bilgievlerim: Tarih Dersleri
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Tarih Dersleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Dersleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2018 Perşembe

İnkalar Nasıl Yok Oldu?


Avrupalı sömürgecilerin Amerika kıtasını keşfinden önce İnkaların yurdunda en az 9 milyon belki de 14 milyon insan yaşıyordu.  Günümüzde Peru olarak bilinen ülkede doğan İnka uygarlığının kentlerinin meydanlarını nitelikli ustaların ellerinden çıkan onlarca sanat eseri süslüyor, değerli madenlerin işlenmesi sonucu ortaya çıkartılan ürünler bu güzelliği taçlandırıyordu. Ulaştırma sistemleri oldukça gelişmişti. Ülkenin bütün topraklarını enine ve boyuna saran yaygın yol ağıyla çöller geçilmiş dağlar aşılmıştı. Deniz kıyısından başlayarak neredeyse 6.000 metre yükseklikteki dağlara kadar uzanan bu yollar hiç kuşku yok ki ileri düzey bir mühendisliğin ürünüydü. Ne var ki İnkalar farkında olmasa bile böylesine gelişkin bir yol sistemi, kendileri için hiç de iyi niyet beslemeyen Francisco Pizarro González gibi sömürgecilerin onlara ulaşmasını da kolaylaştıracaktı.
Başka yerlerde olduğu gibi önce işgalcilerin bulaşıcı hastalıkları hızla buraya da yayıldı. Pizarro’nun bölgeye ilk akınından önce, 1520’lerin başında, başta çiçek ve diğer salgın hastalıklar, Meksika’yı ve And’ları bir baştan diğerine kasıp kavurmuştu.
Yine, başka yerlerde yaşandığı gibi, askerler ve onları izleyen yerleşimciler, korkunç bir yıkım ve soykırım eylemine giriştiler. Yüzyıl sona ermeden yaklaşık 14 milyon yerliden ancak bir milyon yerli sağ kalmıştı. İzleyen birkaç yıl içinde bu sayı da yarıya inmişti. Sonuçta nüfusun % 90’dan fazlası soykırıma uğramıştı.
Avrupalıların hayallerini süsleyen Altın İmparatorluğunu bulmak için Francisco Pizarro, 1524 yılının Kasım ayı ortasında bir gemi ve yüz adamı ile birlikte Panama’dan yola çıkmış ancak umduğunu bu seferde bulamamıştı.
Bir yıla yakın bir zaman çaba göstermesine, yokluklara katlanmasına karşın arkadaşı gibi hayallerindeki hazineyi bulamayan Almagro da, sonunda Pizarro’yla birleşerek birlikte Panama’ya döndü.
Pizarro, Aimagro ve Rahip Luque, daha uzaklara gidip düşlerine giren hazinelere kavuşmak üzere 1526 yılında yeniden yola çıktılar. Üç yıl gibi uzun aramalarının sonunda efsaneleşen imparatorluğun yerleşim ve yönetim merkezini bulmayı başarmışlardı. İspanyollar gösterişli, göz alıcı sarayların, anıtların ve değerli madenlerden yapılmış süs eşyalarının bolluğunu gördüklerinde yıllardır aradıkları Altın İmparatorluğu’na sonunda ulaştıklarını anlamışlardı.
Pizarro ilk sefer için fazla hazır değildi. Elindeki kuvvetlerle böylesine büyük, görkemli bir imparatorluğu yok edemeyeceğini anlayan Pizarro, Panama’ya geri döndükten sonra, İmparator Charles- Quint’le doğrudan görüşmek üzere İspanya’ya geçti. Onu ilgiyle dinleyen imparator getirdiği altın ve değerli eşyaları özenle inceleyerek, 26 Temmuz 1529 günü, Pizarro’ya, İnkaların yurdunu işgal ve yönetme hakkını veren belgeyi imzaladı.
Pizarro ve Almagro, bu kez 1531 yılının Ocak ayında İnka İmparatorluğu’nu işgal etmek üzere yelken açtılar. Toplam 168 adam, 1 top ve 27 attan oluşan bu kuvvet, koskoca bir imparatorluğun sonunu getirecekti.
Bu sırada İnka İmparatorluğu kargaşalı bir dönemden geçiyordu. İmparator Huayna Capac 1525 yılında Avrupalı kaşiflerin beraberlerinde getirdiği çiçek hastalığından ölmüştü. Tahtını büyük oğlu Huaskar’a ve Quito Krallığı’nı da küçük oğlu Atahualpa’ya bırakmış ama iç savaşa engel olamamıştı. Huaskar sakin ve uzlaşma yanlısı bir insan olmasına karşın, kardeşi çok hırslı yaratılıştaydı. Bu yüzden Atahualpa, yönetimi ele almak için Huaskar’a karşı savaşa girişti ve imparatorluk tacını ele geçirerek, kardeşini cezaevine gönderdi.

Atahualpa’nın Yanılgısı

Pizarro ve Almagro, yağmacı askerleriyle birlikte ikinci kez karaya ayak bastıklarında, Tumbez kentinde bütün bu olanları öğrenir. Ayrıca Tumbez’in yerli halkıyla ufak çaplı bir çarpışma da çıkar. Yeni imparator Atahualpa’nın Caxamalca’da olduğu bilgisini alınca kendisine görüşme isteğini iletir. Atahualpa da bu isteğini uygun görerek, büyük bir mutlulukla Pizarro’yu sarayının bulunduğu Caxamalca’ya çağırır. Çünkü bir İnka efsanesine göre tanrı Virochia ya da onun elçisi günün birinde çok uzak denizlerin ötesinden İnkaların yurduna barış ve huzur getirmek için gelecekti. Belki de Pizarro, efsanelerde anlatılan o elçinin kendisiydi!
Ne var ki Atahualpa yanılıyordu. Pizarro imparatorluğu ele geçirme planları tasarlayarak yola düştü. Uzun bir yolculuğun ardından Caxamalca’ya ulaşır ve adamlarını gizleyerek, imparatoru tutsak etmek için bir tuzak hazırlar. Pizarro’nun adamları yine de korkmaktadır. Çünkü 168 kişiden oluşan İspanyollara karşı gücünün doruğunda olan Atahualpa’nın emrinde sayısı neredeyse 80.000’e ulaşan dev bir ordu vardır.
Ertesi sabah kendilerini karşılamak için gelen İnka elçisine, “Hükümdarınıza ilet buraya ne zaman isterse, nasıl ve ne şekilde gelirse gelsin onu bir dost olarak karşılayacağım. Çabuk gelmesi için dua ediyorum, çünkü onunla bir an önce tanışıp bir kardeş gibi ona sarılmak istiyorum” der. Vakit öğleye yaklaşırken koyu mavi üniformalar içindeki sekiz iri adamın taşıdığı altın ve gümüş çubuklarla süslenmiş bir tahtırevanın üzerinde, yanına aldığı çok az koruma ile birlikte hazırlanan tuzaktan habersiz Atahualpa görünür. Başında som altından bir taç, boynunda ise kocaman zümrüt bir gerdanlık vardır. Altın ve gümüş kaplamalı bir minder üzerinde oturmuş, tahtırevanın uçları papağan tüyleriyle süslenmiştir. Korumalarının altın miğferleri parlayarak göz kamaştırmaktadır.
Pizarro’nun yanında bulunan Rahip Valverde, İspanyolca öğrenen yerli rehberlerle birlikte İmparator Atahualpa’nın yanına giderek dünyanın en güçlü imparatoru tarafından gönderildiklerini, İspanyolların gelişlerinin tek nedeninin kendisini ve halkını gerçek dine döndürmek olduğunu, boyun eğmesi gerektiğini söyler. Atahualpa kendisinden büyük bir hükümdar tanımadığı, belki kendisine eşit bir imparator olabileceği yanıtını verir. Yeni dine gelince de bu konuda hiçbir şey öğrenmek istemediğini belirtir ama yine de bu dinin ilkelerinin nerede yazılı olduğunu sorar. Rahip kendisine bir İncil verir. İmparator sayfalara bir göz attıktan sonra öfkeyle İncil’i yere fırlatır ve İspanyolların Tumbez’de ve başka yerlerde işlemiş oldukları suçların hesabını vermek zorunda olduklarını söyler.
Bu sözler kıyımın başlangıç işareti olur. Saklanmış oldukları yerlerden fırlayan İspanyollar, İnkaların hiç beklemediği bir anda saldırıya geçer. Daha önce hayatlarında silah sesi duymayan yerliler büyük korkuya kapılmıştır. Vurulup ölenler yerlere yığılırken, kaçmaya çalışanlar panikle birbirlerini ezer. Hele toplardan çıkan ses ve ateşten ölenleri gören çoğu yerli, tanrıların kendilerini cezalandırmak için geldiğini düşünürler. Onları tanrı sanarak yerlere yatıp secdeye kapananlar bir bir kılıçtan geçirilir. Öldürülen yerlilerin sayısı iki binle beş bin arasındadır.  Asıl ordusunu geride bırakan Atahualpa da tutsak alınır. Bu savaşın en trajikomik yönü, İspanyol sömürgecilerin 80.000 kişilik ordu karşısında bir tek kişi bile kayıp vermemiş olmasıdır.
Tutsak alınan İmparator Atahualpa, özgürlüğünü altınla satın almaya hazır olduğunu ve Pizarro’nun ne kadar istediğini sorar.  Pizarro’nun gözü gerçekten açtır. Fidye olarak Atahualpa’nın tutsak tutulduğunu odanın tavanına kadar altın ve gümüşle doldurulmasını ister. İmparatorlarına yeniden kavuşacaklarını uman İnkalar Pizarro’nun bu dileğini yerine getirirler. Ne var ki İnkalar sözünü tutmasına karşın Pizarro sözünü tutmaz. Sürekli altın isteyip durur. Bu yolla Pizzaro’nun fidye olarak yaklaşık 20 ton altın ve gümüş sahibi olduğu iddia edilmektedir. Pizarro’nun açgözlülüğü sürerken,  kendisi de hapiste olan Huascar bir umutla salıverilmesi için Pizarro ile ilişki kurmanın yollarını aramaya başlar ama Atahualpa bunu öğrenip kardeşini öldürtür. Yeterince fidye aldığını düşünen Pizarro son hamlesini yapar: Göstermelik bir yargılamayla, kardeşini öldürttüğü gerekçesiyle Atahualpa’yı ölüm cezasına çarptırır ve 26 Temmuz 1533’te idam eder.

Tuna Bulgar Devleti




Tuna Bulgar Devleti, Büyük Bulgar Devletinin yıkılmasıyla Tuna boylarında kurulan Tuna Bulgar imparatorluğudur.





Tuna Bulgar Devleti, pek çok yönüyle tarihi bir vaka olma özelliği taşır. Bugünkü Bulgaristan’ın temelini oluşturan Tuna Bulgar Devleti, bir Türk Devleti olarak kurulmuş ancak bir Hristiyan/Slav devleti olarak yıkılmıştır. Bu açıdan Türk Tarihinde önemli bir yer alması gerekirken maalesef arka sayfalarda kalmış ve yeterli önem verilmemiştir. 

Türklerin Kıpçaklar kolunun Bulgar boyundan olan Tuna Bulgarları, 35 yıl gibi çok kısa bir süre var olan ancak Balkanlardaki Türk Birliğini kurmakta öncü güç olan Büyük Bulgar Hanlığının yıkılmasıyla dağılan Bulgar topluluklarının başında bulunan Asparuh öncülüğünde 679 yılında kuruldu. 750Bin Km²’lik bir alanda (Yaklaşık olarak bugünkü Türkiye Coğrafyası) hüküm sürecek olan Tuna Bulgarları, zaman içerisinde Slav kavimlerin devlet yönetimi hakimiyetleri altına almasıyla asimile olarak tarih sahnesinden silindiler. 

Büyük Bulgarya Hanlığının yıkılmasıyla Tuna bölgesine göç eden topluluklar ağırlıklı olarak Bulgar ve Slav kavimleri idi. Bu topluluklar içerisinde Slavlar’ın nüfusu hatırı sayılır derecede yoğundu ancak devlet teşkilatlanması, yönetim biçimi ve Dini/Kültürel değerleri Tuna Bulgarlarını bir Türk Devleti olarak kabul etmemizi gerektirir. Zira literatürde de Oğuz Türk’lerinin en uzun ömürlü siyasi teşekkülü olduğu kabul edilir. 

Asparuh Dönemi (679 – 702)

Büyük Bulgarya Hanlığının kurucusu Kubrat’ın oğlu Asparuh, devleti yöneten kardeşi Batbayan’ın bölgede hakim güç olan Hazar’ların hakimiyetini kabul etmesiyle, Hazar’a bağlanmak istemeyen Bulgar’ların önderliğini yaparak, beraberinde Slav kavimlerle birlikte Bucak’a yani güneye doğru (Bizans Sınırlarına) ilerleyerek Tuna Bulgar Devletini kurdular. Asparuh, devletini dönemin önemli gücü Avarlar ve Bizans arasındaki bölgede kurdu. Tuna Bulgarlarının kurulduğu dönemde Bizans tahtında 4. Konstantinos bulunuyordu. Doğu Roma tarihinde Attila’dan miras kalan bir Türk korkusu bulunuyordu. Attila’nın torunlarının kurduğu ve yıkılan Bulgarya Hanlığının mirasçıları olan Tuna Bulgarları Konstantinos’u oldukça rahatsız etti. Öyle ki, henüz kurulmamış bir devletin üzerine muazzam bir ordu ile yürümeye karar verdi. Konstantinos’un ordusu hem karadan hem de denizden ilerleyerek Asparuh’un üzerine sefere çıktı. Asparuh, henüz kurulan devletinin ordusunun ve teşkilatlanmasının zayıf olması nedeniyle meydan muharebesinden çekinerek geri çekildi ve bataklık bir bölgede savunma pozisyonu aldı. Bizans ordusu açıkca üstünlüğünü sağlayacakken Konstantinos’un rahatsızlanması nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. Bu yarım kalan hareket Asparuh için bir zafer niteliği taşıyordu. 

Tuna Bulgarları Bizans’a karşı zafer kazanmış bir devlet olarak güç kazanmaya başladı. Asparuh, Ordularıyla Tuna’yı geçerek Varna’ya doğru ilerleyerek  hakimiyetini kesinleştirdi. Varna bölgesinde bulunan 7 Slav kabilesini de kendisine tabi kılarak 1 kabileyi Bizans, 6 Kabileye Avar hududunun güvenliği için sınırlara konuşlandırdı. Hızla büyüyen Tuna Bulgarları, yalnızca 2 sene içerisinde Bizans’a karşı üstünlük sağlayabilecek güce eriştiler. Asparuh, gücünüde kullanarak Bizans üzerindeki baskıları arttırarak Bizansı vergiye tabi hale getirdi. Aynı yıl güneye doğru ilerleyerek bugünkü Şummu şehri sınırlarındaki Pliska’yı başkent yaptı. Bu durum, batı kaynaklarında “Bizans Sınırlarında Bozkır Kültürüyle Yaşayan Bir Devlin Başkenti Kuruldu” şeklinde geçer. 

687 yılına gelindiğinde, Konstantinos’un yerini oğlu Justinianos’a bırakması ve Justinianus’un babasının ödemeyi kabul ettiği vergiyi reddetmesiyle Asparuh ve Bizans arasında yeni bir çatışma meydana geldi. Asparuh’un Bozkır stratejisiyle giriştiği bu mücadelede Justinianos, Slavların koruduğu hatta kadar önemli bir direnişle karşılaşmadan ilerledi ancak geri dönüş yolunda Asparuh’un kuvvetleriyle karşılaştı. Bu stratejik hamleyle gafil avlanan Justinianos’un ordusu ağır bir yenilgi alarak tam anlamıyla yok oldu, kendiside yaralı olarak kaçarak ancak canını kurtarabildi. 

Asparuh, bu mücadele ile Bizans üzerinde ciddi bir baskı kurdu. Ömrünü tamamlayacağı 702 yılına kadar Bizans’dan bir tehdit yada saldırı ile karşılaşmadı. Bu süre zarfındada devletin teşkilatlandırmasını geliştirerek diğer komşusu olan Avar’lar ile olan sınırlarını muhafaza etti. 702 yılında vefat ettiğinde Balkanlarda güçlü bir Türk Devleti bıraktı. Asparuh’un ölümü üzerine yerine oğlu Tervel yönetime geçti. 


Tervel Dönemi (702 – 718)

Tervel, babasından sonra yönetime geçerek hem Avar bölgesinin güvenliğini hemde Bizans üzerindeki baskılarını devam ettirdi. Tervel’in yönetime geçtiği dönemde Bizans önemli iç karışıklıklar ve çalkantılarla boğuşuyordu. 687 yılında Asparuh ile giriştiği mücadeleden ağır kayıplar alan Justinianos tahttan indirilerek kırıma (Hazar Bölgesi) sürülmüştü.  Yerine 2. Tiberios geçirildi. Justinianos sürgündeyken Hazar Kağanının kızıyla evlenmişti. Bizans İmparatoru Tiberios, Hazar kağanına hediyeler göndererek Justinianos’u öldürmesini istedi. Justinianos bunu öğrendiğinde bir yolunu bulup Kırımdan kaçarak Tervel’e sığındı. Tuna Bulgarlarının Bizans üzerindeki baskısı ve politik teğsiri aşikardı. Tervel, ordusunu toplayıp Justinianos ile birlikte Bizans’a girerek tekrar tahta geçmesini sağladı. Bu hamlelerinin karşılığında Zağra (Zagora) olarak telafuz edilen bölgeyi Tervel’e hediye etti. 

Justinianos’un zalim bir İmparator olduğu tarih kayıtlarında sıkça geçmektedir. Tekrar yönetime geçtikten hemen sonra tüm muhaliflerini öldürtür. Her ne kadar tekrar tahta geçmesini Tervel sağladıysa da, tahttan inmesine sebep olanda babası Asparuh idi. 708 yılına gelindiğinde Justinianos, Hem geçmişten gelen intikam duyguları hem de karakteristik yapısı hasebiyle egemenliğini sağladıktan hemen sonra hediye ettiği toprakları geri isteyerek büyük bir orduyla hem karadan hem denizden Tervel’in üzerine yürdü ancak Anchialos kentinde sonuçlanan savaş neticesinde yenildi ve gemiyle kaçarak Bizans’a geri döndü. Bu zaferden sonra Pliska’da yapılan Tervel Anıtı halen ayakta durmaktadır. 

Justinianos, bu yenilgiden sonra Tervel’in üzerine tekrar bir seferde bulunmadı. Kendi halkına yaptığı baskılarla bilinen Justinianos, aynı baskıları bölgesindeki Hazar halkına da uygulayınca Hazar Kağanı, sürgünde bulunan ermeni kökenli Philippikos’u Bizans’a göndererek imparator olmasını destekler. Bu hamle neticesinde Justinianos 711 yılında tahttan indirilir. Tervel, bu karmaşadan istifade etmek ve Bizans üzerindeki baskılarını arttırmak amacıyla saldırıya geçerek tehdit amacıyla kenti yağmalar. Bu büdahale Bizans’daki politik karmaşaları dahada arttırır ve Philippikos’un 713 yılında tahttan indirilmesine sebep olur. Yerine 3. Theodosius geçer. 

Theodosius, Tervel’in Bizans üzerindeki baskılarına karşı koyamayacağı için 716 yılında barış antlaşması imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşma gereği Bizans sınırlarını Burgaz körfezine kadar çeker ve vergiler düzenli olarak ödenmeye başlar. Bunun yanında ticaret anlaşmaları da yapılarak iyi ilişkiler içerisine girilir. Bu barış döneminde Araplar İstanbul’u kuşatmak için Bizans üzerine saldırmışlardı. Bu kuşatmada, Theodosius ile iyi ilişkiler içerisinde bulunan Tervel, Araplara karşı Bizans’ın yanında yer alarak Bizans’a destek verir. 

Kuşatmadan sonrada Bizans’daki iç karışıklıklar devam eder ve 717 yılında Theodosius tahttan indirilerek, ermeni asıllı olan 3. Leon tahta geçirilir. Tervel, Leon’a karşı 2. Anastasius’u destekler ancak Leon, muhalif çalışmaları engeller ve Anastasius’un tahta geçmesini önler. Tervel, bu girişimde Muaffak olamayarak geri döner ve 718 yılında vefat eder. 


Trivem Dönemi (718 – 724) ve Sevar / Sever Dönemi (724 – 740)

Tervel’den sonraki Trivem ve Sevar dönemi önemli ölçüde barış içinde geçmiştir. Bu döneme ait tarih sayfalarında önemli bilgiler bulunmuyor. Bizans ile mücadele edilmediği, diğer sınır komşuları olan Avarlar’ında oldukça zayıflamış olmaları, 22 yıllık bir barış süreci olarak karşımıza çıkıyor. Ancak Asparuh ve Tervel dönemlerinde tabi kılınan Slav boyları, görevlendirildikleri sınır bölgelerinde güç kazanması ve nüfuz elde etmeleriyle devletin yönetiminde söz sahibi olmaya başlamışlardı. Bu durum, devletin yönetimini ellerinde bulunduran Dulo ailesi ile Slav knezleri ve komitopuloslarının bulunduğu zümre arasında politik hengameler ortaya çıkardı. İlerleyen zamanlarda Tuna Bulgarlar’ının Slavlaşmasıyla sonuçlanacak bu politik gelişme, Tervel’in vefatı ile kendini göstermeye başladı. Bu sürecin neticesinde Sevar’dan sonra yönetime Slav asıllı olan Kormikoş  geçti. 


Kormikoş / Kormış Dönemi (740 – 756)

Dulo ailesi ile nüfuzları artan Slav knezlerinin arasındaki siyasi çalkantılar, Slav’ların lehine gelişerek yönetime Kormikoş’un geçmesiyle sonuçlandı. Tuna Bulgarları, yönetim biçimi ve teşkilatlanma olarak Türk örflerine göre idare ediliyordu. Ancak Kormikoş, Bizansın yönetim biçimi ve teşkilatlanmasını beğeniyordu. Bu açıdan Bizans ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmayı seçti. Ancak Bizans’ın sınırda kaleler inşa edip Suriyeli ermeni göçmenleri askeri sınıf olarak bu kalelere konuşlandırması Kormikoş’u rahatsız etti. Bizans’dan alınan vergiler Kormikoş döneminde sürekliliğini yitirmiş ve düzensizleşmişti. Kormikoş bu durumu bahane ederek ordusu ile Bizans’a yürüdü. Bizans surlarına kadar ilerleyen Kormikoş, muaffak olamayarak geri çekilse de Bizans’ın denizden ve karadan saldırmasıyla mağlup oldu. Bu yenilgiden sonra vefat ederek yerini oğlu Vinek aldı. Kormikoş ile Dulo ailesinin yönetim üzerindeki hakimiyeti son bulmuştu. Kormikoş’un ölümü üzerine de eski Bulgar sülalelerinden olan Voküller ve Ugayinler birbirleriyle üstünlük mücadelesine giriştiler. 


Vinek Dönemi (756 – 761)

Babası gibi Slav asıllı olan Vinek, iç karışıklıkların baş gösterdiği bir dönemde yönetime geçti. Kormikoş döneminde Bizans ile başlayan çatışma hali Vinek döneminde daha da hızlandı. Sık aralıklarla ve uzun süren savaşlar tezahür etmeye başladı. Bu savaşların en önemlilerinden biri 759 yılında meydana gelen Belgrad savaşıydı. Bu savaşta Bizans, büyük bir orduyla Bulgarların üzerine yürüdü. Ancak Vinek’in kazandığı bu savaşta Bizans’ın neredeyse tüm üst düzey komutanlarını kaybetmesiyle sonuçlandı. Vinek, savaş sonrasında esir aldığım tüm Bizans askerlerini de öldürmüştür. 

Asparuh döneminde teba olarak kabul edilerek sınır görevlerinde bulunan Slav’lar, Vinek döneminde de güçlendiler. Vinek dönemine kadar Politik çekişmelerin içinde bulunan Slavlar, kendiside Slav olan Vinek döneminde, devlet işlerinde doğrudan görev almaya başladılar. Bu durum, Bulgar boylarını oldukça rahatsız etti. Slav hakimiyetine karşı birlik olan Bulgar boyları, güçlerini birleştirerek Vinek’i öldürüp yönetimden indirdiler ve yerine Ugain boyundan gelen Teleç’i yönetime geçirdiler. Bunun yanında devlet teşkilatlanmasında doğrudan müdahil olan Slav’larda yönetimden uzaklaştırılarak yönetimin tekrar Türkleşmesini sağladılar. 


Teleç Dönemi (761 – 764)

Bir tür Devrim ile yönetime geçen Teleç (Telets), Slav boylarının oluşturduğu politik karmaşayı sona erdirip devlet teşkilatlanmasındaki bozukluklara müdahale etti. Devlet yönetimi ve askeri teşkilatlandırmayı toparlayarak Bizans’ı baskı altında tutma politikalarına devam ettirdi. Teleç yönetimi döneminde Bizans tahtında Konstantin bulunuyordu. Bulgar akınlarına karşı zayıf kalan Bizans, Bulgar münasebetlerinin devlet içerisindeki olumsuz etkileri Konstantin’i tedirgin etmeye başladı. Bulgar akınlarına karşı zayıf tepkiler veren Konstantin, kesin başarı elde etmek için hazırlıklarını tamamlayarak Teleç’in akınlarını karşılamak için büyük bir ordu hazır etti. Bu sefer savunma değil saldırı ile karşı koymayı düşünerek Teleç’in üzerine yürüdü. Hem karadan, hem denizden kalabalık bir donanma ve ordu ile Anchialos’da Teleç’in ordusu ile karşı karşıya geldi. Teleç bu savaştan ağır bir yenilgi alarak geri döndü. Konstantin’de aldığı çok sayıda esiri Bizans’a götürüp vatandaşlarına öldürttü.

 Teleç’in devrim ile başa geçmiş olması nedeniyle bu ağır yenilgi Slav boyları için önemli bir fırsat oldu. Bu kez Slav’lar yönetime müdahale ederek Teleç’i öldürdü ve yerine Kormikoş (Kormış)’un kayın biraderi olan Sabin ( Savin / Savinos ) yönetime geçirildi. Bu hamle ile Bulgarlardaki iç karışıklıklar tekrar baş gösterdi. 

Sabin Dönemi (764 – 767)

Teleç yönetimindeki ağır yenilgiden sonra, iç karışıklıklarında etkisiyle oldukça zayıflayan Tuna Bulgarları, kısa bir dönem önce vergiye tabi kıldıkları Bizans’a karşı koymakta zorlanmaya başladı. Sabin, hem Slavların Bizans ile aralarının çok kötü olmaması, hem de devletin zayıflamış olması ve karşı koyamayacak olması nedeniyle barış teşebbüslerinde bulunmaya başladı. Ancak Bulgar beyleri, bu durumdan hiç hoşnut olmadı. Slavların yönetimde olmaları hasebiyle de tekrar yönetime müdahale ederek Sabin’in yerine Bulgar boylarının lideri konumunda olan Toktu’yu geçirdi. Bu müdahaleye karşı koyamayan Sabin, kaçarak Bizans’a sığındı. 


Toktu Dönemi (767 – 772)

Slav hakimiyetine ve devletin iç karışıklıklarla boğuşmasına müdahale amacıyla yönetime geçirilen Toktu, Bizansa karşı koymaya çalışsa da başarılı olamayacağını fark eder ve barış anlaşması için girişimlerde bulunur. Bizans’ın Bulgarlar içerisindeki bazı kişilerle anlaşmazlıkları vardı. Bizans bu kişilerin teslim edilmesine karşılık barış anlaşması imzalamayı kabul ederek antlaşmayı imzaladı. Ancak barış süreci oldukça kısa sürdü. Konstantin, Bulgarlar’ın içinde bulunduğu iç çekişmeler ve zayıflığı kullanarak iç işlerine ve devlet yönetimine müdahale etmeye başladı. Toktu, tüm bu gelişmelere karşı koyamayacak kadar zayıf düşen devletini yönetemeyeceğini anlayarak kardeşi Pagan ile birlikte kaçmaya karar verdi. 772 yılında, kardeşi Pagan ile Tuna kıyısındaki ormanlık alanda saklanırlarken Bizans askerleri tarafından bulunarak öldürüldüler. Toktu’dan sonra yerine başka bir Bulgar beyi olan Telerig geçti. 


Telerig Dönemi (772 – 777)

Telerig, Toktu ve kardeşi Pagan’ın öldürülmesinden sonra yönetime geçse de Tuna Bulgarları artık oldukça zayıf düşmüş, hakimiyeti altındaki toprakların yönetimini bile tam olarak sağlayamayarak iç çekişmelerle boğuşmakta olan bir devleti yönetiyordu. Telerig, Bizans’a karşı koyamayacağı için Bizans saldırmadığı sürece bir tepki vermeyerek iç karışıklıkları ve teşkilatlanma sorunlarını çözmeye çalışmaktaydı. Ancak 774 yılında Bizans, donanması ile denizden ve karadan Bulgarlar’ın üzerine yeni bir sefere çıkar. Telerig, barış istese de Bizans’ın amacı Bulgar tehlikesini ortadan kaldırmak olduğundan bu teklifi reddetti. Savaş henüz başlamamışken kopan yoğun bir fırtına, Bizans donanmasının ağır kayıplar vererek neredeyse yok olmasına sebep olur. Bu ağır kayıptan sonra Bizans geri dönmek zorunda kalır. Telerig, hem iç karışıklıklar hem de zayıflayan ordusuna rağmen, Bizans’ın Ülkesi üzerinde baskı kurmasını ve sınırlarını ilerletmesini engellemiştir. 

Telerig, Bizans ile mücalede de zayıf kalmasının nedeni olarak iç karışıklıkları görüyordu. Önce ülkesine hakim olması ve iç karışıklıkları ortadan kaldırması gerektiğini biliyordu. Ancak ülkesinde çok sayıda Bizans çaşıtı olması bunu yapmasını zorlaştırıyordu. Akıllıca bir stratejiyle Bizans imparatoruna sığınmak istediğini, ülkesinde kimlere güvenebileceğini soran bir mektup iletti. Bizans İmparatoru yanıt olarak, kendi adamlarını Telerig’e bildirir. Telerig, bizzat Bizans İmparatorunun kendi çaşıtlarını bildirmesiyle harekete geçer ve bu çaşıtların tümünü öldürür. Bizans kaynakları, Konstantin’in yaptığı hatanın ruhsal çöküntüsüyle çok kısa bir süre içerisinde saçlarının tamamen ağardığını yazar. Konstantin, Telerig’in bu hamlesinden sonra süratle ordusunu hazırlayarak, kendiside ordunun başına geçip Telerig’in üzerine yürür ancak sefer sırasında ateşli bir hastalığa yakalanarak geri dönüş yolunda ölür. 

Ülkedeki iç karışıklıklar önemli nispette düzeltilmiş, Bizans bir şekilde etkisizleşmiştir ancak kati bir zafer isteyen Bulgar beyleri Telerig’i devirmek için harekete geçer. Telerig, bunu haber alınca Bizans’a kaçar ve vaftiz olarak İmparator 4. Leon’un yeğeni ile evlenip Patrik yapılır. 


Kardam Dönemi (777 – 803)

Telerig’in can korkusuyla kaçıp Bizans’a sığınması üzerine Bulgar beyleri, yönetime geçmek üzere Kardam’ı seçtiler. 

Tuna Bulgarları, sahip oldukları geniş topraklara rağmen oldukça zayıf düşmüştü. İç karışıklıklar ve Bizans’la yapılan savaşlarda ağır mağlubiyetler almaları siyasi iradeyi ve öz güveni azaltmıştı. Zira Bizans’a göre de Bulgarlar artık önemsiz bir güçtü ve tedirgin olunması gereksizdi. Kardam’da uzun bir süre Bizans ile ilgili bir hamlede bulunmadı. Bu süre zarfında Bulgarlar, Kardam döneminde güçlerini toparlayarak eski güçlerine erişmek için çabaladılar.

Savaşsız geçen 13 yılda İç karışıklıkların önüne geçerek gücünü toparlayan Kardam, 791 yılında tekrar Bizans’ı  baskı altına almak amacıyla Güney Makedonya’da bulunan Bizans heyetini, toprakların sahibi sıfatıyla yakalayarak öldürür. Bunun üzerine Bizans İmparatoru 6. Konstantin, beklemediği bu saldırıya karşı yanıt vermek için Kardam’ın üzerine yürüdü. Bugünkü Edirne’nin 20Km kuzeyinde (Sinanköy civarı) Kardam ile karşılaşsa da, ilk çatışmada kaybedeceğini anlayıp geri çekildi. Konstantin, Bu başarısız girişimden 1 yıl sonra 792’de bu kez Karadeniz sahilinden donanması ile saldırıya geçerek Burgaz’ın Kuzey Doğusundaki Karnobat yakınlarında bir kaleye konuşlandı. Kardam’da, ordusuyla kale önlerine gelir. Zaferin kendisinin olacağı kehanetiyle kazanacağından emin olan Konstantin, Kardam ve ordusuna düzensiz ve dağınık şekilde saldırır ve ağır bir yenilgi alır. Kardam, bu savaşta Bizans komutanlarının çoğunu kahin tepelerde öldürerek uzun bir süreden sonra tekrar Bizans’a karşı zafer kazanmış olur. Bu savaştan sonra Kardam ile Konstantin arasında barış imzalanır. Bu zafer ile Bizans tekrar baskı altına alınmış olur. 

796 yılına gelindiğinde Kardam, barış anlaşması imzalamış olmasına rağmen Konstantin’den vergi ister. Kabul etmemesi durumunda üzerine sefer yürüteceği tehtidinde bulunur. Bunun üzerine Konstantin, “Sen Zahmet Etme, Ben Oraya Geleceğim” yanıtını gönderir ve anadoludaki birliklerini toplayarak teşekkül ettiği ordu ile Kardam’ın üzerine yürür.  Kardam, beklemediği büyüklükteki Bizans ordusu ile karşılaşacağını fark edince savaşa girişmez ve geri çekilir. 

Bizans bu savaştan sonra iç karışıklıklar ve çekişmeler dönemine girer. Bizans İmparatoru Konstantin’in, annesi İrene tarafından gözlerinin millenmesiyle Bizans’da önemli bir otorite boşluğu meydana gelir. Buna rağmen Kardam, Bizans ile ilgilenmeyip Avar devletinin yıkılmasıyla Ülkenin Batısındaki otorite boşluğundan istifade ederek topraklarını genişletme çabası içerisine girer. Ancak Avar’ların mirasından pay elde etmek için giriştiği teşebbüsler neticesinde Avar bünyesinde bulunan Bulgar topluluklarını da ülkesine tabi kılınca, tabi kıldığı Bulgar topluluklarının beyleri yönetime göz diker. Bu karmaşalara karşı yönetimini koruyamayan Kardam, Avar yönetimi altında yaşayan Erdel/Orta Tuna Bölgesinde yaşayan Bulgarların lideri Krum hanın yönetimi eline almasıyla kendi yönetimini kaybeder. 


Krum / Kurum Dönemi (813 – 814)

Avar İmparatorluğunun yıkılmasıyla Avar bünyesinde varlıklarını sürdüren Tuna bölgesi Bulgarlarının lideri Krum Han, Tuna Bulgarlarının bünyesine girmesiyle gücünü Tuna Bulgarları üzerinde nüfuz haline getirerek yönetime geçti. Krum Han, hem Tuna Bulgarlarının içerisindeki idareyi düzenledi hemde  Avarlar’ın yönetimi altında bulunan bölgelerdeki otorite boşluğundan istifade ederek Macaristan ve Transilvanyayı sınırlarına kattı. Krum Han döneminde Tuna Bulgarları, ozamana kadarki  en geniş hakimiyet alanına kavuşmuş oldu. 

Krum Han’ın ilerleyişinden tedirgin olan Bizans İmparatoru Nikepholos, 811 yılında Bulgar Başkenti Pereyaslav’a yürüyerek Krum Han ile karşı karşıya geldi. Krum Han, Nikepholos’u mağlup ederek Nikepholos’uda savaş meydanında öldürdü ve ordusunu dağıtarak Bizans’ın Tuna Bulgarları üzerinde baskı oluşturmasını önlemiş oldu. Bunun üzerine Nikepholos’un varisi 2. Mikhael, ordusunu toparlayıp güçlendirerek Krum Han’ın üzerine yürüsede Krum Han, Mikhael’ide mağlup ederek otoritesini ve gücünü sağlamlaştırdı. Bu galibiyetin üzerine Bizans’ı ortadan kaldırmak için “Altın Mizrağını Yaldızlı Kapuya (Yedikuledeki Tören Kapısı) Asmaya” yemin etti. 

Bizans tehlikesini bertaraf ettikten sonra Sofya, Niş ve Belgrad şehirlerini işgal ederek Avrupa-Ortadoğu arasındaki en büyük Ticaret ve Askeri sevkiyat yolunu kontrolü altına almış oldu. 813 yılında Bizans’ın üzerine yürüyüp Filibe üzerinden Edirne’yi kuşatarak ilerlemeye devam etti. Bizans’ı ortadan kaldırma yemini eder Krum Han, Bizans surlarına kadar ilerleyip bugünkü İstanbul’u kuşatma altına aldı. Fakat saldırıların en şiddetli döneminde 13 Nisan 814’de ağzından kan gelerek ölünce kuşatma durduruldu ve Bulgar ordusu geri dönmek zorunda kaldı. Krum Han’ın ölümünden sonra oğlu Omurtag yönetime geçti. 


Omurtag Dönemi (814- 831)

Babası Krum Han’ın İstanbul kuşatmasında ölmesinden sonra yönetime geçen Omurtag, Tuna Bulgarlarına tarihinin en parlak dönemini yaşattı. Önce Bizans ile 30 senelik barış ve ticaret anlaşması imzalayarak toplumunun refahını yükseltti. Bizans’ı kıskandıracak güzellikte şehirler, saraylar, su yolları, abideler, mimari eserler miras bırakmıştır. Bu mirasların içerisinde beklide en değerlisi olan 40M² lik Kitabeli Krum Han’ın Altın Kabartması bugünlere kadar ulaşmıştır. 

Ülkenin refaha kavuşması ve güçlenmesinin yanında Slav boylarının giderek nüfuz kazanması ile Hristiyanlığın toplum içinde rağbet görmeye başlamış olması Omurtag’ı rahatsız etti. Omurtag, Türk’lüğün temel taşlarından olan Gök Tanrı inancının korunması ve Kültürel yozlaşmanın önüne geçilmesi amacıyla Hristiyanlığa karşı sert önlemler almıştır. 

O dönemde Bizans’a düşman tutum içerisinde bulunan Frenk İmparatorluğu (Bugünkü Fransanın Kökeni) ile uzlaşmaya çalışsa da başarılı olamayınca Tuna-Sava-Drava havzasını ele geçirerek Roma devrinden beri terk edilmiş olan Tuzlaları (Tuz İmalat Havzaları) yeniden işletmeye başlayıp Devletine büyük bir servet kazandırdı. 831 yılında vefat ettiğinde arkasında Muazzam Şehirler ve Müreffeh bir toplum bıraktı. Vefatından sonra yerine oğlu Malamir/Balamir geçti. 


Malamir Dönemi (831 – 836)

Malamir / Balamir, babasının vefatından sonra yönetime geçerek müreffeh ülkesini, babası gibi Barışçıl şekilde ve Hristiyanlığa karşı önemli tedbirler almaya devam ederek yönetti. Ülke içerisindeki Slavların nüfuz kazanmasını engellemek, Bizans’ın misyonerlik faaliyetlerinin önüne geçmek ve Şehir yaşantısına alışmaya başlayan Bulgar topluluklarını Kültürel değerlerden uzaklaştırmasını önlemek amacıyla Hristiyanlığa karşı tedbirler alarak kısa bir dönemde olsa Devletin dirliğini muhafaza etti. Vefatı ile yerine Presyan geçti.


Presyan Dönemi (836 – 852)

Omurtag’ın torunu olan Presyan, babası Zvinitzi gibi Slavlaşmış bir Bulgardı. Slav hanımlarla evlenen Bulgar beylerinin çocukları zaman içerisinde Slav kültürünün tesirinde kalarak dini ve kültürel değerlerini kaybediyorlardı. Bu açıdan Presyan’da kültürel değerleri muhafaza etmeyi düşünen bir Han sıfatı taşımıyordu. Presyan döneminde Slavlaşma hızlanarak Bizans ile iyi ilişkiler içerisine girilmesiyle Hristiyan misyonerlerin ülke içerisindeki faaliyetleri artmaya başladı. Hem Slav kültürü, hem de Hristiyanlık Tuna Bulgarları arasında muteber hale gelmeye başlayınca Bulgar Beylerinin otoriteleri zaman içerisinde zayıflayarak nüfuzlarının azalmasına neden oldu. Presyan yönetimindeki 16 yıllık dönem, Tuna Bulgarları açısından çöküşün başlangıcı niteliğini taşıyordu. Kendisi Hristiyanlığı kabul etmemiş olmasına karşın ülke içerisindeki Hristiyan faaliyetleri engelleme teşebbüsünde bulunmayıp, yönetimdeki Slav hakimiyetini kolaylaştırmasıyla Tuna Bulgarları açısından bir kırılma noktası oluşturmuştur. 852 yılında vefatı ile yerine oğlu Boris Han geçti. 


Boris Dönemi  ve Yıkılış Süreci (852 – 1018)

Slav boylarının nüfuz kazanması ve yönetimi giderek eline geçirmesiyle kültürel olarak da yozlaşan Bulgar toplulukları, Slav kavimlerin arasında önemsiz bir unsur halini almaya başladığı Boris dönemi, Tuna Bulgar devletinin yıkılışını da beraberinde getirmiştir. Boris döneminde, bu çalkantılı dönem iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. 

Boris, 864 yılında İlgi duyduğu Hristiyanlığı kabul ederek devlet dini olarak Hristiyanlığı benimsedi. Hristiyanlıktan uzak duran Bulgar toplulukları, Slavların nüfuz kazanması ve yönetimi ellerinde bulundurması nedeniyle kuzeye doğru göç etmeye başladılar. Yerleşik Bulgar topluluklarınında kısmen Slavlaşması Tuna Bulgar Devletinin Türk’lüğünü ortadan kaldırmaya başladı. Boris Han, 889 yılında manastıra kapanarak yönetimi büyük oğlu Vladimir’e teslim etti. 

Vladimir, yönetime geçmişti ancak Gök Tanrı inancı ve Türlüğünü önde tutarak babasının çıkardığı pek çok yasayı da iptal etti. Bu hareketiyle Bulgar topluluklarının desteğini almasına rağmen nüfuzu güçlü olan ve Hristiyanlaşmış olan Slav boyları bu durumdan hoşnut olmadı. Vladimir’in yaptıklarından haberdar olan Boris, 893’de manastırdan çıkarak tekrar yönetime geçti. Oğlu Vladimir’in canlı halde  gözlerini çıkartarak öldürdü ve yerine küçük oğlu Simon’u yönetime geçirir. 

Simon döneminde Bulgar Toplumu toplu halde Hristiyanlığa geçerek Slav kültürünün etkisi altında kaldılar. Bulgar Türkçesi de Slav dilinin etkisi altında kalarak asimile olur. 

Simon’un yönetime geçmesinden sonra Tuna Bulgar Devleti’nin Türk Devleti sıfatı ortadan kalkmış olur. Zira kısa bir süre sonrada yıkılarak “Slav Hristiyan Bulgar Devleti” kurulur. Bugünkü Bulgaristan’ın temelini oluşturan bu devlet, bir Türk boyunun adı olan “Bulgar” kelimesini devlet ismi olarak kullanmaya halen devam eder. 

Büyük Bulgarya Hanlığı



Büyük Bulgarya Hanlığı, balkanlardaki Oğuz Türklerinin ve Bulgar boylarının kurduğu ve avrupadaki Türk varlığının temelini oluşturan bulgar devleti.
Hun İmparatorluğunun yıkılmasıyla bölgedeki Türk topluluklarının M.Ö. 36’dan M.S. 200’lü yıllara kadar süren göç yolculuğuyla Hazar bölgesi civarında toplanan Türk toplulukları, bu bölgede önemli bir yoğunluk oluşturmuşlardı. Avrupa Hun İmparatorluğunu ve Ak Hun İmparatorluğunu (Eftalitler) tarih sahnesine çıkartan bu Türk topluluğu, zaman içerisinde bir başka Türk Devleti olan Büyük Bulgarya Hanlığını kurmuşlardır.
 


352 yılında kurulan Avrupa Hun İmparatorluğunun 469 yılında yıkılmasıyla Tuna boylarında kalan Türk toplulukları ile Avrupa Hunları ile birlikte aynı bölgeye yerleşen Hun topluluklarından olan Ogurların bir araya gelmesi ile ortaya çıkan Bulgar boyu, (Bulgar kelime anlamı ile karışmış demektir) bugünkü Kırım yarım adası ve İdil nehrinden Hazar denizine kadar yayılan coğrafyada Büyük Bulgarya Hanlığını kurdular. (630)
 
Büyük Bulgarya Hanlığını kuran Kubrat Han, Karadenizin kuzeyinde dağınık halde yaşayan Türki topluluklardan Kutrigur (Dokuz Ogurlar), Utrigur (Otuz Ogurlar), Sabirler, ve Onogurlar gibi Ogur kavimlerini ve bölgeden yaşayan Slav kavmini içine alarak yönetimini ilan etmiştir. Büyük Bulgarya Hanlığı, Bizans İmparatorluğuna komşu bir coğrafyada bulunuyordu. Zira Kubrat Han, Hanlığını Bizansın iznini alarak kurmuştur.
 
Büyük Bulgarya Hanlığı, yalnızca 35 yıl hüküm sürebildi. Bölgede hakim güç haline gelen bir Türk Devleti olan Hazar İmparatorluğu’nun üzerinde baskı kurması ile gücünü yitiren ve Kubrat’ın ölümü ile zayıflayan Bulgarya Hanlığı, Hazar İmparatorluğu tarafından yıkıldı. Kubrat Han’dan sonra yerini alan oğlu Batbayan, Hazar Devletine karşı koyamayarak devletinin yönetimine son verdi.
 
Büyük Bulgarya Hanlığının yıkılması ile Bulgarya toplumu, Kubrat’ın oğullarının liderliğinde ayrı kollara ayrıldı ;
 
Kara Bulgarlar (Batbayan) : Yönetimi babasından devralan Batbayan, başka bir Türk Devleti olan Hazar’ların hakimiyetini kabul ederek, kendisine bağlı bulunan Macarlar ve On Ogurlar ile birlikte Hazar devletine katıldı.
 
Ak Bulgarlar : Bölgede bulunup Hazar hakimiyetine girmeyen Bulgar topluluklarından önemli bir kısmı Kuzeyde bulunan İtil nehrine doğru göç ederek daha sonra İtil-Volga Bulgar Devletini kurmuşlardır. Bugünkü Çuvaşların kökenini oluşturan Ak Bulgarlar (İtil Bulgarları) zaman içerisinde İslamiyeti kabul etmişlerdir. Yapılan araştırmalar neticesinde İslamı ilk kabul eden devletin İtil Bulgar devleti olduğu teyit edilmektedir.
 
Tuna Bulgarları (Asparuh) : Kubat’ın küçük oğlu Asparuh, Hazar’lara katılmayan Bulgar ve Slav boylarıyla birlikte Balkanlara (Güney Batıya) ilerleyerek Tuna Bulgar Devleti (Birinci Bulgar Devleti) ni kurdular. Tuna Bulgar Devleti, bugünkü Bulgarlar tarafından Bulgaristanın kökeni olarak kabul edilir. Zira Büyük Bulgarya Hanlığı, bir Türk Devleti olarak kabul edildiği için Büyük Bulgarya Hanlığı yerine, içerisinde Türk-Bulgar ve Slav kavimlerin bulunduğu Tuna Bulgar Devletini köken olarak kabul etmektedirler.
 
Diğer Topluluklar : Batbayan ve Asparuh liderliğindeki grupların dışında kalan topluluklar bölgede kalarak, daha sonra Avrupa’nın kuzeyinde hakimiyet kazanan Avarlar’a katılmışlardır.Bulgarlar, sonuç itibariyle bir Türk boyu olmasının yanında, Büyük Bulgarya Hanlığı bünyesinde bulunan Slav kavimlerinin Hanlık yıkıldıktan sonra kurdukları devletin isminide Bulgar devleti olarak kullanmaları bazı yanılgıları beraberinde getirmiştir. Büyük Bulgarya Hanlığından sonra Bulgar ismini kullanan Slav kavimleri bugünki Bulgaristan’ın temelini oluşturmuşlardır. Esasen Türk boyu olan Bulgar’lar ise Hanlık yıkıldıktan sonra kuzey, doğu ve batı yönlerine dağılarak diğer toplulukların arasına karışmıştır. 

30 Haziran 2018 Cumartesi

Büyük Temizlik Dönemi ve Stalin Diktatörlüğünün Başlaması


Tarihe Büyük Temizlik ya da Büyük Terör dönemi olarak geçen ve Moskova Duruşmaları ile başlayan dönem Josef Stalin’e Komünist Parti’de tek adam olmasının yolunu açmıştı. 1936 – 1939 yılları arasında süren bu siyasi tasfiye hareketi sırasında yüz binlerce insan ya kurşuna dizildi, ya da arkasında hiçbir iz bırakmadan kayboldu. 1988’de açıklanan Rus kaynaklarına göre bu dönemde 1,5 milyon insan öldürülmüş, milyonlarcası ise unutulmaz acılara katlanmak zorunda kalmışlardı.
1930’lardan başlayarak yaklaşık 25 yılı aşan bir süre için Sovyet sistemi toplumsal ve siyasal nitelikleri bakımından değişmez özellikler gösterir. Açık sosyalist muhalefetin dahi mümkün olmadığı bu döneme siyasal ve ideolojik damgasını vuran kişi ise Josef Stalin’dir. Felsefeden ekonomiye, filolojiden tarihe ve genetiğe kadar her alandaki “doğruların” Stalin tarafından belirlendiği bu dönemin özellikleri, onun ölümünden sonra da etkisini sürdürmüştür.
Bu etki, Sovyetler Birliği ve 2. Dünya Savaşı sonrasında Marksist-Leninist partilerin iktidara geldikleri ülkelerle de sınırlı değildir. Stalin tarafından çizilen ideolojik/siyasal ve örgütsel çerçeve bu ülke rejimlerinin biçimlenişinde belirleyici olduğu gibi, uzun bir dönem için dünyadaki sosyalist hareketin temel eksenini oluşturdu.
“Stalin ve Stalinizm olgusunun kökleri ve çözümlemesi konusunda “Leninizmin mantıksal sonucu” olmaktan başlayan, “bir ekonomik gelişme ideolojisi ve modeli” olarak değerlendiren görüşlerin yanısıra, bu olguyu “Slav ruhu” ve doğu toplumlarının “despotik devlet” geleneğinin bir uzantısı olarak gören yaklaşımlar ya da Stalin’in kişiliğine de bağlayarak “Marksizm-Leninizm’den bir sapma” olarak açıklayan anlayışlar gözlemlenebilmektedir. Öte yandan bu olgunun kökenim Rusya’nın ekonomik ve toplumsal bakımdan geriliğinde ve “köylü sorunu”nda, yani bütün olarak bu ülkeye özgü koşullarda aramak da yanlış olmayacaktır.

Moskova Duruşmaları


Daha sonra “Moskova Duruşmaları” olarak adlandırılacak olan eski Bolşeviklerlere yönelik büyük siyasi davaların ilki Ağustos 1936’da başlatıldı. Davanın başlıca sanıkları 1934’de Kirov’un öldürülmesinin ardından hapse mahkum edilmiş bulunanGrigori Zinovyev ve Lev Kamenev’di. Vatana ihanetin söz konusu edilmesi nedeniyle Moskova Duruşmaları’na SSCB Yüksek Mahkemesi’nin askeri kurulu tarafından bakılıyordu. İddia makamında SSCB Başsavcılığı’na getirilmiş olan Andrey Vişinski bulunduğu ve “Onaltılar Davası” olarak adlandırılan davada sanıklar, hükümeti devirmek üzere komplo kurmak ve Stalin başta olmak üzere Politbüro üyelerini öldürmeyi planlamakla suçlanıyorlardı. Sanıkların öldürmek istedikleri ileri sürülen Politbüro üyeleri arasında daha sonra Stalin tarafından öldürülecek olan Kossyor ve Postişev bile vardı. Moskova Duruşmaları Kamenev ve Zinovyev’in “itirafları” ile başladıktan sonra Sovyet basınında sanıkların ölümle cezalandırılmasını isteyen yazılar çıktı.
Mahkeme, iddianamesinde “tüm kudurmuş köpeklerin idamı”nı isteyen Vişinskiy’nin talebine uygun olarak “Troçkist-Zinovyevci Terör Merkezi” yöneticileri oldukları gerekçesiyle bütün sanıkların idamına hükmetti. Mahkum edilen 16 kişi, ertesi gün kurşuna dizilerek öldürüldü. Zinovyev son sözünün ne olduğu sorulduğunda şunları söyledi: “Benim Bolşevizm’im, Troçkizm aracılığıyla anti-Bolşevizm’e vardı, hatta dahası faşizme vardı. Zinovyevcilik Troçkizmin, Troçkizm de faşizmin bir biçimidir.” Kamenev ise çocuklarına “Karar ne olursa olsun, bunu adil kabul edin. Geriye dönüp bakmayın, yolunuza devam edin. Sovyet halkının yararına olacağı için Stalin’in peşinden gidin” tavsiyesinde bulundu.
Zinovyev duruşmalarda yalnızca kendisine yöneltilen suçlamaları kabul etmişken, Kamenev pek çok eski Bolşeviki suçlayan itiraflarda da bulunmuştu. Bu nedenle bu davayı diğerlerinin izleyeceği tahmin ediliyordu. Davadan kısa bir süre sonra eski Sendikalar Birliği Başkanı ve sağ muhalefetin önderlerinden Tomskiy’nin intihar etmesi bu beklentinin bir sonucuydu.
Eylül 1936’da yapılan bir Merkez Komitesi toplantısında Genel Sekretere eski muhaliflere karşı izlediği terör politikası dolayısıyla yöneltilen eleştiriler sonuç vermemiş, Stalin en yakın destekçilerine karşı bile acımasızca harekete geçmekten çekinmeyeceğini belli etmişti.
İçişleri Komiseri Genrih Yagoda’nın faaliyetlerini yeterli bulmayan Stalin’in, Eylül 1936’da Jdanov’la birlikte Politbüro üyelerine çektiği bir telgrafla, siyasi polisin “Troçkist ve Zinovyevci Blok’u ortaya çıkarmakta dört yıl geç kaldığını” bildirerek, Yejov’un bu göreve atanması isteği kabul edildi. Stalin adına eski muhaliflerin fiziki tasfiyesini hazırlayan Yagoda’nın yerine Merkez Komite üyesi Nikolay Yejov’un getirilmesi ile birlikte “Büyük Temizlik” zirvesine ulaşacak ve bu dönem “Yejovçina” diye anılacaktır.
Yejov’un başına geçtiği NKVD (İçişleri Halk Komiserliği), “Troçkist ve Zinovyevci Birleşik Merkez”in yanı sıra, buna paralel olarak Moskova’da tümüyle Troçkist bir yeraltı örgütünün ortaya çıkarıldığını, bu grubun Almanya ve Japonya hesabına ülkeye ihanet ettiği ve iktidarı ele geçirme halinde Ukrayna’yı Almanya’ya, Amur bölgesini ise Japonya’ya teslim edeceğini ileri sürüyordu.
Sanıkların önde gelenleri Ağır Sanayi Bakan Yardımcısı Pyatakov, 1905 Devrimi’nin kahramanlarından eski tarım bakanı Muralov, eski Maliye Bakanı Sokolnikov ve 1936 Anayasası’nı kaleme alanlardan biri olan Radek’ti.
Yine Ocak 1937’de o sırada hükümetin gazetesi İzvestia’nın yöneticisi olan ve 1936 Anayasası’nı hazırlayan komisyonda da görev yapmış olan Nikolay Buharin tutuklandı. “Moskova Duruşmaları”nın en kapsamlısı olan ve Mart 1938’de görülmeye başlanan “Yirmibirler Davası”nda Buharin’in yanı sıra eski başbakan Rykov dahil “sağ” muhalefetin önde gelenleri ile sol muhalefetin kalıntıları “Sağcılar ve Troçkistler Bloğu”nu oluşturmakla suçlanmaktaydılar. İddianameye göre yabancı casusluk örgütlerinin teşvikiyle “Troçkistler, sağcı Ziyovyevciler, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ile Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin burjuva milliyetçilerini” birleştirmek isteyen bu grup “SSCB’deki sosyalist toplumsal ve siyasal sistemi yıkmak, kapitalizmi ve burjuva iktidarını yeniden kurmak amacıyla” yıkıcı faaliyetlerde bulunmuştu. Üç kişi dışında tüm sanıkları idama mahkum eden mahkeme kararına göre 1917’den 1921’e kadar Merkez Komite üyeliği ve 1919-1921 yıllarında Merkez Komite Sekreterliği de yapmış olan eski Politbüro üyesi sanık Krestinskiy “Alman ajanı”, eski Ukrayna Başbakanı ve 1919-1925 arası Merkez Komite üyesi olan Rakovskiy 1924’den itibaren “İngiliz”, 1934’den itibaren ise “Japon ajanı” olarak çalışmıştı. Yine karara göre eski İçişleri Komiseri Yagoda, Troçki’nin emri ile Gorkiy’i, onun oğlunu ve başbakan yardımcısı Kuybişev’i öldürtmüş, Yejov’u ise zehirleyerek öldürmek istemişti. Baş sanık Buharin’in suçları 1918 yılına kadar gitmekteydi. Buna göre 1918’de Sol Komünistlerin önderi olan Buharin, Troçkistler ve Sosyalist Devrimcilerle birlikte Brest-Litovsk Barışı’nı engellemek amacıyla Lenin, Stalin ve Sverdlov’u öldürtmeyi ve Sovyet hükümetini devirmeyi planlamıştı. Lenin’e Ağustos 1918’de yapılan suikast da bu planın bir parçasıydı.
Kurşuna dizilmeden önce Buharin karısına bir son bir mesaj bıraktı:
Yaşamım sona eriyor. Bu korkunç makine karşısında kendini tamamen güçsüz hissediyorum. Bütün Merkez Komite üyeleri bile her an tutuklanabilir. Benim ölümüm başkalarının da ölümüne neden olacak, çünkü onlara bir örgüt gerek. Partinin gelecek kuşaklarına bu dönemin iğrenç uygulamalarına otopsi yapmalarını salık veriyorum. Lenin için her zaman yaşamımı verirdim. Stalin’e karşı hiçbir şey yapmaya kalkmadım. Partinin sonraki yöneticilerinden beni tartışmalarını ve beni tekrar parti saflarına almalarını istiyorum. Yoldaşlar, biliniz ki, taşıyacağınız bayrak benim kanımla da ıslanmıştır.

Büyük Temizlik Döneminin Büyük Kurbanı: Kızıl Ordu


Haziran 1937’de kısa ve gizli bir muhakeme sonucu Kızıl Ordu Genel Kurmay Başkanı ve iç savaş kahramanı Mareşal Mihail Tuhaçevski ve bir dizi önde gelen general de idam edildi. Mareşal Tuhaçevski’nin daha önce de “Onyediler Davası’nda ismi geçmiş, ancak savcı ve mahkeme, konuyu geçiştirmişti.  İç savaş sırasında Kızıl Ordu’nun en başarılı subaylarından biri olan Tuchachevski, en genç yaşta mareşal olan subaydı. Yabancıların “Kızıl Napolyon” lakabı taktıkları ve halk arasında büyük popülaritesi olan  Tuhaçevski doğal olarak Stalin’in en büyük rakiplerinden biriydi. Ne var ki Kızıl Ordu’nun ve Tuhaçevskiy’nin sahip olduğu prestij, parti yönetiminin 1925’de kaldırılmış bulunan “siyasi komiserlikleri” yeniden oluşturma ve kısa bir süre sonra Kızıl Ordu’nun üst yöneticilerine karşı harekete geçmesine engel olamamıştı. Bunun temel nedeni olarak terör uygulanmasına karşı olan askeri yöneticilerin bir darbe ile Stalin’i ve en yakın destekçilerini görevden uzaklaştırmayı planlamış olmaları ileri sürülmekle birlikte, Tuhaçevski davasında suçlananlar bu iddiayı ve itirafta bulunmayı ısrarla reddetmişlerdi. Tuhaçevski Olayı bu davayla sınırlı kalmayacak, orduda başlatılan yaygın bir temizliğin habercisi olacaktı. Moskova Duruşmaları ile ordu komutanlarının üçte ikisi, tümen komutanlarının % 90’ı tutuklandı. Büyük Terör döneminde 5 mareşalden 3’ü, 16 ordu komutanından 14’ü, 8 amiralden 8’i, 67 kolordu komutanından 61’i, 133 tümen komutanından 130’u, 599 tugay komutanından 211’i, 11 harp komiseri yardımcısından 11’i, 35 bin subay kadrosundan yarısı ya idam edildi ya da hapse atıldı.
Orduya yönelik büyük terörün, Çarlık ordusundan devralınan “burjuva uzman”lardan çok, çoğunluğu köylü ve işçi kökenli olan “kızıl komutan”lara yönelik olması dikkat çekiciydi. Daha sonra Sovyet tarihçileri ve Batılı uzmanlar Sovyet ordusunun Almanlara karşı başlangıçta uğradığı büyük başarısızlığı bu olaya bağlayacaklar, savaş sırasında da hapiste bulunan pek çok subay tekrar göreve alınmak zorunda kalınacaktı.
Duruşmalar kadar dikkati çekmemekle birlikte, muhalefete karşı Stalin’in yanında yer almış olan parti yöneticilerinin de temizlenmesi Yezjovçina’nın önemli bir boyutunu oluşturur. “Gürcistan Sorunu”nda Stalin’in destekçisi olan Gürcü asıllı Ağır Sanayi Komiseri ve Politbüro üyesi Ordjonikidze, yardımcısı Pyatakov’u kurtarmaya çabaladığı için gözden düşmekte ve gizemli bir biçimde ölmekteydi. Ukrayna parti yöneticileri, Politbüro üyesi Kosyor, Politbüro aday üyeleri Postişev ve Petrovskiy ile Cubar yine bu dönemde aniden ortadan kaybolmuşlardı. Bunlar hakkında ne bir suçlama, ne bir muhakeme, ne de öldürüldüklerine dair bir kayıt söz konusudur. Politbüro aday üyeleri Rucutak ve Eyhe yargılanmış, fakat mahkemede daha önceki “itiraflarını” reddedince, gizlice idam edilmişlerdi.
Ortadan kaybolanlar arasında Preobrajenskiy, Antonov-Ovseyenko, Smilga gibi önde gelen sol kanat muhalifler, Demokratik Merkeziyetçilerin hemen tümü, işçi muhalefeti önderleri Şlyapnikov ve Medvedev, Buharin yandaşı Uglanov, Marx-Engels Enstitüsü Müdürü Riyazanov, Ekim Devrimi’nin önde gelenlerinden Askeri Devrimci Komite Başkanlığı ve Adalet Bakanlığı yapmış olan Kirilenko, sayılabilecek isimlerden yalnızca bir kısmıdır. Temizlikten kurtulan önde gelen tek eski muhalif Kollantay’dı. 1937-38 yıllarında iz bırakmadan “ortadan kaybolan” bu kişilerin çoğunluğu büyük olasılıkla NKVD tarafından yok edilmişlerdi.
Moskova Duruşmaları ile başlayan büyük temizlik döneminde tüm Sovyetler Birliği’nde bir tutuklama, yargılama ve kurşuna dizme fırtınası esmekteydi. Bu dönemde partiden 1 milyonu aşkın üyenin tasfiye edildiği bilinmektedir. Partiden atılmanın çoğu kez tutuklanma ve çalışma kamplarına sürülme ile sonuçlandığı göz önünde tutulursa, Stalin’in bu yıllar içinde partide yürüttüğü operasyonun boyutları daha iyi anlaşılabilir.
Kruşçev’in Komünist Parti 20. Parti Kongresi’nde yaptığı açıklamalara göre, 1934 Kongresi’ne katılan 1966 delegeden 1108’i “karşı devrimci” oldukları gerekçesiyle tutuklanmış ve cezalandırılmıştı. Beş yıllık bir aradan sonra 1939’da 18. Parti Kongresi toplandığında Kongreye katılan 1570 delegeden yalnızca 34’ünün parti üyeliğinin 1917 öncesine gittiği görülüyordu. 1920’lerde veya daha önce partide önemli görevler üstlenmiş olanlardan yalnızca 7’si idam veya hapis cezasından kurtulmuş durumdaydı. 1934 Kongresi’nde Merkez Komitesi’ne seçilen 71 kişiden 16’sı hayatta kalmayı başarabilmiş, 51’i ise yok edilmişti. Merkez Komitesi’nin 63 aday üyesinden 59’u ya öldürülmüş ya da hapsedilmişti. 1923’te Stalin’in Merkez komitesi aday üyeliğine bizzat önerdiği 14 kişi, biri (L. Kaganoviç) dışında ortadan yok olmuştu. Başka bir deyişle muhaliflerin yanısıra “partinin sarsılmaz birliği” adına Stalin’i sonuna kadar desteklemiş olan ekip bile Politbüro üyeliğini koruyan bir avuç şanslı kişi dışında, tümüyle yok edilmişti.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni tüm anlamıyla “yenilemiş” ve parti yönetimini tek başına kesin olarak eline geçirmiş olan Stalin, uluslararası komünist hareketin pek çok liderini de öldürtmüştü. Almanya, Polonya ve Macaristan’dan kaçarak Sovyetlere sığınmış olan pek çok komünist “büyük temizlik”in kurbanı olmuşlardır. Bunlar arasında 1919 Macar Devrimi’nin önderi Bela Kun, Almanya Komünist Partisi önderliğinden Remmele ve Nuemann ile Polonya Komünist Partisi’nin hemen tüm Merkez Komite üyeleri de yer almaktaydı.

Büyük Temizlik ya da Büyük Terör Dönemi Neden Başladı?

Sovyetler Birliği’nin kapitalist kuşatmayı kırıp, kendisini dünyaya kabul ettirdiği, büyük fedakârlıklarla da olsa hızlı bir ekonomik gelişmenin sağlandığı, Halk Cepheleri politikaları ile Avrupa sosyal demokrasisi ile yakınlaşıldığı, ciddi bir örgütlü muhalefetin söz konusu olmadığı bu dönemde, Stalin’in “büyük temizlik” ya da “büyük terör”e girişmesinin nedenleri tam anlamıyla yorumlanabilmiş değildir. Gerçekten de Kruşçev’in 20. Kongre’de dediği gibi, “Troçkist, Zinovyevci ve Buharincilere karşı en sert ideolojik mücadelenin verildiği dönemde başvurulmayan önlemlere, sosyalizmin gerçekleştirilmesinden ve muhalefet yenilgiye uğratıldıktan sonra” niçin gerek görülmektedir? Bu konuda verilen en “mantıklı” yanıtlardan biri, Stalin’in Almanya ile patlak vermesi kaçınılmaz görülen savaşı göz önüne alarak Komünist Parti’de tek adam olmak istediği, önderlikte kendisine alternatif olabilecek herkesi yok etmek istediğidir. Zira Stalin’in ve mahkemenin iddia ettiği gibi tüm sanıklar vatan haini ya da işbirlikçi ise, Komünist Parti’de ya da Kızıl Ordu kadrosunda Stalin ve bir avuç insan dışında neredeyse tek bir komünist yoktu!
Troçki’nin 1927’de, I. Dünya Savaşı sırasında başarısız kalan Fransız hükümetini düşürmek için çalışan Clemenceau’nun davranışını örnek vererek, yönetime karşı muhalefetini her koşulda sürdüreceğini belirtmesi unutulmuş değildi. Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i kurmaya yönelik olarak başlattığı girişimin çevresinde toplananların sayısı arttıkça, Stalin, Troçki’nin düşüncelerinin artan etkisinden gittikçe daha fazla korku duyar oldu. Savaş olasılığının artması ile birlikte, temizliğin yaygınlık kazanmış olması bu görüşü destekleyen kanıtlardan biridir. Tasfiyenin, kendinden fedakârlık istenen Sovyet halkına, aksaklıkların suçunun yüklenebileceği bir “hedef’ gösterilmek amacından kaynaklandığının ileri sürüldüğü görülmektedir.
Stalin’i bu katliamlara yönelten başka bir neden de uygulamaya konulan ekonomik kalkınma programını mutlak biçimde başarıya ulaştırma isteğiydi. Bürokrasinin kolektif mülkiyeti altında devlet kapitalizmi gelişirken, Rusya’nın kapitalist dünya ile rekabet edebilmesi için çok hızlı bir sermaye birikimi gerekiyordu. Bunun tek yolu ise işçi sınıfını daha ucuza, daha fazla ve daha üretken olarak çalıştırmaktı.
Nitekim Stalinci bürokrasi de bunu yapmaya başladı. Fakat işçi sınıfını disiplin altına almaya çalışırken Parti içinden muhalefet yükselmeye başlayınca önce parti içi muhalefet temizlendi. Ardından işçi sınıfı deneyimli önderlerini yitirdi. İşe geç gelen, sosyalizmi sabote etme suçlamasıyla toplama kamplarına yollandı. İşçi sınıfının direnen unsurları için ağır cezalar verildi.
Öte yandan Stalin’in kendi destekçilerini de yok etmesine yol açan olaylardan birinin, 1937 başında yapılan Merkez Komitesi toplantısında bu kurulun “Yirmibirler Davası” ile ilgili İçişleri Komiseri Yejov’un raporunu reddetmesi olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle parti yöneticilerinin ve Kızıl Ordu’nun Stalin’i desteklemekle birlikte, ona tümüyle teslim olmaya hazır olmayışı Stalin’in bu gruba karşı da acımasızca harekete geçmesine neden olmuştur.
1938, terörün doruğa yükseldiği yıl olmakla birlikte, yıl sonunda Yejov’un görevden alınmasıyla birlikte bir durulma görüldü. Onun yerine görevini Stalin’in ölümüne kadar 15 yıl sürdürmeyi başaracak olan Beria getirilirken terörün tüm suçlan Yejov’a yüklenilmek isteniyordu. Böylece “Yejovçina”nın son kurbanları bizzat Yejov ve NKVD’nin bazı üst yöneticileri oldular. Ne var ki Beria’nın göreve gelmesi mahkemesiz cezalandırma uygulamasının ve çalışma kamplarının ortadan kalkması anlamına gelmedi, aradaki fark, Beria’nın bu işlemleri daha “sessizce” yürütmesinden ibaret kaldı.
“Büyük Temizlik” dönemine ilişkin olarak açıklanmayı gerektiren bir başka nokta da, “Moskova Duruşmaları”nda bazı direniş girişimleri dışında, tüm sanıkların suçlarını “itiraf’ etmiş olmalarıdır. Stalin’in ölümünden sonra, düzmece oldukları resmi Sovyet makamlarınca belgelerle açıklanan bu davalardaki suçlamaların hayal gücü geniş insanlar için bile inandırıcı olmadığına kuşku yoktur. Hemen tüm sanıklar, “Stalin ve Politbüro üyelerini öldürmeyi planlamak, kapitalizmi geri getirmek, işçileri kitle halinde zehirlemeye kalkışmak” gibi suçlarla itham edilmektedirler. Rus Devrimi’nin önde gelen yöneticileri olan sanıklar, devrimin ilk günlerinden beri, “İngiliz, Fransız, Japon ve Alman casusu olduklarını, Nazilerle işbirliği yaptıklarını, Sovyet topraklarını Japonya ve Almanya’ya terk etmeyi planladıklarını” kabul etmektedirler.
Sanıkların itiraflarının Kruşçev’in de açıkladığı gibi baskı ve işkence altında elde edildiği kuşkusuzdur. Kaldı ki, “itiraf’ etmemenin cezası ise çok kez duruşmasız kurşuna dizilmek olmaktadır. Ayrıca mahkumlara suçlamaları kabul etmeleri durumunda ailelerine bir şey yapılmayacağı garantisinin verilmesi bu itirafların başka bir nedenidir. İsteyen herkesin izleyebileceği, yabancı ülke temsilcilerinin ve tüm dünya basınının orada bulunduğu ve duruşmaların canlı olarak radyodan yayınlandığı bir davada beklenmedik bir savunmanın yapılmasını engellemek için sonuçta önlem alınması gerekliydi! Yine de bu kişilerin düşünce ve davranışlarıyla Sovyet Devrimi ve devleti için “objektif olarak” bir tehlike oluşturduklarına inandırılmış oldukları da ileri sürülmüştür. Buharin’in mahkemedeki savunması, buna iyi bir örnek olarak görülebilir.
Bir yandan “Lenin’i öldürmeyi planlamak, Kirov, Kuybiyşev ve Gorkiy’nin ölümünde parmağı olmak” gibi somut iddiaları ayrıntılı bir biçimde çürütmeye çalışan ve bu noktalarda kendini savunan Buharin, diğer taraftan “karşı devrimci işbirlikçileriyle birlikte Lenin’in eserini yıkmaya çalıştığını” itiraf etmektedir. Ülkenin Stalin’in arkasında olduğunu, onun dünyanın umudu olduğunu açıklayan Buharin, “ülke, parti ve halk karşısında diz çöküyorum” diyordu, “önemli olan bir düşmanın pişmanlığı değil, SSCB’nin yüceliği”dir.

Komünist Parti’de Stalin Egemenliği

Büyük Temizlik dönemi sona erdiğinde, Lenin’le birlikte yola çıkan ve 1917’de kurulan ilk Sovyet Politbürosunun 6 üyesinden beşi yok edilmişti. Geriye kalan tek kişi elbette Yoldaş Stalin’di. Gerekçesi ne olursa olsun Büyük Temizlik sonunda 19. Parti Kongresi 1939’da toplandığında, Stalin rakipsiz bir konuma geldi. 1939’dan ölümüne kadar geçen dönemde iktidar, Stalin ve onun izin verdiği ölçüde Politbüro’da görev yapan bir avuç kişinin elinde toplanmış, partinin Merkez Komitesi tamamen etkisiz kılınmıştı. 1919’dan 1921’e kadar ayda iki kez, 1921’den sonra ise ayda bir kez toplanması öngörülen Merkez Komitesi, 1939’daki tüzük değişikliği uyarınca yılda ancak üç kez toplanır hale geldi. Ne var ki, Şubat 1941’de toplanan Merkez Komitesi, II. Dünya Savaşı boyunca hiç toplanmadı, yeni bir toplantı ancak savaş bittikten sonra 1946’da gerçekleştirildi. Önceleri her yıl toplanan Parti Konferansı 1926’dan 1932’ye kadar üç yılda bir yapıldı, 1941’deki 18. Parti Konferansı’ndan sonra ise bu toplantı hiç gerçekleştirilmedi. 1939 tüzüğüne göre beş yılda bir toplanması gereken Parti Kongresi ise, 1952’ye kadar tam 13 yıl toplantıya çağrılmadı.
Bütün bunlara karşın Sovyet resmi teorisinde “kolektif liderlik” anlayışı savunulmaya devam ediliyordu. Merkez Komitesi gibi Politbüro’nun da kolektif bir organ olarak çalıştığı kabul ediliyor, Stalin’in hukuki konumu da Genel Sekreter ve Politbüro üyesi olarak “eşitler arasında birinci” olmaktan ileri gitmiyordu. Oysa Stalin çok kez kararlarını tek başına alıyor, kendi belirlediği Politbüro üyelerini dahi ancak gerekli gördüğü durumlarda haberdar etmekle yetiniyordu. Partinin üst yönetim organı sayılan Polütbüro üyelerinin dahi Stalin’e karşı kendilerini güvende hissetmedikleri görülür. SSCB Başbakanlığı da yapan Politbüro üyesi Bulganin, Kruşçev’in Komünist Parti 20. Kongresi’ndeki açıklamasına göre, bir keresinde bir kişinin Stalin’in bir dost olarak davetini kabul edip evine gittiği zaman, davet sonunda evine mi yoksa hapishaneye mi gideceğini kestirmesinin mümkün olmadığını açıkça kabul etmektedir. Kruşçev’in deyimiyle Stalin’in tüm rakiplerini tasfiye ettiği bu katliam dönemi, “insanlık tarihinin en barbar dönemi”dir.

McCarthy Döneminde Bir Direniş Öyküsü: Ring Lardner Jr.


“Amerikan Karşıtı Etkinlikler Kurulu”nun (HUAC) önüne çıktığı sabah, senatör Joe McCarthy,Ring Lardner Jr.’a şu standart ama ürpertici soruyu sormuştu: “Siz yaşamınızı geçirdiğiniz Hollywood’da, Komünist Partisi’ne üye oldunuz mu?” Gülümseyen yüzünü ve rahat davranışını dikkatle izleyen ve yazarın başka birçok ünlünün yaptığı gibi, arkadaşlarını ihbar ederek yakasını kurtaracağını sanan kurul, ondan çok ters bir yanıt alacaktı: “Sizin sorularınızı istediğiniz gibi yanıtlayabilirim ama sabah olunca da kendimden nefret ederdim.”
Hollywood’da adı söylence olmuş bir senaryo yazarıydı Ring Lardner Jr. 1947 yılında Cumhuriyetçi senatör Joe McCarthy’nin öncülüğünü yaptığı soruşturmalarda, kızıllıkla suçlanan Ring Lardner Jr., kurulun sorularını yanıtlamaktan kaçındığı için hapse atılmıştı. Amerikan-Karşıtı Etkinlikler Kurulu’na çağrılan diğer 9 arkadaşıyla aynı kaderi paylaşan yazar, kara liste döneminde, “Hollywood 10’ları” adıyla anılan yazar ve yönetmenler topluluğunun en ünlü adlarından biriydi. 31 Ekim 2000 günü yaşama gözlerini kapayan Ring Lardner Jr., “Hollywood 10’larının” son halkasıydı.
HUAC ve McCarthy’cilik, binlerce değerli aydının, devlet görevlisinin ve sinema sanatçısının yaşamını söndüren, bir simge dönemin dramını içerir. Silahsızlanma girişiminin, en az bir kuşak etkisizleştirildiği, ırk eşitliğinin çelmelendiği, işçi örgütlenmesinin yozlaştırıldığı bir acılar döneminin öyküsünü belirler bu dram. Hollywood’un o yıllar yalnızca liberal tutumuyla ünlenen ünlü senaristi Philip Dunn, o kayıp yılların bireysel tanımını şöylece yapmıştır:
McCarthy ve yandaşlarının iftira saldırısında, beni birçok şeyden daha çok öfkelendiren en önemli öge, Ring Lardner Jr.’un yaratımının kesinlikle engellenmesiydi. Hollywood o deha yazarın kara listeye alınmasıyla, tüm görkemine veda etmek zorunda kalmıştı.
Bir cesaret anıtı olarak ün yapan “Woman of the Year” adlı filmin senaryosunu, seçkin bir yetenek olan oyuncu Katharine Hepburn’la birlikte yazan Ring Lardner Jr., Hollywood’da Marksist olduğunu hiç kimseden saklamamıştı. Hollywood’da sinema emekçisini geniş bir yelpazede içinde toplayan sendikacılık girişiminde de önderliği üstlenen yazar, sıcacık kimliğiyle de ünlendi. Yazdığı tüm senaryoların, stüdyo kodamanlarınca değişmeye zorlandığını vurgulayan yazar, içerikteki taşlamaların ve sosyal gülmecenin tanınmaz duruma getirildiğini belirtiyordu. Büyük iş düzeninin ve kapitalizmin ikilemindeki olguyu, filozofça kabullendiğini söyledi hep. Kâr amacıyla, tüm yaratım, dayatmacılığın ve kötüye kullanımın kurbanı oluyordu.
1990’da yayımlanan “Amerikan Solu’nun Ansiklopedisi-Encylopedia of the American Left-Garland Books”un editörü olarak, yazar Lillian Hellman’la, onun gibi kara liste kurbanı olan ve kurula yanıt vermekten kaçındığı için hapsi boylayan sevgilisi Deshiell Hammet hakkında bir sunu yazısı yazmasını isteyince, Hellman’ın tüm oyunlarının ikinci yazarının Hammet olduğunu açıklayıverdi. Çok şaşırtıcı bir ifşaattı bu. Bu ayrıntı edebiyat çevrelerinde büyük tepkiler doğuracaktı. Çok şakacı bir adamdı Rind Lardner Jr. Ama bu şakacılığı hemen ayırdedilebilecek bir özellik değildi. Poker oynayanların asık suratıyla, sanki dünya yıkılmış gibi bir yüzle yaptığı espriler, ilk şaşkınlığı aştıktan sonra herkesi kahkahalara boğardı.

McCarthy Dönemimin Kurbanları

Hollywood’da McCarthy’nin yüzlerce kurbanından çoğu, eski işlerine dönemedi. Düzinelercesi, iftira ve yalanın yıprattığı iç yapılarıyla bunalıma düşüp intihar etti. FBI direktörü J. Edgar Hoover’in ürettiği bir yalanla, “Hollywood 10’larının”, Sovyetlere atom sırlarını ilettiği haberleri Daily Mirror adlı gazetede çıktıktan sonra, bir yığın yazar ve aktörün tabancayla canına kıydığını biliyorduk. Ring Lardner Jr., takma adlarla yazarlığını gizlice sürdüren daha dirençli bir avuç yazar arasında yer almayı başardı. Cadı Kazanı dönemi biterken de, savaş karşıtı bir film klasiği olan M*A*S*H*’le beyaz perdeye büyük bir dönüş yapacaktı. Usta yazar, senaryo dalında Oscar almıştı.
19 Ağustos 1915’te doğan yazarın babası da çok ünlü bir gazeteciydi. Spor yazarı olan baba ayrıca, yazdığı sportif romanlarla efsanevi bir ün yapmıştı. Alkole yenik düşen babasını 48 yaşında yitirdi Ring Lardner Jr. Geride kalan dört oğuldan biri İspanya’da faşizmle savaşırken, bir diğeri 2. Dünya Savaşı başlangıcında, üçüncüsü de kalp sektesinden can vermişti. Üçü de gazeteci olan kardeşlerinin ölümünün ardından, Hollywood’a gitti. 1930’ların son bölümünde, tüm Hollywood’u sarsan bir eylemciliğin öncü adıydı. Figüranlardan yönetmenlere, yazarlara, ressamlara ve el emekçilerine kadar çok kapsamlı bir direniş cephesi oluşturmuştu. O sıralar, ABD’deki büyük ekonomik bunalımı yenmeye kararlı olan Başkan Roosevelt’in ortaya attığı “Yeni Uğraş-New Deal” adlı program, yüzlerce işsiz tiyatro ve sanat adamına “Federal Tiyatro” kurma olanağı sağlarken, Ring Lardner Jr. ve arkadaşları aynı olanakla, büyük sinema yeteneklerini bir araya getirdi.
Clifford Odets, Elia Kazan, Jules Dassin, John Garfield ve çocuk aktör Sidney Lumet, o dönemin önemli adlarıydı. Sık sık sansüre uğrayan kaliteli filmlerin çoğunu, içerdiği siyasallık ya da açıklık savıyla engellemek istediler ama birçok yapım gösterime çıkarak olaylar yarattı. Seksüel açıdan çok cesur diyalogların yer aldığı filmlerde ünlü oyuncu Mae West, gişe rekorları kırarken, tutucu politikacılar ve din adamları diş bilemeye başlamıştı. Mae West’in “She Done Him Wrong”, Charlie Chaplin’in “Modern Times” ve Frank Capra’nın “Mr. Smith Goes to Washington” adlı filmleri, kurulu düzenin paniğe kapılmasına yol açtı.
Hollywood, büyük bir örgütlenme çağına adım atmıştı o günlerde. Boris Karloff, Marx Kardeşler, Lucille Ball, Eddie Cantor, James Cagney ve Frederick March, sendikalaşma eyleminin ilk aktörleri olarak göze çarptı. Ring Lardner Jr. Da boş durmadı. Az para alan ve film yazılarında adları bile geçmeyen tüm senaryo yazarlarını da örgütlemeye başlamıştı. O sıralar büyüyen anti-faşist eğilimler ve 2. Dünya Savaşı’na katılma olayı, tüm Hollywood eylemcilerinin işini kolaylaştırıverdi. Hemen hemen bir gece içinde, adil toplum inancı, eşitlik sloganı sadece bir gişe zaferi olmakla kalmamış, aynı anda bir yurtseverlik ülküsüne dönüşmüştü. “Meet Dr. Christian” adlı bir senaryo yazan Ring Lardner Jr. baktığı hastalardan para almadığı için elit çevrelerden tepki gören doktorun filmiyle, büyük ün yaptı. 1942’de senaryosunu yazdığı “Women of the Year” adlı filmde, kadın feminizminin cesur bildirisini öyküleyen Ring Lardner Jr., Katherine Hepburn’le Spercer Tracy’i Holywood yıldızlarına dönüştürecekti.

İhbarcı ve Hain: Ronald Reagan

28 yaşına bastığı o yıllarda, “Tomorrow The World” adlı Nazi karşıtı filmiyle, faşist koşullanmayı öyküleyen yazar, “The Cross of Lorraine” adlı yapımda, Fransız köylülerinin Nazi istilacılara karşı verdiği savaşı anlattı.
Ring Lardner Jr. yakın arkadaşı ve yoldaşı olan yazar Albert Maltz’la, duyarlı bir öyküyü kaleme aldı. 1946’da siyasal nedenle makaslanarak gösterime giren “Cloak and Dagger” adlı filmde, atom bombasını keşfeden bir Amerikalı bilginin, bu bombanın tüm sırlarının hiçbir ülke denetimine girmemesine karar verişini ele alan yazar, 1947’de yazdığı “Forever Amber” adlı filmiyle, Katolik kilisesinin tepkilerini üstünde topladı. Din adamlarına göre, film bir açıklık ve cinsellik sömürüşüydü. Bu filmden sonra 17 yıl, kendi adıyla yazması kesinlikle yasaklanmıştı.
Kızıl komünist avına çıkan politikacılar, stüdyo kodamanları ve FBI şefi J. Edgar Hoover, tüm Hollywood’daki radikalleri temizlemeye girişiverdiler. Daha sonraları, başkanlığı döneminde en tutucu başkan olarak ünlenen Ronald Reagan, “Beyaz Perde Aktörleri” derneği başkanı seçilir seçilmez, FBI polislerinin köstebeği olarak çalışmayı önerdi. FBI’nın, T-10 koduyla görev verdiği Ronald Reagan, yıllarca aktör arkadaşlarını uyduruk raporlarla ihbar etmeyi onurlu bir iş sayacaktı.

Büyük Rezaletin Parçası Olan Yüksek Mahkeme

1948 başlarında Ring Lardner Jr. aktör ve yönetmen 9 arkadaşıyla birlikte McCarthy karşısında ifadeye ve itirafa çağrılmıştı. “Sen bir komünist misin ve hangi komünistleri tanıyorsun?” sorularını soruyordu engizisyon. Humprey Bogard, Katherine Hepburn, Gene Kelly, Vincent Price, Danny Kaye, Robert Young, Edward G. Robinson ve düzinelerce diğerleri, kurulun toplantı yaptığı yapının dışında, protesto mitinglerine başladı. Ürkünçlüğün doruğa çıktığı bir ortamdı. Korku sarmıştı her yönü. O gerilim günlerinde, ilk adımda celp alan 11 kişiden biri olan senaryo yazarı Bertolt Brecht, bulduğu ilk uçakla Amerika’yı terk etmeyi seçecekti.
Sonradan “Hollywood 10’ları” adıyla anılan gruptakilerin hepsi Yahudi kökenliydiler. Hiçbiri orduda görev yapmamış kişilerdi. İlk sıralarda, sorgulamaya çıkanların siyasal inançlarıyla horlanmasını kınayan sinema patronları, siyasal baskıya boyun eğerek, onlara artık iş vermeyeceklerini açıkladılar. Stüdyonun finansman işlerini elinde tutan bankalar ve politika adamları yepyeni bir baskı döneminin odaklarıydı artık. Estirilen terörü devlet görevlilerine, ünlü gazetecilere ve ordu komutanlarına kadar yayan McCarthy, kendisini yanıtlamayı reddedenlerin hepsini hapse yolladı. “Hollywood 10’ları”, 5 ay ile 1 yıl hapis cezası almış, Ring Lardner Jr. da 9 ay hapse mahkum edilmişti. Ring Lardner Jr. ve arkadaşlarının, anayasal haklarının çiğnendiği savunusunu reddeden Yüksek Mahkeme, sahnelenen büyük rezaletin bir parçası oldu.
10’lardan yalnızca ünlü film yönetmeni Edward Dmytrky, sonradan tavır değiştirdiğini açıklayarak kara listeden çıkma açıkgözlülüğünü gösterdi ve hemen işine başlayıverdi. Yönetmen Dmytrky, suçlanan arkadaşlarının hepsinin bir komünist olduğunu ve onları kınadığını açıkladıktan sonra, hiçbir utanç duyusu duymaksızın Hollywood’da yaşamına devam etti. Ring Lardner Jr., adıyla senaryo yazamayacağı için, takma adlarla ve gizli biçimde serüvenini sürdürmeye çalıştı. Daha sonraları “The Front” adlı filmde de anlatıldığı gibi, yazarın bu gizemli üretimi, trajikomik ayrıntılarla doludur. Bir ara “hayalet yazarlık-ghost writing” yanısıra, BBC için de senaryolar yazan Ring Lardner Jr., romanlar ve oyunlar yazmaya da koyuldu. Hapiste olduğu dönemde de “The Ecstacy of Owen Muir” adlı bir gülmece romanı yazan yazar anti-militarist ve anti-kapitalist kurgulu bu yapıtıyla, tüm kurulu düzeni alaya almıştı. Bu roman para hırsının, ihbarcılık sayrılığının, çıkar savaşının ve Kilisenin ağır biçimde taşlandığı öğelerden oluşur. Romanında ananın oğulu, babanın kızı ihbar edip hapse yolladığı bir kurguda, bencilliğin ve çıkar tutkusunun anatomisini sergiler yazar.
Hapisten çıkar çıkmaz takma adlarla sanatını sürdürmüş olan Ring Lardner Jr., 1964’te yazdığı “Foxy” adlı müzikalle büyük beğeni topladı. 1965’teki “Ali for Love” adlı yapıtında, anti-nükleer bir seks gülmecesiyle ilgi toplayan yazar, 1976’da şimdi bir klasik sayılan “The Lardners” adlı biyografisini yayımladı. Bir duyarlılıklar antolojisiydi bu yapıtı. Ölümünden az önce, yeni bir biyografisinin yayımını bekliyordu. “I’d Hate Myself In The Morning-Sabah Olunca Kendimden Nefret Ederdim” adlı bu yapıtın adı sorgulama sırasında, ondan isim vermesini isteyen McCarthy’e söylediği tümceden alınmıştı. “Sizin sorularınızı istediğiniz gibi yanıtlayabilirim ama sabah olunca da kendimden nefret ederdim” demişti Ring Lardner Jr.

Alçak Gönüllü Bir Erdem Savaşçısı

Onun yazı görkemi hep senaryo yazılarında izlenir. En iyi ürünlerini hep beyaz perde için yaratmıştır. Birçok senaryosunun, yönetmenlerce kuşa çevrilmesinden yakınmıştır hep. Norman Jewison’un yönettiği “The Cincinnati Kid” adlı filmi örnek gösterirdi sık sık. Senaryosunu yazdığı son film, Muhammed Ali’nin başrolü oynadığı biyografik bir yapımdı. Muhammed Ali başta olmak üzere, bu yapım bin türlü sorunla uğraşmak zorunda kaldı. 1986’da yazdığı özel bir senaryoyu, tutkuyla kaleme aldı. “Abraham Lincoln Tugayı” olarak ünlenen Amerikalı gezgin ve kaşiflerin öyküsü olan bu senaryo, ABD’nin kuruluş yıllarında, ülkenin batı kesimindeki ıssız toprakların ve ormanların haritasını çıkaran gezginlerin, doğayla olan savaşımını irdeledi. “Weawers” adlı devrimci Kanadalı ve ABD’li folk şarkıcı grubunun ve ünlü halk şarkıcısı Pete Seeger’in de katıldığı projede, yazarın senaryosu bir kutlama şenliğinin gösterisi olarak sahnelenmişti.
Ring Lardner Jr., 1950’de Amerikan Komünist Partisi’nden istifa etti. Ama yaşamının sonuna kadar, yüreğindeki insancıl dünya ülküsünü asla bırakmadı. Ekonomik israfın, tüketim sayrılığının ve çevresel yıkımın önüne set çekecek adil bir düzeni düşledi hep. Hollywood’un en büyük senaristlerinden biriydi o. Namus ve insancıllığın, hiçbir çıkara değişmeyen, alçak gönüllü bir erdem savaşçısıydı.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)