bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


10 Temmuz 2018 Salı

MEHMET HAN


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, sür sürenin, var varanın, bağa destursuz girenin, âlemin başına ço­rap örenin, boş yere öfkelenenin, durup dururken güle­nin, baykuşu çok olurmuş, Ak sakal, kara sakal, pembe sakal, çember sakal, keçi sakal, berber elinden yeni çık­mış taze, taptaze sakal, Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamam açsam dost ahbap hatırı. Hiç birisi kârım değil benim, Doğru söz, gü­zel söz, derken başıma yıkıldı hamam, Dereden, siz ge-lin.Tepeden ben. Sandıktan siz çıkın, sepetten ben. Tah­ta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven. Ellerimde eldiven çıktım taş merdivenden, Bir beyaz perde, per­deyi kaldırdım, köşede bir hanım oturmuş. Şöyle ettim, böyle ettim hanımın tabanının altına bir fiske vurdum. Su paluzesi gibi titriyor. Gün bitiyor, söz bitmiyor. Ne yapa­lım, ne edelim? Kısa kesip masalımıza girelim.
Evvel zaman içinde, bir padişah varmış. Padişahın üç oğlu, üç de kızı varmış. Günlerden bir gün, padişah hastalanıp yataklara düşmüş, Hekimler, hocalar, ilâçlar, dualar para etmemiş. Ölümün yaklaştığını anlayan padişah, üç oğlunu yanına çağırarak şöyle demiş:
- Yakında öteki dünyaya göç edeceğim. Ben öl­dükten sonra, mezarımın başında üç gün, üç gece kim bekler ve düşmanımı öldürürse yerime o geçsin. Kızları­mı da her kim isterse onlarla evlendirin,
Birkaç gün sonra padişah hayata gözlerini yummuş ve büyük bir törenle, gözyaşları arasında gömülmüş. He­men o gece büyük oğlu, babasının mezarının başına gitmiş, Gece yarısına kadar orada beklemiş. Derken uzaklardan, insanın tüylerini diken diken eden bir ses duymuş. Neredeyse korkudan küçük dilini yutacakmış, büyük oğlan. Pabuçlarını kaptığı gibi soluğu sarayda al­mış. Saraydakilere başına gelenleri anlatarak, korktuğu için mezarın başında bekleyemediğini söylemiş.
Ertesi gece, ortanca oğlan gitmiş babasının mezarının başına. O da ağabeyi gibi gece yarısına kadar bek-i lemis. Ve tıpkı ağabeyi gibi,! o korkunç sesi duyunca soluğu sarayda almış. Tabii ertesi gün, sıra küçük oğlana gelmiş Küçük oğlan, beline hançe sokup babasının mezarının t gitmiş. Tam gece yarısına doğru, o da korkunç bir ses duymuş. O da korkmuş ama, babasının isteğini yerine getirmek için sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş, Bir de ne görsün? Ağzından, burnundan alevler fışkıran bir ej­derha! Hemen hançerini çekmiş ve ejderhayı oracıkta öldürmüş. Ancak, saraydakilerin kendisine inanması için, ejderhanın kulağını kesmek istemiş. Ama, bir türlü dev hayvanın kulağını bulamamış. Çünkü, ortalık çok karanlıkmış; göz gözü görmüyormuş, Bir ışık bulmak için, etrafına bakınırken uzakta yanan titrek bir mum ışığı görmüş, Işığa doğru ilerlemeye başlamış. Bir de bakmış ki, köşede yaşlı bir adam yan gelip oturmuş. Elinde iki yumak varmış. Biri kara, diğeri akmış. Karayı topluyor, akı açıyormuş.
Adı, Mehmet han olan genç şehzade meraklanıp sormuş:
- Baba, elindeki yumaklarla ne yapıyorsun? Yaşlı adam:
- Oğlum, demiş. Benim işim, gücüm budur. Geceyi toplayıp, gündüzü salıyorum, demiş.
Mehmet Han:
-  Benim işim daha bitmedi, demiş ve yaşlı adamın elini kolunu bağlamış,
Şehzade, ışığa doğru yürümeye devam etmiş. Bir kalenin dibine gelmiş. Bakmış ki, kırk kişi orada kös kös oturup duruyor.
- Hey! Ne yapıyorsunuz burada? diye sormuş. Adamlar:
- Biz kırk haramileriz. Amacımız kaleyi soymak. Ama, bir türlü yolunu bulup kaleye tırmanamıyoruz! demişler. Mehmet Han:
- Siz, bana bolca çivi bulun, ben sizi kaleye çıkartı­rım, demiş.
Adamlar, koşup bir sepet dolusu çivi getirmişler, Şehzade, eline bir çekiç alıp çivileri duvara çaka çaka kalenin ta tepesine çıkmış.
Kırk haramilere, yukarıdan:
-  Siz de benim çıktığım gibi, teker teker kaleye tır­manın! diye seslenmiş.
Kırk haramiler, onu dinleyip birer birer kaleye tırman­maya başlamışlar,
Mehmet Han, yukarı çıkanın başını kesip bir kenara atmış. Kırkını da öldürdükten sonra, kaleyi şöyle bir dolaşmaya çıkmış. Büyük bir saraya varmış. Kapıyı açıp, sa­raydan içeriye girmiş. Bir de bakmış ki, kocaman bir yı­lan bir direğe sarılmış duruyor. Hemen hançerini çekip, yılanı öldürmüş. Ama, hançeri o kadar hızlı vurmuş ki; di­reğe saplanan bıçağı, ne kadar uğraştıysa da yerinden oynatamamış. Fazla oyalanmadan merdivenleri birer ikişer çıkıp, sarayın üst katına gelmiş, Karşısına çıkan ilk kapıyı açınca yatakta güzel bir kızın uyuduğunu görmüş. Kapıyı yavaşça kapamış ve yanındaki odanın ka­pısını açmış. Orada da güzel bir kız, mışıl mışıl uyuyormuş, O kapıyı da yavaşça kapatıp, üçüncü bir kapıyı açmış. Tunçlarla kaplı bu odada da çok güzel bir kız uyumaktaymış, Kız, diğer kızlardan çok daha güzelmiş. Şehzade, bir görüşte aşık olmuş ona,
Mehmet han, göreceklerini gördükten sonra kale­nin üstüne çıkmış ve çaktığı çivilere basa basa aşağıya inmiş. Elini kolunu bağladığı adamın yanına gelmiş.
Adam:
- Aman oğlum! demiş. Nerelerde kaldın? Herkesin uyumaktan bir yerleri ağrıdı,
Mehmet Han, yaşlı adamın elini ayaklarını çözünce, o da başlamış ak yumağı sarmaya, Böylelikle Mehmet Han ejderhayı öldürdüğü yere vardığında gün iyice ısı­rmış, Mehmet Han, hemen kılıcıyla ejderhanın kulağını kesip torbasına koymuş ve saraya dönmüş, O yokken, büyük kardeşini padişah diye tahta oturtmuşlar! Hiç se­sini çıkarmamış, başından geçenleri de kimseye anlat­mamış. Birkaç gün sonra, saraya bir aslan gelmiş, Doğ­ruca padişahın huzuruna çıkarak büyük kız kardeşiyle evlenmek istediğini söylemiş,
Padişah:
- Ben, kardeşimi bir hayvana vermem! demiş. Ama, Mehmet Han:
- Babamızın vasiyetini unutuyorsunuz! diyerek abla­sını, kolundan tutup aslana vermiş.
Aslan, kızı aldığı gibi saraydan uzaklaşıp gitmiş, Erte­si gün, bir kaplan gelerek ortanca kız kardeşini padişahtan istemiş,  Padişah, bu isteğe de çıkmış. Ama, Mehmet iE Han'ın zoru ile ortanca kız kardeşlerini de kap-lana vermişler. Ondan 1 sonraki gün de bir kartal saraya gelip, padişahtan küçük kız kar­deşini istemiş. En küçük kardeşlerini de Mehmet Han'ın zoruyla kartala ver­mişler, Kartal, kızı alıp götürmüş.
Biz, kalenin içindeki saraya gelelim:
O saray, bir padişahın sarayıymış. Padişah, sabah bahçede dolaşırken direkteki yılan ölüsüne rastlamış. Adamlarına emir vererek, yılan ölüsünü kaldırtmış ve hançeri güçlükle yerinden çıkartarak hazinesine koy­muş, Padişah, gene dolaşırken kale dibinde yatan ha­ramilerin ölüsüne rastlamış,
Baş vezirine:
- Benim sarayıma girip hançeriyle yılanı öldüren, düşmanımız değil dostumuzmuş, demiş. Baksana kırk ta­ne eşkıyayı öldürmüş. Eğer o olmasaydı bu haramiler, sarayımı soymuş olacaklardı!
Padişah, kırk haramileri kimin öldürdüğünü buimak için çok uğraşmış, ama bulamamış.
Padişah:
- Bir hamam yaptıralım! Herkes, bu hamamda para­sız yıkansın! Hamama giren herkes, aranır, Hançerin kını kimde çıkarsa, yılanı da kırk haramileri de öldüren odur, diye emir vermiş. Hamam yapılmış. Duyanlar gelip yı­kanmaya başlamışlar. Kısa bir süre sonra hamamda yı­kanmayan hiç kimse kalmamış. Baş vezir, padişaha:
- Şahım, demiş. Bu hamamda sadece geçenlerde ölen komşu padişahın üç oğlu yıkanmadı. İsterseniz on­ları davet edelim.
Bu fikir, padişahın da hoşuna gitmiş ve hemen onla­rı davet etmiş. Mehmet Han ve iki ağabeyi hamama gelmişler. Mehmet Han'ın elbiseleri arasında hançerin kını bulunmuş. Padişah, hemen Mehmet Han'ı huzuruna çağırtıp:
- Evlât, demiş. Sen, bana büyük bir iyilik yaptın. Ca­nımı, malımı, mülkümü kurtardın. Şimdi, dile benden ne
dilersen!
Mehmet Han:
-  Hakanım, demiş. Senden bir şey dilemem, ama küçük kızını isterim.
Padişah:
- Oğlum, benden çok güç bir şey istedin, demiş. Dilersen sana ortanca ya da büyük kızımı vereyim. Ama, küçük kızımı vere- , mem. Çünkü, onu benden 1 "Rüzgâr Dev" istemişti. Ben,  razı olmadım ve Rüzgâr Dev, bir zarar vermesin diye kızımı tunçtan bir odaya ka­padım. Rüzgâr dev, hiçbir güçle yok edilemeyecek bir yaratıktır. Onun için, gel vazgeç bu sevdadan!
Mehmet Han, ısrar etmiş:
- Ne olursa olsun, ben küçük kızınızı istiyorum! demiş.
Padişah, delikanlının çok kararlı olduğunu görünce, küçük kızının Mehmet Han ile evlenmesine izin vermiş.
İki genç, büyük bir törenle evlenmişler. Mehmet Han, rüzgâr dev eşine bir zarar vermesin diye, onu sara­yının en sağlam, en iyi, penceresi, kapısı sıkı sıkıya örtülü odasına yerleştirmiş. Ve yanından hiç ayrılmamış,
Günlerden bir gün, Mehmet Han eşine:
- Sultanım, demiş. Şimdiye kadar yanından hiç ayrıl­madım. İzin verirsen, ormanda bir saat kadar avlanayım.
Kız, her ne kadar:
-Aman şehzadem! Beni yalnız bırakma! diyeyalvar-mışsa da sonunda:
- Peki. Ama, sakın bir saatten fazla ormanda kalma! demiş.
Mehmet han, silâhlanıp atına atlayarak ormana ava gitmiş, Rüzgâr dev, günlerden beri Mehmet Han'ın saraydan ayrılmasını bekliyormuş. Hemen saraya girmiş ve Mehmet Han'ın eşini kaptığı gibi, bir anda kendi sa­rayına uçurmuş, Mehmet Han, saraya geldiğinde kara haberi öğrenmiş. Atına atlayarak, eşinin babasının sara­yına gitmiş, Durumu anlatmış.
Padişah:
- Oğlum, demiş. Ben sana söylemiştim! O hınzır rüz­gâr dev, kızımı kaçırdı! Yapacak hiçbir şey yok artık!
Büyük bir üzüntüye kapılan Mehmet Han, kendini yerden yere atarak ağlamaya başlamış, Padişah:
-Yapma oğlum! demiş. Sana diğer kızlarımdan biri­ni vereyim.
Mehmet Han:
-  Hayır Şahım, demiş, Ben ne yapıp, ne edip eşimi rüzgâr devin elinden kurtaracağım.
Ve atına atladığı gibi yola çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, Dere, tepe düz gitmiş, Günlerden bir gün, bir ovada ilerlerken bir köşk görmüş, Bu köşk, büyük kız kardeşinin köşküymüş. Mehmet Han, atı­nı köşke doğru sürmüş. Köşkün pencerelerinden birin­den Mehmet Hanın büyük kız kardeşi, dışarıyı seyredi-yormuş. Bir atlının dörtnala köşke doğru yaklaştığını gö­rünce, çok şaşırmış. Çünkü, buralara yabancılar gel-mezmiş. Atlı, köşke yaklaştığı zaman kız, gelenin kardeşi olduğunu anlamış. Hemen kapıyı açarak, onu karşıla­mış, Sarmaş dolaş olmuşlar.
Ancak, akşam olup da hava kararınca ablası Meh­met Han'a:
-  Kardeşim, demiş. Şimdi kocam aslan gelir. Ne de olsa bir hayvan. Belki sana zarar verebilir. En iyisi seni saklayayım.
Kardeşini, güvenli bir yere saklamış. Akşam olunca, aslan gelmiş. Mehmet Han'ın ablası, kocasının ağzını aramak için sormuş:
- Sevgili eşim, eğer kardeşlerimden biri bizi ziyarete gelseydi, nasıl karşılardın?
Aslan, homurdanarak konuşmuş:
- Büyük kardeşin gelirse, bir pençe darbesiyle onun canını alırdım. Ortanca kardeşin gelse onun da canını cehenneme gönderirdim. Ama, küçük kardeşin Meh­met Han gelse, sabaha kadar ellerimin üstünde uyuturdum, Çünkü, seni bana o verdi. O bana öz kardeşim kadar yakındır! demiş, Kız, gülerek:
-  Öyleyse müjde! demiş, Küçük kardeşim Mehmet Han, burada!
Aslan:
- Hani nerede? Haydi, getir göreyim! demiş.
Kadın, hemen Mehmet Han'ı saklandığı yerden çı­kartarak aslanın yanına getirmiş.
Dereden tepeden konuştuktan sonra aslan:
-  Sevgili Mehmet Han, nereden gelip nereye gidi­yorsun? diye sormuş.
Mehmet Han da başından geçenleri anlatmış, Bu­nun üzerine Aslan:
- Rüzgâr devin adını, ününü ben de duydum. Ama, nerede olduğunu bilmiyorum. Hem, sen onunla başa çı­kamazsın. Gel, vazgeç bu işten! demiş.
Ama, Mehmet Han aslana kararının kesin olduğunu, ölse bile bu işten vazgeçmeyeceğini söylemiş. O gece, orada kalmış, Ertesi sabah, atına atladığı gibi çıkmış ge­ne yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına gene bir köşk çıkmış. Köşkün penceresinden bakan bir kız, acaba tozu du­mana katarak gelen bu atlı kimdir, diye merakla bakı­yormuş. Bu köşk de Mehmet Han'ın kaplan ile evlenen ortanca kız kardeşininmiş! İki kardeş, sevinçle kucaklaş­mışlar.
Akşama doğru, kız:
- Sevgili kardeşim, demiş. Birazdan kaplan gelecek. Sana, bir zararı dokunabilir. Onun için en iyisi seni sakla­yayım.
Kardeşini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kaplan gelmiş. Mehmet Han'ın ortanca kız kardeşi, kaplana sormuş:
-  Şimdi kardeşlerimden biri köşke gelseydi, ne ya­pardın?
Kaplan, homurdanarak cevap vermiş:
-  Büyük kardeşinle, ortancası gelselerdi parça par­ça ederdim. Ama, küçük kardeşin Mehmet Han gelsey­di, sabaha kadar dizlerimin üstün­de yatırırdım. Çünkü, seni bana o verdi,
Kız,  hemen   Mehmet Han'ı  gizlediği  yerden çıkartarak kaplanın ya­nına getirmiş:
-  İşte,    Mehmet Han, demiş,
Kaplan,    karısının kardeşini çok iyi karşılamış,
Ne ikram edeceğini, nasıl davranacağını şaşırmış:
- Sevgili kardeşim, demiş, Nereden geldin, nerelere gidiyorsun. Anlat bakalım?
Mehmet Han, başına gelen olayları, rüzgâr devin karısını nasıl kaçırdığını baştan sona anlatınca, kaplan:
- Vallahi kardeşim, demiş. Ben de rüzgâr devin adı­nı, sanını, ününü duydum. Ama, nerede yaşadığını bil­miyorum. Yalnız beni dinleyecek olursan, onu aramak­tan vazgeç. Başına bir iş gelmesin, demiş.
Ama, Mehmet Han kararını vermiş bir kere, Dinleme­miş kaplanı. O gece kaplanlarda kaldıktan sonra, erte­si sabah atına atladığı gibi çıkmış yollara. Orası benim, şurası senin, demeden gitmiş, gitmiş. Beklemek zordur, ama masallarda zaman çabuk geçer.
Bir ovada karşısına bir köşk daha çıkmış. Burası da küçük kız kardeşinin köşküymüş.
Kız, pencereden Mehmet Han'ı görünce:
-  Ah sevgili kardeşim! Nerelerden geldin? diye se­vinçle aşağı inerek onu karşılamış.
Sarmaş dolaş olmuşlar, Akşama kadar sohbet etmişler. Akşam, hava kararınca kız:
- Sevgili ağabeyim, demiş. Birazdan kartal gelecek. Ne de olsa bir hayvan. Sana, bir zararı dokunmasın.
Onun için, seni saklayayım,
Ağabeyini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kartal, kocaman kanatlarını çırpa çırpa köşke inmiş.
Kız, kartala:
-  Sevgili eşim, diye sor­muş. Kardeşlerim buraya  gelseydi, ne yapardın?
Kartal:
- Eğer büyük ve ortan­ca    kardeşlerin    gelseydi, pençelerime taktığım gibi yedi kat gökyüzüne çıkartır, sonra
da bırakırdım onları.  Küçük kardeşin gelseydi, onu kanatlarımın üstünde misafir ederdim, de­miş.
Kız, ağabeysini sakladığı yerden çıkartmış, Kartalın yanına getirmiş.
Kartal:
- Vay sevgili kardeşim, demiş. Buralara kadar nasıl gelebildin, hiç korkmadın mı?
Mehmet Han, başından geçenleri ve rüzgâr devi bir bir anlatmış kartala.
Kartal:
- Oğlum, demiş. Rüzgâr devin sarayı buradan yedi dağ ötededir. Oraya gitmen hem çok zor, hem de çok tehlikelidir.
Mehmet Han, diretmiş:
- Kararım kesindir kartal. Ya öleceğim ya da rüzgâr devi öldürüp, karımı kurtaracağım,
Kartal, bakmış ki Mehmet Han sözünden dönecek gibi değil:
-  Peki, demiş. Yalnız, sakın ona görünme. Eğer seni görürse, hemen öldürür. Hiç gözünün yaşına bakmaz. Hem rüzgâr devin, nereden gelip, nereye gideceği hiç belli olmaz. Adı üstünde: Rüzgâr dev! Kendini iyi kolla!
Genç şehzade, geceyi kartalın köşkünde geçirmiş. Sabah, şafakla beraber düşmüş yollara. Bir dağ, iki dağ, üç dağ, dört, beş, altı derken yedinci dağa varıp ulaş­mış. Dağın taa tepesinde uçsuz bucaksız bir saray, rüz­gâr devin sarayı! Uğraşa, didine en sonunda saraya varmış, Bir de ne görsün, karısı pencerede değil mi?
Kadın, Mehmet Han'ı birden bire karşısında görün­ce hem şaşırmış, hem sevinmiş, hem de çok korkmuş:
-  Aman şehzadem! Buralara kadar nasıl geldin? Rüzgâr dev, seni görmesin! Öldürür, demiş.
Mehmet Han, pencerenin altına gelerek kollarını açıp:
- Sevgili eşim! demiş, Hiç korkma, hemen atla; seni, buralardan kurtarayım.
Prenses, pencereden Mehmet Han'ın kollarına atla­mış ve:
- Rüzgâr dev, üç günlük uykusuna yattı, hemen bu­radan kaçalım! demiş.
Mehmet Han, eşini atın terkisine alarak dörtnala, sa­raydan uzaklaşmış. Aradan üç gün geçmiş. Rüzgâr dev, uykusundan uyanmış,
Kızın odasının kapısına gelerek:
- Sultanım, kapıyı azıcık aç ta yüzünü bir kez olsun bana göster! diye yalvarmış.
Bir süre bekledikten sonra, odadan hiç ses seda çık­madığını fark etmiş. Kapıyı kırıp, içeri girmiş, Her şeyi an­layan, rüzgâr dev:
-  Hele biraz daha yol alın, bakalım benim elimden kurtulabilecek misiniz? diye söylenmiş. Oturup, biraz dü­şündükten sonra, kalkıp Mehmet Şah ile eşinin peşine düş­müş. Çok geçmeden yetişip, yakalamış onları ve hiç acı­madan Mehmet Han'ın başını gövdesinden ayırıvermiş.
Zavallı prenses, rüzgâr deve:
- Madem, onu hiç acımadan öldürdün, bari başını ve vücudunu atının heybesine koy, Belki birisi görür, acı­yıp gömer. Buralarda kalırsa kurtlara, kuşlara yem olur, demiş,
Dev, kızın istediğini yapmış. Kız, atın iki gözünü öp­tükten sonra:
- Yâ! Güzel at, onu evine götür! demiş.
_ At, dört nala oradan uzaklaşmış, Rüzgâr
dev, kızı aldığı gibi bir solukta saraya gö­türmüş.   Kız,  kızgınlığından  odasına kapanmış. Dev, ne kadar yalvarıp yakardıysa da, eskiden olduğu |   gibi, ona yüzünü bile göster­memiş.
Mehmet Han'ın atı, küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş,Kız, abeysinin atının kapıya geldiğini görünce, endişeyle dışarıya koşmuş. Heybede kardeşinin ölüsünü görünce, in­ci gibi gözyaşları dökerek ağlamaya başlamış.
Akşam, kartai eve geldiğinde karısının gözlerinin ağ-iamaktan şiştiğini görünce sormuş:
- Suitanım, nedir bu haiin? Niçin ağladın bu kadar?
Kız, Mehmet Han'ın ölüsünü gösterince, kartal bütün olup biteni anlamış. Kuşların kralı kartal, hemen her tara­fa haber salmış. Yeryüzünde ne kadar kuş varsa sarayı­na toplamış,
-  Ey kuşlar! Aranızda cennet bahçesine gideniniz var mı? Kim gittiyse, yanıma gelsin!
Bir kuş:
- Efendim, üç dağ, iki ova, dört göl ve beş nehir öte­de çok yaşlı bir akbaba var. Belki o gitmiştir, demiş.
Kartal:
-  Hepiniz sarayıma geldiğiniz halde o niçin gelme­di? diye sorunca kuş:
- Sayın kralımız, akbaba çok yaşlıdır. Buraya kadar gelemez, demiş,
Kartal:
- Biriniz, sırtına bindirip getirsin! diye emredince güç­lü kuvvetli, kocaman bir kuş yola çıkmış.
Çok geçmeden, yaşlı akbabayı sırtına alıp, kartalın huzuruna çıkartmış.
Kartal:
- Ey akbaba! Sen, hiç cennet bahçesine gittin mi?
Saçları dökük, gözlerinin ışığı sönmüş, boynu bükük yaşlı akbaba, kanadıyla kel başını kaşımış. Biraz düşün­dükten sonra:
- On iki yaşlarımdayken, bir kere gitmiştim, demiş. Kartal:
- Öyleyse gene git ve bana bir şişe cennet suyu al! diye emir vermiş.
Akbaba:
- Ben oraya kadar nasıl uçarım? demiş. Kartal:
- Buraya kadar nasıl geldiysen, öyle! demiş.
Yaşlı akbaba, gene o güçlü kuvvetli kuşun sırtına | binmiş. Cennet bahçesine gidip, oradan bir şişe cennet | suyu getirmiş. Kartal, Mehmet Şahın kesik başını gövde­sinin üstüne düzgünce koymuş. Kesik yerlere cennet su­yunu, dikkatlice sürmüş. Şehzade, bir uykudan uyanır gi­bi, canlanıp kendine gelmiş.
- Ben neredeyim? diye şaşkın şaşkın etrafına bakınmış. Kartal:
- Oğlum, ben sana söylemedim mi? demiş. Bu dev, seni sağ bırakmaz! diye, Başını gövdenden ayırmış! Atı­nın heybesinin içinde bulduk! Gel, vazgeç bu işten. Dev, seni yakalarsa gene öldürür.
Fakat, Mehmet Şah "İlle de tekrar gideceğim!" diye tutturunca, Kartal:
-  Madem bu kadar istiyorsun, git. Ama, oraya varır varmaz hemen karını alıp kaçmaya kalkma. Ne yap, ne et devin sırrını öğren! Belki, bu sır sayesinde rüzgâr devi öldürür ya da etkisiz bir hale getirebilirsin! demiş.
Mehmet Şah, atına atladığı gibi rüzgâr devin sarayı­nın yolunu tutmuş, Karısını, yine pencerede beklerken bulmuş, Kartalın, onu nasıl canlandırdığını anlattıktan sonra:
- Ben, karşı ki dağların ardında saklanacağım. Sen, bir yolunu bulup rüzgâr devin tılsımını öğren, demiş,
Prenses, Mehmet Şah gittikten sonra, kendisini gör­mek için kapıya gelen rüzgâr deve:
- Çekil, git karşımdan! demiş. Üç gün, üç gece uyu­yor, bir gün uyanık kalıyorsun! Sonra gene üç gün, üç gece uyuyorsun! Bu odada tek başıma kalıyorum! Ne­redeyse canım sıkıntıdan pat diye patlayacak!
Dev, uzun zamandan beri kendisiyle tek kelime bile konuşmayan kızın söylediklerini işitince çok sevinmiş:
-  Aman Sultanım, demiş, Emret, ne istersen yapa­yım. Seni eğlendireyim; yeter ki canın sıkılmasın.
Kız:
- Senden ne isteyeyim! Dev bir rüzgârsın sen. Senin ne eğlencen oiur ki. Gezip dolaşırsın sadece! Senin tılsı­mın nedir? Bana göster de bari senin ne olduğunu an-iayayım. O zaman belki canımın sıkıntısı biraz olsun aza­lır, demiş.
Dev:
-  Sultanım, benim tılsımım çok uzaklardadır, Hem, oraya kimse gidemez. Buradan çok uzakta bir ada var. Adada bir öküz, öküzün karnında altın bir kafes, altın ka­fesin içinde bir beyaz güvercin vardır. İşte, benim tılsı­mım bu beyaz güvercindir.
Rüzgâr dev, prensesin kendisini merakla dinlediğini fark edince, tılsımını anlatmaya devam etmiş:
- Mehmet Şahın, küçük kız kardeşinin köşkünün kar­şısında yüce bir dağ vardır. Bu dağın tam tepesindeki çeşmeye, her sabah su içmek için kırk tane deniz aygırı gelir. Eğer birisi, bu aygırlardan birini, su içerken - sudan başını kaidırıncaya kadar- nallayıp, eyerleyip, yular ta­kıp, üstüne binebilirse, o aygır üzerindeki adamın her di­leğini yerine getirir, İstediği yere de götürür, demiş.
Kız, öğreneceklerini öğrendikten sonra:
- Hadi canım! Böyle garip tılsım mı olurmuş! diyerek kapıyı devin suratına kapatmış.
Prenses, rüzgâr devin tılsımını olduğu gibi Mehmet şaha anlatmış. Mehmet Şah, vakit kaybetmeden küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş. Devin tılsımını, kartaia an­latmış, Kartal, beş tane kuş çağırarak:
- Fazla oyalanmadan Mehmet Şahı karşıdaki dağın tepesindeki çeşmeye götüreceksiniz. Aygırlardan biri su içerken, nallayıp, eyerleyip, yular takıp, Mehmet Şahı üstüne bindireceksiniz, demiş,
Kuşlar, hemen Mehmet Şahı dağın tepesine çıkart­mışlar. Çeşmenin başına pusu kurup beklemeye başla­mışlar. Derken kırk aygırdan biri, çeşmeye yanaşıp su iç­meye başlamış. Kuşlar ve Mehmet Şah, hemen hareke­te geçmişler. Deniz aygırı, sudan başını kaldırmadan nallanmış, eyerlenip yular takılmış ve Mehmet Şah üstü­ne binmiş.
Aygır, konuşmuş:
- Emret sultanım! Mehmet Şah:
- Beni, rüzgâr devin tılsımının bulunduğu adaya gö­tür, demiş,
Mehmet Şah, gözünü açıp kapayıncaya kadar ken­disini adada bulmuş. Deniz aygırının yularından tutarak, adada dolaşmaya başlamış. Karşısına yaşlı bir adam çıkmış.
- Oğlum, sen bu ıssız ada­ya nerelerden geldin? diye sormuş.
Mehmet Şah:
-  Gemim battı, ben de yüze yüze bu adaya çıktım. Peki, sen kimsin? demiş.
Adam:
- Ben, rüzgâr devin uşağı­yım, Burada yaşıyorum, Rüzgâr devin burada bir öküzü var. Ona bakarım. Sen de bana yardımcı olur musun? demiş.
Mehmet Şah, bu teklifi kabul ederek adamın yanın­da çalışmaya başlamış. Görevi, öküzün su içtiği havuzu suyla doldurmakmış. Birkaç gün bu şekilde çalışmış, Bir gün, yaşlı adam yokken bir kenara yığılı şarap fıçılarını havuza boşaltmış. Devin öküzü, susayınca su niyetine havuzdaki şarabı içmiş. Birkaç adım attıktan sonra, saklanıp yere düşmüş. Mehmet Şah, hemen öküzün karnını yarıp içindeki altın kafesi çıkarmış. Bir köşeye gizlediği deniz aygırına binerek:
- Rüzgâr devin sarayına gidelim! demiş.
Demesiyle birlikte kendisini rüzgâr devin sarayında, eşinin karşısında bulmuş.
Prenses:
-Aman Şehzadem! demiş, Hemen kaçalım, dev uy­kuda,
Hemen deniz aygırına atlayıp, yola çıkmışlar. O sırada rüzgâr dev uyanmış. Bakmış ki, prenses yok:
- Eyvah, Mehmet Şah gene kaçırdı onu! Ben gösteri­rim şimdi ona, diye düşmüş peşlerine. Çok geçmeden de yetişmiş.
Prenses, devin rüzgarını hissedince:
- Eyvah! Rüzgâr dev bize yetişti! demiş. Mehmet Şah:
- Şimdi ne yapacağız! Yetişirse, beni gene öldürür! demiş.
Deniz aygırı:
- Korkmayın! Kafesteki beyaz güvercinin kafasını ko­partırsanız, hiçbir şey olmaz, demiş.
Mehmet Şah, hemen kafesteki beyaz güvercinin başını gövdesinden ayırıvermiş. Kopartmasıyla rüzgâr dev, korkunç gürültüler çıkartarak ölmüş.
Mehmet Şah ve prenses, ilk önce kartalın, sonra kaplanın, sonra da aslanın köşklerine uğramış. Her biriy­le görüşüp helâlleşmiş. Sonra da eşinin babasının sarayı­na gitmişler. Padişah, kızını ve damadını tekrar karşısın­da görünce sevincinden deliye dönmüş. Kızı ve Meh­met Şah için, yeniden kırk gün, kırk gece süren büyük bir düğün düzenlemiş,
Mehmet Şah'ın kahramanlığı, bütün ülkelerde du­yulmuş. Sarayına döndüğü zaman, halk onu büyük bir sevgiyle karşılamış. Vezirler kurulu, babasının dileğini ye­rine getirdiği için, Mehmet Şah'ı büyük oğlanın yerine padişah ilân etmişler.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

KELOĞLAN’IN KURNAZLIĞI


           Ben, ben iken; develer tellal, köpek, hamal iken. Leylek ile kedi, yolda giderken, kurbağa tüccar, sıçan berber iken. Yılan urgan, hırka yorgan iken; babam beş yaşında, ben on beşimde iken. Ben, babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Keçiler koyunları a kırpar, sivrisinek saz çalar­ken. Ben su içer, develer elekten geçer iken. Tilki haklı ile haksızı seçer, ben de o sırada arpa biçer iken.   Eşek mih­mandar, tavşan ile kaz hükümdar iken. 
           Bir var­mış bir yokmuş, Evvel za­man içinde padişahın bir kızı varmış. Bu kız, on dört c beş yaşlanndaymış. Günle bir gün, has bahçedeki havuzun başında oturup gergef işliyormuş.  Parmağındaki yüzüğünü  çıkarıp, gergefin üzerine koymuş. Bir güvercin, pırrr diye uçarak gelmiş ve yüzüğü kaptığı gibi kaçmış, Kız, güvercine bütün kalbiy-: olmuş. Ertesi gün, yine bahçede gergef işlerken, dan bileziğini çıkarıp gergefinin üzerine koymuş.Güvercin, tekrar gelmiş ve bileziği de kapıp kaçmış. Kız, cine olan aşkından yemeden içmeden kesilmiş, gündüz, her dakika güvercini düşünür olmuş, gün, bahçeye çıkmış ve gene havuzun başına ;. İşlediği sırma işlemeii mendili gergeften çıkarıp, a koymuş, 
          Sonrada, havuzun kenarına oturmuş ve a gelecek mi diye güvercini düşünmeye başlamış, o sırada güvercin uçup gelmiş ve sırma işlemeli iili kaptığı gibi kaçmış. Kız, ağlayarak köşke koşup, na çıkmış ve yatağına yatmış; üzüntüden, gözü ayı görmez olmuş, Dadısı, onu bu halde görünce: ian sultanım, size ne oldu? Niçin böyle ağiıyorsu-diye sormuş.
Kız:
        Dadıcığım, ben de neden böyle olduğumu bilmiyo-Birkaç gündür, üzerimde bir ağırlık var, Çok hastayım, ş. Dadı, kızın bu haiini padişaha bildirmeyi uygun bul-Gidip kızın hasta olduğunu padişaha haber vermiş. ;ah, biricik kızının hasta olduğunu öğrenince çok üzül-Hemen hocaları, hekimleri çağırtmış, Ama hiçbiri kızın inin ne olduğunu anlayamamış, adişahın veziri: Padişahım, kızınızın hastalığının çaresi, hekim ile hoca ile bulunmaz. Bir hamam yaptırmalısınız, Hamama gelenler, parasız yıkanmalı ve başından geçenleri anla­tıp öyle gitmeli, Belki bu yolla kızınızın derdine bir çare bulunur, demiş. Padişah, hemen emredip bir hamam yaptırmış, Bu hamamda yıkanan her dertlinin, derdine deva bulacağını halka duyurmuş. Derdi olan çok oldu­ğu için, duyanlar akın akın hamama gelmiş. Derdinden kurtulup, başından geçenleri de anlatıp çıkıp, gitmiş.
Keloğlan da duymuş bu hamamı, Kötürüm bir anası varmış. Anasına:
- Ana, padişah bir hamam yaptırmış, Kim o hamam­da yıkanırsa, iyileşiyormuş. Haydi, seni de götüreyim, de­miş.
Bu işe, pek aklı yatmayan kadın:
-  Haydi oradan keloğlan! Ben sağımdan, soluma
dönemiyorum ki; oraya nasıl giderim? demiş,
Keloğlan:
- Ben seni sırtımda taşırım, anacığım. Sen hiç merak etme, demiş.
Ertesi gün, anasını sırtına alan keloğlan, düşmüş yol­lara. Üç beş adım gittikten sonra, anasına:
-  Ana, sen biraz şurada otur. Ben gidip, bir su içe­yim, diyerek anasını bir konağın kapısının önüne oturt­muş, Oraya gitmiş, buraya gitmiş içecek bir yudum su bulamayıp biraz daha gitmiş. Bir de bakmış ki bir horoz, sırtında bir testi su taşıyor. Keloğlan, horozun suyu nere­ye götürdüğünü merak edip, takılmış peşine. Horoz ön­de, keloğlan arkada gide gide bir kale duvarının dibine gelmişler. Keloğlan, bakmış ki duvarın dibinde bir delik; horoz bu delikten içeri girmiş, Horoz girer de keloğlan girmez mi hiç? O da ne yapıp edip delikten geçmiş. Karşısında büyük bir saray görmüş, ama içinde hiç kim­se yokmuş. Başlamış sarayı gezmeye. Geze geze büyük bir odaya gelmiş. Elbet buranın bir sahibi vardır, diye düşünerek oradaki bir dolabın içine saklanmış. Keloğlan dolaba girer girmez, üç tane güvercin gelmiş. Güver­cinler, silkinince birbirinden güzel üç kız ortaya çıkmış:
-  Aman çok geç kaldık! Neredeyse şahımız gele­cek! Hemen yemeği hazırlayalım, demişler. Sonra da te­laş içinde, biri ortalığı süpürmüş, Biri, sofrayı kurmuş, Biri de yemekleri getirmiş. İşlerini bitirdikten sonra, odadan çıkıp gitmişler.
Kızlar çıkınca birbirinden güzel, mis gibi kokan ye­mekleri gören keloğlan, dolaptan çıkmış:
- Beni kim görecek? Şu yemeklerden biraz yiyeyim, diyerek hevesle sofranın başına oturmuş. Tam elini nar gibi kızarmış bir tavuğa uzattığında, öyle bir tokat inmiş ki, nereden geldiğini anlayamamış. Eli davul gibi şişmiş, Keloğlan, neye uğradığını şaşırmış. Yemekten vazgeç­miş ve korku içinde tekrar dolaba saklanmış. Akşam olunca, bir güvercin gelmiş. Silkinip, yakışıklı bir delikan­lıya dönüşmüş, Keloğlan, saklandığı dolaptan delikanlıyı seyrediyormuş. Delikanlı, sofradaki yemekleri yemiş ve karnını doyurmuş. Sonra kalkıp, bir çekmeceyi açmış, Çekmeceden bir yüzük, bir bilezik, bir de sırma işlemeli mendil çıkarıp:
- Ah Nigar'ım! Bu yüzüğü taktığın eller, bu bileziği tak­tığın kollar sağ mı? diyerek ağlamaya başlamış, Sırma işle­meli mendile, gözyaşlarını silmiş, Sonra, hepsini yine çek­mecenin içine koymuş ve yatağına girip, uyumuş.
Keloğlan, buradan kurtulmak için sabahı iple çek­miş, Neyse, uzatmayalım, Gün ağarır ağarmaz, delikan­lı yine bir güvercin olup, pencereden uçup gitmiş.
Keloğlan, sarayda kimsenin  kalmadığını  anlayınca, tekrar o girdiği delikten çı­karak doğru annesinin yanına gitmiş. Kadıncağızı bıraktığı yerde, iki gözü iki çeşme ağlar bulmuş, Anasının gönlünü alıp, onu tekrar sırtına almış ve doğru hamama götürmüş,  Keloğ­lan ve anası, bir güzel yıkanmışlar. Anası kötürümlükten, keloğlan da kellikten kurtulmuş.
Tam hamamdan çıkacakları sırada:
- Gelin, başınızdan geçen her şeyi anlatın da öyle gidin, diyerek onları alıp kızın yanına götürmüşler.
Keloğlan, kıza bir gün önce başından geçenleri an­latmış,
Kız:
- Aman kardeşim! Beni o güvercini gördüğün sara­ya götürürsen, sana bu hamamı bağışlarım! demiş. Ke­loğlan, kızı alıp saraya götürmüş. Horozun geçtiği delik­ten geçip, saraya girmişler. Keloğlan, bir gece önce sa­bahladığı dolaba kızı saklamış. Burada beklemesini söy­leyip, gitmiş.
Akşam, üç güvercin yine gelmiş. Silkinip üç kız ol­muşlar ve:
- Şehzademiz şimdi gelir! diyerek etrafı temizlemişler ve yemek hazırlamışlar.
Az sonra, kızın yüzüğünü, bileziğini ve gergefindeki sırma işlemeli mendilini kapıp kaçan güvercin, pırrrr diye uçarak pencereden odaya girmiş. Şöyle bir silkinip, ayın on dördü gibi bir delikanlı oluvermiş.
Oturup yemeğini yedikten sonra, yine çekmeceyi açmış. İçinden yüzüğü, bileziği ve mendili çıkarıp:
- Ah Nigar'ım! Bu yüzüğü, bu bileziği takan eller, kol­lar sağ mı? Senin yüzünü bir daha görebilecek miyim? diyerek ağlamaya başlamış, Sırma işlemeli mendille göz yaşlarını silerken, kız saklandığı dolaptan çıkmış. Hasreti ile yandığı sevgilisini yanında gören delikanlı, gözlerine inanamamış:
- Nigar'ım, sen buraya nasıl geldin? diye sormuş, Kız, olup bitenleri anlatınca, delikanlı:
- Sevgilim, doğduktan üç gün sonra periler beni ka­çırıp, buraya getirdiler, Beni, padişahları yaptılar. Şimdi benim yanımdan hiç ayrılmıyorlar. Sadece günde iki sa­at yalnız kalıyorum, Sarayda iste­diğin gibi gez, dolaş; hiç kork­ma, Ama akşam olunca jk gene saklan. Periler seni 0^ görecek olurlarsa, ikimizi -A de öldürürler, Yarın, peri­ler beni iki saatliğine yal­nız bıraktıkları zaman seni, anamın konağına götürürüm. Ama benim anam, biraz merhametsiz dir, Dadım ise çok iyi yüreklidir. Onlar beni hiç tanımazlar. Seni, konağın kapısında bırakırım.
Kapıyı çalar:
- Sokakta kaldım! Bahtiyar beyin başı için, beni içeri alın, diye yalvarırsın.  Seni, mutlaka içeri alırlar. Her gün gelip, odanın penceresine konar ve seni görürüm, demiş,
Delikanlının dediği gibi, kız ertesi gün gidip konağın kapısını çalmış. Dadı, kapıyı açıp da kızı görünce, deli­kanlının anasına haber vermiş.
Kadın:
- Kim bilir, kimin nesidir? diyerek eve almak istememiş.
Ama delikanlının dadısı, kızın yalvarmasına dayana­mamış. Hanımından gizli onu içeriye almış ve bir odaya saklamış, Sabah, delikanlı pencerenin önüne gelmiş ve "Nigâr'ım," diye kıza seslenmiş.
Dadı, bunu duyunca doğru hanımının yanına gitmiş ve kendisinden habersiz kızı içeri aldığını söylemiş. Bahti­yar beyin, kızla pencerenin önünde konuştuğunu anlat­mış. Ama delikanlının annesi, ona inanmamış. Kendi gö­züyle görüp, kulağıyla duymak istemiş ve ertesi sabahı beklemiş,
Kadın ertesi sabah, kızın odasının kapısının arkasına saklanmış. Bahtiyar bey, güvercin kılığında gelip pence­reye konmuş ve kızla konuşmaya başlamış, Delikanlının annesi, o zaman dadının doğru söylediğini anlamış, Oğ­lunun, bu kızı gerçekten sevdiğini görüp, odaya girmiş ve kızın gönlünü almış.
Bahtiyar beyi, perilerin elinden kurtarmak için bir ça­re bulmuşlar,..
Bahçedeki servi ağacının dallarını, zehirli iğnelerle doldurmuşlar. Ertesi gün, Bahtiyar bey pencereye ko­nup, silkinmiş ve yakışıklı bir delikanlı olmuş. Kızla konuş­maya başlamış,
Kız, zaman kazanmak için lafı uzattıkça uzatmış ve iki saati geçirmiş. Delikanlının hâlâ dönmediğini gören periler, toplanmışlar ve Bahtiyar beyi gözetlemek için bahçedeki servi ağacının dallarına konmuşlar. Ama zehirli iğnelere değdikçe, birer ikişer ağacın dibine dökül­müşler.
Delikanlının aklı başına gelip, vaktin geçmiş olduğu­nu anlayınca:
- Aman sultanım, ben ne yaptım? Periler, gelirlerse ikimizi de öldürürler! diye telâşlanmış. Bu telaşla, etrafına bakınca servinin altında yatan ölü perileri görmüş.
Sevincinden ne yapacağını şaşıran delikanlı:
-Sultanım, sen beni perilerin elinden kurtardın! diye­rek kızın boynuna sarılmış.
Delikanlının anası ile dadısı, odaya girip onları se­vinç içinde kucaklaşırken bulmuşlar.
Yıllarca özlemini çektiği evlâdına kavuşan kadın, ağlasın mı, gülsün mü bilememiş. Ne yapacağını şaşır­mış. Hem oğlunu, hem de kızı sevgi ile bağrına basmış, Ondan sonra da kırk gün kırk gece düğün yapıp, ölün­ceye kadar hep bir arada yemişler içmişler, sefa sür­müşler.
Onlar muratlarına ermişler. Mangala kömür, bizlere ömür demişler.

Gökten üç elma düşmüş. Tavuklar başına üşüşmüş, hepsini yemişler, Allah'a şükür demişler. Onlar muratları­na erdiler, biz de erelim demişler.

8 Temmuz 2018 Pazar

HAKLARIN VERİLME ve KORUNMASINDA EŞİTLİK


İslâm, kız çocuk olsun veya anne olsun kadın cinsinden olanların hepsine erkekten ayırım yapmadan ikram edilmesini ve onların, haklarının gözetilmesini beyan etmiştir.
     Meselâ: Kız çocuklarına terbiye öğretmek ve iyilik yapmak husûnda Hz. Peygamberimiz (S.A.V.) Meâlen şöyle buyuruyor:
     "Bir kimse, yanında tasarruf edebileceği bir câriye bulunur da onu (iyi ve şiddetten uzak olarak güzel güzel) tertip ve (yine ince ve nazik bir şekilde güzel güzel) zarurâtı diniyyesini öğretir. Bundan sora da onu âzad edip nikâhlarsa, işte bu kimse için iki ecir vardır." (Buhari)
     Bu hadis-i Şerifte ki beyan edilen, Câriye, bir kadındır.
     "Çocuğun, babası (ve yukarıya doğru asılları) üzerinde hakkı; çocuğun ismini güzel koyması, çocuk evlenme çağına ulaştığı zaman evlendirmesi ve kitabı (Kur'anı Kerimi) öğretmesidir."
     Bu Hadis-i Şerifte zikredilen Çocuk kelimesi, erkek ve kız çocuklarına şâmildir. Binâenaleyh erkekle kadın arasında ayırım yapmadan hayatta her ikisinin haklarına eşit olarak riayet etmek her müslüman baba ve âna ya farzdır.
     Erkeğin kadına iyilik etmesi ile ilgili bâzı âyeti celiyle ve hadis-i Şerifler :
     "Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler (hanımlar) yaratmış olması aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da onun (Allah (C.C.)' ın) âyetlerindendir. Şüphe yok ki bunda fikrini iyi kullanacak bir kavm için elbette ibretler vardır." (Rum Suresi, 21)
     "Dünya (geçici) bir metâdır, Bu dünya metâı'nın (Servet ve kazancının) en hayırlısı sâliha kadındır. (O sâliha kadın) sen ona baktığın (ve yanında bulunduğun) zaman, seni mesrur eden, sen ondan ayrılıp gaib olduğunda da seni muhafaza eden (nâmusunu senin için muhafaza eden kadın) dır." (Muslim, ibni Mace)
     Anne ve nenelere ikram ve itaat hakkında da bir kaç şerî hükümler :
     "Biz insana ana ve babasını tavsiye ettik. (Onlara itaat etmesini emreddik,) Onun anası kendisini zaaf üstüne zaaf ile taşımıştır." (Lokman Suresi, 14)
     Bir adam Hz. Peygamberimize geldi ve dedi :
     - Sohbet edip ikram etmeme en layık insan kimdir?
     - Hz. Peygamber, annendir,
     - Adam sonra yine kimdir? dedi.
     - Hz. Peygamber (S.A.V.) annedir?
     - Adam sonra yine kimdir? dedi.
     - Hz. Peygamber (S.A.V) de babandır. buyuruyordu (Buhari, Müslim)
     Yukarıdaki âyeti celiyle ve hadis-i şerifin hükümleri gereğince Anne ile babanın haklarına riayet etmek hatta annenin hakkı, evlatta fazla olmasından dolayı onun hakkına daha fazla riâyet etmek insâni ve İslâmi bir vecibedir.
     Bu haklara riâyet husûsunun eşitliği bize pek çok gerçekleri öğretiyor ve çok düşünmek gerekir.
Mustafa Uysal

ÇOCUKLARIN HAK ve BAKIMLARINDAKİ EŞİTLİK


 İslâm, kız çocuklarını ve onları doğuran kadınları uğursuz ve yeni doğan kız çocuklarını uğursuzluk ve ayıp sayanlarla mücadele etmekte ve böyleleri takbih etmektedir.
     Kız çocukların doğumunu kötü gören ve diri diri topraklara kumlara gömenler câhiliyyet devrinin müşriklerinde ve pek çok milletlerde görülmüştür. Bazı garp milletleri de aynı düşünceye sahiptirler.
     Kız çocuğu ile erkek çocuğun, dolayısıyla kadınla erkeğin arasında insana ve İslâm'a yâraşmayan bu kötü ayırım ve hareket ilâhi hükümle şöyle takbih edilmektedir;
     "Onlardan birine kız (doğumu) müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir.
     -Verilen müjdenin tesiriyle kavmden gizlenir, O (doğan)'ı (sağ bırakıp) hakâretle mi tutacak, yoksa onu. toprağa mı gömecek (kendi kendine düşünür). Bak hükmede geldikleri (bu) şet ne kötüdür." (Nahl Suresi, 58,59)
     "Diri diri gömülen kızın hangi suç (ların) dan dolayı, öldürüldüğü sorulduğu zaman" (Tekvir Suresi, 8)
     Cahiliye. devrinde ki araplar, aç kalmak endişesiyle, yâhut utançlarından dolayı doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri bir cinayet ve cürüm olması hasebiyle kıyâmette ondan sual ve hesaba çekilecekleri, beyan ediliyor.
     Hz. Peygamberimiz (S.A.V) Bir Hadis-i Şeriflerinde mealen şöyle buyuruyor:
     "Bir kimsenin kız çocuğu olur da, o çocuğu diri olarak toprağa gömmez (veya sü'i kasdle öldürülmez) hakâret ve ihânet etmezse ve oğlan çocuğunu ona tercih, etmezse, Allah-ü Tealâ o kimseyi Cennet'e katar." (Ebu Davut)
     Bu hadis-i Şerif de, erkekle kadının insanlık ve şeref bakımından aynı mertebede olduğunu beyan etmektedir.
Bütün insanlar, yaradılış ve zahiri görünüş itibariyle güzel sûrette ve müşterek vasıflara sahip olarak yaratılmışlardır. Fakat Ahsenitakvirri üzere yaratılan insan, ancak yaradana inanıp ve emirlerine boyun eğmekle faziletli ve üstün varlıkdır.
Mustafa Uysal

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)