1648 İngiliz Devrimi bir yönüyle gittikçe gelişen ve zenginleşen orta sınıf (burjuvazi) ile saray ve aristokrat sınıfı arasındaki siyasal güç mücadelesinin bir sonucu olsa da, ideolojik temelini din öğesi oluşturmuştur. Birçok yazar, bu nedenle 1648 Devrimi’ni “püriten devrim” diye adlandırmaktadır. Kralın değişik eğilimler taşıyan düşmanlarının birleştikleri tek nokta, Anglikan Kilisesi’ne karşı olmalarıdır.
16. yüzyıla gelindiğinde topluma egemen olmaya başlayan kapitalist ilişkiler nedeniyle İngiltere’de feodal düzen çökmek üzereydi. Denizaşırı sömürgelerin yağmalanmasıyla başlayan süreç bütün Avrupa gibi İngiltere’de de olağanüstü bir servet birikimi ve burjuva sınıfının güçlenmesini sağlamıştı. Burjuvalar karşısında iktisadi olarak sürekli gerileyen, ancak hâlâ yasal ve toplumsal ayrıcalıkları tekelinde bulunduran ve bu ayrıcalıkları kıskançlıkla korumak isteyen feodal aristokrasi ile gelişen burjuvazi arasında bir denge sağlamak artık olanaksızdı. Feodal hiyerarşi içinde “eşitler arasında birinci” olan Kral’ın çevresinde aristokrasinin toplanmasının nedeni buydu.
Burjuvazi böylesine zenginleşirken, merkezi yönetim giderlerinin artmasıyla aristokrasinin ve Kraliyetin serveti giderek eriyordu. Mali sıkıntıları aşmaya çalışan Kraliyetin önünde fazla seçenek de yoktu: ya yeni servet sahiplerinden vergiler yoluyla kaynak sağlayacak, ya ayrıcalık ve yetkilerini kullanarak üretim sürecine fiilen katılmasa bile, tekelci uygulamalara başvurarak üretim sürecinde ortaya çıkan toplam artığa ve/veya ticarî kârlara “haksız” ortak olmaya çalışacak; ya da üçüncü bir yol olarak feodal vergileri artırmak suretiyle gelirlerini artırmaya çalışacaktı. Bu durum ise elbette burjuvazinin hiç mi hiç hoşuna gitmiyordu.
Toplumsal değişimin diğer bir ayağı ise dinde gerçekleşiyordu. İngiltere Kilisesi, 16. yüzyıldaki reformlara kadar Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı idi. İngiltere Kralı VIII. Henry, eşi Catherine of Aragon’dan boşanmasına izin verilmediği için Papa’nın otoritesini reddetti ve 1534’te Papa’nın İngiliz Katolikler üzerindeki yetkisini kaldırarak saraya bağlı olan Anglikan Kilisesi’ni kurdu. 1547’de VIII. Henry öldüğünde, İngiltere Protestan bir ülke olma yolundaydı. Kilise özellikle 1625 yılında tahta çıkan I. Charles döneminde büyük bir güç kazandı; zaten bu kilisenin başı da kralın bizzat kendisiydi. Ondan sonra ise Canterbury Başpiskoposu’nun geldiği bir hiyerarşik yapılanması vardı.
Ne var ki yine aynı yüzyılda ülkede Püritenizm akımı da hızla yayılıyordu. Ülkede çok eskiden beri püriten ruh vardı. Püritenizmin ilk günlerinde Püritenlerin ahlaki görüşleri ile Ortaçağ Roma Kilisesi Çilecilerinin görüşleri arasında hiç bir fark yoktu. Her ikisi de gerek dinsel ve gerek sivil otoriteye karşı sessiz tavır takınmışlardı. Püritenler için piskoposluk kurumu, İncil’in eşitlikten yana olan ruhuna aykırı olduğu gibi, bir Kilise hiyerarşisinin varlığı da Hristiyan düşüncesinin özüne ters düşen bir durumdu. Püritenler piskoposlara gereksinim olmadığını; her cemaatin ulusal kiliseden ayrılarak kendi kendini yönetmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Barutu Luther King ateşe verdi ve yangın çevreyi sardı. İnsanlar artık kendi inançlarına uygun biçimde örgütlenmiş bir kilise arayışındaydı. Püriten akımdan etkilenen John Calvin Cenevre’de Presbiteryen Kilisesi’ni kurdu. İskoçya’da Presbiteryen eyleminin başı John Knox’du. Knox, İskoçyalıların çoğunluğuna kendi görüşlerini kabul ettirmeyi başardı. İskoçya, Kraliçe Elizabeth’in saltanatının son yıllarında Presbiteryen oldu.
Anglikan Kilisesi’nin Baskısı İskoçları Ayaklandırıyor
I. Charles’ın Anglikan Kilisesi’nin kararlarını ve İngiliz ibadet yöntemlerini merkezden gönderdiği piskoposlar ile İskoçya’ya zorla kabul ettirmeye çalışması ise büyük bir hataydı. Yıllardır ağır vergiler altında ezildikleri yetmiyormuş gibi bir de zorla inançları değiştirilmeye çalışılınca 1638’de İskoç Kilisesi’nin Presbiteryenleri birleşti, merkezden gönderilen tüm piskoposlar İskoçya’dan kovuldu. İskoçya’nın her yerinde National Covenant / Ulusal Sözleşme elden ele dolaşıyordu. Sözleşme bütün İskoçları, Kral Charles’a karşı birlik olmaya ve savaşa çağırıyordu. I. Charles’ın güçleri ile çarpışmak üzere kurulan ordu 1639’da İngiltere’ye doğru yürümeye başladı. Böylece I. Piskoposlar Savaşı başlamış oldu. I. Charles isyanı bastırmak için ordu kurmak istediyse de karşılaştığı mali güçlükler yeterli güçte bir ordu kurmasını engelledi. Elindeki kuvvetlerle isyanı bastıramayacağını anlayan Kral 1639 yılı Haziran ayında İskoçlarla anlaşma imzalamak zorunda kaldı.
Anlaşma ile zaman kazanan Kral, mali sorunlarına çözüm bulmak için 1640 yılı ilkbaharında daha önce birçok kez kapattığı parlamentoyu yeniden toplantıya çağırdı. Ancak, “Kısa Parlamento” olarak anılan bu parlamento, Kral’ın vergilerin yükseltilmesi isteğini kabul etmeyince 3 hafta sonra yeniden kapatıldı.
Tam o sırada yeniden başkaldıran İskoçlar, I. Charles’ın birliklerini bozguna uğratarak İngiltere’nin kuzey kontluklarını ele geçirmeye başladılar. Bunların daha fazla ilerlemelerinin önlenmesi ancak 1640 Ağustos’unda imzalanan anlaşma ile mümkün oldu. I. Charles 3 Kasım 1640’ta bir kez daha parlamentoyu toplantıya çağırmak zorunda kaldı. 1640’tan 1648’e kadar sürmesi bakımından “Uzun Parlamento” diye adlandırılan bu parlamentonun devrim açısından taşıdığı önem, ilk 200 gün içinde aldığı kararlar yüzündendir.
Avam Kamarası’nın aldığı ilk karar, kralın bakanlarının idama mahkum edilmesi oldu. Kral Naibi Thomas Wentworth, Haklar Yasası’nı çiğnemekle suçlanıyordu. Naip, yasaya karşı da olsa kralın emirlerine uymak zorunda olduğunu söyleyerek kendini savundu. İngiltere’de o güne kadar süren uygulamaya göre, suçlama görevini Avam Kamarası, yargılama görevini de Lordlar Kamarası yapmaktaydı. Avam Kamarası, bu olay üzerine yasada bir değişiklik yapıp, kralın yasa dışı emirlerine uyanların ölümle cezalandırılmasını istedi. Bu yeni yasa, çıkışından önce işlenmiş suçları da kapsamaktaydı. I. Charles ne bu yeni yasaya karşı çıktı, ne de kontu affetmeye yanaştı: Yüksek rütbeli bir kurban vermekle devrim dalgasını bastırabileceğini umuyordu. Thomas Wentworth ve Başpiskopos Laud hapse atıldı; Wentworth 1641 yılı Mayıs ayında idam edildi.
İskoç tehdidini Demokles’in kılıcı gibi Kral’a karşı kullanan Parlamento birçok karara imza attı. Artık Kral çağırmasa bile Parlamento her üç yılda bir kendiliğinden toplanacaktı. Yine çıkarılan başka bir yasaya göre, parlamentonun dağılması, sadece kurulun kendi kararı ile olabilecekti. Ayrıca, Kamaralar tarafından onaylanmadıkça vergilerin yükseltilmesinin yasa dışı sayılması ilke olarak kabul edildi. Meclis aynı zamanda da kral tarafından verilmiş bütün tekelleri iptal etti.
İngiliz İç Savaşı’nın Başlaması
1641 yılında İngiliz boyunduruğundan kurtulmak isteyen İrlandalıların başlattığı isyan yolun sonuydu. Parlamento ilk İngiliz sömürgesini ellerinde tutma konusunda görüş birliği içindeydi ama Kral’ın emrine bir ordu vermek istemiyordu. Bu ordunun İngiltere’de kalıp kendilerine karşı kullanılmasından kaygılanmaktaydı. Bu yüzden I. Charles hükümetine bir muhtıra verilmesi kararlaştırıldı. Muhtırada kralın, ancak Parlamento’nun güvenini kazanmış kişiler aracılığıyla hükümranlığını sürdürebileceği hatırlatılıyordu.
Kralın tepkisi gecikmedi. Avam Kamarası’ndaki muhalefetin öncüsü John Pym ve 4 milletvekilinin tutuklanmasını emretti. Hemen ertesi gün bir askeri birliğin başında Avam Kamarası’na, bu beş kişiyi almaya Kral bizzat kendi gitti. Ama Kral askerleriyle gelmeden onlar çoktan başkentin ticaret hayatının toplandığı mahallesine kaçırılmış, orada güven altına alınmışlardı. I. Charles’ın deyimiyle “kuşlar uçmuştu.” Zanaatkarlar ve gemi tayfaları milletvekillerinin savunmasını üstlerine almışlardı. Sayıları beş bine ulaşan köylü ve küçük toprak sahibi, Parlamentonun Krala karşı verdiği mücadeleyi desteklemek üzere silahlanıp Londra yakınlarında toplandılar. Yanlarında koruyucularıyla birlikte, beş milletvekili törenle Parlamento’ya döndüler. Sonunda Parlamento, bakanları bizzat atama, tüm orduyu denetleme ve hükümetin iç ve dış politikasını yönetme yetkisini duyurdu. I. Charles, 10 Ocak’ta ancak 7 yıl sonra mahkeme edilmek üzere dönebileceği başkenti terk etmek zorunda kaldı. Kuzey İngiltere’ye, bu geri kalmış bölgenin feodal beylerine sığındı.
İngiltere şimdi hem sosyoekonomik yönden hem de siyasi yönden coğrafi olarak kabaca iki bölgeye ayrılmıştı: Kraliyet taraftarları daha çok azgelişmiş ve kırsal yöreler olan kuzey ve batıda; Parlamento taraftarları ise güney ve doğuda…
İlk birkaç ay olaysız geçti. Bir yandan ortalığı yatıştırıcı ve her iki tarafı barıştırmayı amaçlayan çalışmalar sürdürülürken, öte yandan da olası bir çatışma için hazırlıklar tamamlanmaktaydı. Kuzeye çekilmiş olan I. Charles, 22 Ağustos 1642’de daha merkezde ve daha stratejik bir yer olan Nottingham’a geçerek tebaasını bayrağı altına çağırdı; Parlamento’ya karşı savaş açtı. Kral’ın taraftarlarına “süvariler” denmekteydi. Vekillerin büyük bir kısmı tarafsız kalmayı yeğlemiş, 175 üye ise kralın tarafını tutmuştu. Lordlar arasında kral taraftarları doğallıkla çoğunluktaydı. Hataları, zorbalığa dayanan yönetimi ve sevilmemesine rağmen Kral, hâlâ büyük bir itibara sahipti.
Parlamento taraftarları ise Londra burjuvaları, özgür köylüler, işçi ve zanaatkârlardı.
Krala karşı savaşmak için Parlamento, İngiltere’nin Londra ve öteki büyük kentlerinin bulunduğu güneydoğunun gelişmiş bölgelerinin halkından oluşan bir ordu kurdu. Yeni soylu sınıfı ve burjuvazi (atölye sahipleri ve tüccarlar), krala karşı ayaklanmanın başına geçti. Gemilerdeki kralcı subayları attıktan sonra tayfalar da Parlamento ordusuna katıldılar. Orduya, büyük bir köylü ve zanaatkâr kitlesi de yardım ediyordu.
Parlamento ordusu savaşçılarının giyimleri basitti; bukleli saçları yoktu. Bu yüzden onlara “Yuvarlak Kafalar” (Round Heads) adı takıldı.
Kral taraftarlarının çoğunluğu, Kral’ın başında bulunduğu Anglikan Kilisesi’ne bağlıydı. Buna karşılık Parlamento ordusu, ister Anglikan olsun isterse Katolik, her iki kiliseye tamamen düşman olan Püritenlerden oluşuyordu. İngiliz Protestan mezhebinin başka bir kolu olan Püritenler, basit ve arınmış bir kilise taraflısıydılar. Aslında, başlangıçta monarşiyi devirmek Parlamentocuların aklından bile geçmiyordu. Onlar yalnızca Kral’ı olabildiğince zorlayarak Parlamento aleyhindeki bütün kararları yürürlükten kaldırmak ve Parlamento’yu krallığın en yüksek otoritesi durumuna getirmek isteğindeydiler.
Öte yandan Parlamentocuların Anglikan Kilisesi’ne ölesiye karşı olmaları, “Kilisenin başı ve Tanrının temsilcisi” sıfatını taşıyan Kral I. Charles’in durumunu güçlendirmekteydi. I. Charles İngiliz İç Savaşı’nı başlatırken verdiği söylevde, “yalnız düşmana karşı değil, kafirlere karşı da savaşmaktasınız” diyerek geniş halk kitlelerini kendi safına katmaya çalışıyordu.
İngiliz İç Savaşı 22 Ekim 1642 tarihinde iki ordunun Warwichshire’nin güneyindeki Edgehill’de çarpışmasıyla başladı. Başlangıçta her iki taraf da birbirine kesin üstünlük sağlayamasa da savaş yine de Kral’ın lehinde gelişiyordu. Daha deneyimli ve eğitimli olan Kral’ın birlikleri, Parlamento ordusunun aceleyle toplanmış birliklerini çoğu yerde bozguna uğrattılar. 1642 Kasım ayında Londra neredeyse düşmüş sayılmaktaydı. Ancak kent halkının adeta umutsuzca bir saldırısı şövalyelerin başkente girmelerini durdurabildi. O kışı izleyen ilkbahar ve yaz boyunca kazanılan birkaç sınırlı ufak başarı, Londra’nın üzerindeki baskıyı biraz olsun rahatlatabildi. Bu arada kralcı birlikler Bristol’ü işgal edip Gloucester’i kuşatmış, sonunda Batı ve güney bölgelerinin tamamı ile merkez bölgenin büyük bir kısmını denetimleri altına almışlardı.
Oliver Cromwell’in Yükselişi
Ama Oliver Cromwell’in giderek yükselmesiyle savaşın gelişimi, bütünüyle ve köklü olarak değişmek üzereydi.
25 Nisan 1599’da Hungtinton’da doğan Oliver Cromwell, 16. yüzyılda İngiltere’deki mezhep değişimi sırasında Katolik Kilisesi’ni yağmalayarak zengin olan bir ailenin çocuğuydu. Ancak ailesi 17. yüzyılın başında maddi gücünü yitirdiğinden Cromwell çok genç yaşta, 1620’de, zengin bir tüccarın kızı olan Elizabeth Bourchier ile evlenmek zorunda kalmıştı. Cromwell bir süre sonra, resmi İngiliz kilisesine karşı ortaya çıkan Püritenler mezhebinin şiddetli taraftarlarından oldu. 1628’de Huntington’dan Parlamento’ya üye seçildi ve “Uzun Parlamento”da, Püritenlerin lideri olarak adını duyurdu.
İç savaş patlak vermeden önce Cromwell’in hiçbir askeri deneyimi yoktu. Fakat yüzbaşı rütbesi ile savaşa katılan Cromwell’in yıldızı kısa sürede parlamaya başladı. Cromwell’in birliklerinin çekirdeğini “Ironside” denilen süvariler oluşturuyordu ki, bu süvariler 1645 yılında kurulacak olan “Yeni Model Ordu”nun süvarilerin de çekirdeğini oluşturacaktı. Hepsi ateşli bir Püriten’di ve kralın despot yönetimine, krallığın ve feodal beylerin en güçlü silahı olan kiliseye karşı ölene dek savaşmaya kararlıydılar. Birliğindeki disiplin parmak ısırtacak cinstendi. Nöbet tutarken uyuyan bir nöbetçi yakalandığı yerde kurşuna diziliyordu. Bir asker mızrağını ya da tüfeğini yitirir ya da bir yerde unutursa hemen idam ediliyordu. Cromwell kent ve köy halklarına, hangi nedenle olursa olsun kötü davranmayı askerlerine kesinlikle yasaklamıştı. Bir meyve ağacına en ufak bir zarar vermek, en ağır cezaya çarptırılmak için yeterli sayılmaktaydı.
1644 Temmuz’unda Manchester Kontu ve Cromwell yönetimindeki Parlamento ordusu, Marston Moor Savaşı’nda ilk başarısını kazandı. Cromwell’in disiplinini hiç bozmayan ordusunun aksine Kraliyet kuvvetlerinin yemek vakti düzeni çok disiplinsizdi. Nöbetçiler eksikti ve organizasyon iyi işlemiyordu. Bunu gören Parlamento ordusu, kraliyet ordusunun yemek saatinde aniden saldırıya geçmişti. Çarpışma bittiğinde Parlamento ordusunun kaybı yalnız 300 iken, Kraliyet ordusunun kaybı 4000’den fazlaydı. Artık savaşın yazgısı kralın aleyhine gelişmeye başlıyordu. Bu başarı, Cromwell ve taraftarlarına bütün Güney İngiltere’nin denetimini sağlamakla kalmadı; Cromwell kendisini bir kez kanıtlamış, politik konumunu daha da güçlendirmişti. Üstelik o artık bir tümgeneraldi.
1645’de “Yeni Model Ordu” kurulduğunda Sir Thomas Fairfax ordunun komutanı, Cromwell ise ordudaki iki numaralı isimdi. “Self Denying Ordinance” yasasıyla ordudaki tüm soylular ve parlamento üyeleri çıkarılmıştı. Ordudaki bu yeniden yapılanma, oldukça başarılı oldu. Yeni Model Ordu, 14 Haziran 1645 Naseby Muharebesi’nde ve 10 Temmuz 1645 tarihinde Langport Muharebesi’nde Kral’ın ordularına karşı kesin zaferler kazandı Ancak, ülkenin birçok yerinde, hâlâ Kral yanlısı birlikler vardı. Cromwell ve askerlerine, şimdi büyük ölçüde bir temizlik harekâtına girişmek görevi düşüyordu.
1645 biterken kralın elinde yalnızca Galler ve Cornwall kalmıştı. İskoçya’da bir ara, Montrose Markisi’nin dağ askerleri, Londra’nın parlamento birliklerini ezer gibi olduysa da, kısa zamanda dağıtıldılar.
1646 Nisan’ında Kraliyet yanlıları Stow on the Wold Savaşı’nda nihai yenilgiye uğradı; komutan Lord Ashley esir edildi; I. Charles İngiltere’den kaçıp İskoçlara sığındı. Fakat 30 Ocak 1647’de, İskoçlar I. Charles’ı para karşılığında Parlamento kuvvetlerine teslim etti.
Devrim zaferle sona ermiş sayılabilirdi ancak tarih bir kez daha tekerrür etmiş ve Parlamento’da görüş ayrılıkları başlamıştı.
1648 İngiliz Devrimi’ne Giden Yolda Son Dönemeç
Her devrim belli bir noktaya geldiğinde bazı kesimler, devrimin amacına ulaştığını ve artık sona erdirilmesi gerektiğini savunurlar. 1647 yılının İngiltere’sinde bunlar, burjuvazinin daha varlıklı kesimini temsil eden Parlamento’daki Presbiteryenlerdi.
Bu muhafazakâr kesim, kralın ve kilisenin el konulan topraklarından aslan payını almışlardı. Söz konusu dönemde Parlamento’daki muhafazakâr kanada “Presbiteryenler”, radikal kanada da “Bağımsızlar” denilmekteydi. Presbiteryenler kralın yenilgisinden sonra ordunun dağılmasını istiyor, ordu ise dağılmak istemiyor ve devrimin uygulanmalarına katılmak istiyordu. Ordunun dağıtılmasını amaçlayan Presbiteryenlerin görüşlerinin temelinde, Cromwell’den başlayarak, güçlenmiş bütün büyük komutanları yerlerinden almak, onları Presbiteryen subayların emrine vererek İrlanda’nın fethine göndermek düşüncesi vardı. Bu düşünceler zaten haftalardır ücretlerini alamayan askerler arasında büyük hoşnutsuzluk yarattı.
Bunların dışında bir de John Lilburne önderliğindeki küçük mülk sahiplerinin kurduğu “Eşitlikçiler” (Levellers) grubu vardı. Eşitlikçilere göre Parlamento, bütün özgür insanların oyları ile seçilmeliydi. Parlamentoya girecek üyelerin, bölgelerin nüfus sayısına göre seçilmesi şart koşulmuştu. Böylece eski düzende, geniş toprakları olan, ama nüfusu az bölgelerin her zaman daha fazla üye çıkartması engellenmiş oluyordu. Adalet mekanizması yeni baştan kurulmalıydı. Yalnız bütün eski mahkemelerin kaldırılması ve her kontlukta bir seçme jüri kurulması ile yetinilmemeli; en önce de, Latince ve Fransızca sözcüklerden arınmış, içinde eski Norman boyunduruğuna ait kararlar bulunmayan yeni ve kesin yasalar konulmalıydı. Ayrıca son derece ağır olan bazı cezalar kaldırılmalı, örneğin borç yüzünden hapis cezası verilmemeli ve cezaevleri ıslah edilmeliydi. Kaldırılması istenilen ayrıcalıklar arasında ticari tekel de vardı. Eşitlikçiler ihracat için tam bir serbestlik; ithalât için ise sınırlı bir denetim istemekteydiler. Başta Hint Ticaret Kumpanyası olmak üzere bütün kumpanyaların kapatılmasını da talep etmekteydiler. Eşitlikçiler, köylülerin büyük toprak sahiplerinin yönetimi altında olmalarını ve tarım alanlarının belirli kişilerin elinde toplanmasını da Norman boyunduruğunun kalıntıları olarak niteliyor ve bu durumun değiştirilmesini diliyorlardı.
Devrik kralın Presbiteryen bir kabine desteğinde yeniden tahtta getirilmek istenmesi, devrim sırasında ordunun el kovduğu malları çaldığı iddia edilen asker ve subayların cezalandırılmasını öngören bazı girişimlerin hükümet tarafından olumlu karşılanması ortamı yeniden patlamaya hazır hale getirdi.
1647 Mart’ında bir grup süvari askerinin öncülüğünde bir bildiri elden ele dolaşmaya başladı. Bu bildiride gecikmiş olan ücretlerle, savaş malulü, yetim ve dullara ait gecikmiş maaşların ödenmesi, ayrıca İrlanda savaşı için mecburi askerlik yerine, gönüllülerin asker yazılarak gönderilmesi isteniyordu. Parlamento bu bildiriye şiddetle karşı çıktı, bildiri dağıtanları ve sorumluları tehdide başladı. Toplu halde iken bu türlü tehditlere maruz kaldıklarını gören askerler, ordu dağıtıldığında başlarına geleceği sezinleyerek “kardeşlerimizi kurtaralım derken kendi özgürlüğümüzü kaybetmeyelim” sloganı altında bir ortak bildiri ile 27 Nisan’da karşılık verdiler. O gün her birlik iki temsilci seçti. Mayıs ayı içinde bu temsilcilerin meydana getirdiği genel konsey, demokratik bir düzeyde yeni ordunun büyük bir kısmını temsile yetkili bir duruma gelmişti.
Sonunda Parlamento, ordunun dağıtılmasına karar verdi. Ancak, Fairfax ve Cromwell’den başlayarak bütün yüksek subaylarla birleşen ordu, yayınladığı bir bildiride dağılmayacağını, dağıtılamayacağını açıkladı. Tersine, askerler Parlamento’nun güvenilmeyen üyelerinden temizlenerek, yeniden seçilmek üzere dağılmasını istiyordu. 6 Ağustos 1647’de ordu, vatan haini olarak suçladığı 11 parlamenteri tevkif etmek için Londra’ya girdi. Tutucu Presbiteryen yöneticiler ise kaçmak zorunda kaldılar.
Parlamento kendi içinde bölünme yaşarken I. Charles İskoçlarla, Presbiteryen Kilisesi’ni yeniden tanıyacağı konusunda teminat vererek gizlice anlaşmıştı. Böylece İngiltere ve Galler’de yer yer monarşi taraftarı isyanlar başladı. İskoç ordusu kuzeyden İngiltere’ye girdi.
Cromwell önce Galler’deki isyanı bastırdı, sonra İskoçların üzerine yürüdü, onları kendi bölgelerine geri çekilmeye zorladı. Ardından Thomas Fairfax ve Henry Ireton gibi üst düzey ordu komutanlarının bilgisi dâhilinde Albay Pride, 6 Aralık 1648’de Parlamento’da temizliğe girişti. Halen daha Kral’la uzlaşma zemini arayan vekiller tutuklandı. Geriye kalanların oluşturduğu Parlamento ki buna “Rump Parliament” adı verilir, Kral’ı yargılayacak bir yüksek mahkeme kurulmasını kararlaştırdı. Devrimin selâmeti için I. Charles’ın idamı zorunluydu. Ordu, “Bunca kan dökmüş olan Charles Stuart’ı, döktüğü kanların hesabını vermeğe çağırmak görevimizdir” demekteydi. Yüksek Adalet Mahkemesi adlı devrim mahkemesi I. Charles’ı, Parlamento’ya karşı savaş açmak ve hıyanet suçlarından 27 Ocak 1649’da ölüme mahkûm etti. 30 Ocak 1649 günü, büyük bir kalabalığın gözleri önünde İngiltere kralı I. Charles Stuart, halkına ihanet suçuyla boynu vurularak idam edildi. Yüksek Mahkeme ayrıca “Tanrıdan sonra halk gelir” ve “Parlamento’da toplanmış olan İngiliz Komünlerinin halk tarafından seçilmiş olan temsilcileri, ulusun en yüksek kuvvetidir” kararlarını da onayladı. Avam Kamarası, Lordlar Kamarası’nın ilga edilmesine de karar verdi; gerekçe olarak da “uzun süren bir deneyim sonucunda Lordlar Kamarası’nın yararsızlığının ve İngiliz halkı için bir tehlike teşkil ettiğinin ortaya çıkması” gösterildi. Ve İngiltere, 1649’da “A Free Commonwealth” (Özgür Bir Cumhuriyet) ilan edildi.
Halk yığınlarının başında Kral’a karşı zorlu bir savaş vermiş ve kazanmıştı. Ama Cromwell burjuvazinin ve yeni soylu sınıfın ürünüydü; onu onlar yaratmıştı. Bu yüzden halk yığınları kendi durumlarının köklü bir biçimde iyileştirilmesi için eyleme başladığında bu eylemleri şiddetle bastırmaktan çekinmeyecekti.
İskoçlar, idam edilen kralın büyük oğlu II. Charles’ı, 5 Şubat 1649’da kral ilân edince, Cromwell bir kez daha ordusuyla harekete geçti. İskoç ordusu Eylül 1650’de Dunbar’da ardından 1651’de Worcester’da kesin yenilgiye uğradı. II. Charles Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı.
Cromwell, İskoçlar II. Charles’ı kral ilan ettiklerinde onu desteklediklerini açıklayan İrlandalıları unutmamıştı. İrlanda’ya büyük bir ordu gönderdi. Halkı uzun süre ve inatla savaşmış olan İrlandalı köylüleri astırdı; Drogheda kentinde bir kişi sağ kalmayıncaya kadar herkesi kılıçtan geçirdi, yoksulların kulübelerini ateşe verdirdi; topraklarına zorla el koydu. Bu topraklar İngiliz subay ve askerleri arasında pay edildi ya da lordların eline geçti. Bu aslında bir sömürge, bir yağma savaşıydı. Ayaklanmaya katılan İrlandalıların çoğu Amerika’ya köle olarak satıldı. İrlanda’nın fethi tamamlandığında, nüfusunun % 40’ı can vermişti.
Cromwell, gücünün ve prestijinin en doruk noktasına varmıştı. 1651’de Londra’ya döndüğünde bir kahraman gibi karşılandı. Ordunun başkomutanı, devletin başıydı. 1653’de Rump Parliament bir toplantısında, Cromwell’e “Koruyucu Lord” (Lord Protector) unvanını verdi.
Yine aynı yıl Oliver Cromwell, yapılan uzlaşı gereği Parlamentonun dağılma kararı almaması ve yeni anayasa çalışmalarında yol alamaması yüzünden düş kırıklığına uğradı. Parlamento’ya gidip ağzına geleni söyledi ve sonra da askerlerini çağırıp Parlamento’yu dağıttı. Kapısına bir not asmayı da ihmal etmedi: “Bu bina mobilyasız olarak kiralıktır!”
1655’te Kral yanlısı bir ayaklanmayı bastırdıktan sonra ülkeyi kendisine bağlı generallerin yönettiği 11 yönetim bölgesine böldü. Fakat İspanya ile süren savaş onu yeniden Parlamento’yu açmaya zorladı. Yeni Parlamento kendisine Kral olmasını sağlayacak bir anayasa değişikliği teklif ettiyse de kabul etmedi, yalnızca kendi ardılını seçme hakkını kabul etti.
Cromwell 3 Eylül 1658’de 59 yaşında sıtmadan öldüğünde, sanki iktidarın babadan oğula geçmesi, İngiliz cumhuriyetinde de geçerliymiş gibi, ordu Cromwell’in oğlu Richard Cromwell’i Koruyucu Lord ilan etti. Ancak Richard Cromwell, çok genç ve deneyimsiz olduğundan görevi başarıyla yürütemedi. Bunun üzerine, ordunun üst düzey komutanları arasında Cromwell’in yerine yönetimi ele geçirme kavgası başladı ve İngiltere askeri anarşiyle karşı karşıya kaldı.
Bir süre olayları uzaktan izleyerek bekleyen İskoçya Valisi George Monck, sonunda bu anarşi ortamını sona erdirmek için ordusuyla birlikte Londra’ya geldi ve İngiltere’de benimsenecek hükümet biçimini kararlaştıracak Kurul toplantıya çağrıldı. Monck, Kurul’un vereceği karara saygılı olacağına söz verdi. Kurul, eski Anayasa’yı yeniden yürürlüğe koydu ve Mayıs 1660’da, 1. Charles’ın oğlu II. Charles’ı kral olarak tanıdı. Böylece Stuartlar İngiltere’de yeniden yönetimi ele geçirmiş oluyordu. Yeniden iktidara gelen Stuartlar, ilk iş olarak devrime katılmış olanları temizlemeye koyuldular.
Oliver Cromwell’in Kesik Kafası
Babasının ölümünü unutmayan II. Charles’ın sonraki hedefi Oliver Cromwell’in naaşı oldu. 30 Ocak 1661’de Oliver Cromwell’in Westminster Katedrali’ndeki cesedi mezarından çıkarıldı, kafası kesildi. Başsız beden Tyburn’da asılıp halka teşhir edilirken, Oliver Cromwell’in kesik kafası 6 metre uzunluğunda bir kazığa geçirildi ve ardından Parlamento’nun çatısına asıldı. II. Charles’ın iktidarının sona erdiği 1685 yılına kadar da burada durdu.
1685 yılındaki fırtına sırasında kazığa düşen bir yıldırım Oliver Cromwell’in kafasının da yere düşmesine neden oldu. Bir asker tarafından bulunan Oliver Cromwell’in kafası bundan sonra yıllar boyunca el değiştirdi. 17oo’lü yıllarda müzelerde bir süs eşyası gibi sergilendi, hatta kimi zaman borçlara karşı verilen bir eşya oldu. En sonunda 1815 yılında Josiah Henry Wilkinson tarafından satın alınarak Wilkonson ailesinin mülkiyetine geçti. 25 Mart 1960 tarihinde yapılan sade bir törenin ardından Horace Wilkinson tarafından Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Sidney Sussex Koleji bahçesinin bilinmeyen bir köşesine gömüldü (Cromwell Koruyucu Lord olmadan önce Cambridge vekiliydi). Cenaze töreni 1962 yılının Ekim ayına kadar da kamuoyundan gizlendi. İngiltere’de demokrasinin yolunu açan adam nihayet huzura kavuşmuştu.
1648 İngiliz Devrimi ile feodal beylerin ve doğrudan doğruya krala bağlı kilisenin nüfuzu silindi; mutlak monarşi kesin olarak tasfiye edildi. Kapitalizmin önündeki engeller ortadan kaldırıldı. İngiltere’de Devrim’den sonra, tarımın ve ücretli el emeğine dayalı sanayinin ve özellikle demir ve yünlü imalathanelerin hızla geliştiği görüldü. Cromwell’in yönetimindeki bu yıllarda ticaret ilerledi, ülkede ekonomik yaşam canlandı, İngiltere yeniden Avrupa’nın en güçlü devleti oldu. 1658’de Cromwell öldüğünde İngiltere, Hollanda’nın 100 yıldan beri kurduğu deniz egemenliğini tümüyle eline geçirmiş durumdaydı.
Oliver Cromwell’in “Koruyucu Lord” görevini yaptığı ve devrim eyleminin sürdüğü yılların güvencesiyle İngiltere aynı zamanda demokratikleşme sürecini temelli bir biçimde başlatıyordu. Monarşinin daha sonraki birçok girişimi, 1648 Devrimi’nin oluşturduğu bilinçten dolayı her seferinde yarım kalmıştır. Nitekim 1688’de II. Jack tarafından girişilen “restorasyon”, çok sert tepki görecek, sonunda Stuart ailesi tahttan indirilecekti. Stuartların yerini, 1689’da “Bill of Rights” adı altında, Parlamento’nun mutlak üstünlüğünü temellendirecek, bağımsız bir yasama gücünün isteyebileceği ve bekleyebileceği tüm noktaları ve ayrıntıları ile kapsayan bir sözleşme imzalayan Orange ailesi alacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder