bilgievlerim: Tarih Ve Medeniyet
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Tarih Ve Medeniyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Ve Medeniyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2019 Cumartesi

Kuzey Sahra’nın Alman Tilkisi: Erwin Rommel







İkinci Dünya Savaşı tarihin en yıkıcı savaş olmuş 50 milyon insanın ölmesine onlarca şehrin ise adeta bir enkaz yanına dönüşmesine neden olmuştur. Savaşın bittiği 1945 yılından itibaren Stalingrad muharebeleri, 

Normandiya Çıkarması ve  Midway Savaşı gibi pek çok mücadele filmlere konu olmuş, nesilden nesile anlatılmıştı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren Kuzey Afrika cephesi tarihin tozlu sayfalarında adeta kaybolmuştur.




Şenlik Var! III. Ahmed’in Dört Şehzadesinin Sünnet Düğünü (1720)






Kara Mustafa Paşa’nın Sultan İbrahim’e sunduğu layihada ruznameyi anlatırken kullandığı ifade çok güzeldir. “Benim hünkârım, ruzname demek oldur ki, her gün ne kadar dahil-i hazine olur ve ne kadar akçe harc olur, hep yazılur. 
Her gün yazıldığıyçün ruzname derler. Ruz deyü güne der, name deftere derler”. Bu latif tanımlama ışığında “surnâme”yi tanımlayacak olursak, “sûr”, düğün, şenlik demektir; “surnâme” ise Osmanlı döneminde padişah çocuklarının doğum ve sünnet törenleriyle padişah kızlarının



Şamil Dansı Hakkında Bilmedikleriniz






Kafkasların efsanevi şahsiyeti İmam Şamil’in müzik, dans ve eğlenceye karşı katı tutumu kendi çağdaşlarınca çok iyi bilinirdi. İmam Şamil, müritlerine ve ahalisine kişisel ve toplumsal yaşamlarında sıkı kurallar koydu. 

Mesela folklor, oyun, pandur (balalayka) tıngırdatma, tütün içmek ve sair cürümler ölüm cezası da dâhil olmak üzere oldukça ağır yaptırımları olan kanunlarla yasaklanmıştı. İlahiler istisna olmakla birlikte İmamat’a bağlı topraklarda, şarkı söylemek, folklor ve müzik yasaktı.




26 Haziran 2018 Salı

Kolomb Öncesi Amerikan Toplumlarında Din


Kolomb öncesi Amerika toplumları bütünüyle dinin etkisi altındaydı. Dini inançlar, politik görüşlere olduğu kadar tarımsal faaliyetlere de egemen olmuş; doğum ve ölüm törenlerinde de bu inançlar ağır basmıştır. Aztekler, Mayalar ve İnkalar, çoktanrılı dinlere inanıyorlardı. Özellikle İnkalar ve Aztekler egemenlikleri altına aldıkları toplumların tanrılarını da benimsemişler, kendilerine mal etmişlerdi. Doğa güçleri, bazı gökcisimleri, hatta bazı bitkiler bile (Güneş, Ay, gök, mısır, yağmur, yıldırım vb) tanrılaştırılmıştı. Tam anlamıyla animist olan bu dinler, doğa güçlerini her şeyin temeli olarak görüyordu. Bu nedenle büyücülükle, tanrılar adına düzenlenen ayinleri birbirinden ayırt etmek zordu.
Dinler, mitler ve tanrılar da toplumlar, kabileler ve diller kadar çok ve çeşitliydi. Yine de bu tanrılar, tarım tanrıları ve kabile tanrıları olmak üzere iki grupta toplanabilir. İnsanların geçimi doğanın insafına bağlı olduğundan, tarım tanrılarının kırsal topluluklar için önemi büyüktü ve bunlar tarımsal hayatın her aşamasında kutlamalara konu olurdu. Buna karşılık İnkalarda Güneş, Azteklerde Huitzilopochtli gibi kabile tanrıları ayin törenlerinde daha ön plandaydı. Bu büyük tanrılar arasında Azteklerin korkuyla anılan ürkütücü tanrısı Tezcatlipoca veya Andlar’da Viracocha, Mayaların yaratıcı ve uygarlaştırıcı tanrısı İtzamna gibi gök tanrıları da vardır. İnsan, soyu ile dünyanın yazgısını çoğunlukla bu tanrılara bağlar. Tanrılar adına düzenlenen ayinler, hem dünyayı, hem de toplumu felaketlerden korumayı amaçlar. Bu nitelik, Kolomb öncesi ayinlerin ayırt edici özelliğini, yani insan kurban etme geleneğini açıklamaktadır; böylece insanlar sahip oldukları en değerli şeyleri tanrılara sunarak yok olmaktan kurtulmaya çalışıyorlardı. Mayalarda ender olarak, buna karşılık İnkalarda Mayalara göre daha yaygın biçimde görülen insan kurban etmek geleneği, Aztek ayinlerinin en önemli özelliğidir.
Kolomb öncesi ekonomilerin tarıma sıkı sıkıya bağlı olması, eski Amerika toplumlarında, tarım çevrimiyle ilgili doğa güçlerini temsil eden tanrıların önemini açıklamaktadır. Maya köylülerinin taptığı Chac da bu tür bir tanrıydı. Uzun bir burun ve ürkütücü sivri dişlerle betimlenen yağmur ve fırtına tanrısı Chac, aslında iyiliksever bir tanrıydı. İnkaların yıldırım tanrısı İnti İllapa ve Aztek yağmur tanrısı Tlaloc da benzer bir konuma sahipti. Mayaların tanrılaştırdığı Mısır bile zarif ve ince bir gencin yüz çizgilerini taşıyordu. Azteklerde “derisi soyulmuş yüce tanrı” Xipe Totec, doğayı yenileştiren bir tanrıydı; kurbanlarının yüzülen derisine sarınıyordu. Doğurganlık ve ölümün de kendilerine özgü tanrıları veya tanrıçaları vardı: Azteklerin ölmeden önce günahlarını itiraf ettikleri Aytanrıça ve cinsel aşk tanrıçası “pislik yiyici” Tlazolteotl, bunlardan biriydi. Nihayet yılan etekli yaşlı Coatlicue, ölümü ve doğurganlığı temsil eden en büyük yer tanrıçasıydı. Doğayla ilgili öteki etkinliklerin de kendilerine özgü tanrıları vardı: Kara avcılığı tanrısı, balıkçılık tanrısı, arıcılık tanrısı, kakao tarımı tanrısı…

Ruhban Sınıfı Denetiminde Yapılan Ayinler



Bazı mesleklerin de kendi özel tanrıları vardı. Ancak ruhban sınıfının yönetimi altında düzenlenen büyük tarım şenlikleri, toplumun tümünü bir araya getiriyordu. Bu şenlikler, dini bir takvime göre 20 gün çeken aylarda düzenleniyor ve gündönümleri, ekim, hasat gibi tarımsal etkinliklere denk getiriliyordu. Ayin törenlerinin can alıcı noktasını, tanrılara sunulan armağanlar oluşturuyordu; bu törenlerde ya hayvanlar ya da Azteklerde olduğu gibi erkekler, genç kızlar hatta çocuklar kurban ediliyordu. Günlük yaşamda yasaklanmış olan alkollü içkiler, tarım şenlikleri sırasında bol bol tüketiliyordu. Hastalıkları ve uğursuzlukları toplumdan uzak tutmayı amaçlayan arıtıcı ayinler, çoğunlukla büyük tarım şenlikleriyle birlikte düzenlenirdi. Köylülere özgü ibadet biçimleri özellikle Andlar’da çok iyi biliniyordu. Köylüler o yörelerde Huaca’ya büyük saygı gösterirlerdi; Huaca kutsal olarak kabul edilen bir dizi olayı ifade eden bir terimdi. Köylülerin putu, tapınaklarıyla birlikte bir Huaca oluşturuyordu. Daha genel olarak köylülerin doğaüstü bir güç atfettikleri her şey (dağ, kaya, acayip bir hayvan), Huaca olarak kabul edilir ve kutsal sayılırdı.
Ayinler, her yerde takvimi düzenlemek ve kehanette bulunmakla görevli bir bilgin-rahipler kastı tarafından denetlenirdi. Bütün eski ve ilkel toplumlarda olduğu gibi törenler ve ayinler önemli yer tuttuğu için kalabalık ve uzmanlaşmış bir din adamları sınıfı vardı. Toplumun üst kastlarından seçilerek alınan çocuklar, özel okullar olan Calmecac’larda rahip olarak yetiştirilir, bu okullarda çilecilik, dini ilahiler, yazı ve astronomi öğretilirdi. En saygın rahipler astronomi, yazı, tıp, kehanete ilişkin bilgileri öğrenen ve bunları daha da zenginleştirenlerdi. Denilebilir ki din adamları dinsel yaşamın düzenleyicisi olmaktan önce, kültürün korunmasının güvencesiydi. Bu nedenle yalnızca kurban törenlerini yönetmekle görevli olan rahipler ötekiler kadar önemsenmezdi.
Geniş halk kesimlerinin, yani sıradan insanların temel görevlerinden biri de anlamını hiç kavrayamadıkları dinsel törenlere katılmaktı. Buna karşılık köy komünlerinde popüler ayinler de varlığını sürdürmekteydi ve buralarda adaklara ve tanrılaştırılmış atalara yönelik büyü törenlerine daha çok yer verilirdi.
İkinci Maya kültürüne zemin hazırlayan ve Azteklerin habercileri olan Toltekler kanlı ve savaşçı Kolomb öncesi dinlerin temelini oluşturdular. Efsaneye dayalı Quetzalcoatl tarihini yaratarak, kutsal krallığa yasallık kazandırdılar, tanrılara insan kurban edilmesini gelenek haline getirdiler. Bu efsane yüzünden Aztekler Quetzalcoatl’ın bir gün geri döneceğine inanmışlar ve kurtarıcıları sandıkları İspanyol istilacılar tarafından tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Azteklerde İnsan Kurban Etme Geleneği




Hem İnkalarda hem Tolteklerde görülen insan kurban etmegeleneği, Azteklerde dinin temelini oluşturuyor ve ölümsüzlüğünün bir şartı olarak kabul ediliyordu. Aztekler zalim oldukları için değil, evrenin yıprandığını düşündükleri için bu törenleri düzenliyorlardı. Azteklerin dinsel inanışına göre zaman giderek ufalanmakta ve enerji durmadan kaybolmaktaydı. Güneşin doğudan doğması ve yeryüzünde yaşamın sürmesi için bu durum kurban edilecek insanların kanları ile beslenmeliydi.
Aztek kozmolojisine göre Güneş tanrısı Tonatiuh, savaş tanrısı Huitzilopochtli ile özdeşleşmişti ve kendisine sunulan kurbanların kanlarından yoksun bırakılırsa hareketsiz kalabilirdi.
Güneş Tanrıya insan kurban etme gerekçesi, Aztek takvimleriyle bağlantılıydı. Azteklerin, Mayalardan aldıkları, 20’şer günlük 18 aya beş gün eklenen (363 günlük) bir tarımsal güneş takvimleri vardı. Bir de, gene Mayalardan aldıkları, Venüs’ün (Kutup Yıldızı’nın) döngüsüne bağlanan 13’er günlük 20 aydan oluşan (260 günlük) dinsel takvimi kullanıyorlardı. Bu iki takvimin başlangıç günlerinin 32 yılda bir çakışması, güneşin yeniden doğarak gençleştiği tarih olarak yorumlanıyordu. Kızıllığını, beslendiği kurbanların kanından alan güneş, “değerli su” denen insan kanından yeterince içemezse rengi solabilirdi. Güneş, Aztek din adamlarının ve yöneticilerin sunduğu insan yüreği ve kanı ile beslenemezse, yaşamı 52 yıllık döngüyle tamamlanabilir, yeniden (gençleşerek) doğamayabilirdi. Bu ise, Güneş ile birlikte Azteklerin, öteki halkların, tüm olarak insanların, tüm canlıların, hatta evrenin sonu olabilirdi. Nasıl ki Aztek inanışlarına göre daha önce dört güneş doğmamak üzere batmış ve dört evren yok olmuşsa, beşincisi de yok olabilirdi. Aztekler yıllık kurbanlar yanı sıra 52 yılda bir yaptıkları “Yeni Ateş Töreni” ile bunu önlemeye çalışıyorlardı.
Her an zamanın durabileceği ve evrenin yok olabileceği düşüncesiyle tedirginlik içinde yaşayan Aztekler, insan kurban etme geleneğini öteki halklardan çok daha titiz ve sistemli bir biçimde sürdürdüler. Montezuma’nın hükümdarlığı döneminde, Tenochtitlan’daki yeni büyük tapınağın açılışı sırasında binlerce insan kurban edilmiştir.
Gerçekten, başkentleri Tenochtitlan’da büyük tapınağın (1486’da) açılış törenlerinde, bir kerede 20 bin kişinin kurban edildiği söylentisi aktarılmıştır. Bu sayılarda, kendilerine bu konuda ayrıcalık tanınmayıp tutsak alındıklarında kurban edilen İspanyolların abartma payı göz ardı edilmemeli. Yine de çok sayıda insanın kurban edildiği gerçeği, tapınak duvarlarına ikinci bir duvar gibi dizilen kurban kafataslarının, kafataslarından piramitlerin varlığının arkeologlarca ortaya çıkarılışından anlaşılabilir.
Huitzilopochtli’yi temsil eden put, çoğu kez, gıdası olarak kabul edilen kurbanlarının kanına bulanmış olarak betimlenirdi. Ancak bütün tanrılar adına düzenlenen kurban törenlerine, dini takvimin önemli tarihlerinin hepsinde ve tüm ayin yerlerinde rastlanırdı.
Mitos gereği kendisine kurban sunulan başka tanrılar da vardı. Bunlardan birinin, suyun, yağışın kıt olduğu bir yörenin insanlarının kafalarını taktıkları yağmur tanrı olmasında şaşılacak bir taraf yok. Hazır kan damlaları ile yağmur damlaları arasında çağrışım kurma olanağı da varsa! Aztekler, geçmişi Olmeklere dek dayanan Yağmur Tanrı Tlaloc’a, istediği “çocukları” kurban etmede duraksamamışlardı.
Tanrılara kurban edilen insanlar genellikle savaşlarda ele geçirilen tutsaklardan oluşurdu. Bu nedenle Azteklerde savaş kutsal bir nitelik kazanmıştı. Gerçek bir kahraman düşmanını öldüren değil, onu canlı olarak ele geçiren kimseydi. Bolca esir alınmışsa her savaşın sonunda kurban kesilirdi; eğer barış dönemi çok uzun sürerse, dost halklar arasında “zoraki savaş”a başvurulurdu; çünkü tanrıların gereksinimleri kesinlikle belirlenmiş ve ustalıkla resimlenmiş bir takvime göre belirleniyordu. Kısacası Azteklerde savaş dinsel nedenlerle yapılıyordu.
İnsan kurban etme törenlerinde tanrıçalara genç kızlar, tanrılara ise genç erkekler kurban edilirdi. Tören öncesi kurbanlar, yağmur tanrısının rengi olduğu kabul edilen maviye boyanırdı. Kurban töreni sırasında rahip bir hançer vuruşuyla kurbanın göğsünü yarar, çıkardığı kalbi tanrı ya da tanrıçaya sunardı. Çünkü kalp evrenin enerjisini simgeliyordu. Çoğunlukla kurbanın kafası bedeninden ayrılır, öteki yüzlercesiyle birlikte bu amaç için özel hazırlanmış olan bir anıtın üzerine konularak halka gösterilirdi. Bu gösteriye Tzompantli adı verilmekteydi.
Aztek savaşçıları tarafından her yıl alınan esirler içinden yalnızca bir tanesi Kanla Bezeme adı verilen tören için özel olarak seçilirdi. Tören gününe kadar kurbana onur konuğu gibi davranılır, Aztek savaşçıları onu sık sık ziyaret edip övgüler yağdırırdı.
Tören günü geldiğinde kurban, halkın rahatlıkla töreni izleyebileceği yüksek bir platforma çıkarılıp iple bağlanırdı. Yanında, birazdan kendisine saldıracak dört Aztek savaşçısına karşı kendini savunabilmesi için dört  adet mızrak ve çakmaktaşı parçaları yerine tüylerle bezenmiş bir savaşçı kılıcı bulunurdu.
Kurbanın dizine ya da ayak bileğine indirilecek güçlü bir darbe törenin kısa sürede bitmesini sağlayabilirdi. Ama böyle bir darbe hem tören kurallarına aykırıydı hem de savaşçıların onuruna leke sürebilirdi. Asıl amaç, silah kullanma sanatının en üst düzey örneklerini sergilemek, daha doğrusu kurbanın bedenini olabildiğince uzun bir sürede ellerindeki ince bıçaklarla kesmek ve kanını olabildiğince fazla dışarı akıtmaktı. Törene bu nedenle kanla bezeme adı verilmişti. En sonunda kurban, aldığı yaraların etkisiyle yorgunluk ve kan kaybından yere serilir, hala atan kalbi tören kurallarına uygun olarak yerinden sökülürdü.



Tüm bunlar olurken savaşta kurbanı yakalamış olan savaşçı olanları yalnızca izlerdi. Ancak tapınakta teşhir edilmek için kurbanın kafası gövdesinden ayrıldıktan sonra ölen adamın kanını içer, bedenini kendi evine götürürdü. Sonra kurbanın bedeni parçalara ayırıp, kurallar gereğince dağıtır, derisini yüzer ve ölü savaşçının etinin parçaları serpiştirilmiş mısır yemeğini yine tören kurallarına uygun olarak yemelerini için ailesini verirdi. Bunu kendi genç savaşçı oğullarının aynı yazgıyla yüzleşebileceğini düşünerek ağıt yakılması izlerdi. Bu acıklı “ziyafet” nedeniyle esiri yakalamış olan savaşçı görkemli giysilerini çıkarıp, tıpkı ölü esir gibi bedenini tebeşirle beyaza boyayıp tüylerle süslerdi. Ölü esirin yüzülmüş derisini tamamen kurutup, çatlayıp paramparça oluncaya kadar sırtından çıkarmaz ancak “sırtına getirme onurunu kazanmak için yalvaranlara” arada ödünç verirdi.
Bu uygulamanın kökeninde, Aztek tanrıları içinde en ilginçlerinden biri olan, yine yörenin Aztek öncesi tanrılarından olan Ksibe Tolec (Derisi Yüzülmüş Tanrı) olması büyük olasılıktır.  Bu tanrı yontularda derisi yüzülmüş, ağzı acıdan açık bir yüz ile gösterilirdi. Bitkiler dünyasının ve tarımsal yaşamın yıllık döngüsünü simgelemekteydi. Böyle bir aşkın özne kavramına, deri değiştiren (böylece gençleştiği düşünülen) yılan analojisiyle ulaşılmış olabilir. Derisi yüzülmüş izlenimi vermeye elverişli gözenekli bazalt taşından yontularında, bazen kucağında bir havuzcuk oluşturacak biçimde oturmuş gösterilir.
Tlachtli denilen bir sahada oynanan Ullamaliztli adlı bir top oyunu da hem Maya uygarlığında hem Aztek uygarlığında önemli dinsel törenlerden birisidir. Bu dini tören hem dünyanın algılanışıyla hem kurbanlarla ilişkilidir. Nitekim oyun alanı dört bölüme ayrılmıştır ve dolayısıyla dünyanın tasarımını simgeler. Oyun yolları da güneşin dünyaya can vermek için doğudan yeniden doğmadan önce yer altından geçmesi gereken dar geçidi temsil eder. İki takımın oyuncularının karşılaşmasıyla gün ve gece arasındaki evrensel çatışmanın simgesidir.
İspanyollar bölgeye geldiklerinde oynanmakta olan bu oyun, geçen iki bin yıllık sürede birçok değişiklikten geçirilmişti ve birkaç biçimi vardı. Bunların ortak yanlarından biri, 4 kilo ağırlığında lastik (kauçuk) bir topla, iki takım arasında oynanmasıdır. Ötekisi, topun elle ya da ayakla değil, deriden dizlik, kolluk, omuzluk, başlık ile korunmuş organlarla sürülmesidir. Ve oyunu kazanmak için, topun H biçimli alanda karşı takımın bölgesine girmesinin sağlanmasıdır. Ya da ortadaki alanın duvarlarındaki karşılıklı iki yuvarlak delikten (kaleden) geçirilmesidir.
Oyunun sonucu, ister kazansınlar ister kaybetsinler, oyuncuların tanrılara kurban edilmesiyle bağlanır.

Ölüm ve Öteki Dünya İnancı

Kolomb öncesi bütün dinler, ölümden sonra da bir yaşamın olduğunu ve öleni, ölüm nedenine bağlı olarak farklı bir kaderin beklediğini kabul etmişlerdi. Mayalar, yeraltındaki yaşamı düzenleyen dokuz gece tanrısının varlığına inanıyorlardı. Bir kurukafa biçiminde betimlenen ve deprem tanrısı olan Cimi, ölüler dünyasına hükmediyordu. Ixtab ise intihar ederek yaşamına son verenlerin tanrıçasıydı ve intihar edenlerin öbür dünyada sonsuz bir mutluluğa kavuşacaklarına inanılırdı. Ölülerin kaderini farklı yorumlayan anlayışlara Azteklerde de rastlamak mümkündü. Olağan bir ölüm durumunda, ölen kişi son amacına ulaşmak için ölüm tanrısı Mictlantecuhtli’nin katında, karanlıklar ve fırtınalar ülkesi olan Mictlan’da, uzun bir yeraltı yolculuğa çıkardı. Tuzak ve engellerle dolu olan yol, ölünün, başlangıçtaki hiçliğe düşen ruhunu iyice kurutup tüketirdi.
Çarpışırken öldürülen savaşçılarla doğururken ölen kadınları (doğum savaşla aynıydı) gıpta edilecek bir yazgı bekliyordu. Onlar Güneş Tanrı’ya kavuşacaklar ve savaş çığlıkları atarak her günkü yolculuğunda ona eşlik edeceklerdi. Yağmur tanrısı Tlaloc’un seçtiği kadınlar ve erkekler, yani boğularak, vücudu su toplayarak veya yıldırım çarpması sonunda ölenler, Tlalocan denilen yeşillikler içindeki yeraltı cennetinde sonsuzluğa uçacaklardı.
Kolomb öncesi toplumlarda, insanın ölüm ertesi tam bir hiçlikte tümüyle yok olduğuna inanılmadığı için, ölülerden korkulur ve onlara saygı gösterilirdi. Kolomb öncesi bütün toplumlar, özellikle de İnkalar, ister kendi ailelerinin ataları, ister köy topluluklarının efsanevi kurucuları olsun, ataları için özel ayinler düzenlerlerdi. Ölüler, doğaüstü güçler olarak algılanır ve saygıda kusur edilirse her an kötülükleri dokunabileceğine inanılırdı. Bir önlem olarak mezarlar evlerden uzakta, ya ağızları kapatılabilen mağaralarda yapılmış ya da kayaların içine oyulmuştur.



19 Haziran 2018 Salı

İstanbul Efsaneleri



Bir varmış, bir yokmuş… Allah’ın kulu çokmuş. ‘Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; eşek mühürdar, katır silahtar iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; yaranı safa, kızıştı kafa, ak sakal, kara sakal, berber elinden yeni çıkmış bir taze sakal… ‘Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorarmıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı. ‘Dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor. Şöyle ettim, böyle ettim, hanım yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık birlikte yola, ne sağa saptık, ne sola… Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yer gitmişiz… Ne dönülür geri, ne gidilir ileri, sana bir masal söyleyeyim bari gel beri…
‘Bir varmış, bir yokmuş. ‘Diyarların en güzeli, efsanelerin sultanı bir Şehr-i İstanbul varmış…


11 Haziran 2018 Pazartesi

Kutsal Sayılar


Annemarie Schimmel’in “Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri” adlı kitabından “Kutsal Sayılar” bölümü.
Keyifli Okumalar.
Zaman ve mekan sayılarla ölçülür; İslam da bütün dinler gibi belli sayıların önemi üzerinde durmuştur ve pek çok durumda Pisagorcu düşünceleri izleyerek vurgu özellikle tek sayılara yapılmıştır. Tek sayılara (bunlar eril kabul edilmişlerdir, buna karşın çift sayılar dişildir ve olumsuz çağrışımlarla doludur) ilişkin Pisagorcu tercih, İnnellahe vitrun, yuhibbu’l-vitre, “Allah tektir, teki sever” deyişiyle yansıtılmıştır. Bu nedenle pek çok davranış, üç veya yedi gibi tek sayılarla ifa edilir.
Rivayete göre Peygamber orucunu tek rakamlı günlerde açardı; Snouck Hurgronje, Arabistan’da bulunduğu zamanlarda, ziyaretçilere bir bardak çayın ardından başka bir bardak ikram edildiğini, ancak ziyaretçi dört bardak çay içmiş ise sayının çift olmaması için beşinci çayı mutlaka içmek zorunda olduğunu anlatır. Tek sayılar, yukarıda anlatılan olaylardan açıkça görüleceği gibi, Allah’ın birliği (gerçi Bir sayısı, deyim yerindeyse, gerçek bir rakam değildir) olarak ifade edilen İslamın temel doğmasına kolaylıkla bağlanabilir. Bununla birlikte Tanrı’nın mutlak birliği ve Tekliğine içten bir biçimde şahadet edilmesi sorunu, süfi düşünürleri ciddi sorunlarla karşı karşıya getirmiştir; çünkü yalnızca Tanrı’nın Birliğini telaffuz etmek bile konuşan bir öznenin varlığını peşinen kabul etmeyi gerektirir. Bu bakımdan tasavvufi düşünceye göre yalnızca Tanrı Kendi Birliğine şahadet edebilir; yalnızca O, Harraz’ın (ölm. 896 civarı) ifade ettiği gibi, ” ‘Ben’ deme hakkına sahiptir.”
Fakat yaradılış, Yaradan ve yaratılan ikiliğini gerektirmektedir; ayrıca mekan ve dizisel zamanın ancak yaratma eylemiyle varlık alanına gelmesi gibi, Tanrı da, kendisini gece ve gündüzün değişmelerinde, nefes alıp vermelerde, kap atışlarında, elektrik akımını meydana getiren pozitif ve negatif kutuplarda celal ve cemal sıfatlarının ardından gösterir. İlahi yaradılış sözcüğü olan kün (ol) (Arapçada kn), Mevlana’nın da sorduğu gibi ilahi Birliği gizleyen iki renkli elbise değil midir?
Kuran’ın (tıpkı Tevrat gibi) b harfiyle, yani Bismillahir… sözüyle başlaması ayetleri anlayanlara açıklayıcı görünmüştür. B harfinin sayısal değeri olan 2, yaratılmış her şeye içkin ikiliğe işaret eder, buna karşın alfabenin ilk harfi elif’in sayısal değeri olan 1 , Bir’in ve Tek Tanrı’nın şifresidir.

İslam, Hıristiyanlıktaki “üçlü-tanrıcılık” gibi, tanrı kavramının teslisçi biçimiyle amansız bir şekilde mücadele etmiştir. Bununla birlikte üç boyutlu bir dünyada yaşamamız nedeniyle Teslis düşüncesi, insanda köklü bir biçimde yerleşmiştir. Dolayısıyla kapıyı çalarken veya belli soruları veya nezaket sözlerini tekrarlarken olduğu gibi üç kez yinelenmesi gereken pek çok adet ve gelenek bir tarafa, kayda değer miktarda üçlüler halinde gruplandırılmış kavramlarla karşılaşılması şaşırtıcı değildir; Peygamber de sözlerini üç kez tekrarlardı.
Bir hadise göre dindar insanın hayatı üç aşamaya bölünmüştür: zahiri, şer’i ve ameli islam; inancın içselleştirilmesi olan iman; “iyi şeyleri yapmak” olan ihsan. İhsan, Tanrı’nın her an gördüğünü bilerek her davranışı ve ameli mümkün olduğu kadar iyi ve güzel yapmaktır. Kuran, Müslümana nefs’in üç aşamasından söz eder: ilk olarak nefs-i emmare bi’s-su, “kötülüğe teşvik eden nefs” (Yusuf Suresi: 53) ardından daha üst derecede bulunan ve bazen bilincimize bazen de bilinçsizlik halimize karşılık gelen nefs-i levvilme, ” (kendini) kınayan nefs” (Kıyamet Suresi: 2); son olarak da kendisi Rabbinden razı, Rabbi de ondan razı olmuş bir biçimde Rabbine dönen nefs-i mutmainne, “huzur bulmuş nefs” aşaması gelir (Fecr Suresi: 27, 28).
Tanrı’ya giden yol, fıkhın ana caddesini oluşturan şeriat, süfinin dar yolunu oluşturan ve sonuçta hakikat’e, yani ‘ilahi Gerçek’e veya sezgisel bilgi anlamındaki marifet’e ulaştıran tarikat olarak bilinir. Yoldaki her aşama tekrar üç dereceye bölünebilir: sıradan müminin [avam] uyacağı kurallar, seçkinlerin [havass] uyacağı kurallar ve seçkinlerin seçkinlerine yönelik [havassu’l-havas] kurallar.
Geometrik bir şekil, yani bir üçgen oluşturulabilecek ilk sayı olan üç, kuşatıcı ilke olduğu için çelişkiler ve gerilimler üçüncü bir öğenin devreye girmesiyle çözülür; seven (aşık) ve sevilen (maşuk) Sevgide (Aşk) birleşmişlerdir; zikr’in son aşamasında zakir, zikir’de zikredilen şeyle (mezkur) birleşir.
Ayrıca Sünnilik hariç teolojik üçlemeler de görülür: Şii İslamda Allah, Muhammed ve Ali birlikte adlandırılır; üç parçalı Şia ezanında, resmi metinlere dayanmasa bile, kelime-i şahadet’in genel biçiminin ardından Ali veliyullah, “Ali Allah’ın velisidir” cümlesi de eklenir. İsmaililer Muhammed, Ali ve imam üçlüsünü kabul ederler; üçün benzer düzenlenişleri başka Şii mezheplerinde de (bazen şaşırtıcı biçimde!) görülebilir, buna örnek olarak Muhammed ve Ali isimlerine Selman-ı Farisi isminin eklenmesini verebiliriz.
Eski zamanlardan beri, kaosa somut bir şeyde biçim kazandıran rakam Dört, karenin, düzenli evrenin sayısıydı: dört yön ve dört öğe, Dört sayısının bu düzene koyucu gücüyle ilgili bilinen en iyi örneklerdir. Manevi alanda dört başmelek bulunması gibi, veliler hiyerarşisinde dört evtad, “sütun” bulunmaktadır. Kisai bile bilgin cinlerin dört sınıfından söz eder. Dört kitap Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran, cenaze törenlerinde en az dört kez Allahü ekber denilmesinden ibaret olan “dört tekbir” kadar bilinen bir şeydir. “Dört Raşit (doğru yolda gideni halife) Hulefa-i Raşidin vardır; gerçi Peygamber’in ilk halifeleri olan bu insanların sayısı tesadüfi sayılabilir, fakat erken dönemlerden itibaren ortaya çıkan çok sayıda okulun billurlaşmış halinin yalnızca dört fıkıh okulu, yani mezheple sınırlı kalmasının tesadüfi olup olmadığı insanın zihnini kurcalar. İslam hukukunda erkeklerin en çok dört eş almasına izin verilmiş ve zina suçunun saptanması için dört şahit şart koşulmuştur.
Şehir ve binaların kare ya da haç biçimindeki kozmolojik modele göre inşa edilmesi İslamda da bulunabilir: Haydarabad – Dekken şehri, merkezini oluşturan dört şerefeli minare Çar Minar, bu düzenleyici ilkenin en güzel örneklerinden birisidir.

Char Minar
Dört sayısının düzenleyici gücü, Ali’ye atfedilen Nehcü’l-Belaga’daki birtakım ifadelerden açıkça anlaşılır:
İman, dört temel üzerinde durur: sabır, kesinlik {yakin] , adalet, gayret; sabrın dört temel direği vardır: şevk, şefkat, züht ve uyanıklık … (ve saire)
Aynı yapı, küfrü tasvir ederken veya şu gibi ifadelerde de tekrarlanmıştır:
Akıldan başka zenginlik yoktur; cehaletten başka fakirlik yoktur; iyi davranıştan başka miras yoktur; iyi nasihatten başka yardımcı yoktur.
İslamda özel konumu olan bir sayı, çok eski zamanlardan beri tanrıça İştar veya sonraki biçimi Venüs’le ilgili olan ve Maniheist kozmolojide merkezi yeri bulunan Beş sayısıdır. Beşli yapılar yalnızca kristal formlarında değil, bitkisel formlarda da bulunur; ve ayrıca Beş, beş duyuyla bağlantılıdır.
İslamda beş, Allah sözcüğünün beşinci ve temel harfi h’nin sayısal değeridir, fakat beş daha çok iman ve amel alanında ortaya çıkar: günde beş vakit namaz olduğu gibi, İslamın temel direkler [rükn] denilen beş şartı vardır (kelime-i şahadet, namaz, oruç, hac ve zekat). Nehcü’l-Belaga teşkilatlarındaki şedd kuşanma töreninde talibe, beş şartı hatırlatmak için şedd beş kat sarılır: günlük namaz; ehl-i aba, yani genellikle penç-ten, ‘beş kişi’ diye isimlendirilen ve Muhammed’in abası atındaki beş aile bireyi, yani Muhammed, Fatma, Ali, Hasan, Hüseyin); beş ulu’l-azm, şeriat getiren beş peygamber, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed; imanın beş şartı: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine, öldükten sonra dirilişe ve Allah’ın kaza ve kaderine iman”; ayrıca İbnü’l-Arabi’nin teozofisinde İlahi huzur, hazret’i de unutmamak gerekir.
Bir Haksari dervişinin sülükunda, adayın beş gusul’ü (tüm bedeni yıkamak) yerine getirmesi gerekir; tarikata yeni katılan salik beş hediye getirmek zorundadır ve kendisine beş aşamalı görevi hatırlatılır.
Beşli gruplandırmalar günlük hayatta ve inanç hayatında egemendir, ayrıca İsmaililer kadar ilk dönem Müslüman filozoflar tarafından da geliştirilen çeşitli felsefi sistemlerde de bununla karşılaşmak mümkündür.
Tanrı alemi altı günde yaratmıştır (Furkan Suresi:59) ve bu dünya mecazi dilde genellikle bir küp olarak tasvir edilir, bu küpün altı yüzünün merkezinde zayıf insan, dört öğe ve beş duyuyla prangaya vurulmuştur. Kuran’daki “Allah balarılarına vahyetmiştir” (Nahl Suresi:68) şeklindeki ifade belki de yaratılmış dünyanın uygun bir simgesi olan arı kovanının altıgen yapısına işaret ediyor olabilir. Eski bir büyü işareti olan “altıgen,” makrokozmik ve mikrokozmik üçgeni birleştiren altı köşeli yıldız gibi, İslam büyü külliyatında önemli bir rol oynar.
Pek çok dinsel gelenekte Yedi çok önemli bir sayıdır. Kabe’nin etrafında yedi kez tavaf etmek ve Mina yakınında yedi taş kullanarak Şeytan taşlamak (üç kez tekrarlanır) İslamdaki temel uygulamalardandır. Yedi, hem Samilerde (bu kutsallık, yedi felek kavramını kendilerine borçlu olduğumuz Babillilerin astronomiyle ilgili hesaplamalarından kalmadır) hem de İranlılara göre kutsaldır; İslam folklor ve psikolojisi, her iki kaynaktan da pek çok düşünceyi almış ve bu fikirlere eklemeler yapmıştır.

Tasavvuf yolundaki yedi makam veya yedi vadi, dünyanın pek çok yerindeki mistik geleneklerde yaygındır, fakat Nevrüz sofrasında heft sin [yedi s] olması tipik bir İran adetidir; bunlar isimleri s harfiyle başlayan yedi nesnedir (yiyecek, çiçek vb). Fakat bu adet İran bölgeleriyle sınırlıyken, kutsal yedi rakamının çeşitli veçheleri yaygın olarak kabul edilmiştir; Kuran’ın yedi katmanlı anlamı vardır, yedi kıraata göre okunur, ayrıca namazdaki bir rekat’ın yedi bölümden oluştuğunu da unutmamak gerekir. İslamın batıni yorumlarında, İlahi İsimlerin taayyünlerinin suretleri olarak açıklanan, aşkla kendilerinden geçmiş yedi melek ve ayrıca yedi büyük peygamber vardır. Peygamberler ve natık’lar, “konuşanlar” yedili devirlerine ilişkin oldukça karmaşık spekülasyonlar, İsmaili Şii İslamında yedinci imamın rolü ve bunun felsefi anıştırmaları Henry Corbin tarafından defalarca ele alınmıştır. İsmaililerin yediye yaptıkları vurgu, Londra’daki merkezlerinde bulunan yedigen çeşmeyle çok güzel bir biçimde simgeleştirilmiştir. Çünkü Yedi, sayısal tevilde manevi Üç ve maddi Dört sayılarının ideal bir bileşimidir ve böylece en mükemmel hayat yoluna işaret eder.
Fakat saliki nihai amacına ulaştırmak için gereken yedi aşama ve Cehennemin yedi kapısı varken (Hicr Suresi:44), buna karşın Sekiz, dinler tarihinde, ebedi mutluluğun, kemal ve sonsuzluğun sayısı olagelmiştir. Allah’ın Arş’ı, sekiz melek tarafından kaldırılmaz mı (Hakka Suresi:17)? Camilerin avlularında bulunan sekizgen çeşmeleri, semavi Arş’ın hatırlatıcısı olarak açıklama çabaları vardır. Cennetin, Cehennemden bir tane fazla olmak üzere sekiz kapısı vardır; bunun nedeni Allah’ın merhametinin azabından fazla olmasıdır. Sekiz katlı yol (Dağdaki Vaazda yer alan sekiz inayetle veya Budha’nın sekiz öğretisiyle karşılaştırılabilir), Cüneyd’in yolundaki sekiz tavsiyeye, Nakşibendi süfilerinin sekiz kuralına ve Haksari müritlerin sülükta öğrendiği sekiz hikmetli söze karşılık gelir.
Heşt Bihişt, “Sekiz Cennet,” Nizami’nin Heft Peyker, “Yedi Güzel” isimli eserine öykünen Emir Hüsrev’in Farsça yazdığı bir destandır; bahçeler, özellikle de bir türbenin etrafındakiler, Cenneti hatırlatması için sekizgen biçimde düzenlenir; buna karşın Gülistan (Gül Bahçesi) veya Baharistan (Bahar Bahçesi) adlı kitapların her birisi ideal bahçe biçimini hatırlatan sekizer bölümden oluşur.
Dokuz, yani büyütülmüş kutsal Üç, Türkler ve etkileri altındaki halklar arasında yaygındır; İslam astronomisinde dokuz felek kavramı görülür, Fars edebiyatında Nüh Sipihr, “Dokuz Felek” adlı eserlerin kaynağı budur. Dokuz, Türk hanedanlarında görgü kuralları ve resmi hayatta önem taşımıştır; öyle ki Moğol Hindistanında yüksek mevki sahibi bir insana dokuzun katları sayısınca hediye getirme adeti tokuz, “dokuz” sözcüğünü “hediye, ikram” terimine dönüştürmüştür.
On, Pisagorcuların zamanından beri mükemmellik ve tamlığın sayısı olagelmiştir ve Araplar ve Müslümanlar, onlu sistemi kullanmışlardır. Mükemmelliğe aşere-i mübeşşire, Peygamber’in Cennet müjdelenen on sahabesiyle ulaşılmıştır; menkıbelerin belirttiğine göre ünlü mürşitlerin etraflarında on gözde mürit bulunurdu. Osmanlıların onuncu padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman’ın, hicri onuncu yüzyılın başında doğması ve on oğlunun bulunması, Türk tarihçilerin ona çeşitli onlu olaylar atfetmelerine neden olmuştur; buna örnek olarak on ülke fethetmiş olması verilebilir.
Askeri birlikler (eski Roma’da olduğu gibi) tesadüfen on ve katlarına göre düzenlenmiştir. Öte yandan on sayısı, Şia’ya, genellikle Hüseyin’in şehit edildiği Muharremin 10. Gününü anımsatır ve Muharrem ayının ilk on günü boyunca okunmak üzere Dehname’ler, “On Kitap” yazılmıştır.
Burçların sayısı oniki, en çok kendileriyle oniki burç arasında gizemli bağlantıların kurulduğu Şia’nın Oniki imamında ortaya çıkar. İbnü’l-Arabi de, Kuran’da bahsedilen oniki melek kategorisinden söz eder.
Ondört rakamının önemi kameri bir sayı olmasından anlaşılabilir; ondört yaşındaki güzel bir oğlan genellikle parlayan güzelliği içinde bir dolunaya benzetilir. Bunun yanı sıra Şii İslamdaki Ondört Masum, kadim ondört koruyucu ruh, melekler ya da velilerle bağlantılıdır belki de. Ondört, dolunayın sayısı olduğu gibi, başka birtakım özelliklere daha sahiptir: Ayın menzillerinin yirmisekiz tane olması gibi Arap alfabesinde de yirmisekiz harf bulunur; batınilikte mülk, yani yaratılmış alemlerle ilgili görülen ondört tanesinin fonetik işareti vardır; diğer ondört harf ise basit harflerdir ve bunlar da meleklerin ve kuvvetlerin dünyası olan melekut’la bağlantılıdır; ayrıca ondört harfe şemsi harfler [güneş harfleri] (bu harfler, Arapçadaki el harf-i tarifinin l’siyle birleşirler), diğer ondört harfe ise kameri harfler, “ay harfleri” denilir. Ayın yirmisekiz menzili ile yirmisekiz harf arasındaki tekabüliyet, ortaçağın büyük tarihçi ve astronomu el-Birüni’nin, “Tanrı’nın kelamı” ile (harflerle vahy edilmiş şekliyle) “Tanrı’nın fiili”nin ay menzillerinde görüldüğü gibi yaradılışları gereği iç içe geçtiğini iddia etmesine neden olmuştur.
Başka yerlerde oldukça önemsiz olan onyedi islamda belirgin bir rol oynar: bir gün boyunca namazlarda kılınan rekat’ların sayısı onyedidir ve dokuzuncu yüzyılda Cabir ibn Hayyan onyediye dayanan oldukça ilginç bir sistem geliştirmiştir.” Türk-Müslüman geleneğinde onyedi sayısı kahramanlar ve savaşlarla bağlantılıdır; fakat zanaatkar loncalarının pirlerinin sayısı da onyedidir. Buna karşın onsekiz, Mevlana’nın Mesnevi’sinin giriş bölümündeki beyitlerin onsekiz tane olmasından dolayı Mevleviler tarafından sevilir. 18.000 alem, hayli erken dönemlerden beri bilinen bir kavramdır.
Ondokuz, vahid, “bir” sözcüğünün sayısal değeridir; bu nedenle de son derece takdir edilir; Bahailerin kutsal sayısıdır. Fakat genel olarak İslamda da önemli bir rol oynar; bu yalnızca Cehennemin ondokuz sadık destekçisi olmasıyla değil, Besmele’de ondokuz harf olmasıyla da ilgilidir (bununla birlikte bazıları Besmele’de yalnızca onsekiz harf olduğunu ileri sürmüşlerdir). Yedi peygambere ve Oniki İmama karşılık gelen yedi gezegen ve oniki burcun toplamı olması nedeniyle ondokuz sayısı Şii düşüncede önemli bir yer tutar. Fakat birkaç yıl önce bir Müslüman, Kuran’ın bütün yapısının ondokuza dayandığını bilgisayar yardımıyla kanıtlamaya giriştiğinde, kitabı büyük bir kuşkuyla, hatta nefretle karşılanmıştır.
Büyük rakamlar arasında Kırk sayısının müstesna bir önemi vardır. M harfinin sayısal değeri kırk değil midir? Bu harf özellikle Muhammed ismiyle, daha dar anlamda ise onun “semavi ismi” Ahmed’le bağlantılıdır: Ahmed ismi Ahad’dan, “Bir” – den yalnızca m harfiyle ayrıldığına göre insanoğlu kırk makam aracılığıyla Tanrı’ya ulaşmak zorundadır.
Kırk sayısının Ortadoğu geleneklerindeki yaygın anlamı hazırlanma ve arınma, yani sülük için genellikle sıkıntılı bir hazırlıktır: İsrailoğullarının çölde dolanıp durdukları kırk yıl, insanoğlunun çekmek zorunda olduğu başka birtakım çileleri simgelemektedir; Musa’nın kırk günlük orucu (A’raf Suresi:142), süfinin kamil maneviyatı elde edebilmek için yerine getirmek zorunda olduğu kırk günlük inzivanın (erbain, çile) örneğini oluşturur.
Günlük hayatta doğum yaptıktan veya ölümden sonra arınma için, kırk gün geçmesi gerekir; çünkü bu durumlarla ilgili tabulardan ancak bu süre içinde kurtulmak mümkündür. Pek çok önemli olay kırkla ölçülmüştür: tufan kırk gün sürmüştür; İdris, Hud ve Salih’e kırk yaşında peygamberlik çağrısı gelmiştir; aynı şey Muhammed için de geçerlidir; çünkü kırk tam olgunluk yaşıdır, bu durum yalnızca efsane ve özdeyişlerle değil, tarihsel olaylarla da doğrulanmıştır. Müslümanların inanışına göre ahir zamanda, kırk halifenin hükümranlığının ardından Mehdi zuhur edecek ve kırk yıl hüküm sürecektir.
Kırk veli -Türk dinsel kültüründe Kırklar- tasavvuf hiyerarşisinde önemli bir gruptur ve ehl-i suffe, yani Peygamber’in Medine’ deki evinin sundurmasında ikamet eden ve sonraki süfilerin ilkörnekleri olan fakir-dindar topluluğunun kırk kişiden oluştuğu iddia edilmiştir; onların anısına Haksari dervişlerin külahlarının etrafındaki bağ, birlikte bükülmüş kırk iplikten oluşur.
Kırk yuvarlak bir rakam olarak da kullanılabilir; Ali Baba’nın kırk haramiyle uğraşmak zorunda kalışının veya sivrisineğin Nemrut’un beynine girip kırk günde ölümüne yol açmasının nedeni budur. Peri masalları kırklarla doludur: bir batında kırk kız doğuran vardır; düğünler daima kırk gün kırk gece sürer; kahraman kırk savaşta muzaffer olur. Yasin Suresini kırk defa okuyan öğrenci sınavında başarılı olabilir. Kırk sayısının İran, Arap ve özellikle de Türk folklor ve edebiyatındaki bu kısmen hoş, kısmen de şaşırtıcı kullanımlarının sonu yoktur. Bütün bunların ötesinde birisiyle bir fincan kahve içmek, Türk töresine göre kırk yıl sürecek bir dostluk başlatır.
Büyük rakamlar arasında yetmişiki ve yetmişüç özellikle anılmaya değer; yetmişiki çeşitlenmiş çokluğun sayısıdır (tıpkı İsa’nın veya Kungfutse’nin [Konfüçyüs] yetmişiki müridi gibi), İslamda ise yetmişiki, yalnızca bir tanesinin kurtuluşa ereceği Müslüman fırkalarının sayısı olarak ortaya çıkar.
Doksandokuz ilahi isim vardır. Bunlara paralel olarak Peygamber için de doksandokuz “esma-yi şerife” belirlenmiştir; otuzüçlük veya doksandokuzluk namaz tespihleri bu İlahi İsimlere işaret eder veya dindar kişiye, tesbihat ve arzuhallerin doksandokuz veya katları kadar tekrarlanması gerektiğini hatırlatır. Ayrıca herkes “1001 Gece” Masallarının “sonsuz” sayısı 1001’in rolünün farkındadır.
Başka kültürlerde de olduğu gibi, Müslüman yazarlar da eserlerini anlamlı bölüm ve mısra sayılarına göre düzenlemekten hoşlanmışlardır: Cennet ya da dünyadaki kopyası bahçeyle ilgili kitapların genellikle sekiz bölüme ayrılması gibi, Gazali’nin İhya-u ulumi’d-din, “Din Bilimlerinin -daha doğrusu Kelamın- Canlandırılması” isimli eseri de dört bölüm ve kırk kısma bölünmüştür. Böylece kitap, okuyucuyu aşama aşama Tanrı’nın rızasına uygun bir yaşam için gerekli olan basit öğretilerden, aşk, şevk ve tevekkül gibi hayatın derin tasavvufi yönlerine taşır. Eserin ana bölümü Muhammed’e ayrılmıştır, son bölüm ise ruhun Tanrı’yla karşılaşacağı ölüme ayrılmıştır. İşte bu, insan ömrü boyunca süren kırk aşamalı yolun nihayetidir.
Ayrıca Attar’ın Musibetname isimli eseri, sonunda nefsin ruh deryasında fani olduğu çile’nin kırk gününü şiirsel olarak tasvir etmektedir. Hintli Müslüman şair Galib (ölüm. 1869), Peygamber için 101 dizelik bir na’t, Peygambere övgü yazdığında, asıl niyetinin 100.000 dize yazmak olduğunu dile getirmiştir: O halde 101, en azından bu amaca giden bir adımdır; çünkü her uyak binlerce kez tekrarlanacaktır. . .
Kaynak: Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri – Annemarie Schimmel (S.112-122)
Yazar Hakkında;
İslam tarihi ve kültürüyle henüz onbeş yaşındayken tanışan Annemarie Schimmel (1922 Erfurt-2003 Bonn) 1941 Kasımında ilk doktorasını, 1945’te Memluk tarihi üzerine hazırladığı teziyle ikinci doktorasını aldı. Aynı yıl Marburg Üniversitesi’nde ünlü dinler tarihi profesörü Friedrich Heiler ile çalışmaya başladı. 1954’te Ankara Üniversitesi’nde Türkçe olarak dinler tarihi dersi okuttu. Beş yıl sonra Almanya’ya geri döndü. 1969’dan emekliliğine kadarki yirmibeş yıl boyunca Harvard Üniversitesi’nde Hint Müslüman kültürü konulu dersler verdi. Daha sonra Bonn’a geri döndü ve Almanya’da Sanskritçe alanında ilk kürsünün açıldığı Bonn Üniversitesi’nde kendisine fahri profesör unvanı verildi. 1997’de aynı üniversitede, Hint Müslüman kültürü konusunda Annemarie Schimmel Kürsüsü kuruldu. Schimmel’in asıl uzmanlık alanı İslam edebiyatı ve tasavvuftur. Schimmel’in seksenden fazla kitabı yayımlanmıştır. Deneme ve konferanslarının, bilimsel topluluklara yaptığı başkanlıkların, üniversitelerden aldığı fahri doktorlukların, ödül ve madalyalarının listesini yapmak neredeyse olanaksızdır.

Eski Dünya’nın Efendileri


Devleri Kim Bilmez, kim tanımaz! Kocaman boyları, korkunç güçleri, çoğunlukla kötü huyları, serüvenleriyle dünya mitolojisini, masal dünyasını, eski destanları doldurmuşlardır. Devleri bilmeyen, tanımayan, anlatmayan ırk yoktur denebilir; devlerden yararlanmayan, onları çarpıcı, korkutucu bir unsur olarak kullanmayan masal, efsane, mitos olmadığı gibi.
Acaba devler neden böylesine yaygın bir unsur olup bütün sınırları aşmış, ilkel toplulukları, eski toplumları, büyük uygarlıkları etkilemişlerdir? Acaba çok eski, adeta unutulan çağlarda devler var mıydı? Acaba mitosların arkasında artık insanoğlunun belleğinden silinip yalnız efsanelere, masallara sığınan bir gerçek mi yatıyor? Ya da, Jung’un tanımlamasıyla, devler düşlerimize giren atalardan kalma hatıralar, ilk örnekler, büyük görüntüler midir?
Devlerin varlığını destekleyen görüşlere geçmeden, devlerin izlerinden, fosillerden hatta son yıllarda görülen devlerden söz açmadan, masalları, efsaneleri, mitosları karıştırarak bu yaratıkları tanımaya çalışalım.
Türk mitolojisiyle ilgili bir kitapta şu bilgileri buluyoruz:
”Türk mitolojisinde olduğu gibi, hemen bütün ulusların mitolojilerinde görülen devler, görünüş bakımından çok defa insan uzuvlarından alınarak büyütülmüş, biçimlendirilmiş korkunç yaratıklardır.
Gövdeleri çok büyüktür. Olağanüstü güçlüdürler. Tanrılarla savaşır, kahramanlarla uğraşır, ama sonunda öldürülürler.
Bunlar bir dağı yerinden kaldırıp öbür dağın üstüne koyar, tanrılarla savaşmak üzere göklere doğru tırmanırlar.
Devlerin birden yüze kadar gözleri, ikiden çok elleri, ayakları, başları vardır. Devler en çok doğuda Hint mitolojisinde, Batıda Kuzey Avrupa mitolojisinde görülür. Bunların yanı sıra başka uluslarda, hatta perilerle, aşk hikayeleriyle süslü Yunan mitolojisinde de epeyce yer alırlar. ·
Türklerde dev olaylarının en bilinenlerinden biri Sümer Mitolojisinde görülür:
Sümerler’in Asakhu, Enmeşarru ve Zu adında üç büyük devi vardır. Bunlardan Asakhu hastalıkları verir, karanlıkları temsil eder, bir tanrı ayarındadır. Enmeşarru ise bir dev ve ölüm tanrısıdır. Bu devler ünlü tanrı Enlil’i öldürmüşler ama, sonradan bu tanrı canlanmıştır. “Enuma Eliş” destanında bu üç devin adı vardır.
Kainatın yaratılışı sırasında “Kingo” adında korkunç ve kudretli bir dev türemiştir. Kumarbi efsanesinde geçen “Uuelluri” adındaki dev ise gökle yeri sırtında tutardı. Bu dev, Kumarbi’nin Diyorit taşından yapılmış oğlunu sağ omzu üzerinde büyüttü, az zamanda suların içinde uzanarak boyu göklere kadar ulaştı.
“Alatkak” adındaki dev de Kırgız efsanelerinde yer almaktadır. İran efsanelerinde Hükümdar ve kahramanlarla savaşan korkunç devlerin maceraları, yakındoğu Türkleri arasında da yayılmıştır.
“Div-i Sefit” yani “Ak Dev” ile “Erjenk” bunların ön planda gelenleridir. Ak Dev’in bulunduğu yerde büyü ve sihir yapmakta çok usta devler vardır. Bu dev İran kahramanı Rüstem ile savaşmış sonunda öldürülmüştür. Ak Dev boncuk gözlü, arslan tüylüdür. Eni ve boyu yeryüzünü kaplayacak kadar büyüktür.
Erjenk ise devlerin kumandanıdır. Rüstem bununla da savaşmış sonra öldürülmüştür.
Bir İran minyatüründe Rüstem’in Ak Dev’le mücadelesi
Bir İran minyatüründe Rüstem’in Erjenk’le mücadelesi
Diğer bir İran minyatüründe Rüstem Erjenk’i öldürüyor
Halk ağzında bir de “Dev Anası” dolaşır: Bunun iki uzun, büyük memesi vardır. Biri sağ omuzunda, öbürü de sol omuzunun üzerinde asılıdır. Eğer yolda bir kimse rastlarsa da ona iltifat etmez, memelerini emmezse dev anası onu yok eder. iltifat ederse, onu alır, iyi davranır, korur.
Bir korkunç dev daha vardır ki ona da “Rüzgar Devi” denir. Bu dev gözlere pek görünmez, görünse de ona silah işlemez, rüzgardan daha çabuk havalara uçar. Cadılarla Ejderhalar nasıl tılsımları bozulunca ölürlerse, devler de tılsımları bozulursa ölürler. Rüzgar devi denilen bu devi öldürebilmek için, tılsımını bozmak gerekir. Bunun tılsımı da çok uzaklarda bulunan bir adadır. Bu adayı bulmak çok güçtür. Orada bir öküzün yanında içinde üç güvercin bulunan bir kafes vardır. Önce ada, sonra öküz ve kafes bulunur da içindeki üç güvercin öldürülebilirse, tılsım bozulduğu için, Rüzgar Devi de ölür.”
Mitoslarda yücelen, gerçekten olağanüstü bir tanrı ya da yarı-tanrı özellikleri olan, kahramanlarla savaşan, evrenle ilgili işlere karışan devler halk masallarına girince yüceliklerini kaybederler. Masaldaki dev büyücü sınıfına girer, tılsımlara bağlı kalır. Başka bir deyimle masaldaki dev devliğini kaybeder. Dolayısıyla devlerin altın çağını, tanrılarla, insanlarla epik kavgalarını mitoslarda aramak gerekir. Yunan mitolojisinde·tanrılaşmış devleri sonradan masallara karışan devlerden ayırmak biraz güçtür. Buradaki devler, tanrılar arasındaki ilişkilerin ürünüdür; yine de tanrı derecesine pek ulaşamazlar.
Devler sürekli o­larak tanrılara, tanrıların getirmiş olduğu düzene karşı çıkan, ilkel gücü belirleyen yaratıklardır. Toprak Ana Gea’nın oğulları olan, Uranus’un parçalanmış vücudundan doğan devler (Titanlar, Briareus ve kardeşleri, Kikloplar v.b.) Olimpos dağını bile yağma etmeye kalkarlar ve Zeus’un şimşekleriyle bozguna uğratılırlar. Bir ara Zeus Herkül’ü yardıma çağırır, Yalnız başına bu görevi başaramayan Herkül, devlerin dikkatini dağıtmak için, Afrodit’le Hera’nın güzelliklerini kullanmak zorunda kalır.
Aslında Yunan mitolojisinde devler konusunda zıtlıklar vardır. Devler bazen tanrılara karşı çıkar. onları tehdit eder, ölümsüzlüklerinden yararlanmaya kalkarlar. Bazen, Atlas ya da çocuklarını yiyen Satürn gibi tanrılaşırlar.


Jacob Jordaens’in bu eserinde Odysseus ile dev Polyphemos resmedilmiş

Odysseus ile dev Polyphemos

Louvre Müzesi’nde (Fransa) bulunan bu Antik Yunan vazosunda Odysseus ile dev Polyphemos 
görülüyor


Güneşi arayan Kör Orion (Nicolas Paussin – 1658)
İskandinav ülkelerinde devler, tanrılarla savaşırlar ama, kimi denizde, kimi dağlarda, kimi rüzgarın içinde yaşarlar. Dünyanın ortasında yükselen Yggdrasil ağacının üç kökünden biri Dondurulmuş Devlerin ülkesinden geçer. Evren’in başlangıç noktası da bir devdir: Ymir. Bu dev ilk erkeği ve kadını yarattığı gibi dondurulmuş devleri de yaratmıştır. Ymir’in yaratıkları olan insanlarla devIerin dünyalarını Midgard duvarı ayırır.

Ymir’in resmedildiği bir tasvir
İskandinav mitolojisinde de tanrılaşan devler olur. Genel bir kural olsa gerek, çünkü burada da devlerle tanrılar karışır, kaynaşır ve devlerle insanlar düşman olurlar. Cenneti dondurulmuş devlerden koruyan, dokuz bakirenin oğlu Beyaz dev Heimdall ya da dev oğlu kötü Loki bu çeşit tanrılaşmış devlerdir. Bütün bu aile bağlarına rağmen bazen tanrılar devlerle çarpışmak zorunda kalırlar; o zaman Yüce Tanrı Thor bütün ağırlığını ortaya koyarak işe karışır ve devleri bozguna uğratır.


Thor’un Devlerle savaşı


James Taylor Gray’in eserinde Thor’un Devlerle savaşı
Eski Yunanlılar, İskandinavlar gibi Mayalar ve İnkalar da devlere, tayfundan önce yaratılan ilk ırkın devler ırkı olduğuna inanırlardı. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir deprem dizisinden sonra yeryüzünden silinen Kinametzin devlerinden söz edilir. İkinci dönemde yer alan bu olaydan sonra insanlar dünyaya egemen olur, kalan devleri yok ederler.Yeni Gine yerlilerinin bir mitosunda iyi kalpli ve Tagaro ile kötü ruhlu dev Suke’nin kavgası anlatılır. Devlerin yaşadığı çağda geçen bu olayda Tagaro, Suke’yi bir uçuruma atıp dünyayı son kötü devden kurtarır.


Vatikan Kodeksi’nde yer alan bu tasvirde Meksika’nın dağlık bölgelerinde bir grup yerlinin bir devi yakalayışı ve öldürüşü resmedilmiş
Hitit mitologyasında Tanrılara yardım etmek için devlerle savaşan ve onları bozguna uğratan bir kahramanın hikayesine rastlanır. Yunan tarihçisi Herodotos’a göre eski Mısırlılar’ın ilk kralı dev Herkül olmuştur. Bu dev Kral Yunanlıların Herkül’ünden ayn bir tanrı sayılır.


Bu Eski Mısır duvar çiziminde insanlar tarafından ele geçirilen devler tasvir edilmiş



Bu Eski Mısır duvar çiziminde ise bir firavun dev olarak tasvir edilmiş



Sümerler’den kalma bir çizimde resmedilen devler
Devlere geniş yer veren, hatta onlardan gerçek yaratıklar gibi söz eden ilginç bir kaynak Tevrat’tır
”Ve çaşıtlamış oldukları memleket hakkında İsrael oğullarına fena haber getirip dediler: Çaşıtlamak için içinden memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir; ve içinde gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefilimden (iri adamlar) olan Anak oğullarını, Nefilimi gördük; ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik ve onların gözünde de öyle idik.” (Sayılar, Bap 13, 32-33). “Çünkü Fefalardan artakalan ancak Başan kralı Og vardır; işte onun yatağı demir yataktı; o Ammon oğullarının Rabba şehrinde değil midir? İnsan arşınına göre uzunluğu dokuz arşın ve eni dört arşın idi.” (Tesniye Bap, 3, 1 1).
Dev Golyad’ı öldüren genç Davut’un hikayesi Toltekler’in efsanesine benzer biçimde, insanoğlunun son devi nasıl ortadan kaldırdığını anlatır.
“Ve bundan sonra vaki oldu ki, Gezerde Filistinlilerle cenk çıktı; o zaman Huşalı Dev Sibbekay Rafa oğullarından Sippayı vurdu ve onlar baş eğdiler. Ve yine Filistinlilerle cenk oldu; ve Yairin oğlu Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşi Lahmiyi vurdu, onun mızrağının sapı çulha sapı gibi idi.” (1. Tarihler, Bap 20, 4-5).

Bir Gustave Dore eserinde (1866) Davud’un Golyat’ı öldürüşü
Koca yataklarda yatan, insanlar tarafından savaşlarda yokedilen bu yamyam devlerin kimin tarafından yaratıldığını Tevrat şöyle açıklar:
Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim vardı; bunlar eski zamanda zorbalar, şöhretli adamlardı.” (Tekvin, Bap 6,4).
Başka bir deyişle, devler, Tanrıların ve insan kızlarının oğulları, eski, unutulan çağların dehşet saçan kahramanlarıdır.
Bütün bu mitoslar, efsaneler, dini inançlar sınır tanımayan bir zamanı canlandırıyor. Çok eski çağlarda tanrısal bir ırktan kalma (Tevrat’taki “Tanrının oğullan”) ya da tanrısal ırkla insan oğullarının karışımından doğan devler yeryüzünde yaşıyordu. Bir süre sonra Kral ve Tanrı durumuna gelen bu devler ilkin Tanrılarla mücadele ettiler, sonra birbirlerine saldırdılar, sonunda insanların başına bela kesildiler. insanlarla devlerin karşı karşıya gelmesi devlerin son çağına rastlar. Devler artık, belki Tanrılar tarafından red edildikleri için, ünlerini kaybetmişlerdir ve insanoğlu bu son perişan devlerin hakkından gelir.
Devlerin düşüşü mitoslardan, efsanelerden çok daha açık bir şekilde masallarda anlatılıyor. Bir derginin özel sayısında şöyle yazar:
“Dev, Türk masallarının önemli kahramanlarından biridir. Bazı yerde hem biçim, hem ruh yapısıyle insana benzer, Çokluk çok büyük gövdelidir. Tozu dumana katarak yıldırım hızıyla gider. Bir aylık yolu bir saniyede aşmak onun için işten bile değildir. İnsan eti yemesini sevdiği için, bir yerde insan bulunup bulunmadığını kokusundan anlar. Çoğu zaman, çevresi yüksek ve kalın duvarlarla, dikenli bahçelerle çevrili büyük köşklerde, kendine özgü saraylarda yaşar. En değerli eşyalar,
hiç kimsenin. ele geçiremeyeceği, ama herkesin, hatta padişahların bile özledikleri dünya güzelleri, hiçbir yerde bulunmayan meyve bahçeleri, sihirli güvencinler, her telinden binbir ses çıkan çalgılar, sihirli kılıçlar, başınıza geçirdiğiniz zaman sizi hiç kimseye göstermeyen külahlar, sihirli sarayların kapılarını açan anahtarlar bu devlerin buyruğu altında, onların köşklerinde, saraylarındadır.
Bunların bir memeleri arkalarında, öteki memeleri önlerindedir. Yanlarında size bir dervişin öğrettiği usulle ve iyi sözlerle yaklaşır, arkalarındaki memelerini (anacığım) diyerek emerseniz size bir evlat gibi davranırlar, bir yerinize dokunmazlar. İstediğiniz şeyi verirler. Ne güçlüğünüz varsa giderirler. Devler kendilerine kötülük yapmak isteyenleri ele geçirirlerse, kızartarak yerler. Fakat en sonunda, her zaman, insanoğlu tarafından, bazen de bir rastlantıyla çeşitli yollar ve kurnazlıklarla canları cehenneme gönderilir. DevIerin her zaman yardımcıları vardır. Arap Bacılar, çokluk insan ruhunda ve karakterinde görünen dev oğlanlar ya da kızlar, bu yardımcıların arasındadır.”
Türk masallarında olsun batı ya da doğu masallarında olsun, dev eski kişiliğinden, yüceliğinden çok şeyler kaybetmiştir. Korkunç olmasına korkunçtur, olağanüstü bir yaratıktır ama çokluk gülünçtür. Eski mitoslara renk katan devlerin bir çeşit karikatürüdür. Hem insanlardan ayn yaşar, onlara düşman olur, hem de onlara özenir. İnsanın güçlükle erişebileceği yerlerde oturur ya da gizlenir; yardımcılar kullanır, büyü ile uğraşır; artık gücüne güvenmediği için lüks içinde boğulur. Masallar daha önce çizdiğimiz zamanın son dönemini anlatıyor. Devler çöküyor ve sonunda insan tarafından öldürülüyor. Masallardaki devler artık yalnız çocukları korkutabilir ve birçok masallarda, çocuk hikayelerinde çoklukla küçük çocuklarla uğraşırlar.
Kutsal kitaplardaki devler; çeşitli mitoslarda yer alan devler; Homeros’un tek gözlü Kiklopları; gemici Sinbad’ın arkadaşlarını çiğ çiğ yiyen dev ve bunlara benzer yüzlerce örnek nereye varır, bütün bunların çıkış noktası nedir? Yoksa bütün bunlar, sürekli olarak öne sürülen çok eski zamanlarda dev bir ırkın, garip bir değişiminin varlığını mı açıklıyor?
Devlerin varlığını destekleyen, klasik bilimin kabul etmediği, Nazilerin çok tuttuğu bir kuram vardır: Hanns Horbiger’in Welteilehre’si (Ebedi Buz Doktrini). Kopernik’e meydan okurcasına bütün bilimsel kurallara karşı çıkıp yeni devrimci bir kavramı öne süren Horbiger’in adı, 1925’te yaptığı açıklamayla, dünyanın, ö­zellikle Almanya ve Avusturya’nın dikkatini çekti. Yeni bir siyaset anlayışı kurmakta olan Hitler gibi Horbiger de, altmışbeş yaşına bastıktan sonra, Alman halkını kurtaracak, yükseltecek yeni bir bilimsel anlayışı savunuyordu. Bu savunma ilk başta Nazilerin yöntemlerine uygun biçimde geniş bir örgütle, büyük imkanlarla, binlerce taraftar ve özellikle genç Naziler arasından seçilmiş zorbalarla yapılıyordu. Doktrini açıklayan kitaplar, dergiler, broşürler yayınlamaktan başka Horbiger, halkı galeyana getirebilecek, ulusal ve ırki coşkulan kamçılayabilecek sloganlar da yaratıyordu:
“Kuzeyli atalarımız karların ve buzların arasında yaşadıkları için güçlüdürler… Ebedi Buz Doktrini Yahudi politikacıları kovdu; İkinci bir Avusturyalı, Horbiger, Yahudi bilim adamllarını kovacaktır.”


Horbiger
Horbiger’e başından beri inanan, destekleyen Hitler, yepyeni bilimsel doktrinin havasına kapılarak buna benzer konuşmalar yapıyordu: ”Yahudi ve liberal bilime karşı çıkan kuzeyli ve ulusal-sosyalist bir bilim var!” Aslında Horbiger, Hitler’in klasik anlamda bir politikacı olmadığı gibi klasik anlamda bir bilim adamı da değildi. Viyana Teknoloji Okulunda öğrenimini tamamlamış sonradan kompresör uzmanlığı yapmış ve 1894’te icat ettiği yeni bir musluk sistemiyle servete kavuşmuş amatör bir astronom ve astrofizikçiydi. Tanrı tarafından kutsanan deha mucit Horbiger’in başlıca tutkusu suyun çeşitli durumlarıydı; doktrinini de buz konusunda çalışmalarını yürütürken kurmuştu.
Horbiger’in Ebedi Buz Doktrini, tarihten antropolojiye, astronomiden jeolojiye kadar bütün bilim kavramlarını yok edip, yeni, orijinal, çarpıcı bir görüş getirmek amacındaydı. Bu görüş şöyle özetlenebilir: Horbiger’in kozmogoni kuramına göre Ay dünyamızın ilk uydusu değildir; birçok Ay’lar olmuştur ve her jeolojik çağda değişik bir uydu dünyamızın çevresinde dönmüş, her çağ bu Ay’ın dünyaya düşmesiyle kapanmıştır. Ay dünyamızın çevresinde kapalı bir elips çizerek dönmüyor, tersine dünyaya yaklaşan bir spiral yaratıyor ve bu spiral daralınca Ay dünyanın üzerine düşüyor.


Her çağda, yüzbinlerce yıl boyunca, Ay dünyanın çevresinde dönmüş, yaklaşmış yaklaşmasıyla yerçekimi kurallarını bozup ayçekimi olayına neden olmuştur. Bu dönemlerde, organizmalar olağanüstü büyümüştür. Birinci Zamanın sonundaki dev bitkileri, İkinci Zamanın so­ nundaki dev yaratıkları bu irileşmeye örnek verebiliriz. Üçüncü Zamanda, Ay’ın uzaklarda olduğu bir dönemde, insanlar türüyor ve bu ilk insanlar, İkinci Zamandan kalma devlerin yönetimi altında, uygarlıklar kuruyor. Üçüncü Zamanın sonunda Ay düşünce devlerin çağı da sona e­riyor, arta kalan, bozulan, yamyamlaşan devler insanlar tarafından öldürülüyor. Horbiger’in Efsanevi Tarihi ırkçı kuramdan başka bir şey değilse de dünya mitologyasına bütünüyle bağlı bir sisteme dayanıyor. Horbiger’in doktrini, bunu hala sürdürenler karanlık kalmış birçok tarihi esrarları bu kuramlara dayanarak açıklıyorlar.
Bizim amacımız Horbiger’in görüşünü savunmak değil, oldukça karmaşık bir şekilde ortaya attığı kuramla eski mitos, gelenek ve inançlar arasında görülen bağlantıyı belirtmektir. Daha önce de sözünü ettiğimiz Toltek kozmogonisi dünya tarihini dört ayrı çağa ayırıyor:
– Birinci çağ ve dünyanın yaradılışı. Bu çağ büyük bir tayfunla sona eriyor;
– İkinci çağ ve devler. bu çağ düyayı kasıp kavuran yer sarsıntılarıyla bitiyor;
– Üçüncü çağ ve devleri öldüren insanlar.
– Çağımız olan ve genel bir patlama ile bitecek olan Dördüncü çağ.
Yeni Gine yerlilerinde de benzer motiflere rastlanılmaktadır:
Çok eski zamanlarda insanlara yardım eden devler vardı. Sonradan bu devlerin huyu değişti; insanlar kötüleşen bu devlere kurban kesmek zorunda kaldılar.  Ardından da bu baskıya dayanamayarak isyan edip devleri öldürdüler.
Bu örneği daha önce sıralamış olduğumuz çeşitli mitolojik olaylara ve inançlara eklersek Horbiger doktrininin genel bir çizgiden yararlanmış olduğunu görürüz. Şu var ki Horbiger’in kuramı bilimle sürekli çatışmaktadır;
Alman kompresör uzmanına göre çok eskiden uzayda, güneşten milyonlarca defa büyük bir nes­ne vardı. Bu nesne, kozmik buzlardan bileşik dev bir gezegenle çarpıştı, dev gezegen olağanüstü büyüklükteki güneşin içine saplandı. Aradan yüzbinlerce yıl geçti, dev güneş içinde meydana gelen buharın baskısı altında patladı ve uzayı dolduran yıldızları, gezegenleri yarattı.
Çağdaş bilim evrenin bir patlamanın sonucunda yaratıldığını kabul eder.Bir yoruma göre evrenin bütünü patlayan bir atomun içindeydi, gezegenler ise güneşin kısmi bir patlamasından ortaya çıkmışlardır.
Horbiger 1930’larda öldü, ama yakl􀂀aşık olarak bir milyon kişi hala doktrini izlemekte. Kimi, İngiliz Beliamy gibi, yeni bir antropoloji kurmaya çalışıyor, kimi, Fransız Denis Seurat gibi, devlerin uygarlığını araştırıyor, kimi de, Alman yazarı Elmar Brugg gibi, Horbiger’i kabul etmeyen geleneksel bilime karşı savaşını sürdürüyor.
Ebedi buz Doktrininin yaratacısını bir bilim adamı kabul etmek imkansızdır; Hitler’in ulusal-sosyalizmini ve Nazi örgütünü besleyen kuruluşları etkileyen Horbiger’in kuramı bir çeşit gizemciliği aşamamıştır. Ancak çok sonradan Horbiger’in doktrini gereğiyle araştırıldı, derinleştirildi; devlerin, kayıp ülkelerin esrarengiz uygarlıkların sırrını açıklayabilecek nitelikte bir anahtar olarak kullanıldı.
Devlerden söz eden mitoslardan, efsanelerden, masallardan birkaç örnek verdik, devlerin varlığını bilimsel biçimde açıklamaya yeltenen bir kuramın başlıca noktalarını özetledik; yine de sorun bir açıklığa kavuşamamıştır. Ayrıca da çok önemli bir soru ortaya çıkar: Devlerin gerçek izleri bulunmuş mudur, dünyanın herhangi bir yerinde dev bir insan ırkına rastlanılmış mıdır?

Gustave Dore’un bu eserinde Titanlar resmedilmiş
Dev bir yaratıkla ilgil ilk keşiflerinden biri, 14. yüzyılın ortalarında Dekameron’un ünlü yazarı Boccacio tarafından açıklanıyor. Boccacio, “Geneologia Deorum” (Tanrıların Şeceresi) adlı eserinde, Sicilyada Trapani şehrinin dolaylarındaki bir mağarada keşfolunan tek gözlü dev Polifemo’nun iskeletinden söz ediyor. Kemiklerin, en azından 9-10 metre boyundaki bir dev’e ait olduğunu belirten Boccacio, böylece Agrirento’lu Empedokles’in savını destekliyordu. Agrirenyto’lu Empedokles, M.Ö. 440 yılında, Homeros’a dayanarak çok eski zamanlarda Sicilya’da devlerin yaşadığını öne sürmüştü. Boccacio’dan üçyüz yıl sonra Cizvit bilim adamı Athanasius Kircher de bu kemiklere değiniyor. Aradan yıllar geçince, ünlü kemikler kayboluyor, çağdaş bilim bunlara fil kemikleri etiketini koyup olayı kapatıyor.
Benzer bir olay 1577’de İsviçre’de Willisau’da görülüyor: Bir kazı sırasında kocaman bir iskelet bulunuyor. Zamanın ünlü anatomi uzmanı Doktor Felix Platter uzun incelemelerden sonra kemiklerin 5.80 m boyunda tarihöncesi bir􀀙 adama ait olduklarını açıklıyor. Olayı duyan Göttngen Üniversitesi anatomi profesörü J.F Blumenbach, kemikleri inceledikten sonra bunların aslında tarihöncesi bir file ait olduğunu kesinlikle açıklıyor.
Aynı dönemde benzer iskeletler, kemikler İngiltere’de Gloucester’de ve özellikle Güney Amerika’da keşfediliyor. Güney ve Orta Amerika’da meydana gelen olaylar oldukça ilginçtir; Guatemala’da yaşayan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı sayılan Popol Vuh’un aktardığı olayların yanı sıra Meksika fatihi (1519-1522) İspanyol Hernan Cortes’e yerliler tarafından gösterilen, bazıları Cortes tarafından İspanya Kralına gönderilen dev insan kemikleri bu örneklerdendir.
Yazar Bernal Diaz del Castillo’ya göre:
“Eskiden bu topraklarda gayet uzun boylu erkekler ve kadınlar yaşardı; kötü ruhlu olduklarından büyük çoğunluğu yerliler tarafından öldürüldü.”
Amerika devleriyle karşılaşanlardan biri de ünlü Portekiz gemicisi Macellan’dır. Macellan’ı izleyen Antonia Pigafetta’nın yazdıklarına göre 1520 yılının Haziran ayında San Julian’da gemiciler bir devle karşı karşıya gelmişlerdi:
“Öylesine uzun boyluydu ki başımız beline kadar varamıyordu; sesi de bir boğanınkine benziyordu.”
Macellan bu dev yaratıkların ikisini ele geçirip gemisine aldı; Avrupa’ya götürecekti. Ancak gemi Ekvator’a varmadan ikisi de öldüler.
Devlerle karşılaşan yalnız Macellan değildir. Sir Francis Drake, 1578’de San Julian’da ikibuçuk metre boyunda yerliler gördüğünü hatıralarında belirtmişti. Drake’ten sonra Pedro Sarmiento, Tome Hernandez, Anthony Knyvet ve Sebald de Weer gibi gemiciler Büyük Okyanus kıyılarında kimi 3 kimi 3,60 boyunda yaratıklarla karşı karşıya gelmişlerdi. Bu arada özellikle Patagonya’da sık sık devierin izlerine rastlanılıyor. 1712’de Şili’de Valdivia bölgesini yöneten İspanyol hükümeti Patagonya’nın içlerinde üç metre boyunda bir yerli kabilesinin yaşamakta olduğunu resmen açıklamıştı. 1764 yılında Cabo Virgines’ın yakınlarında bu dev yerlilerle karşılaşan, ünlü İngiliz ozanı Byron’un dedesi Commore Byron izlenimlerini şöyle anlatıyordu:
“Biri bana doğru geldi. Kocaman bir şeydi; masallarda sözü geçen insan yüzlü canavarlara tıpatıp uyuyordu. Ölçüsünü alma imkanını bulamadım. Ama en azından 2.10 metre boyundaydı … ” ·



Java Adası’nda, Güney Çin’de, Transvaal’da ve Doğu Cezayir’de ele geçen dev taş baltalar, kesinlikle saptanamayan tarihöncesi bir çağda, yaklaşık olarak 4 metre boyunda yaratıkların yaşadığını açıklamışlardır. Filipinler’de, Gargayan’da, dişleri 7,5 cm. uzunluğunda ve 5 cm. genişliğinde olan 5,18 m. boyunda bir dev yaratığın iskeleti bulundu; Çin’deki kazılarda elde edilen ve 3 m. boyundaki ilkel insanlara ait olduğu sanılan kemiklerin yaşını, dünyaca tanınmış antropoloji uzmanı . Doktor Pei Wen Chung 300.000 yıl olarak hesapladı; Agadir’de keşfedilen ve en azından 3000 yıl öncesine ait olduğu hesaplanan taş baltaların ağırlığı 8 kiloyu aşıyordu.



Gargayan’da (Filipinler) bulunan iskelete ait bir kemik


1800’ler de ABD’nin Ohio eyaletinde bulunmuş bir iskelet
Yukarıda sözü geçen baltalara benzer aletler, çeşitli tarihlerde, İskoçya’da, ABD’de (Ohio ve Wisconsin) ele geçirildi; kimi 50-70 cm. boyunda, kimi de 30-40 cm. genişliğindeydi. Yine ABD.’de Nevada’da 50-60 cm. boyunda ayak izleri, Tunus’ta, Cheninin’in güneyinde, altı metrelik mezar ortaya çıkarıldı. 1833’te Kaliforniya’da bir dehliz açan bazı askerler 3,65 boyunda bir iskeletle karşılaştılar. 1887 yılında Nevada’da 99 cm lik bir bacak iskeleti, 1891 yılında Arizona’da 3 m. boyunda bir insan mezarı bulundu.

                                             Bu taşlaşmış dev ayak izleri Suriye’de bulundu



Bu taşlaşmış dev ayak izi de Hindistan’da
Şimdi yaşayan ve hareket eden dev yaratıklarla ilgili örnekler görelim:
23 Temmuz 1963 günü Oregon’da Satus Phass ile Toppenish arasındaki ana yolda arabayla giden üç kişi 4 metre boyunda bir yaratığın ilerki yoldan geçtiğini gördüler. Yine Oregon’da Lewis nehrinde balık avlayan iki kişi kocaman bir devle karşılaştılar. Aynı yıl, “Oregon Jo­urnal” gazetesi için röportaj yapan bir gazeteci 40 cm. uzunluğundaki ve 15 cm. genişliğindeki ayak izlerinin resmini çekip yayınladı.
Mitoslardaki, efsanelerdeki, masallardaki devlere karşılık Horbiger’in varsayımı ve Meksika, Patagonya, Amerika devleri ve bütün bunlara ek olarak dünyamızın çeşitli köşelerinde rastlanılan dev izler, devlere uygun aletler ele geçmiştir.

Dr. Robert Schoch Güney Afrika’da keşfettiği dev ayak iziyle görülüyor
Devler gerçekten yaşadı mı? Yoksa yeryüzünün bazı uzak bölgelerindeki çok eski çağların bir kalıntısı olan ayrı bir ırk, bir çeşit değişime uğrayarak hala yaşıyor mu? Yirmi yıl önce Beyrut Müzesi Dergisi’nde yayınladığı bir araştırma yazısında, Doktor Louis Burkhalter şu sonuca varıyordu.
“350.000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bunun şimdiden bilimsel açıdan ispat edildiğini kesinlikle göstereceğiz.”

Kaynak: Dünyamızın Gizli Sahipleri – Giovanni Scognamillo (S. 121-137)

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)