bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


13 Mart 2017 Pazartesi

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Nerede Yapmıştı

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı ile ilgili görsel sonucu


20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı


İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve Belçika gibi Avrupalı sömürgeciler 19. yüzyıl başlarında Afrika Kıtası’nı sömürgeleştirmeye başlamışlar, Almanya (Prusya) ise sömürgecilik yarışında diğer Avrupalı devletlerin oldukça gerisinde kalmıştı.
Afrika’nın güneybatı kıyısında bulunan ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan Namibya da 1800’lerin başından itibaren İngiliz egemenliğinde kaldı. Fakat 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Alman tüccarların sayısı nedeniyle bölge daha çok bir Alman sömürgesi görünümündeydi.
Sömürgeciliğin resmi başlangıcı kabul edilen ve Afrika’nın bölüşüldüğü Berlin Konferansı sırasında İngilizler, Almanya’nın Walvis Körfezi dışında tüm Namibya’yı kendi nüfuz bölgesi olarak duyurmasına hiç itiraz etmediler. Böylece günümüzde Kamerun, Togo ve Namibya olarak bilinen bölgeler 1884 yılında Alman İmparatorluğu himayesine girdi ve 1919 yılına kadar “Alman Güneybatı Afrikası – Deutsch Südwestafrika” olarak adıyla anıldı.
Almanların Güneybatı Afrika sömürgesinin ilk valisi, ünlü Nazi liderlerinden Hermann Göring’in babası Heinrich Göring’ten başkası değildi.  Göring özellikle, bu ülkeden hammadde elde edip Almanya’ya ihraç etme projeleri oluşturmak amacıyla, buralarda yerleşim yerleri ve geniş çiftlikler açmak isteyen Alman yerleşimcilerinin, Alman sömürge yönetimi adına hızla bölgeye yerleştirilmesini, Almanya’dan gelip yatırım yapmak isteyenlere çok büyük olanaklar sağlanmasını teşvik ediyordu
Namibya’nın Almanya sömürgesi olmasının hemen ardından 1884 yılında, Franz Adolf Eduard Lüderitz’in girişimiyle bölgede ilk Alman kolonisi kuruldu. Almanlar kendi sömürgeci devlet politikalarına uygun olarak da, Almanya’dan çeşitli vaatlerle 1891 yılında 539, 1896 yılında 2.025, 1904 yılında 4.500 Alman göçmeni geniş çiftlik olanaklarının sağlandığı bölgelere yerleştirildiler. 1914 yılına gelindiğinde, Alman göçmenlerin sayısı 14.000’e kadar ulaşacaktı.
Sömürgeleştirme başladığında Namibya’nın yerel halkları Herero, Nama, Orlam ve Ovambo kabileleriydi. Bu kabilelerin en büyükleri ise 80.000 nüfusa sahip Herero’lar ve yaklaşık 20.000 nüfusu olan Nama’lardı.
Namibya’nın yerel halkı, daha ilk Alman kolonisinin kurulmasından itibaren onlardan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Almanlar yerli kadınlara sürekli tecavüz ediyor ama ceza almıyorlardı. Koloni hukukuna göre, yedi siyah ancak bir Alman’a eşit kabul ediliyordu. Çeşitli gerekçelerle yerlilerin topraklarına haksızca el konuluyor, Alman göçmenlere veriliyordu. Köle ticaretinin artması da işin cabasıydı.

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı ile ilgili görsel sonucu

Herero ve Nama’ların İsyanı

Başlarda Almanlar, siyasi ve ekonomik taleplere ve baskılara karşı direnen yerel halkları toptan ortadan kaldırmak yerine, önemli ve tehlikeli gördükleri önderleri yok edip, kendi ucuz iş gücü gereksinimlerini karşılayacak ve kontrol edilebilecek sayıdaki yerli halk üzerinde sistemli bir baskı kurarak onlara boyun eğdirmeyi yeğlediler. Bu onlar açısından aynı zamanda zorunlu bir durumdu. Çünkü yerliler sayıca kendilerinden oldukça fazlaydılar.
Fakat 1903 yılında Almanya’nın Afrika’daki sömürgelerine ulaşımını rahatlatacak Otavi Demiryolu’nun yapımı sırasında Herero’ların topraklarına usulsüzce el koymaya başlaması, yerliler için bardağı taşıran son damla oldu.
İlk isyan 1903 yılında Nama’lar, şefleri Hendrik Witbooi önderliğinde başladı. Ardından 1904 yılı Ocak ayından itibaren de Herero’lar, Büyük Şef Samuel Maharero öncülüğünde bu isyana katıldılar. Çıkan çatışmalarda 120 ila 150 arasında Alman yaşamını yitirdi.
Almanlar artık, Herero’ların ve Nama’ların yok edilmesinin, kendi sömürgeci çıkarlarına uygun düşeceğine karar vermişlerdi. Bölgeye deneyimli bir komutanı, 11 Haziran 1904’te Doğu Afrika’da Wahehe İsyanı’nı bastıran General Lothar von Trotha’yı askeri vali olarak gönderdiler.
Emrindeki 14.000 asker, 36 top ve 14 makinalı tüfekle (dönemin en gelişmiş silahları) yerlileri yok etmek, kalanlarına boyun eğdirmek ve sonuçta yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat başlatan General Lothar, harekatın hedefini askerlerine şöyle anlatıyordu:
İlgili resim
Almanların egemen olduğu her yerde, silahlı veya silahsız sığır çobanı olan ya da olmayanlarını (yerli halkı kastediyor) kesinlikle vurun. Bundan sonra kadın ve çocuklar da benim için önemsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları bölgelerden zorla çıkarılmasını istiyorum. Eğer olmazsa hepsini vurun, öldürün.
Gerçekten General Lothar’ın harekatı tam da dediği gibi oldu. 11-12 Ağustos tarihinde Almanlarla yerliler arasındaki Waterberg Savaşı’nda, ağır silahlı Almanlara karşı hiçbir şansı olmayan yerliler büyük katliama uğradılar. Almanların harekatı gerçekleştiren kuvveti olan Schutztruppe’nin yaptığı askeri harekatta, zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri, her türlü askeri teknolojiyi kullanarak, Herero’ların tamamını fiziki olarak yok etmek için, kadın, çocuk ve yaşlı demeden katlettiler. Herero’lar yalnızca Alman askerlerini hedef alırken, Alman askerleri için sivil ya da asker ayrımı söz konusu değildi.
Schutztruppe tarafından gerçekleştirilen soykırımdan kaçmaya çalışan binlerce Herero ve Nama’nın kaçabilecekleri tek yol (daha sonraki askeri bilgilerden ortaya çıktığı gibi, esasında Almanlar bu yolu bilerek açık bıraktılar) Omaheke Çölü’ydü. Ama çölde de yerlileri bir sürpriz bekliyordu. Almanlar, bilinen bütün su kaynaklarını önceden zehirlemişti. Sonraki yıllarda çölde devriyeye çıkan Alman askerleri, üslerine bu kuyularının başında çok sayıda insan iskeleti bulduklarını rapor edecekti.
Omaheke Çölü’nün diğer tarafındaki İngiliz Bechuanaland bölgesine ancak 1.000 kadar yerli ulaşabildi. Çölden kurtulup da geri dönebilenler ise yine Alman avcı kuvvetleri tarafından katledildiler. Çünkü General kendilerine karşı savaşan hiç kimsenin sağ kalmasını istemiyordu. 2 Ekim 1904 tarihinde kendi eliyle yazdığı Almancada “yok etme emri” anlamına gelen “Vernichtungsbefehl”de Herero’lara şöyle sesleniyordu:
Ben, Alman birliklerinin büyük generali, bu mektubu Herero halkına gönderiyorum. Herero’lar artık Alman uyruğu değillerdir. Onlar katil ve gaspçılar, yaralı askerlerimin kulaklarını, burunlarını ve bedenlerinin diğer kısımlarını kestiler. Şimdi ödlek bir şekilde, savaşmaktan kaçıyorlar. Halklara sesleniyorum; Her kim şeflerinden birini getirirse 1000 Mark alacak, her kim ki Samuel’in başını getirirse 5000 Mark alacak. Herero’lar bu toprakları terk edecekler. Eğer terk etmezlerse bunu “Groot Rohr” (toplar) aracılığıyla yapacağım. Alman sınırları içindeki her Herero, silahlı ya da silahsız, sığırı olsun ya da olmasın vurulacaktır. Bu saatten sonra kadın çocuk gözetmeksizin hepsini bu topraklardan süreceğim ve vurulmalarını emredeceğim. Hererolara söyleyeceklerim bunlardır.
Askeri harekat sırasında, ileride esir köle iş gücü olarak çalıştırılması amacıyla da geri kalanlar içinden 15.000 Herero ve 2.000 Nama esir alındı.  Daha sonra da bu esir alınan insanları, İngilizlerin Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi, toplama kamplarına kapattılar (toplama kampı uygulaması ilk defa İngilizler tarafından sistemleştirildi.)
Bu toplama kampları içinde en bilineni Köpekbalığı Adası (The Shark Island) toplama kampıydı. Kamplardaki yaşam koşulları öylesine kötüydü ki, 1905 yılında her gün bu kamplarda 10’dan fazla yerli yaşamını yitiriyordu. Günde 18 saatten fazla çalıştırılıyorlar, yemek olarak ise bazen pişirmeye bile gerek duyulmadan önlerine konulan pirinci yemeye zorlanıyorlardı. Yine kampta ölen hayvanların leşleri de yemek olarak yerlilere veriliyordu. Bu nedenle kamplarda dizanteri kol geziyordu. Hastalıktan ya da açlıktan bitkin düşenler, çalışmayı reddedenler ise Alman askerler tarafından su aygırı derisinden yapılma “sjombak” denilen kırbaçlarla acımazsızca kırbaçlanıyordu. Köpekbalığı Adası’ndaki toplama kampından sağ kurtulmayı başaran bir yerlinin, 3.500 kişiden ancak 193’ünü geri dönebildiğini söylemesi bu kamplardaki ölüm oranlarının ne kadar yüksek olduğunu göstermeye yeterlidir.

Almanya’ya Gönderilen Kafatasları

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı ile ilgili görsel sonucu

Ama belki de tüm bunlar içinde en acı verici olanı, kendi insanlarına yapmak zorunda bırakıldıkları muameleydi: Ölenlerin cesetlerindeki kafataslarını etlerinden sıyırarak temizlemek! Bu kafatasları Almanya’daki üniversitelere Aryan ırkının üstünlüğünü kanıtlayacak bilimsel çalışmalar yapmak için gönderiliyordu. Kafataslarının gönderilmesini isteyen kişi, II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler üzerinde acımasız deneyler yapacak olan Josef Mengele’nin hocası Alman antropolog Eugen Fischer’dı. Almanya’ya gönderilen 300 kafatasından çok azı, iki ülke arasında yapılan anlaşma sonucu ancak 2011 yılında defnedilmek üzere Namibya’ya geri gönderildi.
1911 yılına gelindiğinde 80.000 Herero’dan yalnızca 15.130 kişi, 20.000 Nama’dan ise, kaçabilenler dahil, ancak 9.781 kişi sağ kalmayı kalabilmişti. Diğerleri, Alman sömürgecileri tarafından soykırıma uğratılmıştı.
Ünlü soykırım araştırmacısı ve demograf R. J. Rummel, konuyla ilgili olarak yaptığı araştırmalarda, Güneybatı Afrika’da (Namibya’da) Almanlar tarafından soykırıma uğratılanların sayısının, esasında yukarıda verilen sayılardan daha fazla olduğunu, esas sayının 132.000 kişiyi kapsadığını ve kadın, erkek ve çocuk binlerce Herero ve Nama’nın Almanların soykırımından kurtulamadığını belirtmektedir.
Almanlar tarafından askeri olarak yok edilemeyen binlerce yerli ise, daha sonraları her türlü kuramlarının bu soykırımlarda çökmesiyle birlikte, uygulanan bu soykırım stratejisinin ve yine sömürgeciliğin kurbanı oldular ve sosyal, ekonomik ve kültürel şartlara dayanamayarak zamanla önemli ölçüde telef oldular.
Almanların, Güneybatı Afrika’da ekonomik çıkar amaçlı sömürgecilik serüvenleri, Birinci Dünya Savaşı’nın yoğunluğu sırasında son buldu. Araştırmacılara göre Almanların yaşlı, kadın ve çocuk demeden Güneybatı Afrika yerlilerine karşı askeri güç kullanarak yürüttükleri Namibya Soykırımı, 20. yüzyılın ilk soykırımını ve ileride Nazi Almanya’sının yararlanacağı. Güneybatı Afrika’daki Alman sömürgeciliğinin yarattığı soykırım amaçlı toplama kampları uygulamasının da temelini oluşturdu.
Konu üzerindeki araştırmaların verilerinden ortaya çıkan durum ise, Almanların, 20 yüzyılın ilk soykırımını yaptıkları Namibya’daki deneyimlerini daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında da uyguladıkları ve yarım yüz yıl sonra soykırımcı anlayışlarını sürdürdükleri şeklindedir. Namibya Soykırımı ve holokost uygulamaları arasındaki gözlemlerden çıkan sonuçlar da hesaba katıldığı zaman, konuyla ilgili iddiaların gerçek olduğu daha da net olduğu gözükmektedir.
1985 yılında Birleşmiş Milletler (BM), hazırladığı Whiteker Raporuyla, Alman Askeri Kuvvetlerinin Nama ve Herero’lara karşı Güney Batı Afrika’da (Namibya’da) 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptıklarını geç de olsa resmen kabul etti. Rapora göre 65.000 Herero (toplam nüfusun % 80’i) ve 10.000 Nama (toplam nüfusun % 50’si) yerlisi Almanlar tarafından soykırıma uğratıldı.


Giacomo Matteotti Olayı, İtalyan Faşizminin Dönüm Noktasıydı

Giacomo Matteotti

İtalya’da 1924 seçimleri faşist terörün ve hilekarlığın egemenliği altında geçti. Anayasal oyunun kurallarına uyar görünen Benito Mussolini ve Faşist Parti, el altından yasaları çiğniyor ve diktatörlüğünü hazırlıyordu. Yasal olarak çıkan gazetelere bile el konuyor, basımevleri yağmalanıyor, işçi sendikaları merkezleri ve kooperatifler ateşe veriliyor, İtalyan sokaklarında her gün Mussolini karşıtlarının kimliği belirsiz kişilerce öldürülmüş cesetleri bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen, 6 Nisan 1924 seçimlerinde, faşistlerin tam bir başarı elde ettiği söylenemez. Seçmenlerin % 37’si oy kullanmamıştı; muhalefet ise oyların % 35’ini almış durumdaydı. Ama yine de faşistler zafer türküleri okumaktan geri kalmadılar. Çünkü Faşist Parti toplam 535 sandalyeli mecliste 355 sandalye kazanmıştı. Paralel listelerdeki 19 milletvekili de bu sayıya dahil edildiğinde, faşistler 1924 seçimlerinde 374 milletvekili ile İtalya Parlamentosu’nda atık ezici çoğunluğa sahiptiler. Bir önceki seçimde yalnızca 37 milletvekili çıkarmayı başaran bir parti için muazzam bir başarı…
Parlamento açıldığında muhalif partiler Mussolini’yi, “anayasaya aykırı” davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçladılar. 29 Mayıs’ta sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti çok sert bir konuşma yapmış, seçimlerde yapılan yolsuzlukları bir bir açıklamıştı. Meclisin “yasadışı” olduğunu ilan ediyor ve seçimlerin yenilenmesini istiyordu. Matteotti, bir sosyalist toplantısında da şöyle diyecekti: “İtalyan deneyinin dışında, faşizmin, uluslararası bir yanı vardır. Savaşın zararlarını kendi ödemek zorunda kaldığımı görünce, burjuvazi başkaldırmış, korunma yolunu faşist diktatörlüklerde bulmuştur. Özgürlüklerinizi bütün gücünüzle savununuz!”

Giacomo Matteotti’nin Öldürülmesi

Mussolini hükümetinin güvenoyu almasından yalnızca üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te evinden çıkan Matteotti, Roma’nın göbeğinde altı faşist tarafından kaçırıldı.  Görgü tanıklarının ifadeleriyle,  Matteotti’nin kaçırılması olayında kullanılan arabanın izini süren polis, aracın Faşist Parti yöneticilerine ait olduğunu belirlemişti.  Araçta kan izleri vardı ama ortada bir ceset yoktu.
Matteotti’nin kaçırılması, faşizmin karşılaştığı en büyük bunalımı doğurmuş, faşist iktidarın düşmesi beklenmeye başlamıştı. Uzun süre Matteotti’nin cesedinin bulunamayışı bu bunalımı daha da arttırdı. Sonunda Matteotti’nin cesedi 18 Ağustos’ta Roma’nın 23 km. uzağındaki Ouartarella Ormanı’nda bulundu (Bu nedenle bu bunalım dönemine Ouartarellista adı verilir).
Bu cinayet, bütün İtalya’da büyük bir nefret dalgasının kabarmasına yol açtı. Basın da buna katıldı. Sonunda, faşizmle “dirsek temasında” olan liberaller dahi kuruntularından kurtulup faşizmin gerçek yüzünü görmeye başlamışlardı. Faşist Parti içinde bile bölünmeler oluyordu. Sonunda katiller yakalandı ve bunlarla ilişkide olan Faşist Parti’nin ileri gelenlerinden Marinelli ve Cesare Rossi tutuklandı. Faşizm yanlısı gazeteler bile faşizme saldırıyordu. Bunun üzerine Roma dışındaki faşist milisler eyleme geçirildi ve Bologna’da büyük bir toplantı yapılarak faşist ruh canlandırılmaya çalışıldı. Dışardan Roma’ya faşist birlikler getirildi.
Sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti’nin öldürülmesi, başlangıçta faşizmi önemli ölçüde tehdit edecek, doğmakta olan diktatörlüğün gelişmesini bıçak gibi kesecek bir darbe gibi göründüğü halde, aslında rejimin faşizme mutlak bir biçimde dönüşmesine yol açan bir olayla sonuçlanacaktı.
Matteotti cinayeti, parlamentoda da söz konusu edildi ve faşizmin tarihinde karşılaştığı en büyük muhalefet eylemine yol açtı. 13 Haziran tarihli meclis toplantısına, olayı protesto için katılmayan muhalefet, 24-25 Haziran günü tartışmaya katıldı. Albertini, Abbiate, Carlo Sforza sert bir biçimde cinayeti eleştirdiler; cinayetten, hükümeti ve Mussolini’yi sorumlu tuttular. Mussolini ise, cinayeti faşizm düşmanlarının hazırladığını ve kendisinin olayla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürüyordu!
Matteotti’nin katillerinin duruşması 1926 yılında komik bir biçimde sonuçlandı: Mussolini temize çıkartıldı. Karara göre, öldürme olayında bir kasıt yoktu! Matteotti, karşılıklı dövüş sırasında öldürülmüştü! Katilleri, Faşist Partisi sekreteri Farinacci savunmuş ve katiller 5 yıl hapis cezası ile kurtulmuşlardı. Zaten iki ay sonra da İtalya Kralı Victor Emmanuel tarafından affedilip cezaevinden çıkacaklardı.

Antifaşist Cephenin Basiretsiz Politikası

Faşizmin bunalıma düştüğü bu dönemde senatodaki iktidar grubu Mussolini’yi kurtarmak için güven oylaması istemiş ve Mussolini güvenoyu alarak iktidarda kalmıştı. Kral da Mussolini’yi desteklediğini bildiriyordu. Mussolini, bu arada, iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak durumunu güçlendirdi. Muhalefet ise Federzioni’nin Mussolini’yi yıkarak iktidarı ele geçireceğini ummaktaydı.
İtalyan sosyalistleri ise hâlâ yasallığa ve Anayasaya bağlı kalmakta kararlıydılar. Üçlü yasal öneriyle şunları istiyorlardı: Hükümetin istifası, milislerin kaldırılması ve yeni seçimlere gidilmesi. Sosyalistler hâlâ krala güven besliyorlar, onu Mussolini’den uzak durmaya teşvik ediyorlar, kendisini aydınlatmak için gazetelerde yazı üstüne yazıyorlardı! Ama kral, sosyalistlerin umutlarını bir kez daha boşa çıkaracaktı…
Bu durum karşısında komünistlerin dışında kalan muhaliflerin yaptığı tek eylem, meclisi boykot ederek oturumlara katılmamak oldu!  Parlamentonun yasal hukuk düzeninin dışına çıktığını ve faşist milisler dağılıp yasal anayasa düzeni işletilinceye kadar, parlamentoya katılmayacaklarını belirterek tıpkı eski çağın pleb’leri gibi Avertino’ya çekildiler. Bu eylem ile bir hükümet bunalımı yaratılabileceği umulmuştu. Mussolini ise alayla, “Rakiplerimiz ne haldeler, ne yaparlar? Genel grev, hatta mahalli grevler mi düzenliyorlar? Ordu içinde isyan çıkarmaya mı çalışıyorlar? Hiçbiri değil; basın kampanyalarıyla yetiniyorlar!” diyordu.
Avertino eyleminden önce Torino’da, 18 Haziran’da, Piero Gobetti yönetimindeki bir grup, muhalefetin birleşmesini ve birlikte eyleme geçilmesini önermişti. Bu grup, “Avertino davranışı” gibi kişiliksiz ve pasif bir politikanın tersine, aktif ve savaşçı bir davranış istemekteydi.
Matteotti olayının yarattığı hava, bazı başkaldırıları da birlikte getirdi. Örneğin, Haziran ayının sonlarına doğru, Floransa’da, faşizme karşı gizli bir dernek kuruldu. “İtalia Libera” diye anılan bu dernek, 16 Haziran’da yayınladığı bir bildiri ile faşizmin iktidardan ayrılmasını istedi. Bildiride faşizm, cinayetle suçlanıyor ve faşistleri parayla besleyenler ağır bir dille suçlanıyordu. Bu bildiri üzerine öteki muhalif çevreleri bu derneği desteklemeye karar verdi. Dernekte çeşitli düşüncelere bağlı kişiler vardı. Hepsinin ortak amacı, İtalya’yı faşizmden kurtarmaktı. Bu maksatla çeşitli gösteriler ve toplantılar düzenlendi. Özellikle 4 Kasım’da Milano’da yapılan gösteriler çok parlak oldu; ama gösteriler, faşistler tarafından sayısız insanın yaralanması ve dövülmesi ile sonuçlanacaktı. Bütün çabalara rağmen bu örnek, faşizme karşı silik bir başkaldırıdan öteye gidemedi.
Olayların sonunda sistem bir sarsıntı geçirdiyse de muhalefet, protesto eylemlerinden öteye gidemedi ve antifaşist bir cephe birliği oluşturulamadı. Ayrıca muhalefetin parlamentodan çekilmesiyle, Mussolini parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelmiş, faşizme kendini toplama ve yeniden saldırıya geçme olanağı verilmişti. Sokak çeteleri yeniden başkaldırıyor, bir an için kazanılan üstünlük, yeniden faşizme geçiyordu.
Diktatörlüğe gitmenin tam zamanı olduğunu anlayan Mussolini, 3 Ocak 1925’te mecliste verdiği ünlü söylevinde, suratındaki maskeyi bütün bütüne attı ve gerçek niyetini açığa vurdu. Polis, Mussolini’ye karşı bir dizi uydurma suikastler düzenliyor, bu suikast girişimlerine dayanarak da Mussolini, “olağanüstü durum” yasaları çıkararak muhaliflerini ezme, demokratik partileri, sendikal örgütleri kapatma, bütün özgürlükleri ortadan kaldırma ve diktatörlük yetkileriyle yasa gücünde kararnameler çıkarma olanağını elde ediyordu.
Mussolini birkaç ay sonra, 22 Haziran 1925’te, Augusteo’da toplanan faşist kongre önünde “faşizmin yırtıcı totaliter iradesinin erişmek istediği devleti” şöyle tanımlayacaktı: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”
Gerçekten de 1925-1926 yıllarında çıkarılan yeni yasalarla İtalya’da artık yalnızca faşizmin sözü geçiyordu. Meclis oturumlarını boykot etmek gibi parlak mücadele yöntemleri İtalya’da faşizmin yükselişini engelleyememişti.

1648 İngiliz Devrimi ve Oliver Cromwell


1648 İngiliz Devrimi bir yönüyle gittikçe gelişen ve zenginleşen orta sınıf (burjuvazi) ile saray ve aristokrat sınıfı arasındaki siyasal güç mücadelesinin bir sonucu olsa da, ideolojik temelini din öğesi oluşturmuştur. Birçok yazar, bu nedenle 1648 Devrimi’ni “püriten devrim” diye adlandırmaktadır. Kralın değişik eğilimler taşıyan düşmanlarının birleştikleri tek nokta, Anglikan Kilisesi’ne karşı olmalarıdır.
16. yüzyıla gelindiğinde  topluma egemen olmaya başlayan kapitalist ilişkiler nedeniyle İngiltere’de feodal düzen çökmek üzereydi.  Denizaşırı sömürgelerin yağmalanmasıyla başlayan süreç bütün Avrupa gibi İngiltere’de de olağanüstü bir servet birikimi ve burjuva sınıfının güçlenmesini sağlamıştı. Burjuvalar karşısında iktisadi olarak sürekli gerileyen, ancak hâlâ yasal ve toplumsal ayrıcalıkları tekelinde bulunduran ve bu ayrıcalıkları kıskançlıkla korumak isteyen feodal aristokrasi ile gelişen burjuvazi arasında bir denge sağlamak artık olanaksızdı. Feodal hiyerarşi içinde “eşitler arasında birinci” olan Kral’ın çevresinde aristokrasinin toplanmasının nedeni buydu.

18 Şubat 2017 Cumartesi

Cahiliye Döneminde Arap Toplumu

Cahiliye Döneminde Arap Toplumu ile ilgili görsel sonucu

Cahiliye dönemi Arapların İslamiyet öncesi yaşadıkları döneme verilen addır. Bu dönem de kendi içinde ikiye ayrılır: Çok eski zamanlardan MS beşinci yüzyıla dek geçen süreye “İlk Cahiliye Dönemi”, MS beşinci yüzyıldan, Hz. Muhammed’in İslamiyet’i tebliğine kadar olan döneme de “İkinci Cahiliye Dönemi” denir.
Bu döneme Cahiliye dönemi denilmesinin nedeni, yaşanan büyük ahlaki çöküş ve yozlaşma, bazı sakat adet ve geleneklerinin toplum yaşamına egemen olmasıdır. Yoksa bu çağda yaşayan Araplar bütün uygarlıktan yoksun durumda değildi ve cömertlik, sözünde durma, kendilerine sığınanları koruma ve cesaret gibi iyi hasletleri de yok değildi. Cahiliye döneminin temel özellikleri öç alma duygusunun yaygınlığı nedeniyle toplum yaşamında sıkça rastlanan karışıklık ve çatışmalar, özgür insanlar dışında kalanların hiçbir hakkının olmaması, toplum yaşamına zarar veren alışkanlıkların yaygınlığı ve kadınların toplumdaki konumudur.
Diğer Arabistan bölgelerinin tersine Hicaz’da, Hz. Muhammed dönemine kadar hiç bir zaman hiç bir kral veya emir yönetim başına geçmemiş, henüz uluslaşma aşaması da tamamlanmadığından kabile yaşamı hüküm sürmektedir. Her kabile diğerinden ayrı bir devlet gibidir ve başlarında “şeyh” adı verilen kişiler bulunur. Hükümet olarak adlandırılabilecek tek kurum ise şeyhlerin katılımıyla oluşturulan fakat yürütme gücüne sahip olmayan, tavsiye niteliğinde kararlar alan “mele” adlı kurumdur.
Bazı bölgelerde kentleşme olsa da toplumun büyük bölümü göçebedir. Yemen bölgesi dışında bütün yarımadanın tarıma elverişsiz vadiler, çorak topraklar ve çöllerden oluşması Arapların göçebe bir yaşam sürmesinin ve çoğunlukla ticaretle uğraşmalarının nedenidir. Kentleşmenin son derece az olduğu dönemde bilgi ise hemen tümüyle bu göçebe yaşantısının zorluklarından doğan deney, gelenek ve yöntemlerin geliştirdiği bilgilerden ibarettir.
Diğer bölgelerde kurulan devletlerin kültür ve uygarlıklarının Hicaz’ı hiç etkilemediği iddia edilemezse de coğrafi koşullardan dolayı oldukça az etkilemiş, bedevi kültürü kendi dünyasını dışarıdan gelen etkilere daima kapalı tutmuştur. Bu yüzden İslamiyet öncesi Hicaz’da -zengin bir şiir dili olmasına rağmen- yüksek bir kültür varlığından söz edilemez. Bu kültürden faydalananlar ise çoğunlukla din adamları, tüccarlar ve imtiyazlı kişilerdir. Okuma yazma da, hemen hemen sadece ticaretle uğraşanların veya nüfuzlu ve soylu kişilerin bildiği bir şeydi. Geri kalan halkın neredeyse tamamı tümüyle cahildi. İslamiyet’in doğuşu sırasında Peygamberin, Bedir Savaş’ında tutsak olan Mekkelilerden her birinin, on Medineli gence yazı öğretmesini kurtuluş şartı sayması bu gerçeği açıkça belirtir.
Okuma yazma oranı yok denecek kadar az olsa da, Cahiliye dönemi Araplarının bilgi ve deneyimlerini belli alanlarda aktardıkları bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karışık bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme yeteneği, “Cahiliye dönemi bilimleri” arasında gösterilebilir.
İlgili resim

Öç Alma Geleneği ve Kan Davası

Bir siyasi birliğin olmadığı, topluma kabile asabiyetinin egemen olduğu bu dönemde kabileler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi nedenlerden sık sık savaşlar yaşanırdı. Toplum yaşamını düzenleyen hukuksal kurallar değil, “sünnet” yani atalardan gelen örf ve adetlerdir. Bu kurallara uymayanlar kabileden ihraç edilirdi ki, kabileden ihraç edilmek kan bağının kalkması anlamına geldiğinden can güvenliğinin yitirilmesi ile eş anlamlıydı. Çöl yasalarına göre zayıfı yakalayıp tutsak almak bir haktır. Böyle bir kimsenin bir kabileye sığınmaksızın çölde yaşaması da bu nedenle olası değildir.
Kabileleri birbirine kenetleyen ve aralarında kalıcı bir bağ kuran yalnızca kan ilişkisiydi. Güçlü bir kabileye mensup olmak, başka kabilelere karşı övünme vesilesi oluyordu. Evlenmelerde bile kabile ve aile seviyelerinin eşit olmasına dikkat edilir, aşağı kabile mensubu olmak utanç sayılırdı. Bütün bunlar kabilenin gücünü kanıtlamak ve adını onurlandırmak için Arapların fırsat bulunca basit nedenlerden dolayı adam öldürmesine, çapulculuk yapmalarına neden oluyordu.
Kabileden birisi yaralandığında ya da öldürüldüğünde bu hırsıza ya da katile karşı kabileler haklarını kendileri aramak zorundaydı. Çünkü aile topluluğunun oluşturduğu gruplar arasında devlet otoritesine benzer bir kurum yoktu ve kolektif sorumluluk anlayışının bir gereğiydi. Bir aşiret ya da klanın oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından öldürülmüş birisi bulunduğu ve bu klana bağlı kişilerin birinden şüphe edildiği zaman, bütün klan öç alınması için yemin ederdi. Öldürme olayının öcünü almak öncelikle öldürülenin en yakın mirasçısının ödevidir ama öç almak aynı zamanda kabileyi oluşturan bütün bireylerin bir borcudur.
Kan davası kuralına göre, bir kişinin işlediği cürümden bütün soyu sorumlu olurdu. Zaten çok zaman katil, kendi klanı tarafından korunduğundan, dökülen kanın öcünü alma, çoğu kez kuşaklar boyu süren ve yeniden bir sürü insanın öldürüldüğü kanlı savaşlara, çarpışmalara neden olurdu.  Bu savaşlar Kabe’ye saygılarını göstermek için, Kabe ziyareti ve umre sırasında yılda dört ay durdurulurdu. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarından oluşan bu aylara Eşhuru’l Hurum yani Haram Aylar denilirdi. Yine de bu aylar da bazen anlaşmazlıklar sonucu savaş çıktığı olurdu. Cahiliye döneminde Arapların yaptığı bu savaşlara Ficar Savaşları adı verilirdi.
Öç alma şüphesiz diyet olarak deve vermekle de durdurulabilirdi. Ne var ki Cahiliye dönemi aynı zamanda,  kahramanların mezarları başında deve kurban eden Arapların kahramanlıklarıyla övündükleri bir dönemdir. Bu nedenle anlaşmak bir şerefsizlik olarak görülür, katili kendileri öldürmeyi tercih ederlerdi. Çünkü bedevinin bütün işlerini düzenleyen yüksek şeref duygusu, onun ahlak prensibinin temelini teşkil ederdi.
Araplarda aile toplulukları arasında çıkan kan davaları müthiş kavgaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden de diyet müessesesi doğmuştur. İslamiyet geldiğinde öç alma geleneği yüzünden Araplarda her gün yaşanan cinayetler gayet sıradan olaylardan biriydi.
İlgili resim

Cahiliye Döneminde Kadın

Ebu Süfyan’ın karısı Hind binti Utbe gibi tanınmış kabilelerden birine mensup olmadıkça, ya da Hz. Peygamber’in eşi gibi zenginleşip toplumda kendine yer edinmedikçe Cahiliye döneminde kadın haklarından söz etmek olanaksızdı. Orta ve aşağı tabakadaki kabilelerin kadınları daha doğuştan ikinci sınıf insan muamelesine uğruyordu. Bir kişi erkek çocuğu olduğunda sevinip şenlik düzenlerken, kız çocuğu doğduğunda utanır, suç işlemiş gibi pişmanlık duyardı. Özellikle aşağı tabakalarda kadının, kocasının gözündeki değeri, sahip olduğu bir eşyadan daha fazla değildi. Bu dönemde Arap erkeği, aybaşı gören kadınla aynı odada oturmaz, onunla yemek yemez hatta kadın geçici olarak evden kovulurdu. Evliliklerin temel amacı da sevgiden daha çok, ailedeki erkek evlat sayısını çoğaltmak, böylece düşmanlara karşı daha güçlü olabilmekti.
Cahiliye döneminde gerçekleşen evliliklerde kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâhın dini bir özelliği olmadığından kadın ancak erkeğine bir çocuk verdikten sonra aileden birisi olarak kabul edilirdi. Bu nedenle bir kadın çocuk doğurmadan öldüğünde aile bireyi sayılmadığından başsağlığı için o aileye kimse gelmezdi. Kadınların iyi çocuk doğuranlarına ise büyük önem verirler ve şiirlerinde onlara işaret ederlerdi. Bunu, Lebid’in uzunca bir şiirindeki “Biz dört oğlan anasının çocuklarıyız” mısraındaki övünmesinde görebilmekteyiz. Çocuksuz kadın, diyet vermeye mahkum edilirse, aile bireyi olmadığından bu diyeti kocası yerine ailesi ödemek zorundaydı.
Evlilik dönemine gelen bir kızın eşini seçmek konusunda da en ufak söz hakkı yoktu. Babalar kızlarının yerine karar verir, onun isteğine aldırmaksızın, taliplinin yaşlı ya da kötü huylu oluşuna bakmaksızın kızını istediği erkeğe verirdi. Burada temel ölçüt taliplinin serveti ya da kabilesinin toplumdaki konumuydu. Evlenecek erkeğin babası ya da yakın akrabası kızın babasına gider kızını isterdi ki buna “hıtbe” denirdi. Uzlaşılır ve kız verilirse bir mehir belirlenir, bundan sonra evlenme gerçekleşirdi.
Arapların öz anneleri, kızları, halaları ve teyzeleriyle evlenmeleri yasaktı ama üvey anneleriyle evlenmeleri yasak değildi. Üstelik üvey annesi istemese bile! Miras hırsıyla yapılan bu çok çirkin evliliklere sık rastlanırdı. Üvey anne öldüğünde, evin en büyük oğlu analığı ile evlenebilirdi. Evlenmek istemezse ya mehir karşılığı başkasına verebilirdi, ya da diğer kardeşleri analıklarını nikâhlayabilirlerdi. Kadının tek şansı elini çabuk tutarak ailesinin yanına kaçabilmesiydi. Ve yine bu dönemin adeti olarak bir kadının kızı ile beraber aynı şahıs tarafından nikâhlanabilmesinde de sakınca görülmüyordu.
Boşanan bir kadının yeniden evlenmesi de oldukça zordu. Karısının bir başkasıyla evlenmesine engel olmak isteyen erkek, “iddet süresi” (evliliği biten kadının yeniden evlenebilmesi için gereken süre) tamamlanacağı sırada onunla tekrar evlenip ardından tekrar boşardı. İddet süresi yeniden başlayacağı için kadın bir yıl daha evlenemezdi. Kocanın ölümünden sonra ise kadınlar tam bir yıl yas tutarlar ve iddete girerlerdi. Ölen kocanın mirasından da en ufak pay alamazlardı.
Kadınları aşağılayan bir diğer uygulama da istibda idi. Soy ve kabilenin oldukça önemli olduğu Arap toplumunda erkekler, soylu bir çocuk sahibi olmak istediklerinde karılarını soylu kabilelerin erkekleri ile cinsel ilişki kurmaya gönderir, doğan çocuğu kendi nesebine alırdı.
Kentlerde yaşayan cariyelerin durumu ise çok daha kötüydü. Cariyeler bir mal gibi alıp satılabilir, ya da sahipleri onları fuhşa sevk eder, bu yolla kazandıkları paraları ellerinden alırlardı. Kadının namusuna saygı çölde şehirdekinden daha çoktu.
Yaygın olmamakla birlikte Araplarda kız çocuklarını diri diri gömme adeti de vardı. Bunun nedeni kızlarının bir gün istemedikleri bir kimse ile evlenerek ailenin onurunu lekeleyebilecekleri korkusu, geçim kaygısı ya da kız çocuklarının büyütülmeye değer görülmemesiydi. Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına çoğunlukla deve ya da koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise doğar doğmaz kum çukuruna gömerler veya altı yaşına geldiğinde ona güzel giysiler giydirip çölde önceden hazırladıkları çukura atıp üstüne kum örterlerdi.
İlgili resim

Toplumsal Sınıflar

Cahiliye çağında Arap toplumu özgürler, esirler ve mevali olmak üzere üç sınıfa bölünmüştü. Özgür olanlar aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan, aynı haklara sahip kimselerdi. Bunlar birlikte göç eder, savaşlara gider, her konuda ortak ve eşit bir yaşantı sürerlerdi.
Esirler, kölelerle cariyelerden oluşurdu. Köleler veya cariyeler, ya savaşlarda yakalanır ya da tutsak pazarlarından satın alınırlardı. Cahiliye çağında köle ve cariyeler, mal ve eşya gibi alınıp satılır, miras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Köle ve cariyelerin işledikleri suçların cezaları, özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Cariyelerden doğan çocuklar da köle veya cariye sayılırdı: ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün yetenekli olanlarını, babaları isterlerse, kendi evlatları arasına alabilirdi.
Köle veya cariyelere genelde son derece merhametsizce davranılır, kendileri hayvanlardan daha aşağı tutulurdu. Bir köle veya cariye sahibi onları istediği gibi, kayıtsız şartsız her türlü muameleye tâbi tutabilirdi. İsterse onu öldürünceye kadar dövebilir, elini, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü. Bundan dolayı da hiç kimseye sorumlu olmazdı
Mevali ise köle ile özgürler arasında orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler veya cariyelerden oluşurdu. Herhangi bir köle azat edildiğinde o kabilenin bir üyesi kabul edilir, akraba niteliğini kazanırdı. Mevaliler köleler gibi alınıp satılamazdı ama özgür bir kız veya kadınla da evlenemezdi.
İlgili resim

Puta Tapıcılık

Araplar Hz. İbrahim döneminde tek tanrı inancına sahipti. Hz. İbrahim’in bildirdiği tek Tanrı inancının temellerinden biri de Kabe’yi tavaf etmek yani çevresini dolaşmaktı. Araplar bu nedenle tarihin bütün dönemlerinde Kabe’ye saygı göstermişlerdi. Diğer bir neden ise hac döneminde Kabe’nin kentin ticari yaşantısını canlandırmasıydı.
Mekke’de hac görevini yerine getirenler, Kabe’ye olan saygıları nedeniyle oradaki taşlardan bir tane alıp götürür, gittikleri bölgede bir yere koyar, Kabe’nin çevresini dolaştıkları gibi bu taşın çevresini de dalaşırlardı. Böylece zamanla hoşlarına giden ya da beğendikleri başka taşlara tapma yani puta tapıcılık Arapların arasında hızla yaygınlaştı, kutsal sayılan Kabe’nin içi yine kutsal saydıkları putlar ile dolduruldu.
Araplar, kendilerini çevreleyen doğanın, insanlarınkine üstün, fakat özel yollarla kendi çıkarlarına kullanılabilen kuvvetlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Bu kuvvetler cinlerdi ve onlar bu cinleri Tanrının kızları sayıyorlardı. Onlar, cinlerin iyilik ya da kötülük yapabildiklerine inanırlardı; bu nedenle de onların sevgisini kazanmak, onlara saygı göstermek, putlarına tapmak gerekirdi.
Her cinin belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları ve putların içini mesken tuttukları kabul edilirdi. Her kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunup, bunun yakınında belli bir topluluk oturur ve dinî ödevi yerine getirirdi. Temelini kurban kesmenin oluşturduğu bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların kabilesi ile bir kan akrabalığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin koruyucusu olurlardı. Yani Araplar putları Tanrı olarak değil, Tanrıya yaklaşma, dua ve isteklerini ona ulaştırma aracı olarak kabul ediyorlardı.
Her kabile kendi özel putuna tapar ancak, başka kabilelerin Tanrılarının da kendi bölgelerindeki kudretini tanırdı. Yüce putların yerleri değişmez; onlar burada, kabile göç ettiği zaman, onların yerine gelenler tarafından da aynı saygı ile sayılırlar.
Bunun dışında her aile bir put edinip onu kendi evine koyup dualarında aracı olarak kullanıyorlardı. O aileden bir kişi yola çıkacağı zaman hayvanına binmeden önce evindeki bu puta elini yüzünü sürer, bu onun yola çıkmadan son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan döndüğünde yine o puta elini yüzünü sürerdi ki, bu iş de ailesini görmeden yaptığı ilk iş olurdu. Zor kararlar verilmesinin gerektiği durumlarda putlara danışılırdı. Putlara danışma çoğunlukla put önünde fal okları çekmek yöntemiyle gerçekleşirdi. “Evet” ya da “Hayır” okundan birinin çıkması ile yapılacak işe karar verilirdi.
Araplara göre putların içindeki cinler kahinlerle konuşur ve kahinlere, gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Her kahin, kendine sorulan her şeyi çözmeye çalışmakta idiyse de bazen özel bir uzmanlığı bulunurdu. Kahinlerin her şeyi bildikleri düşündüklerinden fal oklarının yön göstericiliği gibi onlara da danışırlardı. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların aracılığına ve verecekleri kararlara önem verirler, hastalıklarında tavsiyelerine uyarlardı. Bunlardan başka, içinden çıkamadıkları konularda onların fikirlerini sorarlar, düş gördüklerinde onlara yordururlar, gelecekte başlarına ne geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.
Yine de Arapların putlara olan saygılarının tam olduğu söylenemez. İşlerine geldiği ve duaları tesadüfen isteklerine uygun düştüğü zaman sevinseler de, ters düştüğü zaman putlara hakaret ettikleri, hatta küfrettikleri de olurdu. Birçok kez de çıkarları ya da durum neyi gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Örneğin Beni Hanife kabilesinin kıtlık zamanında hurma ve sütten yapılmış putlarını yedikleri gibi.
İlgili resim

Geleneksel Arap Konukseverliği

Elbette Cahiliye dönemi Arap toplumu tamamıyla kötü hasletlere sahip değildi. Özellikle konukseverlikleri, her araştırmacının dikkatini çekecek ölçüdedir.
Cahiliye dönemindeki Arap toplumunun özelliklerini ve yaşam biçimlerini inceleyenler, yoksulluğun onları devamlı tehdit ettiğini görür. Yağmur pek az yağar. Yer kurak, bitkiler yok denecek kadar azdır. Zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalmayan Arap sayısı pek azdır. Bu durum güçlü iken aciz, zengin iken fakir olma korkusu ile gücü yetenleri servet elde edebilmek için zorluklara katlanmaya sevk ediyordu. Hatem et-Tai’nin annesi, oğlunun cömertliğinin nedenini şu sözleri ile anlatır: “Senin başın için yemin ederim ki, eskiden açlık beni öyle bir hırpaladı ki, yaşadığım müddetçe hiç bir aç insanı geri çevirmemeye yemin ettim.”
İşte bu düşüncenin ışığında, Arap tarihi cömertlik ve ihsanın çeşitli örnekleri ile doludur. Araplarda mal gaye değil, araçtı. Mal, onların sıkıntıda olanları kurtarmak, muhtaçlara yardım etmek ve bunun gibi kutlu gayeleri gerçekleştirmek için bir araç idi.
Geniş, suskun çöl geceleri köyleri ve su kaynaklarını yutardı. Geceleyin yolculuk yapanların, yollarını kaybetmeleri işten bile değildi. Yolunu kaybedenlerin yollarını bulmaları için, yüksek yerlerde ateşler yakmak Arapların geleneği idi. Ateş, Araplar arasında ziyafete daveti temsil ederdi. Hatem, yaktığı ateşlerin misafir çekmesini çok isterdi. Onun için kölelerine ateşi alevlendirmeye devam etmelerini, onu sürekli odun ve çalılarla beslemelerini emrederdi. Bunu, misafirin ateşe gelmesi umuduyla yapar, kölesine de, eğer ateşi görüp de bir konuk gelirse ona özgürlüğünü bağışlamayı vadederdi:
Ey hizmetçim! Ateş yak; çünkü gece soğuk, rüzgar serttir. Umulur ki ateşini geçen birisi görür. Eğer yaktığın ateş bir konuk getirirse sen özgürsün.
Bir diğer adetlerine göre de, yolcu yolunu şaşırır da ateş göremezse köpek gibi ulur, köpekler de ona cevap verir böylece kabilenin bulunduğu yeri bulmuş olurdu. Bu kabile gelen misafirlere ikram için koyun keser, köpeğin payı da unutulmazdı. Misafir sahibi, gelen konukla çok sevinir, onu konaklatır ve güler yüzle karşılardı. Misafiri kendi çocuklarının yerine koyardı.
Çölde yaşayan Araplar, yardım sahasında en gelişmiş toplumların özendikleri dereceye çıkmışlardı. Onlara göre, vermek asil bir huydu. Araplar, bir görevi yerine getirmek veya yasaya uymak zorunda oldukları için cömertlik yapmıyordu. Onlar, sadece canı istediği ve kendisine zevk verdiği için son derece cömertti. Bu cömertlik İslamiyet’in gelişi ile de sürecekti.
Cahiliye Döneminde Arap Toplumu ile ilgili görsel sonucu

Şiire ve Şaire Verilen Önem

Şiir, Arapların büyük değer verdikleri bir sanat dalıdır. Bugünün insanlarının büyük bir şarkıcının veya meşhur ses sanatçısının etrafında toplandıkları gibi Araplar da şairlerin çevresinde toplanıp okudukları kasideleri dinlerlerdi. Ukaz, Micenne ve Zu’l-Mecaz gibi ünlü panayırlar vardı. Araplar alış-veriş için buralarda toplanırlar, şairler de yeni şiirlerini sunmak için panayırları fırsat olarak değerlendirirlerdi. Şair şiirini okurken kabilesi de etrafında durur, ona tezahürat yaparak gayrete getirir ve onunla iftihar ederdi. Panayırlarda en iyi kasideler seçilerek, bir deve derisine yazılır ve mabutlardan uzak olmaması için Kabe’ye asılırdı. Ukaz panayırı, şiir sahasında panayırların en tanınmışı idi. Araplar arasında şairin konumu gerçekten yüce idi. İnsanların nezdinde en üstün mertebede şairler bulunurdu. Bir kabileden adını duyuran bir şair  çıktığı zaman diğer kabilelerden konuklar bu kabileyi kutlamaya gelirlerdi. Şairin kabilesi buna sevinir, kurbanlar keser, halka yemek ikram ederdi. Kabilenin kadınları da çalgı çalarlar, dans ederler ve şarkı söylerlerdi. Çünkü şair kabilesini şiiri ve diliyle bir süvarinin kılıç ve harbesiyle savunmasından çok daha iyi savunurdu. Aynı zamanda şair olayları şiiriyle tescil eder, diğer kabilelerin şairleri şiirleriyle kabilesine sataştığı zaman onlara yanıt verirdi.
Araplar arasında şiir ve şairlerin etkisi büyüktü. Çünkü şair önemsiz birini övünce değerini yüceltir, şerefli birini eleştirdiğinde itibarını azaltırdı. Şairler kabilesi için övünç kaynağı olduğu gibi aynı zamanda korkulan kimselerdir. Zira sıradan bir insanın elde etmesi olanaksız olan bir ilme vakıf olduğu düşünülen şairlerin gözle görülmeyen bir takım kuvvetlerle irtibat halinde olduğu düşünülürdü. Bunun sonucunda bir takım beddualarla düşman üzerine belâ ve kötülükler yağdırabilirdi.
Arap şirini okuyan, onda Arapların yaşamını, çölü, çadırı eğ­lence yerleri ve su kaynakları ile gayet açık olarak bulur. Arap büyüklerinin sözleri, iyi evlat yetiştiren kadınlar, iyi cins atlar, kılıç tasvirleri hep Arap şiirindedir. Araplar arasında meydana gelen olayların tarihi, belli-başlı savaşlar, Arap adet ve ahlakı yine Arap şiirinde yer alır.
Cahiliye dönemi


Hac Kervanı

İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA SOSYAL DURUM

Toplumsal Yapı

Arap yarımadası üzerindeki sosyal hayatın şekillenmesinde, hiç şüphe yok ki bölgenin içinde bulunduğu coğrafi ortamın ve iklim özelliklerinin önemli bir etkisi olmuştur. Nitekim vahalarda yaşayan yerleşiklerle (hadari), kırsal kesimde yaşayan göçebeler (bedevi), Cahiliye dönemi Arap toplumunun belli başlı iki temel unsurunu oluşturmuştur. Bölgedeki iki farklı hayat tarzını yansıtan bu tasnif, aynı zamanda yarımadanın birbirinden farklı coğrafi ve iklim özelliklerini de ön plana çıkarmaktadır. Zira bedevilik oldukça kısıtlı imkanlarla yaşayan ve coğrafi ve iklim özellikleri bakımından çok daha nasipsiz bir bölge olan Kuzey ve Orta Arabistan’ın hakim hayat biçimi iken, hadarilik, yaşam imkanlarının çok daha çeşitlendiği güneyin hayat tarzını temsil etmiştir. Hatta Arap toplumu içindeki bu ayrıma ilk defa Kur’ân-ı Kerim dikkat çekmiş ve yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlar “arab”, çölde göçebe olarak yaşayanlarsa “a’rab: bedevi” olarak anılmıştır.
Araplar her ne kadar hayat tarzı bakımından bedevi ve yerleşik olarak tasnif edilseler de mensup oldukları kol itibariyle de iki ana grupta ele alınırlar. "Arab-ı Baide" olarak isimlendirilen birinci kol, İslam'dan önceki asırlarda yaşamış olup, nesilleri tükenmiş ve diğer kabilelere karışarak isimleri unutulmuş olan Arap kabileleridir. "Arab-ı Bakıye" olarak isimlendirilen ve İslam'ın doğuşu sırasında hâlâ soyları devam eden ve yarımada halkını teşkil eden ikinci kol ise, kendi içinde iki ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan ilki, "Arab-ı Âribe" denen Yemen asıllı Kahtani kabileleri olup, insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın soyundan gelmektedirler. Arim seli sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve zorunlu bir göç gerçekleştiren bu kabilelerden Huzaa Mekke'ye, Evs ve Hazrec ise Medine'ye gitmiş ve oranın yerleşik halklarını oluşturmuşlardır. Yine bu kabilelerden Suriye'ye gidenler Gassaniler Devleti'ni, Irak'a gidenler ise Hireliler Devleti'ni kurmuşlardır. "Arab-ı Âribe'nin ikinci kolu olan Arab-ı Müstaribe'ye gelince, soy olarak Hz. İsmail'e ulaşmakta olup, Hicaz ve Necd halkı ile Arap yarımadası ortalarında yaşayan ve iki kıtaya da komşu olan yerlerin halkını tanımlamıştır. Babası İbrahim tarafından Mekke'ye getirilen ve Kahtaniler'den Cürhüm kabilesine mensup bir kadınla evlenen Hz. İsmail'in neslini kapsayan bu kol, Hz. Peygamber'in atası Adnan'a nispetle "Adnaniler" diye isimlendirildiği gibi, Mudariler, Meaddiler, Nizariler gibi adlarla da anılmıştır. En büyük kollarından biri Hz. Peygamber'in mensubu olduğu Kureyş kabilesi olan bu boya mensup kabilelerin çoğu, Mekke ve çevresinde yoğunlaşmış olup, bölgenin hakim toplumsal kesimini oluşturmuştur.

Bedevilik 


Image













Hayat tarzı bakımından hadari ve bedevi şeklinde tasnif ettiğimiz Arap toplumunun büyük çoğunluğunu, deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda göçebe olarak yaşayan bedeviler oluştururken, geriye kalan kısmını da hadariler dediğimiz köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yaşayan yerleşikler oluşturmaktaydı. İslamiyet’in ortaya çıktığı bölgenin Orta ve Kuzey Arabistan olduğu dikkate alındığında, çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu bölgedeki hakim yaşam tarzını, “göçebe deve çobanlığına dayalı bedevilik” şeklinde tanımlamak uygun olur. Tarihin çok eski zamanlarında Araplar tarafından ehlileştirildiği bilinen ve açlık ve susuzluğa karşı gösterdiği dirençle çöl ikliminin vazgeçilmez vasıtası haline gelen develer, zamanla bu coğrafya insanının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Öyle ki 57 derece sıcaklıkta 17 gün hiç su almadan 200 kilo kadar yük taşıyabilen olağanüstü hayvanlardır develer. İklim şartlarına bağlı olarak daimî bir göçün yaşandığı bedevi yaşamında, dişi develerden oluşan bir sürü, çok büyük bir servet anlamına gelmektedir. "Bir hafta kendilerine yetecek yiyeceği saklamaya uygun karınları, yiyecek deposu olarak işlev gören yağ hörgüçleri; kum fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burunları, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları; dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapıları ve bunları hazmedebilen sindirim sistemleri; aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyetleri ve bir defada 60 litre su içerek bu suyu vücutlarının her yerine hızlı bir şekilde dağıtabilmeleri" gibi özelliklerinin yanı sıra, "fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen yolunu şaşırmayan güçlü hafızaları" ile develerin, söz konusu coğrafya için yaratıldığından kimsenin şüphesi olamaz. Arapçada deve ile ilgili kelimelerin bir kitap hacmine ulaşacak kadar çok olması, keza Cahiliye şiirinin ana konularından birini develerin teşkil etmesi, onların Arap toplumunda edindiği yeri göstermektedir. Çölde haftalar süren uzun yolculuklarda vücutlarından su temin edilebilen bu hayvanlar, eski dünyada kıtalararası ticarette oynadıkları rolle, medeniyetin gelişmesine de önemli bir katkıda bulunmuşlardır.
Ani baskınlarda veya komşu kabilelerin çadırlarının ziyareti sırasında at tercih edilse de, develer hiç şüphesiz Cahiliye dönemi Arap toplumunun en yaygın binek hayvanları olmuştur. Develerin, yük ve binek hayvanı olarak kullanılmaları dışında, et, süt, deri, gübre, yün ve gölgelerinden de istifade edilmiştir.
İslam öncesi Arabistan’ını en iyi tanımlayabilecek 3 şey, çöldeve ve bedevidir. Çölün kendine has ağır şartlarını, deve gibi mucizevi bir hayvanla kolaylaştırmış olan bedeviler, genellikle deve yününden yapılmış çadırlarda yaşamaktaydı. Taşınması kolay ve pratik olarak toplanabilen çadırları tercih eden bedeviler, çadırlarında ayrıca silahlarını, kendilerine ve hayvanlarına ait yiyecekleri, kaplarını ve koşum aletlerini de muhafaza etmekteydi. Çadırların kurulup toplanmaları ile tamir işleri kadınlar tarafından yapılmaktaydı.
Image






Yağmurların düşmeye başladığı ilkbahar mevsiminin gelmesiyle yeşillenmiş bölgelere hücum eden bedevi Araplar, hayvanları için uygun mera haline gelmiş bu alanları hemen yaşam alanına çevirirlerdi. Birkaç hafta içinde otları tükenecek olan bu geçici meralardan azami derecede istifade ederler; bir anlamda çok geçmeden gelecek kurak ve kıtlık dolu günler için depolama yaparlardı. Esasında bedeviler devamlı göç halinde olsalar da her kabilenin kendine ait bir merası mevcuttu. Fırtınaların ve yağmurun ne zaman gerçekleşeceğini bilmeye yarayan “ilmü’l-enva” sayesinde geçici meraların yerlerini tayin edebilen bedeviler, bu meralardaki otların tükenmesinden sonra asıl meralarına dönerlerdi.
Sefil denebilecek kıt kanaat şartlarda yaşayan ve ancak zorunlu ihtiyaçlarını temin derdinde olan bedevilerin temel besin kaynakları hurma ve süt idi. Av hayvanları istisna edilecek olursa bedeviler eti, ancak özel misafirleri veya şenlikleri için hayvan kestikleri zamanlarda yiyebilirlerdi. Avlanmaya düşkünlükleri ile bilinen bedevilerin avladıkları hayvanlar arasında, dağ keçisi, yaban sığırı, ceylan, yaban eşeği, tavşan, keklik, deve kuşu ve kertenkele yer almaktaydı. Pişirilerek yenen veya hurma ile karıştırılmak suretiyle ezmesi yapılan çekirge de bedevi sofralarında yer almaktaydı.
Çöl hayatının neden olduğu olumsuz iktisadi ve sosyal şartlar, bedevi kabileler arasında genellikle su ve otlak yüzünden sık sık çatışmaların yaşanmasına neden olmaktaydı. Nitekim Orta Arabistan’ın İslam öncesi tarihinde, “Eyyamü’l-Arab” denen ve geleneklerle kurulmuş kanun ve kuralları bulunan kabile içi savaşlar önemli bir yer tutmuştur. Bazen yıllarca devam eden bu savaşların en meşhurları arasında Besûs, Dâhis ve Ficâr zikredilebilir. Karşılıklı olarak pusuların kurulup, sürülerin ve kadınların çalınıp gasp edildiği bu savaşlarda, cana kıymamak şartıyla baskın vermek ve mal almak meşru sayılıyordu. Düşman kabileye karşı yeterli gücün oluşturulamaması halinde, yandaş kabileler aranıyor ve sonuçta bir kabilenin tümüyle yok olması sağlanıyordu. Hızlı büyüyen ailelerin kısa zamanda büyük bir kabile haline gelmesi de o kabile ile komşu kabileler arasında çatışma nedeni olabiliyor; buna bağlı olarak da bölgede sık sık kabile göçleri yaşanıyordu.
Bedeviler her ne kadar Cahiliye dönemi Arap toplumunun belkemiğini oluştursa da, bölgeden geçen ticaret kervanlarının hareketlendirdiği muhtelif menziller üzerindeki vaha ve vadilere yerleşmiş yarı göçebe unsurla, Arap yarımadasının kıyı sakinlerine yerleşmiş yerleşik topluluklar da Arap yarımadasının toplumsal hayatının önemli halkalarını teşkil etmişlerdir. Ancak bütün bu kesimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmamak gerekir. Zira yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup zaman içinde yerleşik hayata geçenler olduğu gibi, bir zamanlar bedevi olan bazı şehir sakinlerinin de göçebeliğe dönüş yaptıkları bilinmektedir.
Bu bakımdan bütün toplumlarda olduğu gibi İslam öncesi Arap toplumunda da nüfusun bütün unsurları, iç içe ve ortak paydalarda yaşamaktaydı. Zira bu kesimlerin birbirlerine ihtiyaçları vardı. Çölün ortasında tek başına kalmış vaha toplulukları himayelerini, binek hayvanlarının hızından kaynaklanan askerî bir üstünlükleri olan bedevilere teslim ederken, bedeviler de muhtelif ihtiyaçlarını bölgedeki yerleşiklerden sağlamaktaydı. Bir anlamda göçebeler yerleşiklerin hurmasını yerken, yerleşikler de bedevilerin deve sütünü içmekteydi.
Ancak Kuzey ve Orta Arabistan bölgelerine nispetle Güney Arabistan’ın çok daha gelişmiş ve şehirleşmiş bir yapı arz ettiğini söylemek mümkündür. Bunda bölgenin gerek tarım, gerekse ticaret imkanları bakımından taşıdığı avantajın önemli bir etkisi olmuştur. Her ne kadar İslâm’ın bölgede ortaya çıktığı ilk dönemlerde Hicaz vahaları, Güney Arabistan ile Akdeniz dünyası arasındaki ilişkileri düzenleyen kervan merkezleri olmaları nedeniyle faal bir ticaret ekonomisine sahip olmuşlarsa da, bu durum Güney Arabistan'ın bölgede oynadığı rolle kıyaslanamaz. Öyle ki Aden limanı ve Kızıldeniz’in Babülmendeb girişi sayesinde Güney Arabistan, söz konusu dönemde Akdeniz ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin en önemli kavşak noktalarından biri olarak faaliyet göstermiştir. Göçebelere nispetle daha yüksek bir hayat seviyesine sahip olan sahil bölge halklarının başlıca geçim kaynaklarını da, ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ile sınırlı miktarda tarım oluşturmuştur.
Image

Geçim Kaynakları

Arap yarımadasında ekonomik hayat, iklim şartları ve toplumsal yapıya bağlı olarak değişmekle birlikte, umumi olarak hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmaktaydı. Hakim sınıfı oluşturan bedevîler, çiftçilik, sanat ve zanaat alanındaki faaliyetleri hakir görüp, geçimlerini büyük ölçüde hayvancılık, avcılık ve ticaret gibi yollardan temin ederlerken, yerleşikler daha ziyade tarım ve ticarete dayalı bir hayat sürdürmekteydi. Üç tarafından denizlerle kaplı olmasına rağmen, yarımadada balıkçılık oldukça sınırlı bir alanda yapılmaktaydı.
Ana geçim kaynağı hayvancılık olan bedeviler, zorlu hayat şartlarının bir sonucu olarak sık sık komşu şehir ve köylerle bölgeden geçen kervanlara düzenledikleri baskınları da bir geçim aracı olarak görüyorlardı. Tarihin oldukça erken dönemlerinden itibaren ticaret yollarının çölden geçmeye başlaması, bedevi Arapları kervan saldırıları ve onların mallarına el konulması konusunda oldukça ustalaştırmıştı. Yapılan baskınlarda deve ve yiyecek çalmanın yanı sıra çocuk ve kadınlar da kaçırılıyor ve serbest bırakılmaları karşılığında fidye talep ediliyordu.
Zorunlu ihtiyaçlarını mübadele yoluyla şehirlilerden temin eden bedeviler için ticaretin de önemli bir geçim kaynağı olduğunu vurgulamamız gerekir. Zira hububat, hurma, elbise ve kap-kacak gibi temel ihtiyaç maddelerini; yağ, yün, deve ve keçi kılından mamul kumaşlar, halı, deriden imal edilmiş kırba ve tulum, çuval, ip ve hasır gibi ürünleri satmak suretiyle temin ediyorlardı. Bedevîlerin Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde kurulan panayırlara mal götürmek suretiyle girdikleri bu süreç, onları kervan ticaretinde mahir hale getirmiştir. Çok geçmeden bedeviler Hindistan ve Çin’den Yemen ve Kızıldeniz kanalıyla Mısır ve Akdeniz ülkelerine yapılan uluslararası ticarette, hem büyük ticaret kervanlarına deve temin etmişler, hem de kervanların yol güvenliğini sağlayarak onları muhtelif saldırılara karşı korumuşlardır. Mevzilendiği topraklardan geçen yolcu ve ticaret kafilelerine verdikleri kervan muhafızlığı ve kılavuzluğu hizmetlerinin bedevilere kazandırdığı bedel, iktisadi bir rahatlama olmuştur.
Bedevilerin dolaylı yoldan katıldığı bu ticarette, Mekke'nin yerleşik halkını oluşturan şehirli sınıfın aktif bir şekilde yer aldığını görürüz. En önemli ticaret gelirlerini hac için bölgeye gelen hacı adaylarından sağlayan Mekke halkı, her yıl haram aylarda Taif yakınında kurulan büyük panayırlara büyük rağbet gösterir; hurma ağaçlarının gölgesinde kurulan çadırlarda ticaretin yanı sıra birçok etkinlik gerçekleştirirdi. Diğer yandan her yıl ticaret maksadıyla kışın Yemen'e, yazın da Şam'a düzenlenen ticari seferlere katılarak, Yemen - Şam hattında önemli bir bağlantı noktası olan Mekke'nin ticari canlılığına katkıda bulunurlardı.

Siyasi ve İdari Yapı

Image















Mekke'nin yegâne hükümet teşkilatı, muhtelif oymakların başları ve ileri gelenleri tarafından oluşturulan ve "Mele" adıyla bilinen meclis olup, bu meclisin yürütme yetkisi yoktu. Meseleleri müzakere eden Mele'de oy birliği ile alınan kararlar etkili kabul edilir; onun dışında her oymağa bağımsız olma hakkı verilirdi. Basit bir siyasi teşkilatı olan bu yapıda otorite, şeyh, reis, emir, rab, seyyid gibi isimlerle anılan kabile reisinde toplanırdı. Kabilelerin eşit hak sahibi yaşlıları arasından kabile toplantısında seçilen ve zenginlik, şeref gibi özellikleri ile ön plana çıkan kabile reisinin görevi de, hükmetmekten çok hakemlik yapmaktı. Yaptırım gücü olmayan reisin belli başlı sorumlulukları arasında, kabile toplantılarının idaresi, diğer kabilelerle olan ilişkilerde kendi kabilesinin temsili, kabile içi ihtilafların halli, savaş ilanı, savaş sırasında kumandanlık, ganimetlerin taksimi, seyahat ve göç zaman ve vakitlerinin tespiti, kabile fakirlerine yardım edilmesi, anlaşmaların yapılması, misafirlerin ağırlanması, esirlerin kurtarılması, diyetlerin ödenmesi gibi işler yer almaktaydı. Adaletle ilgili durumların hakemlere havale edildiği bedevi sosyal hayatında hakem kararına uymayanlar kabileden atılmaktaydı. Kabilelerin işleri, kabile mensuplarının katıldığı meclislerde halledilmekte olup, bu meclis aynı zamanda reise de müşavirlik etmekteydi. Ceza ve mükafatın yalnızca söz konusu meclis tarafından verildiği bu yapıda, her ne kadar reis başta olmak üzere otorite kabul edilen kimselerin sözüne çok itibar ediliyorsa da herkesin söz hakkı bulunuyordu.
Söz konusu yapı, hiç şüphe yok ki, çölde hayat süren ve çadırlarda yaşayan bedevi Arapların idari geleneğini yansıtmaktadır. Yerleşik bir hayatın hüküm sürdüğü Mekke'deki yapıya gelince, burada çok daha organize olmuş bir yönetim geleneği ile karşılaşmaktayız. Şehrin varlık sebebi sayılan, halkın geçim yollarını oluşturan, bölgenin din anlayışı ile kültür yapısını şekillendiren Kâbe merkezli bir yönetimin tesis edildiği bu yapıda yöneticilik ve hükümet işleri, büyük ölçüde bu mabede yapılan hizmetlerin organize edilmesinden ibaretti. İslam'ın doğduğu yıllarda sayısı onlarla ifade edilen bu görevler, sidane (Kâbe'nin yöneticiliği, kapıcılığı ve perdedarlığı), sikaye (hacılara su bulma ve dağıtma), rifade (fakir hacılara yemek dağıtma), ukab (savaşta bayraktarlık), kıyade (kumandanlık), işnak (borçları ve para cezalarını tespit, ödeme ve ödettirme mercii), kubbe (savaş techizat ve mühimmatının konulduğu çadır), einne (savaş atlarının dizginlenip, sevk ve idaresi), sefaret (elçilik), isar (özellikle yolculuk ve savaş gibi önemli konularda alınacak kararlarda yardımcı olmak üzere şans ve kura yöntemi), hükümet (davalara bakma), mahcere malları (Kâbe'deki putlara bağışlanan para ve mücevheratın idaresi), imare (Kâbe çevresindeki sükûnet ve edebi tesisle görevli birim), nedve ve meşveret (danışma meclisi) gibi hizmet alanlarını içine almaktaydı. Kureyş kabilesinin muhtelif kolları arasında dağıtılan bu görevlerden bazısı çok önemli olmasa da, tüm Kureyş kollarını mutlu etmek ve aradaki rekabet ve kıskançlığı engellemek gayesi ile ihdas edilmişlerdi. Bununla birlikte Kureyş içinde gerçekleşen bu işbölümünün, düzenli bir hizmetin gerçekleşmesi yönünde katkı sağlayacağı ve bölgeye çok sayıda hacı adayını çekeceği de düşünülmüş olmalıdır.

Image





A
ile Kabilenin temelini ailenin teşkil ettiği Arap toplumunda aile yapısı, erkeğin hakimiyeti üzerine oturmakta olup, aile içi akrabalık ilişkileri erkekler yoluyla tesis edilmiştir. Bu bakımdan hem ailenin güçlendirilmesi, hem de kabilenin itibarının artırılması bakımından Arap toplumunda çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak oldukça önemli addedilmiştir. Erkekler, fiziki gücün büyük önem taşıdığı zorlu çöl şartlarında, kabilenin en önemli savaşçı unsuru sayılırken ve kadınlar üzerinde mutlak bir üstünlüklerinin olduğu kabul edilirken, kadınlar, toplumsal bir yük olarak görülmüşlerdir. Sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, kocasının ölümü halinde dahi çocuğunun velayet hakkını alamayan kadınlar, ancak çocuk dünyaya getirmeleri halinde aileye katılabilme hakkı kazanan ikinci sınıf bireyler olarak algılanmışlardır. Bu bakımdan yeni doğan her kız çocuğu, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı bir üyesi olarak muamele görmüş; ölüme mahkum edilmesinde de bir beis görülmemiştir. Kız çocuklarının öldürülmesinde zorlu çöl şartlarının yol açtığı geçim sıkıntısının da etkili olduğu üzerinde durulsa da, kadının hakir görüldüğü ortadadır. Küçümsenen bu rolüne rağmen Arap toplumunda kadının oldukça önemli görevler yüklenmiş olduğu görülecektir. Bedevi erkeklerin savaş ve yağma dışındaki vakitlerinin büyük kısmını, işsiz güçsüz oturarak kadın, aşk ve kahramanlık temalarında konuşarak ya da yakıcı sıcak nedeniyle çadırlarında uyuyarak geçirdikleri bir düzende, bedevi kadınlar bütün bir güne yayılan birçok iş yükü altındaydılar. Çocuğun dünyaya getirilip yetiştirilmesi gibi uzun vadeli rolleri dışında, bedevi kadınların yemek hazırlamak, süt sağmak, yağ yapmak, çamaşır yıkamak, örtü, çadır ve elbise için kumaş dokumak, yün eğirmek, çadır kurmak ve toplamak gibi birçok mükellefiyetleri vardı. Ancak aileyi büyütmenin yolunun, erkek çocuk sayısını artırmaktan geçtiği bu düzende bedevi kadının ana görevi, erkek çocuk dünyaya getirmekti. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kabilenin bir parçası olduğu sürece anlam ifade eden aile yapısının bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildi.

Arap toplumunda nikah, kadını ve aile hayatını güvence altına alan bir kurum olmaktan uzaktı. Her ne kadar yaygın evlilik biçimi, bir erkeğin belli bir mehir karşılığında kendisine denk bir soy ve nesebe mensup bir kadınla nikah akdetmesi şeklinde gerçekleşiyorsa da, çok farklı evlilik ve birliktelik biçimlerine rastlanmaktaydı. Bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak amacıyla bir araya gelmesi, iki erkeğin karşılıklı olarak eşlerini değiştirmeleri, hür olması nedeniyle zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması, bir kadının on kişiden fazla olmamak kaydıyla aynı anda farklı erkeklerle evlenmesi, kadın ve erkeğin süreli bir evlilik akdi yapması, üvey oğlun annesi ile evlenebilmesi, iki kız kardeşin aynı anda bir erkeğin eşi olması gibi farklı birliktelik ve evlilik çeşitlerinden bahsedilebilir.

Toplumsal Değerler

Image
Aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarının oluşturduğu kabile sistemi üzerine kurulmuş olan İslam öncesi Arap toplumunda, toplumsal değerleri ve kuralları belirleyen yegâne şey, kabilenin büyükleri tarafından tespit edilen kabile örfü idi. Kendine has kuralları olan ve kendi içinde tutarlılık gösteren koruyucu bir nizam özelliği gösteren bu yapı, can ve mal güvenlikleri başta olmak üzere fertlerin bütün haklarını düzenlemekteydi. Kabile düzeninin dışına çıkmak veya herkes tarafından bilinen bu kuralları çiğnemek, çölün güvenlik sistemi sayılan himayenin dışında kalmak demekti ki, bu da o ferdin intiharı anlamına gelmekteydi. Kabileye mensubiyet, ferde birçok haklar sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kabile mensupları arasında kolektif bir sorumluluk anlayışının da oluşmasına imkan sağlıyordu.
Mensup oldukları kabilenin bir parçası olarak bu kolektif bilinçle yaşayan Cahiliye dönemi Arapları, çölün amansız şartları içinde kendilerine özgü bir ahlak ve erdem anlayışı geliştirmişlerdi. Kabile içi dayanışmanın güçlendirilmesinde önemli rolü olan ve mürüvvet ve cömertlik değerleri olarak yüceltilen bu değerler, savaşta cesaret ve dayanıklılığı, yoksullukta kanaatkarlık ve misafirperverliği, toplumuna ve görevlerine karşı sadakati, felaket sırasında sabrı, intikam almada ısrarlı olmayı ve hayatın pahasına dahi olsa her zaman doğruluğu ön plana çıkartmaktaydı. Zayıfın himaye edilmesi, kuvvetliye karşı konulması, önemli meziyetler olarak görülüyordu.
Bütün bunlar kabileyi kenetleyici unsurlar olsa da, kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur, kabile ruhu asabiyetti. Asabiyet, nesepleri bir olsun veya olmasın, kabile üyelerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, birbirlerine sağladıkları manevi güç ve desteği ifade eden dayanışma duygusu anlamına gelmekteydi. Zira hem zorlu tabiat şartlarına, hem de rakip kabilelere karşı verilen mücadele, kabile içi dayanışmayı zorunlu kılmaktaydı. Bu bakımdan birlikte yaşamak, birlikte hareket etmek ve haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmek durumunda olan bedeviler, çadır ve develeri dışında ortak bir mülkiyete sahipti. Toprak, av, ot, ateş ve su, kabile mensuplarının ortak malı sayılıyordu.
Kabilenin bireyin aidiyet duygusunda edindiği sarsılmaz konum, onlara kutsal addedilen görev ve sorumluluklar yüklemekle kalmıyor; aynı zamanda toplumdaki siyasi ve iktisadi alandaki otorite boşluğunu da dolduruyordu. Kabile fertlerinden birine gelen herhangi bir zararın tazmini konusunda bütün bir kabile seferber oluyor; keza kabile mensuplarından birinin öldürülmesi halinde maktulün intikamını almak için bütün kabile ayağa kalkıyordu. Zira geleneklerin koruma altına aldığı insan canına kıymanın bedeli çok ağırdı. “Kana kan, cana can” şeklinde tanımlanan bu bedel, katile maktulün yakınları tarafından ödettiriliyordu. Aksi takdirde öç almakla mükellef kişi, ömür boyu duyacağı bir şerefsizliğe gömülmüş kabul ediliyordu. Bu bakımdan bazen çok uzun ve kanlı savaşların ortaya çıkmasına neden olabilen adam öldürme konusunda azami bir gayret gösteriliyordu.
Bireylerin hem canını, hem malını koruma altına alan kabile asabiyetinin öngördüğü değerler, buna karşılık bireylerin kabile nizamı ve örfü ile başka kabileler ile yapılmış anlaşmalara itaat etmelerini zorunlu kılıyordu. Hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bedevîlerin, kabile örfü karşısında kayıtsız bir teslimiyet gösterdikleri görülmektedir.
Zaten çok güçlü olan kabile bağı, kabileler arasında kurulan akrabalıklarla daha da güçlendiriliyordu. Bu akrabalıklar, hilf, câr ve velâ denen yollarla tesis ediliyor, bu sayede kabilelere katılmalar gerçekleşiyordu. Bunlardan hilf ve câr, kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimsenin başka bir kabile mensubunun himayesine (câr) girmesi veya müttefiki (halîf) olması anlamına gelirken; velâ savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin âzad edilmesi şeklinde gerçekleşiyordu.

ImageKültürel Ortam

Çetin şartların yaşandığı uçsuz bucaksız çöl hayatında, Arap toplumu kendini şiir ve güzel söz söyleme sanatı gibi çok farklı bir alanda bulmuştur. Hayatın zorluklarına karşı da önemli bir direncin üretilmesini sağlayan bu alan, devamlı hareket halinde olan bir toplum için çok önemli bir birleştirici unsur olmuştur. Malzemesini, aşk, şarap, savaş, zafer, kahramanlık, düşmana duyulan kin, avcılık, tabiat, kabile değerleri gibi konulardan alan Arap şiiri, bir anlamda bedevî hayatının aynası olmuştur. Öyle ki bedevinin hayatına giren her şey, şiire akıtılmıştır. İslam öncesi Arap yarımadasının ana toplumsal zeminini oluşturan çok sayıda eş ve çocuk, sürüler, deve ve atlar, ticaret, yağma ve baskınlar, akınlar, şarap ve kadın merkezli eğlenceler, Arap şiiri ve güzel söz söyleme sanatının ele alıp övdüğü başlıca temalardı. Ülkede büyük saygı uyandıran şiir sanatının ustaları olan şairler, mensubu oldukları cemiyetin sözcüsü, rehberi, bilgini, hatibi, hatta tarihçisi sayılırlardı. Onların alelâde bir insanın elde etmesi imkansız olan tanrısal bir güç tarafından desteklendikleri düşünülür, özel bir ilimle donatıldıklarına inanılırdı. Şairlerin kendi kabilelerini göklere çıkaran, düşman kabileleri ise yeren şiirler söylemesi oldukça yaygın bir tarzdı. Hücumun ve cevabın aynı vezinde olmasının ve aynı uyak ile yapılmasının şart olduğu bu şiirlerden hiciv ile övgü tarzında yazılanlar, en sevilen türlerdi. Ancak hiciv çoğu zaman sövgüye kayarken, övgü de kolaylıkla dalkavukluğa dönüşebiliyordu.
İslam öncesi Arabistan’ında, gerek Güney Arabistan ile Mezopotamya bölgesi, gerekse Akdeniz ülkeleri ile Uzakdoğu arasında gerçekleşen iki yönlü ticaret sayesinde bir takım pazar ve panayırlar açılmıştır. Bu panayırların, gerek Arap toplumsal yapısının canlanmasında, gerekse bölgede belli bir kültür ortamının şekillenmesinde mühim bir etkisi olmuştur. Putperestliğin merkezi oluşu nedeniyle dinî açıdan önemli bir imtiyaza sahip olan Mekke halkı bu imtiyazlarını ticari yönde değerlendirmeyi başarmış ve komşu ülkelerle yaptıkları ticari anlaşmalarla Arap yarımadasındaki ticari ve kültürel hayatın canlanmasına katkıda bulunmuştur. Zira İran dirhemi ve Bizans dinarının kullanıldığı ve Arabistan’da yaşayan bütün kabilelerin katıldığı panayırlar, ticari olduğu kadar kültürel bir alışverişe de kaynaklık etmiştir. Birçok bölgeden hac maksadıyla Mekke’ye gelen ve hac mevsiminde kurulan Mina, Mecenne, Zülmecaz ve Ukaz gibi büyük panayırları ziyaret eden insanlar, bu sayede şiir ve hitabet yarışmalarının düzenlendiği ve birinci gelen eserlerin altın suyu ile yazılıp Kâbe duvarına asılarak ödüllendirildiği Arap kültür muhitini teneffüs imkanı bulmuşlardır.
Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Arabistan'da, şiirin yazıya geçirilmesi oldukça geç bir dönemde gerçekleşmiştir. Uzun süre hafızalarda muhafaza edilmiş olan ve kulaktan kulağa nakledilerek İslami dönemlere taşınmış olan şiirin böylesine canlı olarak yaşama imkanı bulduğu Hicaz'ın en büyük kültür merkezi Mekke'de dahi okuma yazma bilenlerin sayısı, rivayete göre yirmiye ulaşmıyordu. Göçebe Araplar arasında okur-yazar bulmak hiç mümkün olmazken, diğer merkezlerde de bu rakam daha aşağılara inmekteydi. Yazmayı öğrenenler, yalnızca buna ihtiyaç duyanlardı.
Okuma yazma oranı düşük olsa da Arapların bilgi ve tecrübelerini aktardıkları belli alanlarda güçlü bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karıştırılmış bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme mahareti, "Cahiliye ilimleri" arasında sayılabilir.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)