahi hala tutmaktadır. Acaba binlerce yıl evvel ne olmuştu? Bu cevap şu anda yok, belki gelecekte öğreneceğiz…

Kutsal Sayılar


Annemarie Schimmel’in “Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri” adlı kitabından “Kutsal Sayılar” bölümü.
Keyifli Okumalar.
Zaman ve mekan sayılarla ölçülür; İslam da bütün dinler gibi belli sayıların önemi üzerinde durmuştur ve pek çok durumda Pisagorcu düşünceleri izleyerek vurgu özellikle tek sayılara yapılmıştır. Tek sayılara (bunlar eril kabul edilmişlerdir, buna karşın çift sayılar dişildir ve olumsuz çağrışımlarla doludur) ilişkin Pisagorcu tercih, İnnellahe vitrun, yuhibbu’l-vitre, “Allah tektir, teki sever” deyişiyle yansıtılmıştır. Bu nedenle pek çok davranış, üç veya yedi gibi tek sayılarla ifa edilir.
Rivayete göre Peygamber orucunu tek rakamlı günlerde açardı; Snouck Hurgronje, Arabistan’da bulunduğu zamanlarda, ziyaretçilere bir bardak çayın ardından başka bir bardak ikram edildiğini, ancak ziyaretçi dört bardak çay içmiş ise sayının çift olmaması için beşinci çayı mutlaka içmek zorunda olduğunu anlatır. Tek sayılar, yukarıda anlatılan olaylardan açıkça görüleceği gibi, Allah’ın birliği (gerçi Bir sayısı, deyim yerindeyse, gerçek bir rakam değildir) olarak ifade edilen İslamın temel doğmasına kolaylıkla bağlanabilir. Bununla birlikte Tanrı’nın mutlak birliği ve Tekliğine içten bir biçimde şahadet edilmesi sorunu, süfi düşünürleri ciddi sorunlarla karşı karşıya getirmiştir; çünkü yalnızca Tanrı’nın Birliğini telaffuz etmek bile konuşan bir öznenin varlığını peşinen kabul etmeyi gerektirir. Bu bakımdan tasavvufi düşünceye göre yalnızca Tanrı Kendi Birliğine şahadet edebilir; yalnızca O, Harraz’ın (ölm. 896 civarı) ifade ettiği gibi, ” ‘Ben’ deme hakkına sahiptir.”
Fakat yaradılış, Yaradan ve yaratılan ikiliğini gerektirmektedir; ayrıca mekan ve dizisel zamanın ancak yaratma eylemiyle varlık alanına gelmesi gibi, Tanrı da, kendisini gece ve gündüzün değişmelerinde, nefes alıp vermelerde, kap atışlarında, elektrik akımını meydana getiren pozitif ve negatif kutuplarda celal ve cemal sıfatlarının ardından gösterir. İlahi yaradılış sözcüğü olan kün (ol) (Arapçada kn), Mevlana’nın da sorduğu gibi ilahi Birliği gizleyen iki renkli elbise değil midir?
Kuran’ın (tıpkı Tevrat gibi) b harfiyle, yani Bismillahir… sözüyle başlaması ayetleri anlayanlara açıklayıcı görünmüştür. B harfinin sayısal değeri olan 2, yaratılmış her şeye içkin ikiliğe işaret eder, buna karşın alfabenin ilk harfi elif’in sayısal değeri olan 1 , Bir’in ve Tek Tanrı’nın şifresidir.

İslam, Hıristiyanlıktaki “üçlü-tanrıcılık” gibi, tanrı kavramının teslisçi biçimiyle amansız bir şekilde mücadele etmiştir. Bununla birlikte üç boyutlu bir dünyada yaşamamız nedeniyle Teslis düşüncesi, insanda köklü bir biçimde yerleşmiştir. Dolayısıyla kapıyı çalarken veya belli soruları veya nezaket sözlerini tekrarlarken olduğu gibi üç kez yinelenmesi gereken pek çok adet ve gelenek bir tarafa, kayda değer miktarda üçlüler halinde gruplandırılmış kavramlarla karşılaşılması şaşırtıcı değildir; Peygamber de sözlerini üç kez tekrarlardı.
Bir hadise göre dindar insanın hayatı üç aşamaya bölünmüştür: zahiri, şer’i ve ameli islam; inancın içselleştirilmesi olan iman; “iyi şeyleri yapmak” olan ihsan. İhsan, Tanrı’nın her an gördüğünü bilerek her davranışı ve ameli mümkün olduğu kadar iyi ve güzel yapmaktır. Kuran, Müslümana nefs’in üç aşamasından söz eder: ilk olarak nefs-i emmare bi’s-su, “kötülüğe teşvik eden nefs” (Yusuf Suresi: 53) ardından daha üst derecede bulunan ve bazen bilincimize bazen de bilinçsizlik halimize karşılık gelen nefs-i levvilme, ” (kendini) kınayan nefs” (Kıyamet Suresi: 2); son olarak da kendisi Rabbinden razı, Rabbi de ondan razı olmuş bir biçimde Rabbine dönen nefs-i mutmainne, “huzur bulmuş nefs” aşaması gelir (Fecr Suresi: 27, 28).
Tanrı’ya giden yol, fıkhın ana caddesini oluşturan şeriat, süfinin dar yolunu oluşturan ve sonuçta hakikat’e, yani ‘ilahi Gerçek’e veya sezgisel bilgi anlamındaki marifet’e ulaştıran tarikat olarak bilinir. Yoldaki her aşama tekrar üç dereceye bölünebilir: sıradan müminin [avam] uyacağı kurallar, seçkinlerin [havass] uyacağı kurallar ve seçkinlerin seçkinlerine yönelik [havassu’l-havas] kurallar.
Geometrik bir şekil, yani bir üçgen oluşturulabilecek ilk sayı olan üç, kuşatıcı ilke olduğu için çelişkiler ve gerilimler üçüncü bir öğenin devreye girmesiyle çözülür; seven (aşık) ve sevilen (maşuk) Sevgide (Aşk) birleşmişlerdir; zikr’in son aşamasında zakir, zikir’de zikredilen şeyle (mezkur) birleşir.
Ayrıca Sünnilik hariç teolojik üçlemeler de görülür: Şii İslamda Allah, Muhammed ve Ali birlikte adlandırılır; üç parçalı Şia ezanında, resmi metinlere dayanmasa bile, kelime-i şahadet’in genel biçiminin ardından Ali veliyullah, “Ali Allah’ın velisidir” cümlesi de eklenir. İsmaililer Muhammed, Ali ve imam üçlüsünü kabul ederler; üçün benzer düzenlenişleri başka Şii mezheplerinde de (bazen şaşırtıcı biçimde!) görülebilir, buna örnek olarak Muhammed ve Ali isimlerine Selman-ı Farisi isminin eklenmesini verebiliriz.
Eski zamanlardan beri, kaosa somut bir şeyde biçim kazandıran rakam Dört, karenin, düzenli evrenin sayısıydı: dört yön ve dört öğe, Dört sayısının bu düzene koyucu gücüyle ilgili bilinen en iyi örneklerdir. Manevi alanda dört başmelek bulunması gibi, veliler hiyerarşisinde dört evtad, “sütun” bulunmaktadır. Kisai bile bilgin cinlerin dört sınıfından söz eder. Dört kitap Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran, cenaze törenlerinde en az dört kez Allahü ekber denilmesinden ibaret olan “dört tekbir” kadar bilinen bir şeydir. “Dört Raşit (doğru yolda gideni halife) Hulefa-i Raşidin vardır; gerçi Peygamber’in ilk halifeleri olan bu insanların sayısı tesadüfi sayılabilir, fakat erken dönemlerden itibaren ortaya çıkan çok sayıda okulun billurlaşmış halinin yalnızca dört fıkıh okulu, yani mezheple sınırlı kalmasının tesadüfi olup olmadığı insanın zihnini kurcalar. İslam hukukunda erkeklerin en çok dört eş almasına izin verilmiş ve zina suçunun saptanması için dört şahit şart koşulmuştur.
Şehir ve binaların kare ya da haç biçimindeki kozmolojik modele göre inşa edilmesi İslamda da bulunabilir: Haydarabad – Dekken şehri, merkezini oluşturan dört şerefeli minare Çar Minar, bu düzenleyici ilkenin en güzel örneklerinden birisidir.

Char Minar
Dört sayısının düzenleyici gücü, Ali’ye atfedilen Nehcü’l-Belaga’daki birtakım ifadelerden açıkça anlaşılır:
İman, dört temel üzerinde durur: sabır, kesinlik {yakin] , adalet, gayret; sabrın dört temel direği vardır: şevk, şefkat, züht ve uyanıklık … (ve saire)
Aynı yapı, küfrü tasvir ederken veya şu gibi ifadelerde de tekrarlanmıştır:
Akıldan başka zenginlik yoktur; cehaletten başka fakirlik yoktur; iyi davranıştan başka miras yoktur; iyi nasihatten başka yardımcı yoktur.
İslamda özel konumu olan bir sayı, çok eski zamanlardan beri tanrıça İştar veya sonraki biçimi Venüs’le ilgili olan ve Maniheist kozmolojide merkezi yeri bulunan Beş sayısıdır. Beşli yapılar yalnızca kristal formlarında değil, bitkisel formlarda da bulunur; ve ayrıca Beş, beş duyuyla bağlantılıdır.
İslamda beş, Allah sözcüğünün beşinci ve temel harfi h’nin sayısal değeridir, fakat beş daha çok iman ve amel alanında ortaya çıkar: günde beş vakit namaz olduğu gibi, İslamın temel direkler [rükn] denilen beş şartı vardır (kelime-i şahadet, namaz, oruç, hac ve zekat). Nehcü’l-Belaga teşkilatlarındaki şedd kuşanma töreninde talibe, beş şartı hatırlatmak için şedd beş kat sarılır: günlük namaz; ehl-i aba, yani genellikle penç-ten, ‘beş kişi’ diye isimlendirilen ve Muhammed’in abası atındaki beş aile bireyi, yani Muhammed, Fatma, Ali, Hasan, Hüseyin); beş ulu’l-azm, şeriat getiren beş peygamber, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed; imanın beş şartı: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine, öldükten sonra dirilişe ve Allah’ın kaza ve kaderine iman”; ayrıca İbnü’l-Arabi’nin teozofisinde İlahi huzur, hazret’i de unutmamak gerekir.
Bir Haksari dervişinin sülükunda, adayın beş gusul’ü (tüm bedeni yıkamak) yerine getirmesi gerekir; tarikata yeni katılan salik beş hediye getirmek zorundadır ve kendisine beş aşamalı görevi hatırlatılır.
Beşli gruplandırmalar günlük hayatta ve inanç hayatında egemendir, ayrıca İsmaililer kadar ilk dönem Müslüman filozoflar tarafından da geliştirilen çeşitli felsefi sistemlerde de bununla karşılaşmak mümkündür.
Tanrı alemi altı günde yaratmıştır (Furkan Suresi:59) ve bu dünya mecazi dilde genellikle bir küp olarak tasvir edilir, bu küpün altı yüzünün merkezinde zayıf insan, dört öğe ve beş duyuyla prangaya vurulmuştur. Kuran’daki “Allah balarılarına vahyetmiştir” (Nahl Suresi:68) şeklindeki ifade belki de yaratılmış dünyanın uygun bir simgesi olan arı kovanının altıgen yapısına işaret ediyor olabilir. Eski bir büyü işareti olan “altıgen,” makrokozmik ve mikrokozmik üçgeni birleştiren altı köşeli yıldız gibi, İslam büyü külliyatında önemli bir rol oynar.
Pek çok dinsel gelenekte Yedi çok önemli bir sayıdır. Kabe’nin etrafında yedi kez tavaf etmek ve Mina yakınında yedi taş kullanarak Şeytan taşlamak (üç kez tekrarlanır) İslamdaki temel uygulamalardandır. Yedi, hem Samilerde (bu kutsallık, yedi felek kavramını kendilerine borçlu olduğumuz Babillilerin astronomiyle ilgili hesaplamalarından kalmadır) hem de İranlılara göre kutsaldır; İslam folklor ve psikolojisi, her iki kaynaktan da pek çok düşünceyi almış ve bu fikirlere eklemeler yapmıştır.

Tasavvuf yolundaki yedi makam veya yedi vadi, dünyanın pek çok yerindeki mistik geleneklerde yaygındır, fakat Nevrüz sofrasında heft sin [yedi s] olması tipik bir İran adetidir; bunlar isimleri s harfiyle başlayan yedi nesnedir (yiyecek, çiçek vb). Fakat bu adet İran bölgeleriyle sınırlıyken, kutsal yedi rakamının çeşitli veçheleri yaygın olarak kabul edilmiştir; Kuran’ın yedi katmanlı anlamı vardır, yedi kıraata göre okunur, ayrıca namazdaki bir rekat’ın yedi bölümden oluştuğunu da unutmamak gerekir. İslamın batıni yorumlarında, İlahi İsimlerin taayyünlerinin suretleri olarak açıklanan, aşkla kendilerinden geçmiş yedi melek ve ayrıca yedi büyük peygamber vardır. Peygamberler ve natık’lar, “konuşanlar” yedili devirlerine ilişkin oldukça karmaşık spekülasyonlar, İsmaili Şii İslamında yedinci imamın rolü ve bunun felsefi anıştırmaları Henry Corbin tarafından defalarca ele alınmıştır. İsmaililerin yediye yaptıkları vurgu, Londra’daki merkezlerinde bulunan yedigen çeşmeyle çok güzel bir biçimde simgeleştirilmiştir. Çünkü Yedi, sayısal tevilde manevi Üç ve maddi Dört sayılarının ideal bir bileşimidir ve böylece en mükemmel hayat yoluna işaret eder.
Fakat saliki nihai amacına ulaştırmak için gereken yedi aşama ve Cehennemin yedi kapısı varken (Hicr Suresi:44), buna karşın Sekiz, dinler tarihinde, ebedi mutluluğun, kemal ve sonsuzluğun sayısı olagelmiştir. Allah’ın Arş’ı, sekiz melek tarafından kaldırılmaz mı (Hakka Suresi:17)? Camilerin avlularında bulunan sekizgen çeşmeleri, semavi Arş’ın hatırlatıcısı olarak açıklama çabaları vardır. Cennetin, Cehennemden bir tane fazla olmak üzere sekiz kapısı vardır; bunun nedeni Allah’ın merhametinin azabından fazla olmasıdır. Sekiz katlı yol (Dağdaki Vaazda yer alan sekiz inayetle veya Budha’nın sekiz öğretisiyle karşılaştırılabilir), Cüneyd’in yolundaki sekiz tavsiyeye, Nakşibendi süfilerinin sekiz kuralına ve Haksari müritlerin sülükta öğrendiği sekiz hikmetli söze karşılık gelir.
Heşt Bihişt, “Sekiz Cennet,” Nizami’nin Heft Peyker, “Yedi Güzel” isimli eserine öykünen Emir Hüsrev’in Farsça yazdığı bir destandır; bahçeler, özellikle de bir türbenin etrafındakiler, Cenneti hatırlatması için sekizgen biçimde düzenlenir; buna karşın Gülistan (Gül Bahçesi) veya Baharistan (Bahar Bahçesi) adlı kitapların her birisi ideal bahçe biçimini hatırlatan sekizer bölümden oluşur.
Dokuz, yani büyütülmüş kutsal Üç, Türkler ve etkileri altındaki halklar arasında yaygındır; İslam astronomisinde dokuz felek kavramı görülür, Fars edebiyatında Nüh Sipihr, “Dokuz Felek” adlı eserlerin kaynağı budur. Dokuz, Türk hanedanlarında görgü kuralları ve resmi hayatta önem taşımıştır; öyle ki Moğol Hindistanında yüksek mevki sahibi bir insana dokuzun katları sayısınca hediye getirme adeti tokuz, “dokuz” sözcüğünü “hediye, ikram” terimine dönüştürmüştür.
On, Pisagorcuların zamanından beri mükemmellik ve tamlığın sayısı olagelmiştir ve Araplar ve Müslümanlar, onlu sistemi kullanmışlardır. Mükemmelliğe aşere-i mübeşşire, Peygamber’in Cennet müjdelenen on sahabesiyle ulaşılmıştır; menkıbelerin belirttiğine göre ünlü mürşitlerin etraflarında on gözde mürit bulunurdu. Osmanlıların onuncu padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman’ın, hicri onuncu yüzyılın başında doğması ve on oğlunun bulunması, Türk tarihçilerin ona çeşitli onlu olaylar atfetmelerine neden olmuştur; buna örnek olarak on ülke fethetmiş olması verilebilir.
Askeri birlikler (eski Roma’da olduğu gibi) tesadüfen on ve katlarına göre düzenlenmiştir. Öte yandan on sayısı, Şia’ya, genellikle Hüseyin’in şehit edildiği Muharremin 10. Gününü anımsatır ve Muharrem ayının ilk on günü boyunca okunmak üzere Dehname’ler, “On Kitap” yazılmıştır.
Burçların sayısı oniki, en çok kendileriyle oniki burç arasında gizemli bağlantıların kurulduğu Şia’nın Oniki imamında ortaya çıkar. İbnü’l-Arabi de, Kuran’da bahsedilen oniki melek kategorisinden söz eder.
Ondört rakamının önemi kameri bir sayı olmasından anlaşılabilir; ondört yaşındaki güzel bir oğlan genellikle parlayan güzelliği içinde bir dolunaya benzetilir. Bunun yanı sıra Şii İslamdaki Ondört Masum, kadim ondört koruyucu ruh, melekler ya da velilerle bağlantılıdır belki de. Ondört, dolunayın sayısı olduğu gibi, başka birtakım özelliklere daha sahiptir: Ayın menzillerinin yirmisekiz tane olması gibi Arap alfabesinde de yirmisekiz harf bulunur; batınilikte mülk, yani yaratılmış alemlerle ilgili görülen ondört tanesinin fonetik işareti vardır; diğer ondört harf ise basit harflerdir ve bunlar da meleklerin ve kuvvetlerin dünyası olan melekut’la bağlantılıdır; ayrıca ondört harfe şemsi harfler [güneş harfleri] (bu harfler, Arapçadaki el harf-i tarifinin l’siyle birleşirler), diğer ondört harfe ise kameri harfler, “ay harfleri” denilir. Ayın yirmisekiz menzili ile yirmisekiz harf arasındaki tekabüliyet, ortaçağın büyük tarihçi ve astronomu el-Birüni’nin, “Tanrı’nın kelamı” ile (harflerle vahy edilmiş şekliyle) “Tanrı’nın fiili”nin ay menzillerinde görüldüğü gibi yaradılışları gereği iç içe geçtiğini iddia etmesine neden olmuştur.
Başka yerlerde oldukça önemsiz olan onyedi islamda belirgin bir rol oynar: bir gün boyunca namazlarda kılınan rekat’ların sayısı onyedidir ve dokuzuncu yüzyılda Cabir ibn Hayyan onyediye dayanan oldukça ilginç bir sistem geliştirmiştir.” Türk-Müslüman geleneğinde onyedi sayısı kahramanlar ve savaşlarla bağlantılıdır; fakat zanaatkar loncalarının pirlerinin sayısı da onyedidir. Buna karşın onsekiz, Mevlana’nın Mesnevi’sinin giriş bölümündeki beyitlerin onsekiz tane olmasından dolayı Mevleviler tarafından sevilir. 18.000 alem, hayli erken dönemlerden beri bilinen bir kavramdır.
Ondokuz, vahid, “bir” sözcüğünün sayısal değeridir; bu nedenle de son derece takdir edilir; Bahailerin kutsal sayısıdır. Fakat genel olarak İslamda da önemli bir rol oynar; bu yalnızca Cehennemin ondokuz sadık destekçisi olmasıyla değil, Besmele’de ondokuz harf olmasıyla da ilgilidir (bununla birlikte bazıları Besmele’de yalnızca onsekiz harf olduğunu ileri sürmüşlerdir). Yedi peygambere ve Oniki İmama karşılık gelen yedi gezegen ve oniki burcun toplamı olması nedeniyle ondokuz sayısı Şii düşüncede önemli bir yer tutar. Fakat birkaç yıl önce bir Müslüman, Kuran’ın bütün yapısının ondokuza dayandığını bilgisayar yardımıyla kanıtlamaya giriştiğinde, kitabı büyük bir kuşkuyla, hatta nefretle karşılanmıştır.
Büyük rakamlar arasında Kırk sayısının müstesna bir önemi vardır. M harfinin sayısal değeri kırk değil midir? Bu harf özellikle Muhammed ismiyle, daha dar anlamda ise onun “semavi ismi” Ahmed’le bağlantılıdır: Ahmed ismi Ahad’dan, “Bir” – den yalnızca m harfiyle ayrıldığına göre insanoğlu kırk makam aracılığıyla Tanrı’ya ulaşmak zorundadır.
Kırk sayısının Ortadoğu geleneklerindeki yaygın anlamı hazırlanma ve arınma, yani sülük için genellikle sıkıntılı bir hazırlıktır: İsrailoğullarının çölde dolanıp durdukları kırk yıl, insanoğlunun çekmek zorunda olduğu başka birtakım çileleri simgelemektedir; Musa’nın kırk günlük orucu (A’raf Suresi:142), süfinin kamil maneviyatı elde edebilmek için yerine getirmek zorunda olduğu kırk günlük inzivanın (erbain, çile) örneğini oluşturur.
Günlük hayatta doğum yaptıktan veya ölümden sonra arınma için, kırk gün geçmesi gerekir; çünkü bu durumlarla ilgili tabulardan ancak bu süre içinde kurtulmak mümkündür. Pek çok önemli olay kırkla ölçülmüştür: tufan kırk gün sürmüştür; İdris, Hud ve Salih’e kırk yaşında peygamberlik çağrısı gelmiştir; aynı şey Muhammed için de geçerlidir; çünkü kırk tam olgunluk yaşıdır, bu durum yalnızca efsane ve özdeyişlerle değil, tarihsel olaylarla da doğrulanmıştır. Müslümanların inanışına göre ahir zamanda, kırk halifenin hükümranlığının ardından Mehdi zuhur edecek ve kırk yıl hüküm sürecektir.
Kırk veli -Türk dinsel kültüründe Kırklar- tasavvuf hiyerarşisinde önemli bir gruptur ve ehl-i suffe, yani Peygamber’in Medine’ deki evinin sundurmasında ikamet eden ve sonraki süfilerin ilkörnekleri olan fakir-dindar topluluğunun kırk kişiden oluştuğu iddia edilmiştir; onların anısına Haksari dervişlerin külahlarının etrafındaki bağ, birlikte bükülmüş kırk iplikten oluşur.
Kırk yuvarlak bir rakam olarak da kullanılabilir; Ali Baba’nın kırk haramiyle uğraşmak zorunda kalışının veya sivrisineğin Nemrut’un beynine girip kırk günde ölümüne yol açmasının nedeni budur. Peri masalları kırklarla doludur: bir batında kırk kız doğuran vardır; düğünler daima kırk gün kırk gece sürer; kahraman kırk savaşta muzaffer olur. Yasin Suresini kırk defa okuyan öğrenci sınavında başarılı olabilir. Kırk sayısının İran, Arap ve özellikle de Türk folklor ve edebiyatındaki bu kısmen hoş, kısmen de şaşırtıcı kullanımlarının sonu yoktur. Bütün bunların ötesinde birisiyle bir fincan kahve içmek, Türk töresine göre kırk yıl sürecek bir dostluk başlatır.
Büyük rakamlar arasında yetmişiki ve yetmişüç özellikle anılmaya değer; yetmişiki çeşitlenmiş çokluğun sayısıdır (tıpkı İsa’nın veya Kungfutse’nin [Konfüçyüs] yetmişiki müridi gibi), İslamda ise yetmişiki, yalnızca bir tanesinin kurtuluşa ereceği Müslüman fırkalarının sayısı olarak ortaya çıkar.
Doksandokuz ilahi isim vardır. Bunlara paralel olarak Peygamber için de doksandokuz “esma-yi şerife” belirlenmiştir; otuzüçlük veya doksandokuzluk namaz tespihleri bu İlahi İsimlere işaret eder veya dindar kişiye, tesbihat ve arzuhallerin doksandokuz veya katları kadar tekrarlanması gerektiğini hatırlatır. Ayrıca herkes “1001 Gece” Masallarının “sonsuz” sayısı 1001’in rolünün farkındadır.
Başka kültürlerde de olduğu gibi, Müslüman yazarlar da eserlerini anlamlı bölüm ve mısra sayılarına göre düzenlemekten hoşlanmışlardır: Cennet ya da dünyadaki kopyası bahçeyle ilgili kitapların genellikle sekiz bölüme ayrılması gibi, Gazali’nin İhya-u ulumi’d-din, “Din Bilimlerinin -daha doğrusu Kelamın- Canlandırılması” isimli eseri de dört bölüm ve kırk kısma bölünmüştür. Böylece kitap, okuyucuyu aşama aşama Tanrı’nın rızasına uygun bir yaşam için gerekli olan basit öğretilerden, aşk, şevk ve tevekkül gibi hayatın derin tasavvufi yönlerine taşır. Eserin ana bölümü Muhammed’e ayrılmıştır, son bölüm ise ruhun Tanrı’yla karşılaşacağı ölüme ayrılmıştır. İşte bu, insan ömrü boyunca süren kırk aşamalı yolun nihayetidir.
Ayrıca Attar’ın Musibetname isimli eseri, sonunda nefsin ruh deryasında fani olduğu çile’nin kırk gününü şiirsel olarak tasvir etmektedir. Hintli Müslüman şair Galib (ölüm. 1869), Peygamber için 101 dizelik bir na’t, Peygambere övgü yazdığında, asıl niyetinin 100.000 dize yazmak olduğunu dile getirmiştir: O halde 101, en azından bu amaca giden bir adımdır; çünkü her uyak binlerce kez tekrarlanacaktır. . .
Kaynak: Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri – Annemarie Schimmel (S.112-122)
Yazar Hakkında;
İslam tarihi ve kültürüyle henüz onbeş yaşındayken tanışan Annemarie Schimmel (1922 Erfurt-2003 Bonn) 1941 Kasımında ilk doktorasını, 1945’te Memluk tarihi üzerine hazırladığı teziyle ikinci doktorasını aldı. Aynı yıl Marburg Üniversitesi’nde ünlü dinler tarihi profesörü Friedrich Heiler ile çalışmaya başladı. 1954’te Ankara Üniversitesi’nde Türkçe olarak dinler tarihi dersi okuttu. Beş yıl sonra Almanya’ya geri döndü. 1969’dan emekliliğine kadarki yirmibeş yıl boyunca Harvard Üniversitesi’nde Hint Müslüman kültürü konulu dersler verdi. Daha sonra Bonn’a geri döndü ve Almanya’da Sanskritçe alanında ilk kürsünün açıldığı Bonn Üniversitesi’nde kendisine fahri profesör unvanı verildi. 1997’de aynı üniversitede, Hint Müslüman kültürü konusunda Annemarie Schimmel Kürsüsü kuruldu. Schimmel’in asıl uzmanlık alanı İslam edebiyatı ve tasavvuftur. Schimmel’in seksenden fazla kitabı yayımlanmıştır. Deneme ve konferanslarının, bilimsel topluluklara yaptığı başkanlıkların, üniversitelerden aldığı fahri doktorlukların, ödül ve madalyalarının listesini yapmak neredeyse olanaksızdır.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)