Engizisyon Mahkemelerinin verdiği ölüm cezası üç durumda uygulanırdı:
- Sanık işlediği suçun temelindeki büyük yanılgının varlığını kabul ederek aman dilemez, ıslah edilmek için çaba göstermezse,
- Tövbesinden dönerse,
- İsa’yı yadsımak gibi, Hıristiyanlığa karşı kesin bir inançsızlık içinde bulunduğu kanıtlanırsa.
Engizisyon Mahkemeleri tarafından 17. yüzyılın başına kadar kısmen uygulanan ölüm cezaları, bazen başka yöntemler kullanılsa da “diri diri yakma”, “suda boğma” ve “diri diri toprağa gömme” olarak üç farklı grupta toplanabilir.
“Diri diri toprağa gömme” cezası, özellikle toplumun kutsal saydığı değerleri çiğneyen, geleneklere aykırı davranan, zina, eşin öldürülmesi ve çocukların katli gibi durumlara ilaveten ağır ceza gerektirecek hırsızlık vakaları için de uygulanır. Diri diri gömülmenin Cermenlerden katma bir infaz ritüeli olma olasılığı fazladır. “Suda boğma” Hıristiyanlığın kutsal saydığı değerler açısından daha makbul olmakla birlikte, infazın yapılacağı bölgede nehir, göl veya bataklık olmaması durumunda ritüel “diri diri gömülme” şeklinde gerçekleştirilir. 1585 yılında Frankfurt’ta, kocasını yatakta 64 yerinden bıçaklayarak öldüren bir kadının infazı diri diri gömülmenin bilinen en son örneğidir.
Bir infaz yöntemi olarak “diri diri gömülme” 15. ve 16. yüzyıllarda uygulanmışsa da, “diri diri yakılma” ve “suda boğma” ile karşılaştırıldığında daha ender uygulanan bir yöntemdir.
Çoğunlukla kadınlara uygulandığı bilinen “suda boğarak infaz” kutsal değerlere, özellikle de kilisenin manevi kişiliğine karşı suç işlemiş olanlara, çocuk katillerine, eşlerini aldatanlara (kilisenin kadınlara dair önyargısı nedeniyle doğal olarak kadınlar çoğunluktadır) ve kafirlere karşı uygulanmıştır.
Suda infazda, suyun arındırıcı gücü, suçlunun kötülüklerinden temizlenmesini sağlar. Suda boğma 16. yüzyıl Avrupası’nda çok sık uygulanan bir yöntem olmakla birlikte, 17. yüzyıldan itibaren yaygınlığını kaybetmiş, Prusya ve Saksonya’da (Almanya) yalnızca çocuk katillerine karşı kullanılmıştır.
Bu infazda suçlu, elleri ve ayakları arkadan birbirine bağlanmış halde bir çuvalın içine çıplak olarak konur, ağzı sıkıca bağlanan çuval bir köprüden aşağıya, nehre bırakılır. Cellat suya bırakılan çuval su üstüne çıkmasın diye elindeki uzun sopayı çuvalın üstüne bastırır. Kurtulmak olanaksızdır. Çünkü herhangi bir kişinin bağlarından kurtulup bir şekilde çuvaldan çıkması da cadılık alameti olarak değerlendirilir.
Suda boğma ritüelinin, Roma hukukundan geldiği tahmin edilen bir diğer versiyonunda suçlu, 3 veya 4 adet hayvanla beraber bir çuvala konur ve çuvalın ağzı bağlanır. Çuvala konulacak hayvanlar köpek, horoz, yılan ve maymun olarak belirlenmiş olsa da, maymun ve yılanın temin edilmesindeki zorluklar nedeniyle, maymunun yerine bir kedi, yılanın yerine ise bir yılan resmi konulur. Çuvala, suçlunun yanına bu hayvanların konulmasının nedenleri bugün hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Yılan (baştan çıkaran), maymun (zinaya yönlendiren, şehvet uyandıran) gibi hayvanların Hıristiyanlıktaki simgesel anlamları göz önünde bulundurulduğunda, cezanın ağırlaştırılması amacının güdüldüğü, suçlunun işkence çekerek (suya giren hayvanların çuvalın içinden kurtulmak için çırpınışları nedeniyle) utanç içinde ölmesinin amaçlandığı kesindir. Maymun, özellikle de bir elinde aynayla tasvir edilen dişi maymun, ortaçağda, erkekleri yoldan çıkaran zekâsıyla, şehvetin, iffetsizliğin kaynağı olarak görülen kadınla özdeşleştirilmiştir. Hıristiyan ikonografisinde zincire vurulmuş maymun motifi tutsak edilmiş şeytanı temsil eder.
Tam Anlamıyla İmha: Diri Diri Yakılma
Üçüncü ve bütünüyle mükemmelliyetçi bir infaz yöntemi olan “diri diri yakılma” tam anlamıyla bir imha ve temizle(n)me anlamına gelir. Engizisyon Mahkemelerinin ceza hiyerarşisi içinde en ağırı diri diri yakılmaya mahkum edilmektir. Cadılık, kâfirlik, zehir terkipçiliği, hayvanlarla cinsel ilişki ve kalpazanlıktan hüküm giyenler için yakılma vazgeçilmez bir infaz yöntemidir. Yakılarak infaz 16. yüzyıl boyunca özellikle de kadınlara karşı cadı avının tüm hızıyla sürdüğü bölgelerde yoğun bir biçimde uygulanmıştır. Yakılarak ölüme mahkum olan suçlunun, özellikle odun yığınının yavaş yandığı durumlarda uzun süre acı çekmesini engellemek için, odun yığınına çıkarılmadan önce boğularak öldürülmesi, daha sonra yakılması sıklıkla olmasa da, başvurulan bir yöntemdir.
Suçlunun yakılarak öldürülmesi, üzerinde ayrıntılı bir biçimde düşünülmüş kusursuz bir tasarım olarak karşımıza çıkar. Engizisyon Mahkemesi tarafından ölüme mahkum edilen kişinin cezasının infazı, Pazar günleri ya da diğer (dini) tatil günlerinde, çocuk, kadın, yaşlı, genç kalabalık bir izleyici kitlesi önünde şenlik, bayram havasında, genellikle kasaba ve şehir meclisinin bulunduğu geniş alanlarda gerçekleşir.
İnfaz için Pazar (tatil) günlerinin ya da kutsal günlerin seçilmesinin nedeni, yalnızca katılımın arttırılmasını sağlamak için değildir. Engizisyon Mahkemeleri’nde ve daha sonraki yıllarda devreye giren sivil mahkemelerde, kiliseye karşı işlenen suçlardan dolayı ölüm cezasına çarptırılanların yakılarak infaz edilmesi, suçlular için bir tür arınmayı temsil ettiği için, infaz ritüelinin Hıristiyanlığın kutsal saydığı günlerde veya Pazar günleri yerine getirilmesi, yakılanın, özünde saf ve temiz olan ruhu için yerine getirilmesi gereken son bir görev olarak görülür.
Mahkeme tarafından suçluluğuna hükmolunan kişi, eğer yargılanma aşamasında önemli sayılabilecek itiraflar yapmışsa, yani engizisyonun istediği gibi ifade verebilmişse, yakılmadan önce boğularak öldürülme şansına sahip olabilir. Böyle bir şansa kavuşamayarak diri diri yakılan suçluların çığlıklarının izleyicileri tedirgin etmemesi amacıyla işkence uygulanırken de yararlanılan “boğma armudu” ya da “işkence maskesi” kullanılır. Çelik ya da bronzdan yapılan “boğma armudu” zanlının işkence görürken bağırmasını engellemek için düşünülmüş basit bir düzenektir; işkence görenin ağzını neredeyse tamamıyla kaplayacak şekilde, kösele ya da vidalarla başın arkasında sabitlenmiş olarak tüm ağız boşluğunu kaplar. Böylece suçlunun çığlık atmasının ya da bağırmasının önüne geçilmiş olur. İşkence maskesi, yüzü önden tamamıyla saran bir blok kısım ve başın arkasında birbirine kavuşan demir halkalardan oluşur. Yalnızca çeneye yerleştirilen ve ağzın -dilin- oynatılmasına engel olan daha basit şekli de aynı amaca hizmet eder.
Bazı engizitörler daha da ileri gidip, sapkın olarak öldüklerini sonradan saptadıkları kişilerin kadavra ve kemiklerini mezarlarından çıkararak atların arkasına bağlayıp şehirlerin içinde sürüklettirip ardından yaktırmışlardır. Ya da bazen suçlunun yanında kurban da aynı cezayı paylaşmak zorunda kalmıştır. Örneğin 17 Eylül 1605 tarihinde Johnne Jak (nam-ı diğer Scott) adlı kişi hayvanlarla cinsel ilişkiye girmekten suçlu bulunup yakılırken yanında başka bir kurban daha vardı: Cinsel ilişkiye girdiği iddia edilen kısrak!
Ölüme mahkum edilenlerin cezasının infazı, infaz kararı engizisyon mahkemelerinde alınmış olmakla birlikte, dünyevi mahkemelerin gözetiminde yapılır. Bu uygulamanın nedeni, kilisenin elini kana bulamak istememesi ve hiçbir üyesinin silah taşıma yetkisinin olmamasıdır.
İtiraf Yöntemi Olarak Engizisyon İşkenceleri
Kilise karşıtı sapkın gruplara karşı yürütülen davalarda işkence uygulanması konusunda 1252 yılında Papa IV. Innocentius, 1265 yılında da Papa IV. Clemens tarafından ferman çıkarılmıştır. Papa IV. Innocentius’un işkenceye onay veren 1252 tarihli fermanı “Ad exirpanda”da şunlar yazar:
Zorunlu kalındığında soruşturmaya alınan tüm sapkınlar; inançlı ruhların katili ve felaketi, kutsal varlıkların hırsızları olarak yanlışlarından dönmeye ve işbirliği içinde oldukları diğer kafirlerin isimlerini vermeye, aynen basit hırsızlar ve haydutların işledikleri dünyevi suçlarda uygulandığı üzere, güç kullanılarak zorlanabilirler.
Engizitörler için işkence, kısa sürede heretiklerin sapkın inançlarının gün ışığına çıkartılmasında, işbirlikçilerinin deşifre edilmesinde ve en önemlisi girdikleri ‘‘yanlış” yoldan döndürülmesinde vazgeçilmez bir araç olmuştur. Engizisyonun insanlar üzerinde sahip olduğu gücü besleyen en önemli kaynak, sorguya çağırılıp işkence görme korkusudur.
Sanığa işkence edilme süresi, engizisyonun gereksinim duyduğun bilgilerin verilmesi, yani amaca uygun bir itirafın yapılmasıyla ya da bedeninin işkenceyi kaldıramayacak duruma gelmesiyle sınırlıdır. Engizisyon, sapkın olduğunu itiraf etmiş bir sanığa işkence uygulamaya devam edilmesini “haklı nedenleri olmayan” bir zalimlik olarak görmektedir. Fakat bu durum pratik uygulamada anlamını yitirmiş, çoğu zaman kurbanlar işkence görürken ölmüştür.
Suçlamaları kabul ettikten sonra, sanığın kafirliğinden tövbe ettiğini ve kilisenin bağışlayıcı, kurtarıcı kollarına sığındığını söylemesine izin verilir. Şayet sanık kendisine sunulan bu olanağı değerlendirir ve söylenenleri harfiyen yerine getirirse, nispeten hafif bir cezayla engizisyondan kurtulmayı umabilir. Ancak engizisyon dava üzerinde daha uzun süre çalışmaya karar verirse, bu sürecin sonucunda ağır bir cezanın çıkması kaçınılmazdır.
Sanığın, ifadesinin işkence altında alındığını ve kendi arzusu ile imzalamadığını iddia ettiği durumlarda, engizisyon, “tövbesini bozan”ın daha önce yeteri kadar işkence görmediğine karar verir, sanık tekrar sorguya alınarak gerçek bir tövbekar oluncaya kadar işkenceye devam edilir. Örneğin Lizbon’daki Maria ed Coceicao davasında sapkınlıktan yargılanan bir kadın işkence sırasında daha fazla dayanamayıp kendine yöneltilen tüm suçlamaları kabul etmiş, fakat işkence sona erdikten sonra her seferinde daha önce söylediklerini inkar edince işkence tam üç kez tekrarlanmıştı.
Suçlarını itiraf etmeyenler için kurtuluş yoktu. Büyücülükle suçlanan Doktor Fian’ın (nam-ı diğer John Cunnigham) davası bu konuda göze çarpan bir örnektir. Aşağıdaki satırlar, büyücü olduğu gerekçesiyle Engizisyon’un pençesine düşen Doktor Fian’ın (nam-ı diğer John Cunnigham) davasına değinen Pitcairn’in “Criminal Trials” (1833) adlı eserinden alınmıştır:
Bütün tırnakları parmakları boyunca yarıldı ve İskoçya’da Turkas, İngiltere’de kerpeten dediğimiz bir aletle çekildi ve her tırnağın altına başları bile girecek biçimde ikişer iğne sokuldu. Hiçbir cadının dayanamayacağı bütün bu işkenceler boyunca Doktor zerrece sarsılmadı; üzerinde bütün işkenceler denendiği halde suçlamaları kabul etmedi.O zaman, anında emir verildi ve adam yeniden çizme işkencesine alındı, orada uzun zaman kaldı ve bacaklarına o kadar darbe indirildi ki ezilip dövülmeyen en küçük yeri kalmadı; kemikleri ve etleri öyle yaralanıp berelenmişti ki akan kan ve iliğin haddi hesabı yoktu; dolayısıyla bir daha yürüyemedi.
Tüm bu işkence seanslarının sonunda engizitörler hiçbir itiraf alamamalarına karşın Dr. Fian suçlu bulundu. Önce boğuldu ve ardından gövdesi yakıldı.
İşkencenin adı bile yeterince korkutucuydu. Bu nedenle fiziksel işkenceye geçilmeden önce sanık, engizitörler tarafından bir tür psikolojik işkenceye tabi tutulurdu.
Tamamen karanlık bir zindanda uzun süre tek başına bekletilen suçlu, direncinin kırıldığı düşünüldüğünde siyah giysili ve maskeli adamlar tarafından işkence yapılacak odaya götürülürdü. Burada uzun bir masanın ardında, önlerinde sanığa ilişkin kâğıtlar olan esrarlı kişiler yani engizitörler kurbanı beklerdi.
Bir ritüeli andıran bu süreçte sanığa işkence aletleri teker teker ayrıntılı bir biçimde tanıtılır. Kutsal Kitap sorgulama süresince daima engizitörlerin önünde açık durur. Engizitörler kurbana seslerini yükseltmeden, olabildiğince sakin, herhangi bir hakaret unsuru içermeyen bir konuşma yaparlar. Sanığa nedamet getirmesi, tevazu göstermesi, aklıselim olması, yaptıklarından ötürü kiliseden af dilemesi ve suçunu itiraf etmesi durumunda, Mesih İsa’nın yakarmalarını duyacağı anlatılır.
Engizisyonun işkence odasında, resimlerde betimlendiği gibi her türden işkence aleti bulunmaz. İşkence adım adım yürütülmesi gereken, giderek ağırlaşan bir ritüel olması nedeniyle ilk kez işkenceye alınanlar için soğuk, nemli, yarı aydınlatılmış sade bir mekândır yalnızca. Hiçbir penceresi olmayan yer altındaki bu odaların zeminleri ise işkence sırasında dökülen kanları emebilmesi için çoğunlukla kum ya da talaşla kaplıdır.
İlk kez işkenceye alınanlar işkence odasında işkence masası ve kırbaçla tanışırlar; sıklıkla kurban aç ve susuz bırakılır. İşkenceden hemen sonra sanık, doktor tarafından muayene edilerek tedaviye alınır. Sanık soruşturmasının ilerleyen aşamalarında aynı mekânda veya farklı mekanlarda daha ayrıntılı işkence aletleriyle karşılaşır. İşkence, her aşamada şiddetini ve dehşetini giderek artıran biçimde uygulanır.
Filistin askısı, kazığa oturtma, kemikleri parçalama ya da kadın sapkınların göğüs uçlarını sökmek için kerpeten kullanılması gibi sıradan işkencelerin yanında Engizisyon işkenceleri içinde sıradışı olanları da vardı. Çünkü deyim yerindeyse Engizisyon Mahkemeleri işkenceyi adeta bir sanat ya da bilim dalı haline getirmişti. Yine de belirtmek gerekir ki, bölgelere göre biraz değişiklik gösterse de işkence için yaş sınırı belirlenmişti: kadınlar için dokuz buçuk yaş, erkekler için on buçuk.
Sıradışı Engizisyon İşkenceleri
Böğüren Boğa İşkencesi:Engizisyon işkenceleri içinde en acı vericilerinden biri Antik Yunan’dan gelen “Böğüren Boğa” ya da “Sicilya Boğası” adı verilen işkenceydi. Metalden yapılmış olan bir boğanın içine elleri bağlanmış biçimde suçlu çıplak olarak yerleştirilir ve ardından kapak kapatılırdı. Boğa, altında yakılan ateşle iyice ısıtılırken, içindeki sanık acıdan bağırmaya başlardı. Bu da boğanın böğürmesine benzer bir ses çıkmasını sağlardı. Sesin şiddetine göre kişinin ne derece suçlu olduğu anlaşılırdı. Eğer kişi hiç bağırmadan öldüyse, ailesine mahkumun iyi bir Hıristiyan olduğu söylenir ve teşekkür edilirdi!
Ordalia İşkencesi: Bu işkence, sapkın olduğu düşünülen kişinin suçunu itiraf etmesi için ilk uygulanan işkence yöntemlerden biridir. Bu uygulamada, sapkının çok kaynar suya el ve bazı organlarını batırılır ya da kor haline getirilmiş bir demir zorla tutturulurdu.
Strappado İşkencesi: Bu alet yerçekimi kuvvetini kullanarak insan bedeninin en hassas eklemlerinden biri olan omuz eklemlerini zorlayan bir tür işkence aletiydi. Bu yöntemde kurbanın elleri arkadan bir iple bağlanıyor, ip yüksek bir yere takılan makaradan geçiriliyor ve kurbanın ayağına ağırlıklar takılıyordu. Yavaş yavaş gerilen iple birlikte kurban yukarı doğru kaldırılırken yerçekiminin de etkisiyle omuz giderek geriliyordu. Tepe noktasına gelince ip serbest bırakılıyor, kurban yere doğru düşerken ip aniden gerilince kurbanın omzu çıkıyordu.
Charbonts Ardents İşkencesi: Kor haline getirilmiş kömür üzerinde yürütülme cezası. Bu nedenle bu işkence ateş işkencesi olarak da anılırdı. Bu işkencede suçlunun ayaklarının daha iyi yanması amacıyla ayaklarına yağ sürülürdü.
Garotte: İspanyol Engizisyonu tarafından kullanılan bu alet, demirden yapılmış tasma biçiminde bir boyunluk idi. Boyunluğun tam arkasında kurbanın ensesine denk gelecek vidalar bulunurdu. Boyunluk kurbanın başının hareketsiz kalmasını sağlarken, her germe işleminde arkadaki vidalar ense hizasından omuriliği yavaş yavaş delerek kurbana müthiş acılar yaşatırdı.
Iron Maiden: Almanya kökenli bu işkencenin uygulandığına ilişkin tarihsel bir kayıt bulunmasa da, bu işkence aletinin günümüze ulaşan örneği bulunmaktadır. Bu alet, içinde demir çivilerin bulunduğu ve tabuta benzeyen bir kutudur. Kısa çiviler hayati organlara zarar verecek ama kurbanı hemen öldürmeyerek acı verecek ustalıkla yerleştirilmiştir.
İşkence Tezgahı ya da Tahta At İşkencesi: Adeta bir ata ata benzeyen bu işkence aleti, gerçekte üzerinde işkence görecek olanın bağlandığı yerden çok az yüksekte olan dört ayaklı bir çeşit masaydı. Ayaklara ve ellere bağlanan ipler, celladın birkaç manivelayla kurbanın el ve kollarını ustaca parçalamasını sağlayan bir çıkrık sistemine bağlıydı. Yatırılan kurbanın elleri ve ayakları sağlam iplerle iki makaraya bağlanırdı. İstenilen yanıtlar alınmadığında bu makaralar birbiriyle ters yönde hareket eden manivelalar yardımıyla giderek gerilir ve bu işlem genellikle eklemlerin yerinden çıkması ya da uzuvların kopmasıyla sonuçlanırdı.
Brodequin İşkencesi: Daraltılıp, açılabilen, içi küçük sivri çivilerle dolu olan kızgın demir ayakkabılardır. Mahkumun ayağına geçirilerek sıkıştırılan bu ayakkabılar, kurbanın ayaklarını bir avuç parçalanmış et ve kemik yığını haline getirir, kurban suçlarını itiraf edene kadar iyice daraltılırdı.
Canlıyken Deri Yüzmek: Avrupa’da fazla rastlanmayan bir yöntem olmakla birlikte yine de uygulandığına ilişkin tarihi kayıtlar vardır. 1655 tarihinde Valdoculara yapılan eziyetle sırasında Jacopo Perrin ve kardeşi David’in kol ve bacak derileri, “et çıplak kalana kadar uzun dilimler halinde” yüzülmüştür; Roraslı Paolo Garnier ise önce hadım edilmiş, ardından da canlı haldeyken bütün derisi yüzülmüştür.