bilgievlerim: Engizisyon Mahkemeleri
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Engizisyon Mahkemeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Engizisyon Mahkemeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Haziran 2018 Salı

Engizisyon Mahkemeleri: Ortaçağ Avrupa’sında Dinsel Terör



Latince “baskıcı soruşturma ve sorgulama” anlamına gelen “Inquisition” sözcüğünden gelen Engizisyon, kuşkusuz tüm Ortaçağ Avrupa’sının ve belki de tüm insanlık tarihinin en acımasız yargı sistemidir. Engizisyon Mahkemeleri, XIII. yüzyılda tarih sahnesine çıkan ve Hristiyanlıktan dönenleri, Kilise tarafından kabul edilen öğretilere aykırı hareket edenleri yargılamak için kurulmuş Katolik inanç temelli mahkemelerinin genel adıdır. Görev yaptıkları süre boyunca Engizisyon Mahkemelerinin kurbanlarının sayısı, Antik Çağ’da Romalılar tarafından katledilen Hristiyanların sayısından kat kat fazladır. Üstelik Engizisyon’un yaratıcı işkenceleri yanında Romalıların yaptıkları işkenceler oldukça sıradan, hatta çok daha insancıl sayılabilir.
Engizisyon Mahkemelerinin kurulmasıyla sonuçlanan sürecin temel nedeni, Ortaçağ Avrupa’sında din adamlarının İncil’den vazettikleriyle tam tersi olan yaşantılarının, sefahate ve lükse olan düşkünlüklerinin yoksullukla boğuşan halkı Katolik Kilisesi’nden soğutarak yeni arayışlara yöneltmesidir. 11. yüzyılın başlarında özellikle de Güney Fransa, Kuzey İtalya ve kısmen Batı Almanya’daki kafir olarak nitelendirilen Cathar, Albigeois, Patarin vb. tarikatlar böylece giderek güç kazanmış, Katolik Kilisesi’ni ve devleti yalnızca dinsel alanda değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasal anlamda da tehdit etmeye başlamıştır. Bu akımlardan ciddi rahatsızlık duyan hem Katolik Kilisesi hem de Kilise ile çerçevesi tam çizilmemiş eşgüdüm içinde davranan siyasi erk kendini önlemler alma zorunda hissetmiştir.
Kilisenin sapkın olarak nitelendirdiği bu kişilere karşı elindeki en güçlü cezalandırma yöntemi kovuşturulan kişileri aforoz etmektir. Bu kovuşturma işi ilk olarak piskoposların sorumluluğuna ve yetkisine verildiğinden “Piskoposluk Engizisyonu – Episcopal Inquisition” olarak adlandırılmıştır. Fakat anılan dönemde kilisenin sapkın grupların üyelerine verebileceği cezaların sınırlı olması, gruplara katılımın tahminlerin ötesinde bir hızla artması, yürütülen mücadelenin başarısının oldukça sınırlı kalmasına neden olur.
12. yüzyıldan başlayarak sapkın inançlar, Kilise’nin çabalarına karşın daha da güçlenerek tüm Avrupa’yı sarmaya başlar. Katolik Avrupa’nın bazı bölgelerinde (İspanya, Güney Fransa, Yukarı İtalya) sapkın inanç gruplarının varlığına ve faaliyetlerine ilişkin olarak kiliseye ulaşan bilgilerin artması üzerine, gelişmeleri izlemek, gerektiğinde müdahale etmek, heretik (sapkın) olarak nitelendirilen kafir tarikatlarının üyelerini yargılamak ve işbirlikçilerini ortaya çıkarmak üzere bir komisyon kurulur. Komisyona ulaşan bilgilerin yoğunluğu, görülmesi gereken dava sayısındaki artış, gereksinimlere yanıt verebilecek bir örgütlenmenin kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Yine Katolik Kilisesi tarafından uygulanan cezaların yetersiz kaldığına olan inancın Papalık nezdinde giderek daha fazla taraftar bulması, Papalığı, kilise hukukunun normlarına uyan, ancak daha etkin faaliyet gösterecek bir örgütlenmeye zorlamıştır.

Engizisyon Mahkemelerinin Kurulması

1183 yılında Papa III. Lucius, Kral Friedrich’in de (Barbarossa) katılımıyla, piskoposlar, teologlar ve kilise mensuplarıyla birlikte Verona Sinodu’nu toplar. Toplantının en önemli gündem maddesi, Güney Fransa’nın kırsal kesimlerinde hızla örgütlenen ve yayılma eğilimi gösteren kafir tarikatlarıyla mücadele yöntemlerinin belirlenmesidir.
1183 yılında Verona Sinodu’nda alınan kararlar, Katolik Kilisesi tarihi açısından bir dönüm noktasına işaret eder. Çünkü artık kafirlik kavramı ve kafirlere uygulanacak cezalandırma yöntemleri daha kapsamlı bir biçimde yeniden yorumlanmaya başlamıştır. Bu döneme kadar gerçek inançtan dönme ile kâfirlik arasında ayrım yapılmamış, yalnızca kâfirler acımasızca cezalandırılmıştır. Ancak artık, kilisenin otoritesini sarsan, papalığın saygınlığına dil uzatan her türlü dogma, kilisenin öğretisinden bir kopuşu/ayrılışı beraberinde getirdiği ve papalığın otoritesini yadsıdığı anlamına geldiği için kafirlik olarak tanımlanacak, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın lanetlenecek ve cezalandırılacaktır.
Engizisyon mahkemelerinin tam olarak hangi tarihte kurulduğu günümüzde dahi tartışma konusu olmakla birlikte temellerinin atıldığı tarih olarak 1184 yılı kabul edilir. Papa III. Lucius’un (1181-1185) Verona Sinodu’nda alınan kararlara istinaden 1184 yılında çıkardığı “Ad abolendam diversarum haeresum praviiatem” adlı ferman, sapkınlarla mücadelenin nasıl yapılacağını belirtir:
  • Kontlar, baronlar ve diğer senyörler, aforoz sırasında Kilise’ye silah yardımı yapılacağına söz verecekler.
  • Tüm yurttaşlar sapkın olduklarından kuşkulandıkları herkesi piskoposlara ihbar edeceklerine yemin edecekler.
  • Piskoposlar şahsen heretikleri yakalamak için yılda iki kez piskoposluğa ait köylere ve kentlere ziyaret düzenleyeceklerdir.
  • Heretik mezhep taraftarları rezil bir şekilde teşhir edilecek ve görevlerinden uzaklaştırılacak.
1233 yılına gelindiğinde Papa IX. Gregorius, Fransa’daki kafir tarikatlarının takibi amacıyla iki ferman yayınlar. 1233 tarihli iki fermandan ilki, engizitörlerin kafir avında görevlendirilmesine, diğeri ise piskoposların kafir grupların takibinde sorumluluklarının belirlenmesine ilişkindir.
Böylece 1233 yılında Piskoposluk Engizisyonu’nun yerine kurulan Papalık Engizisyonu, yeni örgütlenen Dominiken ve Fransisken tarikatlarının tam yetkilendirilmiş üyeleriyle, Papanın sınırsız gücü de arkalarında olduğu halde, resmen kurulmuş olur. Görev alanı, başlangıçta yalnızca vaftiz edilmiş Hristiyanların kilise öğretisine başkaldıranları yargılamakla sınırlı kalsa da, ilerleyen dönemde şeytana tapma, zina, cadılık, bilim adamları, Yahudiler veya Hristiyanlaşmış Yahudiler (Konvertolar) ve kısmen de Müslümanlar veya Hristiyanlaşmış Müslümanlar (Moriskolar) Engizisyon Mahkemelerinin görev alanına dahil edilmiştir.
İspanyol Engizisyonu da 1479 yılında Papalıktan bağımsız olarak, İspanya Krallığınca kurulur. Amaç, aslında dinlerini değiştirmeyip aldatmak amacıyla Hristiyanlığa geçmiş görünen Yahudileri ve İslamları cezalandırmaktı. Papalık Engizisyonu’ndan çok daha sert, çok daha acımasız olmasıyla tarihe geçecekti. İspanyol Engizisyonu kaldırılana dek, saçmalık derecesine varılan nedenlerle binlerce insana işkence yapıp onları ölüme gönderdi. Öyle ki bir kilisenin duvarı (yirminci yüzyıl sonlarında) yıkılınca, üzerlerine duvarın örülmesiyle, iki duvar arasında kalmış çok sayıda kimsenin iskeletleriyle karşılaşılacaktı.
Kilise giderek kuvvetlenen kafir akımlar içinde büyücülüğün ya da cadılığın kök salmasına da seyirci kalmayacaktır. Kafirlik kilisenin ve Tanrı’nın inkar edilmesi ise, büyücülük ve cadılık da şeytanın gücünün yeryüzünde icra edilmesidir. Tanrı’nın varlığını yadsımak, şeytanın yeryüzünde krallığının kabulü demektir; bu nedenle, Engizisyon, büyücülüğü kafirliğin eyleme geçmiş biçimi olarak gördüğü için sıkı takip altına almıştır. Bu inancın doğal sonuçları erken sayılabilecek bir dönemde görülmüştür. Papa IV. Alexander (1254-1261) 1258 ve 1260 yıllarında engizitörlere, doğaüstü güçlerin yardımıyla kilise hukukunca yasaklanmış falcılık, büyücülük, cadılık vb. eylemlerin sahiplerine hadlerini bildirmelerini emreder. Engizisyon’un başlattığı bu cadı avı döneminde binlerce kadın cadı olduklarından kuşku duyulduğu için öldürülür.

Mahkeme Süreci

Engizisyon davaları kamu adına açılır, çünkü suç kamusaldır ve iki temel kurala göre yürütülür. Birincisi, mahkeme bizzat davanın seyrine müdahil olarak suçun işlendiğini kanıtlamakla mükelleftir. İkincisi, engizisyon kavramından, kafirlerin tespiti ve yargılanması amacıyla Papa tarafından kurulmuş ağır ceza mahkemeleri anlaşılır. Engizisyon Mahkemelerinin gerçek amacı cezalandırmak değil, sanığı girdiği yanlış yoldan döndürmek ve ıslah etmektir; sanığı sahip olduğu aykırı düşüncelerden arındırmak, ortağı olduğu eylemlerin yanlışlığına ikna etmek her zaman mümkündür.
Engizisyonun mücadelesinde inquisitio sürecini başlatan en önemli unsur şüphedir. Kilisenin anlayışına göre putperestlik, şeytana ve kafir tanrılarına hizmet amacına yönelik gizlice yürütülen bir faaliyet olması nedeniyle ancak şüphe ile ortaya çıkarılabilir. Engizisyon Mahkemelerinde dava, kişi hakkında “kötü duyumlar” alınması nedeniyle açılmış olabilir. Kötü duyumların anlamı, sorguya çağrılan kişi hakkında kanıtların olmaması, ancak din dışı düşünceler içinde bulunduğundan duyulan kuşkudur. Şayet sorguya çağrılan kişini aile bireylerinden herhangi birinin daha önceden heretik gruplara üyeliği biliniyorsa, “kötü duyumlar” söz konusudur. Bunun, kafir tarikatlarının yoğun olarak faaliyette bulunduğu bölgelerde uygulanan olağan bir yöntem olduğu bilinmektedir.
Zanlıların engizisyon mahkemelerine çıkarılmasına katkıda bulunan bir diğer önemli unsur muhbirlik ve ihbar faaliyetleridir. Bu yöntem, engizitörlerin kafirler, işbirlikçileri ve destekçileri hakkında bilgi edinmesini sağlayabildiği için tercih edilirdi. Muhbirler, noter ve tanıklar önünde verdiği yeminli ifadeyle ihbarda bulunurdu.
Başkalarının sapkın eylemleri hakkında bir şeyler bildiği halde, bunları engizisyon yargıçlarına ve mahkemenin diğer üyelerine anlatmayanlar, bu sapkın grupların eylemlerine ortak olmuş sayılır ve kafirlik suçundan yargılanırdı. Bu durum muhbirliğin kurumlaşmasına en temel nedenidir. Heretik takibata maruz kalan ailelerin mal varlıkların, soruşturma sonucuna göre kolaylıkla el değiştirmesi de muhbirliğin artmasının bir diğer nedendir. Bu süreci fırsat bilen komşular, hatta aile bireyleri dahi ihbar kervanına katılmışlardır.
Şüphe ya da ihbar yoluyla sapkınlıkla suçlanan kişilere yaklaşık 15-30 gün arasında bir süre tanınır, bu sürenin sonunda suçlarını itiraf edip tövbe etmeleri beklenirdi. Bu süre içinde suçlarını itiraf etmeyenler mahkemeye çağrılır, gelmezlerse zor kullanılarak mahkemelere getirilir ve mahkeme süreci başlardı.
Zanlı sorgulanmaya başlamadan önce hangi suçları işlediği, muhbire atfen (ancak muhbirin kimliği verilmeden) kendisine bildirilir, işlediği suç veya suçlara ilişkin ayrıntılar muhbir tarafından mahkemeye verilememiş ise, zanlı genel olarak heretik tarikatlara üye olmak suçundan yargılanmaya başlar. Suçlanan kişinin avukat tutma hakkı vardır. Ancak zaman içinde sapkınları savunan avukatların da sapkınlıkla suçlanmaya başlamasıyla, doğal olarak bir daha sapkınları savunacak avukat çıkmamıştır.
Engizisyon Mahkemelerinde davalar belli bir amaçla açıldığı ve mutlaka sonuçlandırılması gerektiği için, sanıklara ilişkin her türlü kişisel bilgi ve belgenin toplanması ve değerlendirilmesi büyük bir titizlikle yapılırdı. Yargılama sürecinin esas amacı, herhangi bir karara varılmaksızın, zanlının veya suçlunun suçunu itiraf etmesidir ve bunun temel aracı çoğu zaman Engizisyon işkenceleridir.
Soruşturma ilerledikçe işkencenin de katkısıyla, diğer suç isnatları kendisine kabul ettirilir. Fakat çoğu zaman suçlanan kişinin itham edilen suçları kabul etmesi de yeterli gelmez; işkenceden kurtulmak isteyenler zorunlu olarak karısını, çocuklarını, anne babasını ya da yakın dostlarını da suçlamak zorunda kalır.
Engizisyon Mahkemesi’nde bir kez yargılanan birinin beraat etmesi mümkün değildi. En iyi olasılıkla tüm haklarından mahrum edilirdi. Kuramsal olarak, bir tek Papa’nın, karar tebliğ edilmeden önce davanın yeniden görülmesini isteme yetkisi vardır. Bu gibi durumlarda yeniden görülmeye başlanan davanın tüm giderleri sanığa ait olurdu. Heretiklik suçlamasıyla yargılanan bir sanık firar ettiğinde, gıyaben kafirlikten hüküm giyer ve suçu kesinleşirdi. Sorgulamanın sonucunda ya sanığın suçu kanıtlanır, ya masum olduğunu iddia etmesine karşın kafirlikten suçlu bulunur ya da hal ve davranışlarından kafirlik suçu işlediğine karar verilirdi. Kısacası her halükârda sanık heretiklikten yargılanarak cezalandırılırdı. Sanık, mahkemenin nihai kararı açıklanana kadar nasıl bir cezayla hüküm giydiğini öğrenemezdi.
Engizisyon Mahkemeleri tarafından verilen cezalar şöyle özetlenebilir:
  • Ölüm cezası,
  • Hapis cezası,
  • Malların müsaderesi ve evlerin yıkılması,
  • Kamçılama cezası,
  • Resmi kurumlardan men cezası,
  • Hacca gönderme cezası,
  • Kafirlik işareti taşıma cezası
  • Tövbe etme, sürgün, oruç tutma, dua ezberleme, aforoz ve para cezaları gibi uygulamalar.
Engizisyon Mahkemesi’nin nihai kararı sanığa, kalabalığın önünde düzenlenen bir törenle açıklanır. Aynen sorgulama sürecinin başlangıcında olduğu gibi halk ve ruhban kesiminin üyeleri kararın sanığa tebliğ edilişini izlemek üzere toplanırlar. Yargılama sonucu alınan kararın sanıklara Pazar günleri tebliğ edilmesi kuraldandır. Karar açıklama törenine katılan eyalet yetkilileri veya yöresel memurların yemin etmesinin ardından, öncelikle cezaları hafifletilen sanıklara ilişkin kararlar açıklanır. Kimi zaman ağır ceza mahkumiyetleri, kilisenin hizmetinde çalışma cezasına çevrilirken, kimi zaman da kiliseden ihraç cezasıyla kurtulabilmek olanaklıdır. Nedamet getirme hiçbir zaman tam anlamıyla ağır ceza mahkumiyetinden kurtuluşla sonuçlanmasa da, verilecek cezanın hafifletilmesine katkıda bulunabilir. Hafifletilmiş cezalara verilebilecek çarpıcı bir örnek, sanığın giysisinin üzerine çizilen sarı bir haç işaretiyle dolaşması, teşhir edilmesidir. Mahkum sarı haç işaretini cezası bitene kadar herkesin görebileceği bir biçimde sürekli taşımak zorundadır. Elbisenin üzerinde taşınacak sarı haçın büyüklüğü, kullanılacak boya ve benzeri ayrıntılar engizisyon mahkemesi tarafından belirlenir.
Kararın açıklanması aşamasında, cezaevi mahkumiyetlerinin kilisenin hizmetinde çalışma cezasına dönüştürülmesi olanağı her zaman vardır. Üç farklı ağır ceza mahkumiyeti söz konusudur. En hafif cezaevi mahkumiyeti olan “murus largus”da mahkum cezasını diğer mahkumlarla bir koğuşu paylaşarak geçirir. Mahkumiyetin biraz daha ağır bir biçimi olan “murus strictus”ta mahkum tek kişilik hücreye kapatılırken, “murus strictissimus”ta tek kişilik hücre cezasına ek olarak prangaya vurulma söz konusudur. İflah olmayacağı düşünülen inatçı kafirler ise tek kişilik hücrede yaşam boyu prangaya vurulmaya mahkûm edilir. Son anda yakılmaktan kurtulan kafirlerin affedilmesi ise, yaşam boyu tek kişilik hücrede prangaya vurulmaları anlamına gelir.
Engizisyon Mahkemelerinin verdiği ölüm cezası ise üç farklı biçimde uygulanırdı:
  • Diri diri toprağa gömme,
  • Suda boğma,
  • Ateşte yakma.

Engizisyon Mahkemelerinin Hiyerarşik Yapısı ve Engizitörler


Tanrının yeryüzündeki temsilcisi Papa, engizisyonun da tartışmasız lideriydi. Engizisyon Mahkemesi sıradışı bir yargı mekanizması olarak, Papalık hiyerarşisinde yer alan diğer üyeler ve hatta üst düzey tarikat mensuplarından bağımsız, herhangi bir sansür ve denetime bağlı olmadan faaliyet gösterirdi. Engizisyon Mahkemelerinin böyle bağımsız ve olağanüstü yetkilerle donatılmış olarak çalışmasına izin verilmesinin nedeni, şeytanın emrine girerek “‘Katolik Dünya” ülküsüne savaş açmış sapkın tarikatlarla hızlı ve kararlı bir savaş yürütebilmektir.
Engizitörler Papa tarafından atanır ve sadece ona karşı sorumludurlar. Ancak kafir tarikatlarının takibiyle görevlendirilmiş bu ordunun 13. yüzyılın ortasından itibaren Papalığa ulaştırdığı bilgilerin sayısı o denli artmıştır ki, Roma bu bilgileri değerlendiremez hale gelmiştir. Papa IV. Urbanus (1261-1264) bu konuya “yetki devri” yoluyla bir çözüm bulmuştur. Mahiyetinden kardinal Gaetano Orsini’ye farklı bölgelerden gelecek bilgileri değerlendirme ve ülkeler arasında engizisyon faaliyetlerini koordine etme görevi vererek onu başengizitör olarak atamıştır. Zamanla rekabet içine giren kardinallerin de baskısıyla Papalık sahip olduğu büyük gücü paylaştırmak zorunda kalmıştır. Böylece Papalık sarayında birçok yetki engizitörlerin eline geçmiştir.
Engizitörler başlangıçta Dominiken Tarikatının üyelerinden seçilmekle birlikte, zamanla Fransiskenler de Engizisyon Mahkemelerinde görev almaya başlamışlardır. Engizisyon Mahkemelerinin görev alanının genişlemesi ve iş yükünün artmasıyla farklı tarikatlardan, hatta ruhban sınıfından olmayan kesimlerden seçilmiş engizitörlere sıkça rastlanır olmuştur. Farklı geçmişlere sahip olan engizitörlerin seçilme yaşı, Papa V. Clemens (1305-1314) döneminde 40 olarak belirlenmiştir. Zalim ve merhametsiz, enerjik, kariyer düşkünü, hırslı ve fanatik bir yapıda olmak engizitörlüğe seçilecek kişide aranan niteliklerin başında gelmektedir. Temiz bir geçmişe sahip olmak engizitörlüğe seçilmede önemli bir avantaj sağlamakla birlikte, bazı istisnalar da mevcuttur. Örneğin, Dominiken Robert le Bourge tövbe etmiş eski bir Katharosçu olarak 1233 yılında Loire bölgesi engizitörlüğüne aranmıştır. Engizisyon tarihinde, işlediği suçlardan dolayı kilise tarafından yargılanarak cezalandırılan ilk ve son engizitör ise Le Bourge’dur.
Tutkulu bir Aziz Tommaso hayranı olan Eymeric hazırladığı “Directorium Incfuisitorum” adlı eseriyle sapkınlara ilişkin kapsamlı bir incelemenin yanı sıra, meslektaşlarına sapkınlara uygulanacak sorgulama, işkence ve infaz yöntemleri konusunda yeni bilgiler aktarmıştır. Yukarıda sayılan tüm engizitörler içinde, acımasızlığıyla ünlenmiş, İspanya’nın ilk başengizitörü Thomas de Torquemada’ın ayrı bir yere sahiptir. Görevde bulunduğu 9 yıl içinde (1480-1489) sorguladığı yaklaşık 100.000 kişinin 9000’ini işkenceyle sorguladığı tahmin edilmektedir.
Engizitör sınırsız yetkilere sahiptir; herhangi bir kenti ziyaretinden birkaç gün önce, kilise yetkililerinden halka “olabildiğince kısa bir süre içinde toplanarak günah çıkarmaları” talimatını vermelerini isteyebilir. Yine toplu günah çıkarma eylemine katılmayanların “ipso facto” kiliseden ihraç edileceği engizisyonun talimatı olarak halka duyurulmak zorundadır.  Tek başına bu örnek dahi, engizitörlerin ne denli büyük bir güce sahip olduklarını ve bu gücü ne denli kötüye kullandıklarına işaret etmektedir. Papa dışında hiçbir güç onların kiliseyle ilişkisine son veremez. Papanın maiyeti dahi özel izin almaksızın engizitörleri uyaramaz, görevden el çektiremez. Engizitörün faaliyetlerini kısıtlayan ve engelleyen herkes aforoz edilir. Engizitörler hiyerarşik yapılanmada, en az kendileri kadar acımasız kafir avcıları olan piskoposlardan önde gelirler. Papanın, piskoposlara “kardeşim” diye hitap ederken, engizitörlere “oğlum” diye hitap etmesi aralarındaki ilişki hakkında bir fikir vermektedir.

Kutsal Engizisyon Mahkemesi Heyeti

“Kutsal Engizisyon Mahkemesi Heyeti”, bir ya da iki engizisyon yargıcı, bir noter, konuşmaların tutanağını tutan bir kâtip, doktor ve cellattan oluşur. 14. yüzyıldan itibaren davalarda engizitörlere yardımcı olmak üzere ruhban sınıfından gelme hukukçular görevlendirilmeye başlamıştır, Temel görevleri, davalı hakkında düzenlenen iddianame ve kararın sivil hukuk hükümleriyle çelişmesini engelleyecek düzenlemeler yapmaktır. Ancak uygulamada, kendilerine sanık hakkında verilen kısıtlı bilgilerle (tanıkların ismi genellikle gizli tutulur) hazırlanan dosya hakkında objektif, güvenilir görüş bildirebilme olanağına sahip değillerdir, zira muhbirlerin ismi, engizitörler tarafından sanığa uygulanan işkencede gizli tutulur. Pratikte engizisyon mahkemelerinin bir memuru olarak görev yapan hukukçular yalnızca sanık tarafından verilen ifadede yer alan bilgilerin kurallara uygun tutanaklara geçirilip geçirilmediğini kontrol ederler.
Davayı başından sonuna kadar izleyen, sorgulamaya ve işkenceye tanıklık eden noterin esas görevi, sanığı ve tanıkların İfadelerinin kilise hukukunun normlarına uygun olarak alındığını onaylamaktır. Ataması papa tarafından yapılan noter ücretini engizitörden alır. Mahkeme heyerinde yer alan kâtipler, genellikle Dominiken Tarikatı üyesi rahipler arasından atanır. Kâtipler diğer engizisyon mahkemesi üyeleri gibi ketum olmak zorundadır. “Kutsal Mahkeme”nin faaliyetleri hakkında konuşmak ve verilen kararlar üzerine yorum yapmak ağır ceza gerektiren bir suçtur. Her adımlarında engizitörlere karşı sorumlu olan noterler ve kâtipler, davaya ilişkin tüm belgelerin altına attıkları imzalarla yargılama sürecini meşrulaştırmış olurlar.
Mahkeme komisyonunda yer alan doktorun iki görevinden biri, sanığın sorguda işkence nedeniyle “erken ölmesini engellemek, diğeri ise cellatlara işkence sanatlarını icra ederken yardımcı olmak, yeni “teknikler” göstermektir.
Yukarıda anılanlara ilaveten, heyete yardım eden, ikinci dereceden destek hizmet sunan bir yardımcı personel grubu vardır. Bu grupta engizisyon mekanizmasının işleyişini kimlikleri mahkemede “gizli” tutularak kolaylaştıran muhbirler, hapishane gardiyanları, kuryeler ve diğer hizmetli personel yer alır. Gizli muhbirler toplumun farklı kesimlerindendir; krallık sülalesinden, basit köylülere, din adamlarından aristokratlara uzanan toplum kesimlerinden geniş bir katılım olmuştur. ‘Engizisyon Ailesi’ne katılmış bazı saygın vatandaş ve aristokratlar sanığa yargılandığı davada başından sonuna kadar eşlik ederek bir tür gönüllü yardım ile vicdanlarını rahatlatma yoluna gitmişlerdir. Görevleri, hüküm giymiş kâfirle konuşmak, moral vermek, nedamet getirmesini sağlayarak kiliseyle tekrar barıştırmaktır. İnfaza hazırlık sürecinde de devam eden görev, kurbana engizisyondan yakılmaya gidene kadar eşlik edilmesi, ateşin yakılmasına yardım etmek ve ateşi güçlendirmek için çalı çırpı atmak gibi ritüellerle sona erer. Tahmin edileceği üzere, bu “onur” sadece toplum tarafından takdir edilen, liyakat sahibi kişilere verilir. Engizisyonun tam randımanla çalıştığı dönemlerde “onur” peşinde koşan gönüllü yardımcıların sayısı yüzlerle ifade edilir olmuştur.
Peki Avrupa Engizisyon denilen lanetten ne zaman kurtuldu? Engizisyon Mahkemeleri ne zaman kaldırıldı?
Avrupa’nın Engizisyon Mahkemelerinin kaldırılması için yüzyıllar boyunca beklemesi gerekmiştir. Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve pragmatik bilimleri de beraberinde geliştirmesi, kilisenin ve engizisyonun giderek etkisizleşmesine neden oluyordu. Bu gelişmelere paralel olarak Papalık Engizisyonu’ndan ayrı olarak kurulan Portekiz Engizisyonu 1820’de, İspanyol Engizisyonu ise 1834’de kaldırılarak çalışmalarına son verildi. Papalık Engizisyonu ise Vatikan Konsülü’nde alınan kararlar doğrultusunda 1908 yılında “Kutsal Büro”ya (Saint Office) dönüştürüldü. 1965 yılında ise adı “The Congregation for the Doctrine of the Faith- CDF”  olarak değiştirildi.
Dipnot: Engizisyon Mahkemeleri tarafından verilen ölüm cezalarını ya da korkunç işkence yöntemlerini merak eden tarih meraklıları, “Engizisyon İşkenceleri ve Ölüm Cezaları Nasıl Uygulanırdı?” makalemizi okuyabilirler.

Engizisyon İşkenceleri ve Ölüm Cezaları Nasıl Uygulanırdı?



Engizisyon Mahkemelerinin verdiği ölüm cezası üç durumda uygulanırdı:
  • Sanık işlediği suçun temelindeki büyük yanılgının varlığını kabul ederek aman dilemez, ıslah edilmek için çaba göstermezse,
  • Tövbesinden dönerse,
  • İsa’yı yadsımak gibi, Hıristiyanlığa karşı kesin bir inançsızlık içinde bulunduğu kanıtlanırsa.
Engizisyon Mahkemeleri tarafından 17. yüzyılın başına kadar kısmen uygulanan ölüm cezaları, bazen başka yöntemler kullanılsa da “diri diri yakma”, “suda boğma” ve “diri diri toprağa gömme” olarak üç farklı grupta toplanabilir.
“Diri diri toprağa gömme” cezası, özellikle toplumun kutsal saydığı değerleri çiğneyen, geleneklere aykırı davranan, zina, eşin öldürülmesi ve çocukların katli gibi durumlara ilaveten ağır ceza gerektirecek hırsızlık vakaları için de uygulanır. Diri diri gömülmenin Cermenlerden katma bir infaz ritüeli olma olasılığı fazladır. “Suda boğma” Hıristiyanlığın kutsal saydığı değerler açısından daha makbul olmakla birlikte, infazın yapılacağı bölgede nehir, göl veya bataklık olmaması durumunda ritüel “diri diri gömülme” şeklinde gerçekleştirilir. 1585 yılında Frankfurt’ta, kocasını yatakta 64 yerinden bıçaklayarak öldüren bir kadının infazı diri diri gömülmenin bilinen en son örneğidir.
Bir infaz yöntemi olarak “diri diri gömülme” 15. ve 16. yüzyıllarda uygulanmışsa da, “diri diri yakılma” ve “suda boğma” ile karşılaştırıldığında daha ender uygulanan bir yöntemdir.
Çoğunlukla kadınlara uygulandığı bilinen “suda boğarak infaz” kutsal değerlere, özellikle de kilisenin manevi kişiliğine karşı suç işlemiş olanlara, çocuk katillerine, eşlerini aldatanlara (kilisenin kadınlara dair önyargısı nedeniyle doğal olarak kadınlar çoğunluktadır) ve kafirlere karşı uygulanmıştır.
Suda infazda, suyun arındırıcı gücü, suçlunun kötülüklerinden temizlenmesini sağlar. Suda boğma 16. yüzyıl Avrupası’nda çok sık uygulanan bir yöntem olmakla birlikte, 17. yüzyıldan itibaren yaygınlığını kaybetmiş, Prusya ve Saksonya’da (Almanya) yalnızca çocuk katillerine karşı kullanılmıştır.
Bu infazda suçlu, elleri ve ayakları arkadan birbirine bağlanmış halde bir çuvalın içine çıplak olarak konur, ağzı sıkıca bağlanan çuval bir köprüden aşağıya, nehre bırakılır. Cellat suya bırakılan çuval su üstüne çıkmasın diye elindeki uzun sopayı çuvalın üstüne bastırır. Kurtulmak olanaksızdır. Çünkü herhangi bir kişinin bağlarından kurtulup bir şekilde çuvaldan çıkması da cadılık alameti olarak değerlendirilir.
Suda boğma ritüelinin, Roma hukukundan geldiği tahmin edilen bir diğer versiyonunda suçlu, 3 veya 4 adet hayvanla beraber bir çuvala konur ve çuvalın ağzı bağlanır. Çuvala konulacak hayvanlar köpek, horoz, yılan ve maymun olarak belirlenmiş olsa da, maymun ve yılanın temin edilmesindeki zorluklar nedeniyle, maymunun yerine bir kedi, yılanın yerine ise bir yılan resmi konulur. Çuvala, suçlunun yanına bu hayvanların konulmasının nedenleri bugün hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Yılan (baştan çıkaran), maymun (zinaya yönlendiren, şehvet uyandıran) gibi hayvanların Hıristiyanlıktaki simgesel anlamları göz önünde bulundurulduğunda, cezanın ağırlaştırılması amacının güdüldüğü, suçlunun işkence çekerek (suya giren hayvanların çuvalın içinden kurtulmak için çırpınışları nedeniyle) utanç içinde ölmesinin amaçlandığı kesindir. Maymun, özellikle de bir elinde aynayla tasvir edilen dişi maymun, ortaçağda, erkekleri yoldan çıkaran zekâsıyla, şehvetin, iffetsizliğin kaynağı olarak görülen kadınla özdeşleştirilmiştir. Hıristiyan ikonografisinde zincire vurulmuş maymun motifi tutsak edilmiş şeytanı temsil eder.

Tam Anlamıyla İmha: Diri Diri Yakılma

Üçüncü ve bütünüyle mükemmelliyetçi bir infaz yöntemi olan “diri diri yakılma” tam anlamıyla bir imha ve temizle(n)me anlamına gelir. Engizisyon Mahkemelerinin ceza hiyerarşisi içinde en ağırı diri diri yakılmaya mahkum edilmektir. Cadılık, kâfirlik, zehir terkipçiliği, hayvanlarla cinsel ilişki ve kalpazanlıktan hüküm giyenler için yakılma vazgeçilmez bir infaz yöntemidir. Yakılarak infaz 16. yüzyıl boyunca özellikle de kadınlara karşı cadı avının tüm hızıyla sürdüğü bölgelerde yoğun bir biçimde uygulanmıştır. Yakılarak ölüme mahkum olan suçlunun, özellikle odun yığınının yavaş yandığı durumlarda uzun süre acı çekmesini engellemek için, odun yığınına çıkarılmadan önce boğularak öldürülmesi, daha sonra yakılması sıklıkla olmasa da, başvurulan bir yöntemdir.
Suçlunun yakılarak öldürülmesi, üzerinde ayrıntılı bir biçimde düşünülmüş kusursuz bir tasarım olarak karşımıza çıkar. Engizisyon Mahkemesi tarafından ölüme mahkum edilen kişinin cezasının infazı, Pazar günleri ya da diğer (dini) tatil günlerinde, çocuk, kadın, yaşlı, genç kalabalık bir izleyici kitlesi önünde şenlik, bayram havasında, genellikle kasaba ve şehir meclisinin bulunduğu geniş alanlarda gerçekleşir.
İnfaz için Pazar (tatil) günlerinin ya da kutsal günlerin seçilmesinin nedeni, yalnızca katılımın arttırılmasını sağlamak için değildir. Engizisyon Mahkemeleri’nde ve daha sonraki yıllarda devreye giren sivil mahkemelerde, kiliseye karşı işlenen suçlardan dolayı ölüm cezasına çarptırılanların yakılarak infaz edilmesi, suçlular için bir tür arınmayı temsil ettiği için, infaz ritüelinin Hıristiyanlığın kutsal saydığı günlerde veya Pazar günleri yerine getirilmesi, yakılanın, özünde saf ve temiz olan ruhu için yerine getirilmesi gereken son bir görev olarak görülür.
Mahkeme tarafından suçluluğuna hükmolunan kişi, eğer yargılanma aşamasında önemli sayılabilecek itiraflar yapmışsa, yani engizisyonun istediği gibi ifade verebilmişse, yakılmadan önce boğularak öldürülme şansına sahip olabilir. Böyle bir şansa kavuşamayarak  diri diri yakılan suçluların çığlıklarının izleyicileri tedirgin etmemesi amacıyla işkence uygulanırken de yararlanılan “boğma armudu” ya da “işkence maskesi” kullanılır. Çelik ya da bronzdan yapılan “boğma armudu” zanlının işkence görürken bağırmasını engellemek için düşünülmüş basit bir düzenektir; işkence görenin ağzını neredeyse tamamıyla kaplayacak şekilde, kösele ya da vidalarla başın arkasında sabitlenmiş olarak tüm ağız boşluğunu kaplar. Böylece suçlunun çığlık atmasının ya da bağırmasının önüne geçilmiş olur. İşkence maskesi, yüzü önden tamamıyla saran bir blok kısım ve başın arkasında birbirine kavuşan demir halkalardan oluşur. Yalnızca çeneye yerleştirilen ve ağzın -dilin- oynatılmasına engel olan daha basit şekli de aynı amaca hizmet eder.
Bazı engizitörler daha da ileri gidip, sapkın olarak öldüklerini sonradan saptadıkları kişilerin kadavra ve kemiklerini mezarlarından çıkararak atların arkasına bağlayıp şehirlerin içinde sürüklettirip ardından yaktırmışlardır. Ya da bazen suçlunun yanında kurban da aynı cezayı paylaşmak zorunda kalmıştır. Örneğin 17 Eylül 1605 tarihinde Johnne Jak (nam-ı diğer Scott) adlı kişi hayvanlarla cinsel ilişkiye girmekten suçlu bulunup yakılırken yanında başka bir kurban daha vardı: Cinsel ilişkiye girdiği iddia edilen kısrak!
Ölüme mahkum edilenlerin cezasının infazı, infaz kararı engizisyon mahkemelerinde alınmış olmakla birlikte, dünyevi mahkemelerin gözetiminde yapılır. Bu uygulamanın nedeni, kilisenin elini kana bulamak istememesi ve hiçbir üyesinin silah taşıma yetkisinin olmamasıdır.

İtiraf Yöntemi Olarak Engizisyon İşkenceleri

Kilise karşıtı sapkın gruplara karşı yürütülen davalarda işkence uygulanması konusunda 1252 yılında Papa IV. Innocentius, 1265 yılında da Papa IV. Clemens tarafından ferman çıkarılmıştır. Papa IV. Innocentius’un işkenceye onay veren 1252 tarihli fermanı “Ad exirpanda”da şunlar yazar:
Zorunlu kalındığında soruşturmaya alınan tüm sapkınlar; inançlı ruhların katili ve felaketi, kutsal varlıkların hırsızları olarak yanlışlarından dönmeye ve işbirliği içinde oldukları diğer kafirlerin isimlerini vermeye, aynen basit hırsızlar ve haydutların işledikleri dünyevi suçlarda uygulandığı üzere, güç kullanılarak zorlanabilirler.
Engizitörler için işkence, kısa sürede heretiklerin sapkın inançlarının gün ışığına çıkartılmasında, işbirlikçilerinin deşifre edilmesinde ve en önemlisi girdikleri ‘‘yanlış” yoldan döndürülmesinde vazgeçilmez bir araç olmuştur. Engizisyonun insanlar üzerinde sahip olduğu gücü besleyen en önemli kaynak, sorguya çağırılıp işkence görme korkusudur.
Sanığa işkence edilme süresi, engizisyonun gereksinim duyduğun bilgilerin verilmesi, yani amaca uygun bir itirafın yapılmasıyla ya da bedeninin işkenceyi kaldıramayacak duruma gelmesiyle sınırlıdır. Engizisyon, sapkın olduğunu itiraf etmiş bir sanığa işkence uygulamaya devam edilmesini “haklı nedenleri olmayan” bir zalimlik olarak görmektedir. Fakat bu durum pratik uygulamada anlamını yitirmiş, çoğu zaman kurbanlar işkence görürken ölmüştür.
Suçlamaları kabul ettikten sonra, sanığın kafirliğinden tövbe ettiğini ve kilisenin bağışlayıcı, kurtarıcı kollarına sığındığını söylemesine izin verilir. Şayet sanık kendisine sunulan bu olanağı değerlendirir ve söylenenleri harfiyen yerine getirirse, nispeten hafif bir cezayla engizisyondan kurtulmayı umabilir. Ancak engizisyon dava üzerinde daha uzun süre çalışmaya karar verirse, bu sürecin sonucunda ağır bir cezanın çıkması kaçınılmazdır.
Sanığın, ifadesinin işkence altında alındığını ve kendi arzusu ile imzalamadığını iddia ettiği durumlarda, engizisyon, “tövbesini bozan”ın daha önce yeteri kadar işkence görmediğine karar verir, sanık tekrar sorguya alınarak gerçek bir tövbekar oluncaya kadar işkenceye devam edilir. Örneğin Lizbon’daki Maria ed Coceicao davasında sapkınlıktan yargılanan bir kadın işkence sırasında daha fazla dayanamayıp kendine yöneltilen tüm suçlamaları kabul etmiş, fakat işkence sona erdikten sonra her seferinde daha önce söylediklerini inkar edince işkence tam üç kez tekrarlanmıştı.
Suçlarını itiraf etmeyenler için kurtuluş yoktu. Büyücülükle suçlanan Doktor Fian’ın (nam-ı diğer John Cunnigham) davası bu konuda göze çarpan bir örnektir. Aşağıdaki satırlar, büyücü olduğu gerekçesiyle Engizisyon’un pençesine düşen Doktor Fian’ın (nam-ı diğer John Cunnigham) davasına değinen  Pitcairn’in “Criminal Trials” (1833) adlı eserinden alınmıştır:
Bütün tırnakları parmakları boyunca yarıldı ve İskoç­ya’da Turkas, İngiltere’de kerpeten dediğimiz bir aletle çekildi ve her tırnağın altına başları bile girecek biçimde ikişer iğne sokuldu. Hiçbir cadının dayanamayacağı bütün bu işkenceler boyunca Doktor zerrece sarsılmadı; üzerinde bütün işkenceler denendiği halde suçlamaları kabul etmedi.
O zaman, anında emir verildi ve adam yeniden çizme işkencesine alındı, orada uzun zaman kaldı ve bacaklarına o kadar darbe indirildi ki ezilip dövülmeyen en küçük yeri kalmadı; kemikleri ve etleri öyle yaralanıp berelenmişti ki akan kan ve iliğin haddi hesabı yoktu; dolayısıyla bir daha yürüyemedi.
Tüm bu işkence seanslarının sonunda engizitörler hiçbir itiraf alamamalarına karşın Dr. Fian suçlu bulundu. Önce boğuldu ve ardından gövdesi yakıldı.
İşkencenin adı bile yeterince korkutucuydu. Bu nedenle fiziksel işkenceye geçilmeden önce sanık, engizitörler tarafından bir tür psikolojik işkenceye tabi tutulurdu.
Tamamen karanlık bir zindanda uzun süre tek başına bekletilen suçlu, direncinin kırıldığı düşünüldüğünde siyah giysili ve maskeli adamlar tarafından işkence yapılacak odaya götürülürdü. Burada uzun bir masanın ardında, önlerinde sanığa ilişkin kâğıtlar olan esrarlı kişiler yani engizitörler kurbanı beklerdi.
Bir ritüeli andıran bu süreçte sanığa işkence aletleri teker teker ayrıntılı bir biçimde tanıtılır. Kutsal Kitap sorgulama süresince daima engizitörlerin önünde açık durur. Engizitörler kurbana seslerini yükseltmeden, olabildiğince sakin, herhangi bir hakaret unsuru içermeyen bir konuşma yaparlar. Sanığa nedamet getirmesi, tevazu göstermesi, aklıselim olması, yaptıklarından ötürü kiliseden af dilemesi ve suçunu itiraf etmesi durumunda, Mesih İsa’nın yakarmalarını duyacağı anlatılır.
Engizisyonun işkence odasında, resimlerde betimlendiği gibi her türden işkence aleti bulunmaz. İşkence adım adım yürütülmesi gereken, giderek ağırlaşan bir ritüel olması nedeniyle ilk kez işkenceye alınanlar için soğuk, nemli, yarı aydınlatılmış sade bir mekândır yalnızca. Hiçbir penceresi olmayan yer altındaki bu odaların zeminleri ise işkence sırasında dökülen kanları emebilmesi için çoğunlukla kum ya da talaşla kaplıdır.
İlk kez işkenceye alınanlar işkence odasında işkence masası ve kırbaçla tanışırlar; sıklıkla kurban aç ve susuz bırakılır. İşkenceden hemen sonra sanık, doktor tarafından muayene edilerek tedaviye alınır. Sanık soruşturmasının ilerleyen aşamalarında aynı mekânda veya farklı mekanlarda daha ayrıntılı işkence aletleriyle karşılaşır. İşkence, her aşamada şiddetini ve dehşetini giderek artıran biçimde uygulanır.
Filistin askısı, kazığa oturtma, kemikleri parçalama ya da kadın sapkınların göğüs uçlarını sökmek için kerpeten kullanılması gibi sıradan işkencelerin yanında Engizisyon işkenceleri içinde sıradışı olanları da vardı. Çünkü deyim yerindeyse Engizisyon Mahkemeleri işkenceyi adeta bir sanat ya da bilim dalı haline getirmişti. Yine de belirtmek gerekir ki, bölgelere göre biraz değişiklik gösterse de işkence için yaş sınırı belirlenmişti: kadınlar için dokuz buçuk yaş, erkekler için on buçuk.

Sıradışı Engizisyon İşkenceleri

Böğüren Boğa İşkencesi:Engizisyon işkenceleri içinde en acı vericilerinden biri Antik Yunan’dan gelen “Böğüren Boğa” ya da “Sicilya Boğası” adı verilen işkenceydi. Metalden yapılmış olan bir boğanın içine elleri bağlanmış biçimde suçlu çıplak olarak yerleştirilir ve ardından kapak kapatılırdı. Boğa, altında yakılan ateşle iyice ısıtılırken, içindeki sanık acıdan bağırmaya başlardı. Bu da boğanın böğürmesine benzer bir ses çıkmasını sağlardı. Sesin şiddetine göre kişinin ne derece suçlu olduğu anlaşılırdı. Eğer kişi hiç bağırmadan öldüyse, ailesine mahkumun iyi bir Hıristiyan olduğu söylenir ve teşekkür edilirdi!
Ordalia İşkencesi: Bu işkence, sapkın olduğu düşünülen kişinin suçunu itiraf etmesi için ilk uygulanan işkence yöntemlerden biridir. Bu uygulamada, sapkının çok kaynar suya el ve bazı organlarını batırılır ya da kor haline getirilmiş bir demir zorla tutturulurdu.
Strappado İşkencesi:  Bu alet yerçekimi kuvvetini kullanarak insan bedeninin en hassas eklemlerinden biri olan omuz eklemlerini zorlayan bir tür işkence aletiydi. Bu yöntemde kurbanın elleri arkadan bir iple bağlanıyor, ip yüksek bir yere takılan makaradan geçiriliyor ve kurbanın ayağına ağırlıklar takılıyordu. Yavaş yavaş gerilen iple birlikte kurban yukarı doğru kaldırılırken yerçekiminin de etkisiyle omuz giderek geriliyordu. Tepe noktasına gelince ip serbest bırakılıyor, kurban yere doğru düşerken ip aniden gerilince kurbanın omzu çıkıyordu.
Charbonts Ardents İşkencesi: Kor haline getirilmiş kömür üzerinde yürütülme cezası. Bu nedenle bu işkence ateş işkencesi olarak da anılırdı. Bu işkencede suçlunun ayaklarının daha iyi yanması amacıyla ayaklarına yağ sürülürdü.
Garotte: İspanyol Engizisyonu tarafından kullanılan bu alet, demirden yapılmış tasma biçiminde bir boyunluk idi. Boyunluğun tam arkasında kurbanın ensesine denk gelecek vidalar bulunurdu. Boyunluk kurbanın başının hareketsiz kalmasını sağlarken, her germe işleminde arkadaki vidalar ense hizasından omuriliği yavaş yavaş delerek kurbana müthiş acılar yaşatırdı.
Iron Maiden: Almanya kökenli bu işkencenin uygulandığına ilişkin tarihsel bir kayıt bulunmasa da, bu işkence aletinin günümüze ulaşan örneği bulunmaktadır. Bu alet, içinde demir çivilerin bulunduğu ve tabuta benzeyen bir kutudur. Kısa çiviler hayati organlara zarar verecek ama kurbanı hemen öldürmeyerek acı verecek ustalıkla yerleştirilmiştir.
İşkence Tezgahı ya da Tahta At İşkencesi: Adeta bir ata ata benzeyen bu işkence aleti, gerçekte üzerinde işkence görecek olanın bağlandığı yerden çok az yüksekte olan dört ayaklı bir çeşit masaydı. Ayaklara ve ellere bağlanan ipler, celladın birkaç manivelayla kurbanın el ve kollarını ustaca parçalamasını sağlayan bir çıkrık sistemine bağlıydı. Yatırılan kurbanın elleri ve ayakları sağlam iplerle iki makaraya bağlanırdı. İstenilen yanıtlar alınmadığında bu makaralar birbiriyle ters yönde hareket eden manivelalar yardımıyla giderek gerilir ve bu işlem genellikle eklemlerin yerinden çıkması ya da uzuvların kopmasıyla sonuçlanırdı.
Brodequin İşkencesi: Daraltılıp, açılabilen, içi küçük sivri çivilerle dolu olan kızgın demir ayakkabılardır. Mahkumun ayağına geçirilerek sıkıştırılan bu ayakkabılar, kurbanın ayaklarını bir avuç parçalanmış et ve kemik yığını haline getirir, kurban suçlarını itiraf edene kadar iyice daraltılırdı.
Canlıyken Deri Yüzmek: Avrupa’da fazla rastlanmayan bir yöntem olmakla birlikte yine de uygulandığına ilişkin tarihi kayıtlar vardır. 1655 tarihinde Valdoculara yapılan eziyetle sırasında Jacopo Perrin ve kardeşi David’in kol ve bacak derileri, “et çıplak kalana kadar uzun dilimler halinde” yüzülmüştür; Roraslı Paolo Garnier ise önce hadım edilmiş, ardından da canlı haldeyken bütün derisi yüzülmüştür.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)