Ancak "savaş" para demek. Parayla savaşılır; parayla zafer kazanılır...öyle zannediyorlar. O halde bir büyük savaşı karşılayacak para nasıl bulunacaktır?
...düşünülen çare şudur:
Ev ev bütün Mekke'den para, eşya veya hayvan ne varsa toplanarak Şam'a büyük bir ticaret kervanı gönderilecektir. ihraç edilerek orada satılan emtia bedeli ile Şam'dan ithal edilip Mekke'de nakde çevrilecek mallardan elde edilecek para, müslümanlarla yapılacak muharebeye harcanacaktır. Başta Mahzumoğulları, Abdi Menafoğulları, Ümmeyye bin Halef, Ebu Cehil olmak üzere kadın-erkek bütün Kureyş'in iştirak ettiği ellibin dinar sermayeli, bin develik bir kervan kısa zamanda hazırlanarak Şam yoluna girdi.
Eşrafdan Mahreme bin Nevfel ve Amr bin Âs da kervanda.
Müşrik kervanına otuz kadar silahlı muhafız eşlik ediyor.
Şam'ın Gazze Pazarı'na gitmekte olan bu kervanın reisi Mekkeli seçkinlerden Ebû Süfyan..
...tam ismi ile Sahr bin Harb. Ebû Süfyan ve Ebû Hanzala iki ayrı künyesi. Amr bin Âs; bu dahi insan gibi o da ileride islâmla ve ayrıca Ümmi Habibe radıyallahü anha anneciğimizden dolayı Resulullah'ın kayınpederi olmakla şereflenecek ve küffar orduları-na karşı yaptığı cihadlardan birinde bir gözünü ve diğerinde de öbür gözünü kaybedecektir...lâkin şimdi büyük bir islâm düşmanı. Hidayete kavuştuktan sonra ne kadar dövünecek; ne kadar gözyaşı dökecek ama maalesef bugün inkâr cephesinin yaman adamlarından biri.
.....
Sevgili Peygamberimiz, kervan haberini alınca bu malumatı daha da derinleştirmek istediler. Bu maksatla bir kaç muhacire vazife tevdi ettiler...görevli sahabiler, Zül Aşire mevkiine geldiklerinde Ebu Süfyan, idaresinde bir büyük Şam kervanının, bir kaç gün evvel buradan Şam istikametine geçip gittiğini öğrendiler.
İstihbarat peşindeki sahabiler, bu malumatı getirince İki Cihanın en üstünü, hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar...anlaşılan ve görünen o ki Kureyş, bir büyük hücûma geçmek için ciddî hazırlıklar içindedir. Bu alış-verişten elde edeceği kazancı silah ve diğer ihtiyaçlara yatırarak Medine üzerine taarruza geçecektir...buna mutlaka, ama mutlaka mani olmak lâzımdır...her ne pahasına olursa olsun düşmanın bu maksadına sed çekilmeli.
İslâm düşmanlarının bu niyet ve faaliyetlerinden gününde haber alınmış olması ilâhî bir lütuf olmuştur. Eğer teşebbüs vaktinde öğrenilmemiş olsaydı müminler, toparlanılması zor ağır bir sarsıntı geçirebilirlerdi...
.....
Efendimiz, emir buyurdular:
-Talha İbni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd, kervanının dönüşünü takip edecektir!...
-Başüstüne ey Allahın Resulü!...
-Başüstüne ey Allahın Resulü!...
.....
Hazreti Talha ve Hazreti Sa'd radıyallahü anhüma, Cebar mevkiine kadar geldiler. Keşdi-i Cehni isminde biri onları misafir etti.
Diğer taraftan Seçkinlerin Seçkini sallallahü aleyhi ve sellem, derhal hazırlığa başladılar.
Danışıp-konuşarak varılan karar:
Düşman kervanına Şam dönüşü el konacaktır.
Kâinatın Efendisi'nin emir ve komutasında dinimizin şan, şeref ve izzeti ve varolması ve yükselmesi için düşmana hücum etmek, esir almak, esir olmak, mecbur kalınırsa öldürmek veya şehid olmak... islâmın karasevdalısı Sahabiler için en büyük arzu...bu sebeple imanları uğruna ecdat yurdu Mekke'yi bırakarak Sevgili Peygamberimiz'in peşinde Medine'ye göçen Muhacirler; Akabe'de Resulallah'a biat eden ve şehirlerine hicret ettiği takdirde kanlarının son damlasına kadar kendisini koruyacaklarına dair söz veren Medineli seçilmişler / ensar....yani çocuklar, gençler, bahadırlar, ihtiyarlar hatta sakatlar, hatta kadınlar...şimdi de sevgililer sevgilisi büyük Nebi'nin etrafında Allah için; ser vermek ve ser almak için toplanıyorlar.
.....
Sefere iştirak etmek isteyenleden biri de Ümmü Varaka isminde bir hanım sahabi; radıyallahü anha... daha sonraki asırlarda hep şanlı numuneleri görülecek olan binlerce arslan yürekli anadan biri. Cephenin gerisinde hizmete; en önünde cihada koşan mubarek kadınların ilki ve öncüsü...
İşte aynı zamanda hafız-ı Kur'an olan Ümmü Varaka Sevgili Peygamberimiz'e istirhamlarda bulunuyor... bütün eshab, yek vücud, yek kalb konuşmaları dinliyorlar. Uzakta rüzgâr, hurma ağaçlarını hışırdatıp geçiyor; iki-üç kırlangıç eshabın ihlasından koklamak için çığlık çığlığa şöyle bir dalış yaparak aynı çığlıklarla göğün uçuk maviliğinde kaybolup gidiyorlar.
-Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Ben de sizlerle gelmek, müminlere hizmet etmek; şehid olmak istiyorum!...
O ne güzel sözdür öyle:
"Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!"
Bir mümin, Peygamberini anasından babasından ve öz canından daha çok sevmedikçe îmânı kâmil değildir. Bu sebeple Ümmü Varaka, en tabii, en içten yalvarışla "anam-babam sana feda olsun" diyor...bir şey daha feda olsun: Can; bu din uğruna şehid olmak için can da fedaya hazırdır.
Eshab-ı güzinin erkekleri bir tarafa kadınlarının bile böylesine kahramanca duygular içinde olmaları Efendimizi çok memnun etti.
Buyurdular ki:
-Ya ümmü Varaka sen burada kal; evinde Kur'an-ı Kerim oku ve bizlere dua et. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, sana şehidliği nasip eder...
Peygamberimiz, şehidlik müjdesi verdiği bu yiğit hanımdan "şehide" diye bahsederlerdi...daha hayatta iken "şehide" sıfatına kavuşan Ümmü Varaka radıyallahü anha hazretleri, Hazreti Ömer zamanında şahadet şerbetini içecektir.
.....
.....
Üç kişi muhacirînden, beş kişi ensardan olmak üzere toplam sekiz sahabi Bedr seferinden izinli. Muhacirlerden izinli olanların ilki Hazreti Osman bin Affan. Hanımı Sevgili Peygamberimizin kızları Rukayye radıyallahü anha ağır hasta olduğu için hizmetinde bulunmak maksadıyla müsaadeli...diğer iki muhacir ise kervanın dönüş gününü öğrenmek için giden Talha ibni Abdullah ve Said ibni Zeyd.
Ensar-ı kiramdan izinli olanlar ise şunlar:
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, namaz kıldırmak için Abdullah ibni Ümmi Mektum'u Medine'de vekil bıraktılar.
Medine'den çıkış tarihi oniki ramazan Pazartesi.
Ruha'ya varıp da mola verince orada da Asım İbni Abdil Ensar'ı bozgun ve ayrılık haberleri alınan Kuba ve Avil denilen köyler üzerine idareci Ebu Lübabe'yi de Medine'ye Vali olarak gönderdiler. Haris İbni Samed ve Havvab İbni Cübeyr ise deveden düşerek kaza geçirdikleri için yola devam edemiyorlardı; bu sebeple bunların da Medine'ye dönmelerine müsaade edildi ki böylece Bedr'den izinli Ensar yekunu beş kişi olmaktadır.
.....
Medine'den bir mil ayrıldıktan sonra Buyütussukya'-nın Ebu Ukbe kapısında Ebu İnebe kuyusu yanında Peygamber Efendimiz'in emriyle çadırlar kuruldu. Allah'ın Resulü eshabını teftiş ediyorlar...hasta, sakat, çocuk ve yaşlılara sefere çıkma izni yok.
Bera bin Azib'le Abdullah bin Ömer'in her ikisi de önüç yaşındalar.. Tabii çok küçük olmaları sebebiyle onlara müsaade edilmiyor. Ve daha başka küçük yaşta olanlarla çok ihtiyar olduğu için Amr bin Cemuh geri gönderiliyor
Fakat bir sahabi, daha onaltısı gibi çocuk sayılacak kadar körpe yaşta olduğu halde O'na izin veriliyor.
İşte manzara:
Umeyr bin Ebi Vakkas'ı ilk müslüman olanların yedincisi; aşere-i mübeşşere'den, bütün gazalarda bulunup kahramanca vuruşan ve islamda ilk ok atma şerefine sahib ağabeyi Sa'd bin Ebi Vakkas'dan dinleyelim:
-Ebu Ukbe kapısında kardeşim Umeyr bin Ebi Vakkas'ı bir kayanın arkasına saklanırken gördüm. "Umeyr ne yapıyorsun orada?" dediğimde; "Resulullah, beni de çocuk sayarak geri gönderebilir. Halbuki ben Allah yolunda şehid olmak istiyorum. O'nun için gizleniyordum" dedi.
-Az sonra o'nu gören arkadaşlarım, Peygamberimize haber verdiler; Efendimiz, Umeyr'i çağırdılar. Resulullah'ın huzurunda ayakta dururken belindeki kılıcın ucu nerede ise yere değiyordu. Yola çıkarken kılıcını kendisi kuşanamamış ben bağlamıştım... Merhamet Sultanı büyük Nebi, Umeyr'e "olmaz, buyurdular. Sen geri dön yaşın daha çok küçük!" Fakat korktuğuna uğrayan Umeyr, ağlamaya başladı. "Ya Resulallah anam-babam sana feda olsun. Lütfen müsaade ediniz. Ben de gelmek istiyorum. Ben de şehid olmak istiyorum! Lütfen beni geri yollamayınız! Şehid olmak istiyorum!"
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu günahsız gencin arzulu yalvarışına; boncuk boncuk akan göz yaşlarına dayanamayarak "peki, dediler, gel"...
.....
O ne coşkun ve parlak îmân ki henüz çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmak üzere iken; onaltı yaşının baharında ölüme koşan; düşmanla çarpışmaya gittiği için değil; gidemediği için billur gözyaşları döken; tarihin kaydettiği en yüksek insan örneklerinden biri ile karşı karşıyayız...Allahım senin ne kahraman kulların var...radıyallahü anh...
.....
Ensar'dan ibni Hiram ve bazı sahabiler Resulullah'ı sevindirmek için şu haberi veriyorlar:
-Cahiliyet zamanımızda yahudilerle çarpışmaya gittiğimiz zamanlarda giderken yine burada; Ebu Ukbe kapısında mola vermiş; kumandanlarımız orduyu denetlemişlerdi. O seferlerden ganimet ve zaferle dönmüştük...inşallah bu defa da biz müminler muzaffer olarak döneriz...
.....
.....
Müslümanların yetmiş deve ve üç atı var.
Atlılar; Mik'dat ibni Esved, Zübeyr ibnil Avvam ve Mersed Ganevi.
Mikdat radıyallahü anh'ın mubarek atının ismi Ba'zce, Zübeyr radıyallahü anh'ınki ise Ye'sub..
Az mü'minde kılıç var. Zırhlı insan sayısı ise onu bulmuyor...
.....
Teftiş bitince yürüyüş başladı. İki üç sahabi bir deveye nöbetleşe biniyorlar.
Fahri Kâinat Efendimiz de bir deveyi Ali bin ebi Talib, Mersed bin ebi Mersed ve Ebu Lübabe ile paylaşıyorlar. Hazreti Lübabe'nin Mekke'ye vali olarak gönderilmesinden sonra O'nun yerini Zeyd ibni Haris aldı. Son Peygamber, iki arkadaşı ile aynı deveyi ortaklaşa kullanıyor; sırası gelince de hayvandan inerek yaya yürüyor... Eshab-ı Kiram efendilerimiz, Peygamberimizden hayvandan aşağı inmemesini; yayan yürüme zahmetine girmemesini istirham ediyorlar.
İşte Âlemlerin Sultanı'nın cevabı:
-Siz yola benden daha çok dayanıklı değilsiniz. Ben de sevaba sizden daha az muhtaç değilim.
.....
Dağlardan Bedr'e varma gayreti ve bu uğurda katlanılan sayısız meşakkat. En münasip yol seçilmesine rağmen bacaklara dolanan dikenli otlar, ayakları kesen bıçak gibi taşlar, dili damağa yapıştıran, ağızda tükrük bırakmayan sıcak hava ve islamiyetin şan ve şerefi için bu zahmetlere severek, gülerek ve bu sıkıntıları nimet bilerek katlanan yüce insanlar.
...bu insanları engin bir muhabbet ve tarifsiz merhametlerle gözden geçiren Allah Resulü dua buyuruyorlar..
-Allahım!
Eshabım aç; yiyecek ver.
Allahım!
Eshabım çıplak; giyecek ver.
Allahım!
Eshabım yaya; binecek ver.
Allahım!
Eshabım fakir; imkân ver...
.....
.....
İslâm istihbarat elemanları Talha ibni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd radıyallahü anhüm, müşrik kervanının iki güne kadar Cebar'dan geçeceğini öğrenince oradan ayrıldılar. Onlar gittikten sonra kervan geldi.
.....
.....
Ebu Süfyan, çevrede müslüman casusu olup olmadığını soruşturuyor. Zira daha Gazze'de iken bazı müslümanların Zül Aşire'ye kadar geldiklerin işitmişti.
Keşdi, bir sır vermediyse de Ebu Süfyan, Cebar'a iki kişinin geldiğini ve meydandaki hurma ağacının altında develerini çökerterek bir mikdar oturmuş olduklarını etraftan öğrendi.
Kervan reisi, denilen yerde inceleme yaptı.
Yerde deve pislikleri vardı. Bunları bir sopa ile karıştırınca Medine hurmalarına ait çekirdekler gördü. "Eyvah demek ki müslümanlar hâlâ kervanı takip ediyorlardı.. Ya beklenmedik bir yerde baskın verip şu koca serveti elinden alırlarsa?" Birden paniğe kapıldı. Mekke'nin her şeyi demek olan bu kervanın Medine'nin eline geçmesi müslümanlara büyük bir maddi güç kazandıracağı gibi, Mekke'yi de iktisadi bakımdan zora sokacaktı.
Hemen Gıfar Aşiretinden Zamzam bin Amr'ı yanına çağırarak vaziyeti anlattı ve eline bir miktar altın tutuşturarak:
-Çabuk Mekke'ye git! Kervanın tehlikede olduğunu; müslümanların bizi takip ettiğini; her ân baskın yapabileceklerini haber ver. Dağ-bayır demeden kestirmeden gitmelisin. Haydi çabuk ol...
.....
.....
Zamzam'ın Mekke'ye gelmesinden üç gün evvel Âtike binti Abdülmüttalip, bir rüya görmüştü; sırlarla dolu bir şey. Sabah kalktığında hâlâ rüyanın tesirinde idi... Abbas bin Abdülmuttalib'e haber göndererek yanına çağırttı.
Abbas:
-Hayırdır; merakta kaldım ya Âtike! Umarım endişe edecek birşey yoktur...
Atike:
-Heyecanın bir faidesi yok kardeşim. Hele önce şöyle bir otur...
-Evet oturdum; seni dinliyorum.
-Tahmin ediyorum ki yakında Kureyş'in başına bir musibet gelecek!
Abbas şaşırdı:
-Bunu da nerden çıkardın durup dururken?
-Hayır kardeşim. Ne durup dururken...Dün gece bir rüya gördüm. Korkunç birşey. Hâlâ tesirindeyim.. Sanki hâlâ o ânı yaşıyorum.
-Korkunç bir rüya! Garip...tez anlat bari. Bir kâhine falan gidelim.. Bir şey yapalım.
-Hayır! Kâhin-mahin istemem. Yalnız kimseye söyleme.
-Söylemem, söylemem çabuk anlat...
-Deve üstünde bir adam gördüm. Deli mi desem, çılgın mı desem, yalancı mı desem. Tuhaf bir insan, üstünde bir acaib kıyafet Ebdah'da durmuş bağırıp çağırıyor: "Ey hayırsız Kureyş! Üç güne kadar savaş meydanında vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!!!" Bu nidayı avazı çıktığı kadar bağırarak üç kere tekrarladı. Kureyşliler başına toplandılar. Sonra adam Mescid-i Haram'a girdi. İnsanlar da onu takip ediyordu. Derken oradan çıktı. Yine aynı şekilde ve aynı sözlerle ve çirkin bir yüzle bağırmaya başladı... Ardından Ebu Kubeys dağının tepesine tırmandı. Malum sözleri ard arda üç kere orada da tekrarladı. Sonra dağın tepesinden şehrin üstüne bir koca kaya yuvarladı... kaya, parçalar saça saça hızla aşağı indi. ...kayadan fırlayan parçaların isabet aldığı her ev çöküyordu.
-Evet müthiş; müthiş bir rüyaymış.. Endişende haklıymışsın.
.....
Abbas, Âtike'nin yanından tuhaf bir ruh hali ile ayrıldı. Rüyanın muamması O'nu da sarsmıştı. Yolda Velid bin Utbe ile karşılaştı. Velid, arkadaşındaki garipliği hemen sezdi.. Abbas, bir şey belli etmemeye çalıştıysa da Velid, O'nu sıkıştırarak meseleyi anladı. Abbas, Velid bin Utbe'den rüyayı kimseye anlatmamasını rica etti. Velid, söz verdi ama; babasına nakletmekten de geri kalmadı..ertesi gün bütün Mekke bu rüyayı öğrenmişti..
Abbas, Kâbe'yi tavaf ederken, Ebu Cehil de bir gurup ahbabı ile ileride oturmuş Âtike'nin dedikosunu yapıyordu..
Abbas'a seslendi:
-Ya Ebel Fadl!! Tavafı bitirince yanımıza gel..
-Olur; geliyorum.
.....
Abbas, Ebu Cehil'in yanına gidince hiç beklemediği bir sualle şaşırdı:
-Şimdi de Abdülmuttaliboğulları ortaya kadın peygamber çıkardı öyle mi ya Abbas?
-Anlamadım! Bu ne demek? Açık konuş..
-Atike'nin şu malum rüya meselesi...
-Ne rüyası?
-Ne rüyasımış! Aranızdan bir erkek peygamber çıkardığınız yetmezmiş gibi şimdi de kadın peygamber safsatası öyle mi?
-Hayır; iftira!
-Âtike, güya rüyada görmüş ki biri: "Ey Kureyş üç güne kadar vurulup düşeceğiniz yerlere yetişin" diyormuş. Göreceğiz eğer doğru söylüyorsa elbette şu günlerde bir şeyler ortaya çıkar. Fakat üç gün geçmesine rağmen herhangi bir fevkaledelik olmazsa ne yapacağımızı biliyoruz...
-Ne yapacaksınız?
-Arablar arasında Abdülmuttalip kadınlarından daha yalancı insan olmadığına dair bir yazı hazırlatarak bunu her tarafta dolaştıracak ve sonra da götürüp Kâbe duvarına asacağız!!!
Abbas sertleşti:
-Yalancı sen ve kabilen Mahzumoğullarıdır! Aşağılanmaya layık olan da sizlersiniz!..
-Ey Abbas şunu bilki şan ve şerefte biz sizinle yarışıyoruz. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'de zemzem dağıtma işi bizdedir." Biz de diyoruz ki bu bir fazilet değildir. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'nin kapıcılığı ve perdedarlığı bizdedir." Bizim kabile de diyor ki bu övünülecek bir üstünlük değildir. Siz diyorsunuz ki "Meclis toplama işi bizdedir." Biz de diyoruz ki ahaliyi toplayıp yemek ve hurma yedirmek bir şeref değildir. Sonra iddia ediyorsunuz ki "Kâbe ziyaretçilerine ziyafet vermek vazifesi bizimdir." Biz de diyoruz ki biz de insanlara yemek yediriyoruz...
-Bitti mi?
-Şunu kafanıza koyun ki ey Abbas! Biz Abdimenafoğulları, şan ve şerefte Abdülmuttalipoğulları ile aynı seviyeye gelinceye kadar hep yarışacak ve peşinizi bırakmayacağız. Bunu anladığınız için "bizden bir Peygamber çıktı diyorsunuz"...bu bozgunculuğu yapmanız yetmezmiş gibi şimdi de "kabilemizden kadın peygamber de çıktı" demeye başladınız.. Hayır! Lat ve Uzzaya ondulsun ki bunlar doğru değil. Abdülmuttalipoğulları bizi geçerek insanları aldatamaz, onların yalanlarını herkese göstereceğiz!!!
.....
O akşam hadiseyi işiten Abdülmuttalip kabilesinin kadınları Abbas'ın başına üşüştüler. Demediklerini bırakmıyorlar:
-O şeytan yüzlü adam, Abdülmuttalip erkeklerine saldırırken sen sustun ha! Yazıklar olsun ey Abbas! Biz ki seni bahadır bilirdik...
-Sadece erkeklere mi? Ebu Cehil mel'unu Abdülmuttalip kadınlarına da hakaretler yağdırmış. Ama Abbas yine O'na birşey yapmamış..
-Yazıklar olsun! Bir şerefsiz sefil adam bizlere demediğini bırakmayacak da kabilemizin erkekleri sus-pus olup çıt bile çıkarmıyacak!... Vah başımıza.
-Ey ahirete göçmüş Abdülmuttalip oğulları! Mezarınızdan kalkın da Ebu Cehile karşı bizi siz koruyun bari...
Kabile damarları kabaran kadınların sözleri gibi gözleri de şimşek çakıyor; bazıları dizlerini dövüyor; bazıları saçlarını yoluyor.
Beklemediği bir söz taarruzunun altında ezilen Abbas bin Abdülmuttalip ancak şunu diyebildi:
-Ben, O'na yarın ne yapacağım göreceksiniz!... Yeter ki aynı şeyleri bir kere daha desin!
Âtikenin rüyasının üçüncü günü sabahında Abbas kan beynine sıçramış halde Mescid-i Harama gitti. Ebu Cehil oradaydı. Aynı sözleri bir kere daha söylettikten sonra haddini bilmez bu azgına çullanarak esaslı bir meydan dayağı atacaktı.
Abbas, Ebu Cehil'e doğru yürürken O, birdenbire bir sesi dinliyormuş gibi yaparak Sehmoğulları Kapısı'na doğru fırlayarak Mescid-i Haram'dan çıkıp gitti..
Abbas kendi kendine "vay saldırgan korkak vay!.. Niyetimi anlayınca nasıl da bir anda kaçıp kayboldu" diye düşündü..
Ebu Cehil suratsızı, kimseden kaçmıyordu. Abbas, kendine doğru gelirken bir takım sesler işitmiş ve oraya doğru koşmuştu. Sesin sahibini görünce olduğu yerde dona kaldı. İşte meşhur rüyada tasvir edilen adam şurada bağırıp duruyordu.
Üstündeki gömleğin önünü ve arkasını yırtmış, devesinin semerini ters vurmuş Zamzam, sanki o rüyadan ve rüyadaki adamdan haberliymiş ve sanki onun taklidini yapıyormuş gibi aynı çılgın tavırlar ve aynı şaşırtan manzara ile avaz avaz bağırıyor ortalığı mübalağalı bir şekilde velveleye veriyordu...bunlar bir samimiyetin sıcak çığlıklarından çok avucuna sıkıştırılan dinarların iki yüzlü bağırtısı idi.
-Heyy Kureyş! Şam kervanı tehlikede! Müslümanlar, kervanı bastı basacak! Durmayın, çabuk Ebu Hanzala'nın imdadına yetişin! Yetiştiniz yetiştiniz. Yetişemezseniz kervan, müslümanların eline geçecek! İmdat! Durmayın! İmdaaat!!!...
.....
Zamzamın bağırışını işiten yanına koştu.
Hadisenin tafsilatını öğrenmek istiyorlardı.
Ebu Cehil, derhal Mekke'de seferberlik ilan etti. Eli değnek tutan herkes, düşmanın üstüne yürüyecekti.
Süheyl ibni Amr, milletin şecaat damarlarını kabartan şeyler söylemeye başlamıştı bile... Kureyş erkekleri, savaş için toplanmaya başladılar....duracak zaman değildi. Daha evvel de Hadrami'nin kervanını vurmuşlardı ama; şimdi buna izin vermeyeceklerine and içtiler...tabiî bu arada araya büyük bir hadise girmiş olduğundan Abbas bin Abdülmuttalib de Ebu Cehil'i unuttu...
İslâm düşmanları, kısa zamanda Mekke meydanına bir ordu topladılar... Ebu Cehil, o yılan bakışlı kupkuru adam, mevcudu tek tek süzdü; gelmeyenler varsa onları tesbite çalışıyordu...
Evet sefere iştirak etmeyenler vardı:
Ebu Leheb ve Umeyye bin Halef.
Kureyş'in bu iki çok namlı insanı nasıl olur da akından geri kalırlardı?
Ebu Leheb, Atike'nin rüyasından korkmuştu. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'e karşı dinmez kinler beslemesine rağmen; rüyanın kendileri için pek de iyi olmayan şeyleri haber verdiğini sezdiğinden evinde kalmıştı.
Ebu Cehil ve diğer Kureyş reisleri yanına giderek çok ısrar ettiler:
-Sen bu kavmin büyüğüsün! Sen gelmezsen bizim sözümüzü kim dinler.
-Evet Ebu Cehil doğru söylüyor ya Eba Leheb! Sen hepimizin büyüğüsün. Bu hesap gününde aramızda ve başımızda olmalısın..
-Hayır ben gelmeyeceğim siz gidin..
-Ya Eba Leheb senin bu sefere mutlaka katılmanı istiyoruz. Söz almadan şu eşikten dışarı adım atmayız.
-Yemin olsun yerimizden kıpırdamayız.
-Evet günlerce burada kalır yine fikrimizden caymayız.
-Pekâlâ..öyleyse şöyle yapacağız. Ben yine gelmeyeceğim ama yerime adam göndereceğim.
-Kimi?
-Kardeşin Âs bin Hişam'ı ya Eba Cehil. İflas ettiğinden kendisinde olan dörtbin dinarımı alamadım. Söyleyin O'nda olan bu alacağıma karşılık benim yerime sizinle harbe gelsin..buyurun. Maksat hasıl olmuştur.
.....
Ebu Leheb kâfirinin yanından biraz da asabi şekilde ayrılan Ebu Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt'la beraber Umeyye bin Halef'in kapısına vardılar.
Umeyye daha evvel Sa'd bin Muaz'dan Efendimizin bir sözünü işitmiş ve iliklerine kadar titremişti: "Benim ümmetim Ümeyye bin Halefi katleder!"
Bunu diyen asla gerçek dışı konuşmamış ve hiç bir gün olmayacak bir şey söylememiş "Muhammed'ül emin"di. O yüzden Umeyye, Ebu Cehil'i uyutabilirse bir kenarda kalmaya karar vermişti.. Ama ne mümkün! İşte Ebu Cehil, hızla kapıya vurmaya başladı bile. Koşturan Umeyye:
-Geldim, geldim!
-Ya Umeyye...
-Oo siz misiniz ya Eba Cehil. Ukbenin elindeki o ateş dolu tava nedir öyle? İçeri gelmez misiniz?
-Vaktimiz dar ya Umeyye? Bir şeyden haberin yokmuş gibi öyle serin davranma. Müslümanlar, Kureyş hazinesi bir kervanı basarken biz Umeyye'nin evinde rahat sedirlere uzanıp alev renkli şaraplar içip söz dahisi arap şairlerinin şiirlerini mi söyleyeceğiz? Durma çabuk atını, zırhını, kılıcını al ve gel...
-Ama ya Eba Cehil! Ben hem şişman; hem yaşlıyım.
-Yalancı! İşine gelince yaşlı ve şişman olursun. Al öyleyse şu sürmeyi kadınlar gibi evinde otururken gözlerine çekersin. Ukbe ateşe buhur dök de ver ki bizden sonra tütsülensin!..
Umeyye bin Halef; Bilal'i Habeş radıyallahü anh'ın efendisi iken müslüman oldu diye O'na en vicdansızca zulümler yapan kibir putu. Şimdi bu adama kendi dindaşları kadın yerine koyarak alenen hakaret ediyorlardı. Kurnaz Ebu Cehil, en sinirli anında bile muhatabının hassas tarafını tahrik etmesini bilmişti..
Umeyye:
-Hayır ben kadın değilim. Buhur da sürme de size kalsın...ben ömrüm boyunca şerefli ismime leke sürdürmedim. Birazdan orada olacağım, siz gidin!..
.....
Umeyye, hemen evden çıkarak Mekke'nin en seçme ve en sür'atli devesini sahibine bir dolu para ödeyerek satın aldı ve hazırlık için evine geldi. O'nu gören hanımı:
-Hayrolsun ya Umeyye! O kadar bineğin varken bu deve nedir; bu telaş nedir?
-Harbe gidiyorum!
-Ne, ne dedin? Harbe mi? E, peki o Medine'linin dediğini unuttun mu?
-Hayır unutmadım. Ama Ebu Cehil bir bela gibi yapıştı yakama. Söz verdim. Bir mikdar aralarında bulunup ayrılacağım.
-Ayrılacakmış! Sen öyle zannet! Ebu Cehil'in pençesine düştükten sonra artık ayrılamazsın.. Ah Ebu Cehil ah!.
.....
Umeyye Mekke meydanına geldiğinde hayli kalabalık toplanmıştı.
Suheyl bin Amr:
-Ey Kureyş!
İşte kahramanlığımızı gösterecek gün, bugün! Haydi yiğitliğinizi göstermeye! Deve lazım olana işte develer! Ok, kılıç, mızrak isteyene hepsi var. Seçip beğensin. Yiyecek isteyen dilediğinden, dilediği kadar alsın!!!
Diye nida ediyordu. Daha başkaları da Kureyşlilerin damarlarını kabartacak; onları kışkırtacak sözler söylüyorlardı:
Zem'a bin Esved:
-Lat ve Uzzaya andolsun! Bin kere andolsun ki Kureyş kabilesinin başına bundan daha büyük felaket gelmemiştir. Şu işe bakın ki Muhammed'le Yesribli şu basit çiftçiler asil Mekke tüccarlarının kervanına saldırıyor. Kureyş, tarihinde hiç böyle bir zillete maruz kalmış mı? Duracak zaman değil. Kimin ne eksiği varsa işte her şey burada tamamlasın!.. Eğer bu tehlike bugün bertaraf edilemezse; onları yarın Mekke kapılarında da durduramazsınız!
Tuayme bin Adiy:
-Evet Zem'a doğru diyor. Mallarımıza el koymayı mubah sayıyorlar. Bu kervana kadın-erkek bütün Abdi Menaf oğulları katıldılar! Şimdi bu koca servet müslümanların eline mi geçecek? İşte benden ordumuza yirmi deve yükü yiyecek.
Abdullah bin ebi Rebia beşyüz dinar, Huveyt bin Abd'ül Uzza üçyüz dinarlık silah bağışladı.
Tartışmalardan sonra Allah düşmanları şu karara vardılar:
-Bu harbe her Kureyşlinin iştirak etmesi mecburidir. İştirak edemeyen olursa; onlar da yerlerine adam bulup göndermeye mecburdur.
.....
Kureyş kısa zamanda hazırlandı...ancak bir korkuları vardı. Ya Kureyş'in hasmı Bekiroğulları, müslümanlarla çarpışırken kendilerine arkadan saldırırsa!
Kureyş'in ileri gelenleri, Bekiroğullarının ileri gelenleri ile görüştüler...bazı tavizler karşılığı Bekiroğullarının Kureyşe saldırmayacağına dair teminat ve kefalet alındı.
Bunun üzerine, örme zırh ve dövme zırhlara bürünmüş kılıçlı, mızraklı, yerinde durmayan cins arap atları ve soylu develere binmiş müşrik ordusu... arkada tef ve şarkılarıyla orduyu coşturan güzel sesli kadınlar, hürriyetlerine kavuşmuş cariyeler olduğu halde yürüyüş başladı.
Utbe bin Rebia ve Şeybe bin Rebia da Kureyş ordusundaydı...bunlar sefer için kılıç kuşanıp zırh giyerken kendilerini köleleri Addas gördü. Bir fevkaledelik olduğunu gören bu garip mümin merakla sordu:
-Ne oldu? Nedir bu hal? Nereye gidiyorsunuz?
-Hani Taifte iken bizim bağın yanına yorgun ve ayakları kanlar içinde bir adam gelip oturmuştu.
-Evet, benimle üzüm göndermiştiniz.
-İşte O adam ve taraftarları ile savaşa gidiyoruz.
Sanki Addas'ın başından kaynar sular dökülmüştü.
-Ey efendilerim! Sizin "O adam" dediğiniz en son Peygamber.. Yalvarırım gitmeyin. Bir Peygambere kılıç çekilmez. Emin olun savaşa değil; felakete gidiyorsunuz. Gelin bir kerecik de siz beni dinleyin; bu habis işten vazgeçin..
Addas'ın gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu ama Utbe ve Şeybe çıkıp gittiler.
Az sonra oraya As bin Münebbih bin Haccac isminde bir genç geldi...
-Nedir bu gözyaşları ya Addas? Niye böyle rengin uçmuş?
-Felakete gittiler; düşüp ölecekleri yere kendi ayakları ile gittiler.
-Kim?
-Utbe ve Şeybe Resulullahla çarpışmaya gittiler.
-Ya Addas! Muhammed hakikaten peygamber midir?
Soru, bu sağlan iman sahibi mubarek Sahabiyi zangır zangır titretti. Tüyleri diken diken olmuştu:
-Vallahi O bütün insanlara gönderilmiş son Peygamberdir.
.....
.....
Mü'minler Bedr'e doğru yol alıyorlar. Akik mevkiinde iken Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, eshabı arasında Medineli müşriklerden Hubeyb bin Yesâf ile Kays bin Muharris'i gördüler.
Cesur ve mahir bir savaşçı olan Hubeyb bütün yüzünü örtecek şekilde bir miğfer giymiş olmasına rağmen Kâinatın Efendisi, kendisini tanıdılar; ve Sa'd bin Muaz radıyallahü anh'a:
-Ya Sa'd! Sağ tarafında giden Hubeyb bin Yesaf değil mi? Diye sual buyurdular.
-Evet ya Resulallah; Hubeyb ve Kays...
İslama gelmedikleri halde bu iki kişi, islâm saflarında ne arıyordu; onların bu kutlu saflarda, bu üstün insanlar arasında ne işleri olabilirdi? Bir hesapları var ki sonu meçhul bir seferin ortasına dalmışlar? Evet bir hesapları var...nasıl ki bu akında bulunan muhacirin ve ensarın bir hesabı varsa bu iki Medineli gayrımüslimin de bir hesapları var...ancak eshab-ı kiram aleyhimürridvan efendilerimizinki ahiret hesabı; bu iki insanınki dünya hesabı; dünya menfaati... Seçilmiş ve süzülmüş iyiler cemaati eshab'ın hesabı şu:
Sevgili Peygamberimiz'in rızasına kavuşmak. Yüce Allah'ın rızası ancak ve ancak O'nun sevgilisinin sevgisini kazanmakla mümkün... Eshab, can pazarına bu maksatla çıkıyorlar..herşeyin bir bedeli var; bu rızanın en zirve noktadaki bedeli de ölümü hayata tercih etmek..
Hubeyb bin Yesaf ile Kays bin Muharris'in hesapları ise dünyalık...onlar müşrik kervanına karşı çarpışarak bir kaç dünyalık bir şey elde etmek için gelmişler...ne yapsınlar; işin idrak ve özünden haberli değiller...olamazlar da. Ta ki kendilerine hidayet erişene kadar.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, iki yabancıyı yanlarına istettiler:
-Siz ne maksatla bizimle geliyorsunuz?
Cevapları şu:
-Anneniz Halime Hatun tarafından sizinle akrabayız. Ayrıca şimdi de komşuyuz. Tecrübeli birer cengaveriz; iyi dövüşürüz. Saflarınızda Mekke'lilere karşı çarpışmak buna mukabil biz de ganimet malı almak istiyoruz.
Peygamberimiz sordular:
-İslamiyete girdiniz mi?
-Hayır; müslüman değiliz.
-Öyleyse geldiğiniz yere geri dönün. Bir müşrike karşı bir başka müşrikin yardımını kabul edemeyiz. Dinimizde olmayan saflarımızda da olamaz.
Yürüyüş devam ediyor...bir zaman gittikten sonra Hubeyb, Beyda'da bir kere daha Efendimiz'e geldi ve kendilerine de izin verilmesi için ısar etti:
-Benim nasıl bir kahraman muharip olduğumu; düşman saflarında nasıl gedikler açtığımı herkes bilir...müslüman olmamızı şart koşma; sırf ganimet almak için saflarınızda mücadele etmemize izin ver. Hasımlarınla dövüşelim.
Sevgili Peygamberimiz:
-Allah'a ve Resulüne îmân ettiniz mi?
Diye sordular.
Hubeyb:
-Hayır, dedi..
-Öyleyse geri dönünüz..
Geri döndüler...
.....
Eshab-ı Kiram aleyhimürridvan, ilk gün yola oruçlu olarak devam ettiler...ama ikinci gün Resulullah efendimizin emirleri ile ve cihaddan sonra tekrar tutmak üzere ağır tabiat ve iklim şartları yüzünden oruçlar açıldı.
O, yüksek insan da, oruçlarını açmışlardı.
Akik Vadisinden sonra ibni Ezher Deresi'ne kadar ıssız yollar takip edildi. Bu dereye varıldığında mola verildi. Sevgili Peygamberimiz, bir ağacın altına indiler...bu sırada Efendimizin güzel arkadaşı Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh da taşlardan bir küçük mescid yaptı. Resulullah Hazreti Ebubekr'le birlikte bu mescidde namaz kıldılar... Bir kaç gün burada kalındı.
Sonra Zülhuleyfe, Zâ'tül reyş, Türban yolu takip edildi.
Türban'da iken Efendimiz, karşılarındaki dağ yamacında bir geyik gördüler ve Sa'd bin ebi Vakkas'a:
-Ya Sa'd geyiğe bak! Buyurdular.
Hazreti Sa'd, Peygamberimizin muradını anladı; ve derhal nişan vaziyeti aldı. Resulullah, oku kendi mubarek elleri ile Sa'd radıyallahü anh'ın omuzuna yerleştirdi ve:
-At ya Sa'd, dediler ve, Allahım Sa'd'ın okunu isabet ettir, diye dua buyurdular.
Vınlayan ok, Resuller Resulü ve O'nun aziz arkadaşlarına rızık olma nimetine kavuşan mubarek ceylanı boynundan vurarak devirdi.
Sevgili Peygamberimiz tebessüm buyuruyorlar.
Biraz sonra nefis bir kızarmış geyik kokusu tâ uzaklardan bile alınıyordu...
.....
Müslümanlar Ruha'ya geldi. Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
-Rûhâ arap vadilerinin en güzelidir...
Ruha'da konakladılar.. Hubeyb bin Yesaf, geri dönmüşken tekrar müslümanların yanına geldi ve Resulullahın yüsek huzurlarına çıkmak istediğini bildirdi. Âlemlerin efendisi kabul ettiler. Hubeyb ısrar ediyor.
-İzin ver ben de Mekkelilerle çarpışayım.
-Dinimizde olmayan; saflarımızda da olamaz ya Hubeyb! Önce Müslüman ol; sonra çarpışırsın..
İşte o ân Bedr yolunda islam, bir yiğit daha kazandı; Hubeyb bin Yesaf müslüman oldu; radıyallahü anh..
...böylece Peygamberler Peygamberi, kahraman ve korkusuz bir savaşçı olduğunu beyan eden ve islam saflarında yer almak isteyen birine kılıcı önce küfrüne çektiriyordu...Hubeyb bu cesareti gösterek Hazreti Hubeyb oldu...
Kays bin Muharris ise maalesef gitti...ama hidayet O'na da nasib oldu; islam ordusunun Bedr'den dönüşünde Kays da müslüman olacaktır.
Ebu Lübabe ve Asım ibni Abdil Ensar vazifeli olarak; Haris ibni Samed ile Havvab ibni Cübeyr ise yola devam edemeyecek kadar ciddi bir kaza geçirdikleri için Ruha'dan geri gönderildiler.
.....
Peygamberimiz komutasında yürüyüş devam etti.. Safra köyüne yaklaşınca bu köy solda bırakılacak şekilde bir dirsek yapılarak Zefiran Vadisine girildi ve bir müddet gittikten sonra Safna Vadisine varıldı. Müslümanlar burada Şam kervanı hakkında gönderdikleri habercilerden haber bekleken; Kureyş'in kuvvetli bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduğunu öğrendiler.
.....
.....
Bedr'e yaklaştığı sırada Cebar'da kervanın müslümanlar tarafından takip edildiğini anlayan Ebû Süfyan, Şam-Bedir-Mekke hattını değiştirerek Bedir'i solunda bırakacak şekilde Şam-Kızıldeniz sahil şeridine yöneldi ve bir ân evvel takipten kurtulmak için kervanın sür'atini arttırdı...kervandakilerden bazıları önce vaziyeti kavrayamadıkları için hem gidiş yolunun değiştirilmesi hem de kaçarcasına gidilmesine bir mânâ verememişlerdi? Nihayet tehlike kalmadığına; selamet sayılacak bir yere vardıklarına kanaat getirince Ebu Süfyan bin Harb, hızını kesti ve yanına Kays bin İmr'ül Kays'ı çağırarak:
-Bir tehlike geçirdik. N'olur n'olmaz diyerek Zamzam'ı Mekke'ye yardım getirmesi için yollamıştım.
-Evet ya Hanzala.
-Şimdi böyle bir tehlike kalmadı. Hemen bineğine atla ve Kureyş'i nerede olursa olsun bul ve tehlikenin geçtiğini haber ver. Vazifen gayet mühimdir. Lüzumsuz yere kan dökülmemeli; çabuk olmalısın.
-Derhal!..
Müşriklere gelen Kays bin İmr'ül Kays, Ebu Süfyan'ın haberini vererek.
-Kervan emniyettedir. Ebu Süfyan, hiç kimsenin endişeye kapılmamasını ve bu yüzden sefere çıkılmamasını tenbih etti.
...dediyse de fırsatı bir kere yakalamış olan Ebu Cehil, teklifi reddederek ateşli bir konuşma ile milleti coşturdu:
-Ey Kureyş! İçimizden çıkan biri, inandıklarımızı, geleneklerimizi reddederek kendisinin ahir zaman nebîsi olduğunu iddia etti ve Allah tarafından vazifeli olduğunu söyledi!.. O, bunları söyler ve aramızdan bir takım saf kimseleri müslüman yaparken; biz ne yazık ki gerekli cesareti göstererek O'na hakettiği cezayı veremedik. Bizim zamanında cezasını veremediğimiz O insan, bugün elimizden kurtularak Medine'nin başına geçmiş, kervanlarımızı basarak bizi cezalandır-maktadır. Bu karşımıza çıkan, belki de son fırsattır. Müslümanlar, hergün daha çoğalıyor; her gün biraz daha kuvvetleniyorlar. Bana kalırsa ölmek var dönmek yok diyorum. Bunları kendim için mi istiyorum? Hayır! Ebu Cehil Amr bin Hişam, bu fani dünyada her şeyi gördü ve her şeye kavuştu. Benim korkum bütün arap kabilelerinin müslüman olarak yolumuzdan çıkmaları; nesillerin bozulmasıdır. Eğer; "biz, evlatlarımızın müslüman olmalarına razıyız" diyorsanız; haydi geri dönelim. "Sen bilirsin" diyorsanız. Ben, "Cenk" diyorum. Siz ne diyorsunuz ey Kureyş?
-Cenk! Cenk edelim!!!
.....
Ebu Süfyan'a dönüp gelen Kays, olanları anlattı ve Ebu Cehil'i ikna edemediğini ve bir harbin, adım adım yaklaşmakta olduğunu söyledi.
Bu haber üzerine Ebu Süfyan hayret edilecek kadar doğru şeyler söyledi:
-Kureyş'e yazık oldu. Bunlar hep Amr bin Hişam'ın Kureyş hakimi olma ihtirasının zararları...
.....
.....
Diğer taraftan Ahnes bin Ebi Şerif, reis vekili olduğu Zühreoğullarını harpten caydırmaya uğraşıyordu:
-Bakın kervan kurtuldu. Reisimiz Nevfel'e de zarar gelmedi. Muhammed'le çarpışmaktan vaz geçin. Çünkü sizin çok yakın bir akrabanız. Biraz sabredin; biraz bekleyin. Bunda ne ziyanınız olur ki? Şayet O, hakikaten bir Peygamber ise bu sizin için de bir yüce şeref olur. Eğer Peygamber olmadığı anlaşılırsa zaten başkaları O'nunla harp ederler. Mutlaka geri dönün. Ebu Cehil'in sözü ile amel edilmez. O kara- kuru, sinir küpü adam, insanın ancak başını derde sokar.
Beni Zühre kabilesinden birisi sordu:
-Peki nasıl bir çare bulalım?
-Şöyle yaparız, dedi, Ahnes. Akşam olunca ben kendimi deveden aşağı atarım. Siz "Ahnes'i yılan soktu" diye feryad eder ve ben olmadan sefere gidemeye-ceğinizi söyler ve geri dönersiniz.
Beni Zühre, Ahnes'in bu zekice buluşu ile bir felaketten kurtuldu.. Bu kabile ile birlikte onların müttefiki Ubeyye ibni Şerik en-Nakıy da geri döndü.
.....
.....
Kureyş'in bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Resulullah efendimiz, Eshab-ı Kirama buyurdular ki:
-Kervanı mı takip edelim? Gelen düşmanı mı karşılayalım? Ey eshabım! Siz ne dersiniz; fikriniz nedir?
Bir kısım arkadaşları, Kureyş kervanının takip edilerek kendilerinin Mekke'de kalan ve düşmanın gasp edip bir türlü vermediği mal ve mülklerine karşılık onların kervanına el konulması taraftarıydı...bazıları da düşmanın sayı ve silah üstünlüğünü dile getirdiler.
Hazreti Ebu Bekr ve Hazreti Ömer efendilerimiz, bu gelenlerin Kureyş'in müslümanlara en fazla düşmanlık besleyenleri olduklarını; mağlup edilmeleri halinde islâmın önünden mühim engellerin kalkacağını bu sebeble cihad etmenin isabetli olacağını beyan ettiler.
Mikdat İbni Esved Hazretleri söz aldı:
-Ya Resulallah! Allahü teâlâ, ne emrediyorsa öyle yapınız. Biz, İsrailoğullarının Peygamberleri Musa aleyhisselama dediği gibi demeyiz. Malümâliniz olduğu üzre onlar, O büyük Peygambere "ya Musa git Rabbinle beraber düşmanla savaş" demişlerdi. Biz ise: ey Allah'ın Resulü emrindeyiz! diyoruz.. Canımızı, malımızı; her şeyimizi Allah ve Resulünün yolunda feda etmeye hazırız. Tâ Habeş diyarına gitsen gideriz. Sana bağlıyız ve kararını bekliyoruz...öl dersen ölürüz. Bu can nedir ki senin için vermeyelim?
Sevgili Peygamberimiz, Mikdat Hazretlerinin gönül ferahlatan bu güzel sözlerine çok memnun oldular ve O'na dua ettiler.
.....
Mekkeli müslümanlar / muhacirler, böyle diyordu.
Ya Medineli müslümanlar / ensar ne diyor?
Ensar, Medine'ye hicret ettiği takdirde Resulullah'ı canla başla koruyacaklarına dair Akabe'de söz vermişlerdi; ama Medine dışı için herhangi bir vaadleri yoktu...
Bu sebeple sual buyurdular:
-Eyyühe'n nâs!/Ey insanlar! Siz ne dersiniz?
Medineli mü'minlerden Sa'd ibni Muaz Hazretleri söz aldı:
-Ya Resulallah! "Ey nas" diyerek bizleri ayrı ayrı saymadığınıza ve burada Ensar çoğunlukta olduğuna göre mubarek sözünüz bize olmalı. İşte bütün Ensar hazır; tahmin ediyorum onlar da benim gibi düşünüyorlar.
Ensar, Sa'd hazretlerini tasdik etti.
-Ya Resulallah biz sana îmân ettik! Nübüvvetini tasdik ettik. Her ne getirdi isen hakdır ve doğrudur. Seninle Akabe'de sözümüz var. Her nerede olursa olsun her ne pahasına olursa olsun; canımızı Allah Resulunün uğruna vermeye hazırız. Emrinizin başımız üstünde yeri vardır. "Bir denizin bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız" desen gözümüzü kırpmadan suya atlarız. Harpte elbette sabredecek ve en şerefli şekilde dövüşeceğiz. Arzumuz Allah'ın Resulünü sevindirmektir. Allahın rahmeti, O'nun Resulünün ve yolunda gidenlerin üzerine olsun!..
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bu sözlere de çok memnun oldular. Ve Sa'd'e de dua ettiler.
Ve Eshab-ı Kiram'a müjde verdiler:
-Ey eshabım! Size müjdeler olsun ki Hak teâlâ hazretleri, bana düşmanın iki kafilesinden birini ele geçireceğimizi vâdetti. Ya Şam'a giden ticaret kervanı veya Kureyş ordusu malı-mülkü ile müslümanların olacaktır.
-İnşallah ya Rasulallah!
-İnşallah!
-İnşallah.
......
Yola devam ettiler.
Zefiran'ı takiben Esafir Tepesi, Debbe köyü geçilip Hannan Kum Dağı sağda bırakıldıktan sonra Bedr yakınına vardılar.
.....
.....
Bedir, bu isimdeki birinin açtığı bir kuyu adı. Kuyu etrafında zamanla Bedir Köyü kurulmuş. Medine'nin güneybatısında Mekke-Medine-Şam yollarının kesiştiği bir ortak nokta.
Müslümanlar, dağ yollarını takip ederek Bedr Vadisine ulaştılar. Anayollardan gelen münkirler ise kum tepesinin arka-sındaki Yelyel Vadisinin Bedr'e en uzak yerine kondular.
Vadi, ince yumuşak kum içinde; mü'minler, kumlarda bata çıka yürüyebiliyorlar.
Resuller Önderi, muhacirîn ve ensarı dinledikten sonra açıkça bir şey demedilerse de belliki hava savaş kokuyor...
Allâh'ı inkâr ve O'nun hak Peygamberini reddedenler, müslümanları imha niyet ve kasdı ile gelirken; mü'minlerin kervan peşine gitmeleri hem yanlış olur, hem de küffar, bunu "müslümanlar kaçtı" şeklinde yayardı.
Sevgili Peygamberimiz'in Hicret'ten sonra hakkında bilgi edinmek için zaman zaman Bedr'i sormalarındaki sırrı eshab, şimdi şimdi anlıyor.
Resullullah, yanına Katade ibni Numan ve Muaz ibni Cebel'i alarak deve sırtında etrafı dolaştı. Düşman hakkında malumat elde etmek istiyordu...
Süfyan-ı Zamiri isminde yaşlı bir kimseye rastladılar.
Efendimiz, ihtiyara kendilerini tanıtmadan Kureyş Ordusunu sordular. Süfyan, duyduklarına dayanarak ordunun Mekke'den çıktığı günü ve şimdi muhtemelen bulunması gereken yeri bildirdi. Peygamberimiz, dediklerinin isabetini anlamak için Muhammedîler hakkında bildiklerini de sordu. Medine'den ayrıldıkları tarihi ve şu an bulundukları yeri elifi elifine doğru tahmin etti...demekki ihtiyarın Kureyş hakkında dedikleri de doğruydu.
.....
Sevgili Peygamberimiz, Hazreti Ali, Zübeyr bin Avvam ve Sa'd ibni Ebi Vakkas'ın da aralarında olduğu bazı sahabileri çevreyi tarayarak düşmanın yeri hakkında bilgi toplamaları için gönderdi.
Sahabiler, ayrılmadan onlara şunu buyurdular:
-Şu karşı küçük tepenin arka eteğindeki kuyu başından bazı bilgiler toplayacağınızı zannediyorum.
Buraya gelen vazifeli eshab, düşman sakalarını kuyudan su çekerken buldular. Mü'minleri gören sucuların bazıları develeri ile kaçtılarsa da ikisi yakalandı. Haccacoğullarının kölesi Eslem ile Âs bin Saidoğullarının kölesi Ariz Ebu Yesâr da yakalananlar içindeydi. Sahabiler, yakaladıkları sakaları islâm karargâhına doğru getirirken kaçanlar da son sür'at Kureyş çadırlarına doğru deve koşturuyor-du...ilk yetişen Uceyr oldu. Heyecanla bağırıyordu:
-Nihayet müslümanlar sakalarınıza da saldırdı. Bazı arkadaşlarımız ellerine düştü. Beni duydunuz mu ey Kureyş?
Bu sırada Kureyş ordusu kızartılmış deve etleri yemekteydi. Uceyr'i işiten Hâkim bin Hizam yemeği olduğu gibi bırakarak kalktı ve diğer Kureyş büyüklerine gitti.
.....