bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


30 Haziran 2018 Cumartesi

Pugaçev Ayaklanması


Dar anlamıyla Pugaçev Ayaklanması, 1713-75 yılları arasında yaşanmış ve bütün Rus tarihinin 1917 Devrimi öncesindeki en büyük halk hareketine işaret etmek için kullanılsa da, aslında 1762’den başlamış ve Pugaçev’in idamına kadar sürmüş, iç savaş benzeri bir huzursuzluğun en yaygınlaştığı an ve doruk noktasıdır.
1762 yılında Rusya tahtında olan Çar III. Petro, 186 gün sürecek olan hükümdarlığı sırasında yaptığı reformlarla soyluları ve toprak sahiplerini karşısına almıştı. İktidarının son günlerinde, toprak sahiplerinin devlete hizmet etme zorunluluğunu kaldıran bir ferman yayınlayarak bu durumu düzeltmeye çalışsa da artık geç kalmıştı.  Bu fermandan kısa bir süre sonra Çar III. Petro, kendisini boşayacağından korkan karısı II. Katerina tarafından bazı imparatorluk muhafızlarının desteğiyle tahttan indirildi, daha sonra da Katerina’nın yandaşları tarafından 17 Temmuz 1762 tarihinde Petersburg’ta öldürüldü.
Fakat bu kısa iktidar döneminde III. Petro kendini köylülere sevdirmeyi başarmıştı. Çünkü Çar’ın reformları içinde yoksul köylüler için belki en önemlisi, köylülerin toprak sahipleri tarafından öldürülmesinin artık Rusya’da yasal olarak suç kabul edilmesiydi. Köylüler kendilerinin; Tanrının temsilcisi, kendi “Küçük Babaları” ve adaletin kaynağı Çar’a hizmet edebilsin diye toprak sahiplerine tabi kılındığına inanıyorlardı. Bu yüzden, III. Petro’nun fermanının ve ölümünün haberi yayılır yayılmaz, toprak sahiplerini özgürleştiren fermanın yanı sıra, ülke ölçeğinde bir “kara bölüşüm” buyuran ikinci bir fermanın var olduğuna ilişkin bir söylenti yayıldı. Bu söylentiye göre, soylular bu ikinci fermanın geçerlik kazanmasını önlemek üzere Çar’ı devirmişler, onun yerine aslen bir Alman prensesi olan Katerina’yı geçirmişlerdi. Ancak Çar ölmemişti, kaçmayı başarmıştı, kurtulmak için sadık uyruklarının yardımına gereksinim duyuyordu. Daha 1762’de Çar’ı kurtarmak ve efsanevi “kara bölüşüm” fermanına işlerlik kazandırmak için köylüler ayaklandı. 1769’da bastırılana kadar ayaklanmaya 150 bin kişi katıldı.
Hoşnutsuz olan yegâne kesim köylüler değildi. Merkezi devlet iktidarını pekiştirdikçe, geleneksel olarak yarı-özerk bir statü korumuş olan halkların ayrıcalıklarını kaldırıyor, göçebe Don Kazaklarını yerleşik bir hayata zorluyordu. 1772’de Ural Kazakları ayaklandı ancak kısa sürede sindirildiler.

Yemelyan Pugaçev Adında Sahte Bir Çar

Köylülerin ayaklandığı dönemde 1768 Osmanlı-Rus savaşında yaralanmış olan Yemelyan Pugaçev (Yemelyan Ivanovich Pugachevadında bir Don Kazakı, ordudan izin verilmiş olarak köyüne dönüyordu. Yaraları iyileşince orduya dönmek yerine eski müminlerden oluşan dini bir gruba katılıp onlarla birlikte gezgin bir hayat yaşamaya başladı. St. Petersburg’a doğru giderken asker kaçağı olduğu anlaşılıp Sibirya’da sürgüne gönderildi. Mahkum olduysa da 1772 Şubat’ında kaçmayı başardı ve soluğu İyatksi kentinde aldı.
Yemelyan Pugaçev aslında sıradan, hiçbir özelliği olmayan, silik, göze batmayan bir karakterdi. Ama müthiş bir yeteneği vardı: Baron Munchausen’i bile kıskandıracak derecede yalan söyleyebiliyordu. Üstelik bu yalanları öylesine güzel süslüyor, öylesine ayrıntılı anlatıyordu ki, onu dinleyen herkes bu yalanlarına inanıyordu. Değil İstanbul’da oturmak, Osmanlı payitahtını uzaktan bile görmemişti ama çevresindeki herkesi İstanbul’da 12 yıl oturduğuna bile inandırmıştı.  Ve yine bir gün İyatksi kentinde edindiği yeni dostlarından birinin kulağına en büyük yalanını söyledi: “Söylediklerimi iyi dinle! Diğerlerine söyleyip söylememen umurunda değil ama bilmen gerekir ki ben Çar III. Petro’yum…”
Çar III. Petro’nun İyatksi kentinde olduğu kısa süre sonra herkesin dilindeydi artık. Her gün yüzlerce insan Pugaçev’in kaldığı hana onu görmeye geliyor ve bağlılıklarını bildiriyordu. Elbette onun Çar olmadığını bilenler de vardı ama bu durumu kendi çıkarları için kullanmak istediklerinden herkesten daha fazla onun Çar III. Petro olduğuna yemin ediyorlardı.
Sonunda sahte Çar, 17 Eylül 1773’te herkesi kendi tarafında savaşmaya çağıran bir bildirge yayınladı. Bildirgede özetle şöyle diyordu:


Bütün Rusya’nın mutlak imparatoru ben Petro Fyodoroviç’ten siz halkıma…
İmzaladığım bu bildiri Kazaklara bir çağrıdır. Atalarınız Rusya çarlarına nasıl hizmet ettiyse, siz de bana hizmet edeceksiniz. Kazaklar, Kalmuklar ve Tatarlar benim peşimden gelirseniz eğer, bu ülkede eski günlerdeki rahatınıza ve huzurunuza kavuşacaksınız. Söz veriyorum…


1773’te bu bildirgeyle herkese özgürlük ve huzur vaat ederek isyanı başlattığında Pugaçev çok zengin bir isyan geleneği ve birikimini devraldı. Yüz yıl önce Stenka Razin ayaklanmasında yer almış bütün unsurlar; serfler, Don Kazakları, eski müminler çok daha geniş bir ölçekte kendisinin öldüğü zannedilen Çar III. Petro olduğunu iddia eden Pugaçev’in saflarında toplanmaya başladı.
Orenbug kalesi üzerine yürüdüğünde 2 bin 500 kişilik küçük bir ordusu olan Pugaçev, Aralık ayı geldiğinde 30 bin kişiyi bulan ordusuyla bütün Güneydoğu Rusya’yı kontrolü altına aldı. Bölgedeki toprak sahipleri mallarını mülklerini bırakıp Moskova’ya doğru kaçmaya başladılar.
Ancak Pugaçev isyanının sonu, daha önceki köylü ayaklanmalarından farklı olmadı. Bölgeyi kontrol altına almasına karşın Orenburg kuşatması çok uzamıştı. 1774’de Osmanlı-Rus Savaşı’nın Küçük Kaynarca Antlaşması ile sona ermesi üzerine, II. Katerina Rus tarihinin en ünlü generallerinden biri olan Alexander Suvorov’un önderliğinde güçlü bir orduyu Pugaçev’in üzerine yolladı.
1774’de yapılan savaşta yenilen Pugaçev, Stenka Razin gibi kuvvet toplamak üzere Ossa kentine çekildi. Ne var ki çevresindekiler ona olan inançlarını artık yitirmişler ve Ruslarla barış yapmanın tek yolunun Pugaçev’i teslim etmek olduğunu anlamışlardı. L. Tvorogov,  F. Çumakov, İ. Fegulyev gibi Kazak komutanlar Çar’la anlaşarak yüklü bir para karşılığında 15 Eylül 1774’te Pugaçev’i İyatski’ye götürüp Rus ordusuna teslim ettiler. Bir kafese kapatılmış ve yanında 200 Kazak zincire vurulmuş halde Simbirks’e doğru yola çıkarken Pugaçev’in öncülüğündeki köylü ayaklanması da sona ermişti. 4 Kasım 1774’de Moskova’ya getirilen Pugaçev günlerce süren sorgulamadan sonra 21 Ocak 1775’te Moskova’nın Bolotnoy Meydanı’nda kendisine hep sadık kalan silah arkadaşlarıyla birlikte asıldı.
Pugaçev ayaklanmasının en doğrudan sonuçlarından biri Kazaklar arasında yoğun bir askere alma kampanyasının başlatılması oldu. Böylelikle gelecekte Kazakların köylü ayaklanmalarının askeri gücü olma potansiyeli sona erdirildi. Diğer yandan Pugaçev aristokrasiyi II. Katerina’nın yeni reformlarına ikna etmesinde etkili oldu. 1775’te II. Katerina’nın ilk uygulamalarından biri Rusya’yı elli eyalete ve her eyaleti de belli sayıda kazaya bölerek, bürokrasiye daha akılcı bir görünüm kazandırmaya çalışmak oldu.
Bu isyan ve sonrasında yaşanan huzursuzluklar Çariçe II. Katerina’ya Rusya’da oldukça kalabalık bir nüfusu olan Müslümanların durumlarından hiç de memnun olmadığını göstermişti. Ruslar, Müslümanların oldukça yoğun olduğu Kazak bozkırları ve Türkistan boyunca ilerlemek ve özellikle burada kalıcı olmak istiyorlarsa kendilerinin İslamiyete düşman olmadıklarını kanıtlamaları ve Müslüman halkı saflarına çekmeleri gerekiyordu. Böylece  22 Eylül 1788 tarihli bir  fermanla, merkezi Ufa olan  Orenburg Mahkeme-i Şeriyesi adıyla bir müftülük kurulması kararlaştırıldı. Dini hizmetlerin tek bir merkezden yönetilmesiyle Çarlık, Müslümanlar üzerinde bir kontrol mekanizması kurmuş olacaktı.
Pugaçev’in isyanından en çok zarar gören uluslardan biri de Başkurtlar oldu. Çünkü Pugaçev Orenburg kalesinini kuşattığında Ufa Valisi isyanın bastırılması için Rus ordusunun ilk Başkurt subayı olan Salautat’ı (Salavat) görevlendirmiş ama Salauat isyanı bastırmak yerine Pugaçev’in safına geçmişti. Üstelik tüm Başkurt beylerine mektup yazarak isyana destek olmalarını istemiş, bu çağrıya ilk katılan ise babası Yulat olmuştu. İsyan bastırıldıktan sonra Ruslar tüm güçleriyle Başkurtların üzerine yürüdüler.  Ve Başkurt topraklarına yerleştirilen binlerce Rus ile bölge Ruslaştırılmaya başlandı.

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı


İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve Belçika gibi Avrupalı sömürgeciler 19. yüzyıl başlarında Afrika Kıtası’nı sömürgeleştirmeye başlamışlar, Almanya (Prusya) ise sömürgecilik yarışında diğer Avrupalı devletlerin oldukça gerisinde kalmıştı.
Afrika’nın güneybatı kıyısında bulunan ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan Namibya da 1800’lerin başından itibaren İngiliz egemenliğinde kaldı. Fakat 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Alman tüccarların sayısı nedeniyle bölge daha çok bir Alman sömürgesi görünümündeydi.
Sömürgeciliğin resmi başlangıcı kabul edilen ve Afrika’nın bölüşüldüğü Berlin Konferansı sırasında İngilizler, Almanya’nın Walvis Körfezi dışında tüm Namibya’yı kendi nüfuz bölgesi olarak duyurmasına hiç itiraz etmediler. Böylece günümüzde Kamerun, Togo ve Namibya olarak bilinen bölgeler 1884 yılında Alman İmparatorluğu himayesine girdi ve 1919 yılına kadar “Alman Güneybatı Afrikası – Deutsch Südwestafrika” olarak adıyla anıldı.
Almanların Güneybatı Afrika sömürgesinin ilk valisi, ünlü Nazi liderlerinden Hermann Göring’in babası Heinrich Göring’ten başkası değildi.  Göring özellikle, bu ülkeden hammadde elde edip Almanya’ya ihraç etme projeleri oluşturmak amacıyla, buralarda yerleşim yerleri ve geniş çiftlikler açmak isteyen Alman yerleşimcilerinin, Alman sömürge yönetimi adına hızla bölgeye yerleştirilmesini, Almanya’dan gelip yatırım yapmak isteyenlere çok büyük olanaklar sağlanmasını teşvik ediyordu
Namibya’nın Almanya sömürgesi olmasının hemen ardından 1884 yılında, Franz Adolf Eduard Lüderitz’in girişimiyle bölgede ilk Alman kolonisi kuruldu. Almanlar kendi sömürgeci devlet politikalarına uygun olarak da, Almanya’dan çeşitli vaatlerle 1891 yılında 539, 1896 yılında 2.025, 1904 yılında 4.500 Alman göçmeni geniş çiftlik olanaklarının sağlandığı bölgelere yerleştirildiler. 1914 yılına gelindiğinde, Alman göçmenlerin sayısı 14.000’e kadar ulaşacaktı.
Sömürgeleştirme başladığında Namibya’nın yerel halkları Herero, Nama, Orlam ve Ovambo kabileleriydi. Bu kabilelerin en büyükleri ise 80.000 nüfusa sahip Herero’lar ve yaklaşık 20.000 nüfusu olan Nama’lardı.
Namibya’nın yerel halkı, daha ilk Alman kolonisinin kurulmasından itibaren onlardan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Almanlar yerli kadınlara sürekli tecavüz ediyor ama ceza almıyorlardı. Koloni hukukuna göre, yedi siyah ancak bir Alman’a eşit kabul ediliyordu. Çeşitli gerekçelerle yerlilerin topraklarına haksızca el konuluyor, Alman göçmenlere veriliyordu. Köle ticaretinin artması da işin cabasıydı.

Herero ve Nama’ların İsyanı

Başlarda Almanlar, siyasi ve ekonomik taleplere ve baskılara karşı direnen yerel halkları toptan ortadan kaldırmak yerine, önemli ve tehlikeli gördükleri önderleri yok edip, kendi ucuz iş gücü gereksinimlerini karşılayacak ve kontrol edilebilecek sayıdaki yerli halk üzerinde sistemli bir baskı kurarak onlara boyun eğdirmeyi yeğlediler. Bu onlar açısından aynı zamanda zorunlu bir durumdu. Çünkü yerliler sayıca kendilerinden oldukça fazlaydılar.
Fakat 1903 yılında Almanya’nın Afrika’daki sömürgelerine ulaşımını rahatlatacak Otavi Demiryolu’nun yapımı sırasında Herero’ların topraklarına usulsüzce el koymaya başlaması, yerliler için bardağı taşıran son damla oldu.
İlk isyan 1903 yılında Nama’lar, şefleri Hendrik Witbooi önderliğinde başladı. Ardından 1904 yılı Ocak ayından itibaren de Herero’lar, Büyük Şef Samuel Maharero öncülüğünde bu isyana katıldılar. Çıkan çatışmalarda 120 ila 150 arasında Alman yaşamını yitirdi.
Almanlar artık, Herero’ların ve Nama’ların yok edilmesinin, kendi sömürgeci çıkarlarına uygun düşeceğine karar vermişlerdi. Bölgeye deneyimli bir komutanı, 11 Haziran 1904’te Doğu Afrika’da Wahehe İsyanı’nı bastıran General Lothar von Trotha’yı askeri vali olarak gönderdiler.
Emrindeki 14.000 asker, 36 top ve 14 makinalı tüfekle (dönemin en gelişmiş silahları) yerlileri yok etmek, kalanlarına boyun eğdirmek ve sonuçta yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat başlatan General Lothar, harekatın hedefini askerlerine şöyle anlatıyordu:
Almanların egemen olduğu her yerde, silahlı veya silahsız sığır çobanı olan ya da olmayanlarını (yerli halkı kastediyor) kesinlikle vurun. Bundan sonra kadın ve çocuklar da benim için önemsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları bölgelerden zorla çıkarılmasını istiyorum. Eğer olmazsa hepsini vurun, öldürün.
Gerçekten General Lothar’ın harekatı tam da dediği gibi oldu. 11-12 Ağustos tarihinde Almanlarla yerliler arasındaki Waterberg Savaşı’nda, ağır silahlı Almanlara karşı hiçbir şansı olmayan yerliler büyük katliama uğradılar. Almanların harekatı gerçekleştiren kuvveti olan Schutztruppe’nin yaptığı askeri harekatta, zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri, her türlü askeri teknolojiyi kullanarak, Herero’ların tamamını fiziki olarak yok etmek için, kadın, çocuk ve yaşlı demeden katlettiler. Herero’lar yalnızca Alman askerlerini hedef alırken, Alman askerleri için sivil ya da asker ayrımı söz konusu değildi.
Schutztruppe tarafından gerçekleştirilen soykırımdan kaçmaya çalışan binlerce Herero ve Nama’nın kaçabilecekleri tek yol (daha sonraki askeri bilgilerden ortaya çıktığı gibi, esasında Almanlar bu yolu bilerek açık bıraktılar) Omaheke Çölü’ydü. Ama çölde de yerlileri bir sürpriz bekliyordu. Almanlar, bilinen bütün su kaynaklarını önceden zehirlemişti. Sonraki yıllarda çölde devriyeye çıkan Alman askerleri, üslerine bu kuyularının başında çok sayıda insan iskeleti bulduklarını rapor edecekti.
Omaheke Çölü’nün diğer tarafındaki İngiliz Bechuanaland bölgesine ancak 1.000 kadar yerli ulaşabildi. Çölden kurtulup da geri dönebilenler ise yine Alman avcı kuvvetleri tarafından katledildiler. Çünkü General kendilerine karşı savaşan hiç kimsenin sağ kalmasını istemiyordu. 2 Ekim 1904 tarihinde kendi eliyle yazdığı Almancada “yok etme emri” anlamına gelen “Vernichtungsbefehl”de Herero’lara şöyle sesleniyordu:
Ben, Alman birliklerinin büyük generali, bu mektubu Herero halkına gönderiyorum. Herero’lar artık Alman uyruğu değillerdir. Onlar katil ve gaspçılar, yaralı askerlerimin kulaklarını, burunlarını ve bedenlerinin diğer kısımlarını kestiler. Şimdi ödlek bir şekilde, savaşmaktan kaçıyorlar. Halklara sesleniyorum; Her kim şeflerinden birini getirirse 1000 Mark alacak, her kim ki Samuel’in başını getirirse 5000 Mark alacak. Herero’lar bu toprakları terk edecekler. Eğer terk etmezlerse bunu “Groot Rohr” (toplar) aracılığıyla yapacağım. Alman sınırları içindeki her Herero, silahlı ya da silahsız, sığırı olsun ya da olmasın vurulacaktır. Bu saatten sonra kadın çocuk gözetmeksizin hepsini bu topraklardan süreceğim ve vurulmalarını emredeceğim. Hererolara söyleyeceklerim bunlardır.
Askeri harekat sırasında, ileride esir köle iş gücü olarak çalıştırılması amacıyla da geri kalanlar içinden 15.000 Herero ve 2.000 Nama esir alındı.  Daha sonra da bu esir alınan insanları, İngilizlerin Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi, toplama kamplarına kapattılar (toplama kampı uygulaması ilk defa İngilizler tarafından sistemleştirildi.)
Bu toplama kampları içinde en bilineni Köpekbalığı Adası (The Shark Island) toplama kampıydı. Kamplardaki yaşam koşulları öylesine kötüydü ki, 1905 yılında her gün bu kamplarda 10’dan fazla yerli yaşamını yitiriyordu. Günde 18 saatten fazla çalıştırılıyorlar, yemek olarak ise bazen pişirmeye bile gerek duyulmadan önlerine konulan pirinci yemeye zorlanıyorlardı. Yine kampta ölen hayvanların leşleri de yemek olarak yerlilere veriliyordu. Bu nedenle kamplarda dizanteri kol geziyordu. Hastalıktan ya da açlıktan bitkin düşenler, çalışmayı reddedenler ise Alman askerler tarafından su aygırı derisinden yapılma “sjombak” denilen kırbaçlarla acımazsızca kırbaçlanıyordu. Köpekbalığı Adası’ndaki toplama kampından sağ kurtulmayı başaran bir yerlinin, 3.500 kişiden ancak 193’ünü geri dönebildiğini söylemesi bu kamplardaki ölüm oranlarının ne kadar yüksek olduğunu göstermeye yeterlidir.

Almanya’ya Gönderilen Kafatasları

Ama belki de tüm bunlar içinde en acı verici olanı, kendi insanlarına yapmak zorunda bırakıldıkları muameleydi: Ölenlerin cesetlerindeki kafataslarını etlerinden sıyırarak temizlemek! Bu kafatasları Almanya’daki üniversitelere Aryan ırkının üstünlüğünü kanıtlayacak bilimsel çalışmalar yapmak için gönderiliyordu. Kafataslarının gönderilmesini isteyen kişi, II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler üzerinde acımasız deneyler yapacak olan Josef Mengele’nin hocası Alman antropolog Eugen Fischer’dı. Almanya’ya gönderilen 300 kafatasından çok azı, iki ülke arasında yapılan anlaşma sonucu ancak 2011 yılında defnedilmek üzere Namibya’ya geri gönderildi.
1911 yılına gelindiğinde 80.000 Herero’dan yalnızca 15.130 kişi, 20.000 Nama’dan ise, kaçabilenler dahil, ancak 9.781 kişi sağ kalmayı kalabilmişti. Diğerleri, Alman sömürgecileri tarafından soykırıma uğratılmıştı.
Ünlü soykırım araştırmacısı ve demograf R. J. Rummel, konuyla ilgili olarak yaptığı araştırmalarda, Güneybatı Afrika’da (Namibya’da) Almanlar tarafından soykırıma uğratılanların sayısının, esasında yukarıda verilen sayılardan daha fazla olduğunu, esas sayının 132.000 kişiyi kapsadığını ve kadın, erkek ve çocuk binlerce Herero ve Nama’nın Almanların soykırımından kurtulamadığını belirtmektedir.
Almanlar tarafından askeri olarak yok edilemeyen binlerce yerli ise, daha sonraları her türlü kuramlarının bu soykırımlarda çökmesiyle birlikte, uygulanan bu soykırım stratejisinin ve yine sömürgeciliğin kurbanı oldular ve sosyal, ekonomik ve kültürel şartlara dayanamayarak zamanla önemli ölçüde telef oldular.
Almanların, Güneybatı Afrika’da ekonomik çıkar amaçlı sömürgecilik serüvenleri, Birinci Dünya Savaşı’nın yoğunluğu sırasında son buldu. Araştırmacılara göre Almanların yaşlı, kadın ve çocuk demeden Güneybatı Afrika yerlilerine karşı askeri güç kullanarak yürüttükleri Namibya Soykırımı, 20. yüzyılın ilk soykırımını ve ileride Nazi Almanya’sının yararlanacağı. Güneybatı Afrika’daki Alman sömürgeciliğinin yarattığı soykırım amaçlı toplama kampları uygulamasının da temelini oluşturdu.
Konu üzerindeki araştırmaların verilerinden ortaya çıkan durum ise, Almanların, 20 yüzyılın ilk soykırımını yaptıkları Namibya’daki deneyimlerini daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında da uyguladıkları ve yarım yüz yıl sonra soykırımcı anlayışlarını sürdürdükleri şeklindedir. Namibya Soykırımı ve holokost uygulamaları arasındaki gözlemlerden çıkan sonuçlar da hesaba katıldığı zaman, konuyla ilgili iddiaların gerçek olduğu daha da net olduğu gözükmektedir.
1985 yılında Birleşmiş Milletler (BM), hazırladığı Whiteker Raporuyla, Alman Askeri Kuvvetlerinin Nama ve Herero’lara karşı Güney Batı Afrika’da (Namibya’da) 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptıklarını geç de olsa resmen kabul etti. Rapora göre 65.000 Herero (toplam nüfusun % 80’i) ve 10.000 Nama (toplam nüfusun % 50’si) yerlisi Almanlar tarafından soykırıma uğratıldı.

29 Haziran 2018 Cuma

Giacomo Matteotti Olayı, İtalyan Faşizminin Dönüm Noktasıydı



İtalya’da 1924 seçimleri faşist terörün ve hilekarlığın egemenliği altında geçti. Anayasal oyunun kurallarına uyar görünen Benito Mussolini ve Faşist Parti, el altından yasaları çiğniyor ve diktatörlüğünü hazırlıyordu. Yasal olarak çıkan gazetelere bile el konuyor, basımevleri yağmalanıyor, işçi sendikaları merkezleri ve kooperatifler ateşe veriliyor, İtalyan sokaklarında her gün Mussolini karşıtlarının kimliği belirsiz kişilerce öldürülmüş cesetleri bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen, 6 Nisan 1924 seçimlerinde, faşistlerin tam bir başarı elde ettiği söylenemez. Seçmenlerin % 37’si oy kullanmamıştı; muhalefet ise oyların % 35’ini almış durumdaydı. Ama yine de faşistler zafer türküleri okumaktan geri kalmadılar. Çünkü Faşist Parti toplam 535 sandalyeli mecliste 355 sandalye kazanmıştı. Paralel listelerdeki 19 milletvekili de bu sayıya dahil edildiğinde, faşistler 1924 seçimlerinde 374 milletvekili ile İtalya Parlamentosu’nda atık ezici çoğunluğa sahiptiler. Bir önceki seçimde yalnızca 37 milletvekili çıkarmayı başaran bir parti için muazzam bir başarı…
Parlamento açıldığında muhalif partiler Mussolini’yi, “anayasaya aykırı” davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçladılar. 29 Mayıs’ta sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti çok sert bir konuşma yapmış, seçimlerde yapılan yolsuzlukları bir bir açıklamıştı. Meclisin “yasadışı” olduğunu ilan ediyor ve seçimlerin yenilenmesini istiyordu. Matteotti, bir sosyalist toplantısında da şöyle diyecekti: “İtalyan deneyinin dışında, faşizmin, uluslararası bir yanı vardır. Savaşın zararlarını kendi ödemek zorunda kaldığımı görünce, burjuvazi başkaldırmış, korunma yolunu faşist diktatörlüklerde bulmuştur. Özgürlüklerinizi bütün gücünüzle savununuz!”

Giacomo Matteotti’nin Öldürülmesi

Mussolini hükümetinin güvenoyu almasından yalnızca üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te evinden çıkan Matteotti, Roma’nın göbeğinde altı faşist tarafından kaçırıldı.  Görgü tanıklarının ifadeleriyle,  Matteotti’nin kaçırılması olayında kullanılan arabanın izini süren polis, aracın Faşist Parti yöneticilerine ait olduğunu belirlemişti.  Araçta kan izleri vardı ama ortada bir ceset yoktu.
Matteotti’nin kaçırılması, faşizmin karşılaştığı en büyük bunalımı doğurmuş, faşist iktidarın düşmesi beklenmeye başlamıştı. Uzun süre Matteotti’nin cesedinin bulunamayışı bu bunalımı daha da arttırdı. Sonunda Matteotti’nin cesedi 18 Ağustos’ta Roma’nın 23 km. uzağındaki Ouartarella Ormanı’nda bulundu (Bu nedenle bu bunalım dönemine Ouartarellista adı verilir).
Bu cinayet, bütün İtalya’da büyük bir nefret dalgasının kabarmasına yol açtı. Basın da buna katıldı. Sonunda, faşizmle “dirsek temasında” olan liberaller dahi kuruntularından kurtulup faşizmin gerçek yüzünü görmeye başlamışlardı. Faşist Parti içinde bile bölünmeler oluyordu. Sonunda katiller yakalandı ve bunlarla ilişkide olan Faşist Parti’nin ileri gelenlerinden Marinelli ve Cesare Rossi tutuklandı. Faşizm yanlısı gazeteler bile faşizme saldırıyordu. Bunun üzerine Roma dışındaki faşist milisler eyleme geçirildi ve Bologna’da büyük bir toplantı yapılarak faşist ruh canlandırılmaya çalışıldı. Dışardan Roma’ya faşist birlikler getirildi.
Sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti’nin öldürülmesi, başlangıçta faşizmi önemli ölçüde tehdit edecek, doğmakta olan diktatörlüğün gelişmesini bıçak gibi kesecek bir darbe gibi göründüğü halde, aslında rejimin faşizme mutlak bir biçimde dönüşmesine yol açan bir olayla sonuçlanacaktı.
Matteotti cinayeti, parlamentoda da söz konusu edildi ve faşizmin tarihinde karşılaştığı en büyük muhalefet eylemine yol açtı. 13 Haziran tarihli meclis toplantısına, olayı protesto için katılmayan muhalefet, 24-25 Haziran günü tartışmaya katıldı. Albertini, Abbiate, Carlo Sforza sert bir biçimde cinayeti eleştirdiler; cinayetten, hükümeti ve Mussolini’yi sorumlu tuttular. Mussolini ise, cinayeti faşizm düşmanlarının hazırladığını ve kendisinin olayla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürüyordu!
Matteotti’nin katillerinin duruşması 1926 yılında komik bir biçimde sonuçlandı: Mussolini temize çıkartıldı. Karara göre, öldürme olayında bir kasıt yoktu! Matteotti, karşılıklı dövüş sırasında öldürülmüştü! Katilleri, Faşist Partisi sekreteri Farinacci savunmuş ve katiller 5 yıl hapis cezası ile kurtulmuşlardı. Zaten iki ay sonra da İtalya Kralı Victor Emmanuel tarafından affedilip cezaevinden çıkacaklardı.

Faşizmin bunalıma düştüğü bu dönemde senatodaki iktidar grubu Mussolini’yi kurtarmak için güven oylaması istemiş ve Mussolini güvenoyu alarak iktidarda kalmıştı. Kral da Mussolini’yi desteklediğini bildiriyordu. Mussolini, bu arada, iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak durumunu güçlendirdi. Muhalefet ise Federzioni’nin Mussolini’yi yıkarak iktidarı ele geçireceğini ummaktaydı.
İtalyan sosyalistleri ise hâlâ yasallığa ve Anayasaya bağlı kalmakta kararlıydılar. Üçlü yasal öneriyle şunları istiyorlardı: Hükümetin istifası, milislerin kaldırılması ve yeni seçimlere gidilmesi. Sosyalistler hâlâ krala güven besliyorlar, onu Mussolini’den uzak durmaya teşvik ediyorlar, kendisini aydınlatmak için gazetelerde yazı üstüne yazıyorlardı! Ama kral, sosyalistlerin umutlarını bir kez daha boşa çıkaracaktı…
Bu durum karşısında komünistlerin dışında kalan muhaliflerin yaptığı tek eylem, meclisi boykot ederek oturumlara katılmamak oldu!  Parlamentonun yasal hukuk düzeninin dışına çıktığını ve faşist milisler dağılıp yasal anayasa düzeni işletilinceye kadar, parlamentoya katılmayacaklarını belirterek tıpkı eski çağın pleb’leri gibi Avertino’ya çekildiler. Bu eylem ile bir hükümet bunalımı yaratılabileceği umulmuştu. Mussolini ise alayla, “Rakiplerimiz ne haldeler, ne yaparlar? Genel grev, hatta mahalli grevler mi düzenliyorlar? Ordu içinde isyan çıkarmaya mı çalışıyorlar? Hiçbiri değil; basın kampanyalarıyla yetiniyorlar!” diyordu.
Avertino eyleminden önce Torino’da, 18 Haziran’da, Piero Gobetti yönetimindeki bir grup, muhalefetin birleşmesini ve birlikte eyleme geçilmesini önermişti. Bu grup, “Avertino davranışı” gibi kişiliksiz ve pasif bir politikanın tersine, aktif ve savaşçı bir davranış istemekteydi.
Matteotti olayının yarattığı hava, bazı başkaldırıları da birlikte getirdi. Örneğin, Haziran ayının sonlarına doğru, Floransa’da, faşizme karşı gizli bir dernek kuruldu. “İtalia Libera” diye anılan bu dernek, 16 Haziran’da yayınladığı bir bildiri ile faşizmin iktidardan ayrılmasını istedi. Bildiride faşizm, cinayetle suçlanıyor ve faşistleri parayla besleyenler ağır bir dille suçlanıyordu. Bu bildiri üzerine öteki muhalif çevreleri bu derneği desteklemeye karar verdi. Dernekte çeşitli düşüncelere bağlı kişiler vardı. Hepsinin ortak amacı, İtalya’yı faşizmden kurtarmaktı. Bu maksatla çeşitli gösteriler ve toplantılar düzenlendi. Özellikle 4 Kasım’da Milano’da yapılan gösteriler çok parlak oldu; ama gösteriler, faşistler tarafından sayısız insanın yaralanması ve dövülmesi ile sonuçlanacaktı. Bütün çabalara rağmen bu örnek, faşizme karşı silik bir başkaldırıdan öteye gidemedi.
Olayların sonunda sistem bir sarsıntı geçirdiyse de muhalefet, protesto eylemlerinden öteye gidemedi ve antifaşist bir cephe birliği oluşturulamadı. Ayrıca muhalefetin parlamentodan çekilmesiyle, Mussolini parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelmiş, faşizme kendini toplama ve yeniden saldırıya geçme olanağı verilmişti. Sokak çeteleri yeniden başkaldırıyor, bir an için kazanılan üstünlük, yeniden faşizme geçiyordu.
Diktatörlüğe gitmenin tam zamanı olduğunu anlayan Mussolini, 3 Ocak 1925’te mecliste verdiği ünlü söylevinde, suratındaki maskeyi bütün bütüne attı ve gerçek niyetini açığa vurdu. Polis, Mussolini’ye karşı bir dizi uydurma suikastler düzenliyor, bu suikast girişimlerine dayanarak da Mussolini, “olağanüstü durum” yasaları çıkararak muhaliflerini ezme, demokratik partileri, sendikal örgütleri kapatma, bütün özgürlükleri ortadan kaldırma ve diktatörlük yetkileriyle yasa gücünde kararnameler çıkarma olanağını elde ediyordu.
Mussolini birkaç ay sonra, 22 Haziran 1925’te, Augusteo’da toplanan faşist kongre önünde “faşizmin yırtıcı totaliter iradesinin erişmek istediği devleti” şöyle tanımlayacaktı: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”
Gerçekten de 1925-1926 yıllarında çıkarılan yeni yasalarla İtalya’da artık yalnızca faşizmin sözü geçiyordu. Meclis oturumlarını boykot etmek gibi parlak mücadele yöntemleri İtalya’da faşizmin yükselişini engelleyememişti.

1953 İran Darbesi: CIA ve MI6 Musaddık’ı Nasıl Devirdi?



Tudeh’in 1940’ların sonundaki gerilemesi 1950’li yılların başlarında İran’da ortaya çıkan milliyetçi harekete fırsat yarattı. Hareketin başında 1906 Meşrutiyet Devrimi’nden beri ulusal politikada öne çıkmış isimlerden Muhammed Musaddık vardı. Parlamento üyesi, bölge valisi ve Rıza Şah tarafından istifaya zorlanmadan önce kabinede bakan olarak görev yapmıştı.
İsviçre’de okumuş, doktora yapmış, Batı hukuk sisteminin tümüyle İran’a aktarılmasını savunan bir tez yazmıştı. 1913’te eğitiminin bitmesinin ardından sonra Tahran Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde ders vermeye başlayan Musaddık, 1921’de Ahmed Kavam hükümetinde Maliye Bakanı, 1923’te Muşir-ed-Dovle hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak görev aldı.
1925’te yılında Başbakan Rıza Han’ın Kaçar Hanedanlığı’na son vererek Pehlevi Hanedanlığı’nı başlatan ve kendisini Şah ilan eden yasa önerisini İran Parlamentosu’nun kabul etmesi üzerine siyasetten çekilmiş; 1941’de İttifak Devletleri’nin İran’ı işgali ve Rıza Şah’ı görevden alarak yerine oğlu Muhammed Rıza Şah’ı getirmesinin ardından 1944 yılında bir kez daha milletvekili olarak siyasete dönüş yapmıştı.
Musaddık iç ilişkilerde katı bir anayasacı olarak bilinirdi. Şahın saltanat sürmek yerine, tıpkı Belçika ve Britanya’daki muadilleri gibi, yönetmesi gerektiğini savunacaktı. Silahlı kuvvetlerin kontrolünü elinde tuttuğu, böylelikle anayasa hukukunun ilkelerini olduğu kadar ruhunu da zedelediği, parlamento seçimlerine müdahale etmek amacıyla orduyu kullandığı, asıl sahiplerine iade edileceğine söz verilmiş hanedanlık arazilerinin denetimini yeniden eline aldığı için genç şahı topa tuttu. Seçimlere hile karıştığı gerekçesiyle 1949 Kurucu Meclisi’nin meşruiyetini sorguladı. Aynı zamanda seçim yasasında ordunun sandıkların çevresinde boy göstermesini yasaklayan, seçim kurullarının bağımsızlığını güvence altına alan ve başta Tahran olmak üzere Meclis’te şehirlere daha çok sandalye ayrılmasını sağlayan esaslı değişiklikler yapılmasından yanaydı. Hatta okuryazar olmayanların oy haklarının kaldırılması gerektiğini bile savunuyordu, çünkü “toprak oligarşisinin değişmeyen iktidarını zayıflatmanın en iyi yolu bu olacaktı.”

1953 Darbesi’nin Nedeni: Anglo-Iranian Oil Company

Geleneksel politikacıların “olumlu denge” ve büyük devletlere “taviz verme” gibi yanlış politikalarıyla İran’ın varlığını tehlikeye attıklarını ileri sürmüştü. “Böyle bir politika başka devletlerin de eşit ayrıcalıklar talep etmelerine yol açarak ulusal egemenliği tehlikeye sokacaktır” diye uyarıyordu. Bu nedenle 1919 İngiliz-İran Antlaşması’nı ve hem Amerika hem de Sovyetlerle yapılan 1945-46 petrol pazarlıklarını kınamıştı. Aynı gerekçelerle petrolün devletleştirilmesi davasına sarılarak hükümetin Anglo-Iranian Oil Company’ye (AIOC) el koyması gerektiğini iddia etti. İran’ın kendi petrol kaynaklarının üretiminde, satışında ve ihracatında tam denetimi elinde bulundurma hakkının vazgeçilmez olduğunda ısrarlıydı.
İran yönetimi ile Anglo-Iranian Oil Company arasında petrol gelirlerinin bölüşümü konusundaki tartışmalar 40’lı yılların sonlarına doğru yoğunlaşmaya başlamıştı. İran halkı İngilizlerin kendilerini sömürdükleri konusunda son derece haklıydı ve önlerinde bir örnek vardı. 1944’te Suudi Arabistan’a giren Arap-Amerikan Petrol Şirketi (ARAMCO) petrolün yüzde 50’sinin çıkarıldığı ülkeye, yüzde 50’sinin ise rafineriyi kuran şirkete ait olduğu şekilde adil bir anlaşma yapmıştı. Oysa Anglo-İran Petrol Şirketi, İran’a petrol gelirlerinden çok az bir pay veriyordu. 1912 ile 1933 yılları arasında AIOC 200 milyon İngiliz sterlini kâr elde ederken; İran hükümetine yalnızca 16 milyon sterlin ödenti (royalty) vermişti.
Musaddık çoğu zaman “İngiliz düşmanı” diye nitelense de, aslında 19. yüzyılın Britanya liberal parlamenter hükümetinin hayranıydı. Demokrasiye ve sekülerizme yürekten inanan bir insandı. Kendisi aristokrat bir aileden gelmesine rağmen, Musaddık’ı destekleyenlerin çoğu orta sınıftı. Seçkin mustavfilerle Feth Ali Şah’ın baş veziri ünlü Muhsin Aştiyani’nin birinci göbekten torunu olan Musaddık, ayrıca kan ve evlilik bağıyla daha nice ayanla akrabaydı. Orta sınıf tarzı bir yaşam sürdüğü için “dürüst ve namuslu” olmakla ün salmıştı. Es-sultani unvanını kullanmaktan kaçınıyor, onun yerine Avrupa’da yaptığı lisansüstü öğrenimle ilişkili olarak doktor diye hitap edilmesini tercih ediyordu. Çağdaşları arasında yüksek eğitim görmüş kimselerden doktor ya da mühendis diye söz etme alışkanlığı vardı. Başbakan seçildikten sonra da Musaddık kendisine ekselansları diye hitap edilmesine karşı çıktı. Britanya büyükelçiliğine göre bu tavrı onun demagog, mantıksız ve öngörülemez yanlarının kanıtıydı. İranlılarsa onun diğer ileri gelenlerden farklı olduğunun bir kez daha doğrulandığını düşündüler.

Ulusal Cephe ve İran Petrollerinin Millileştirilmesi


Hem Britanya’ya hem şaha karşı kampanya yürüten Musaddık, Ulusal Cephe’yi (Cebbe-i Milli) kurarak orta sınıf partileriyle derneklerini geniş bir yelpazede harekete geçirdi. Bu nedenle Musaddık’ın yalnızca petrol şirketiyle Britanya İmparatorluğu’nu değil, aynı zamanda Şahı ve onun silahlı kuvvetler üzerinde devam eden kontrolünü tehdit eden çift taraflı bir kılıç diye görülmesine şaşmamak gerekir.
1950 yılında yapılan seçimlerde sekiz üyesi Meclis’e giren Ulusal Cephe, milletvekili sayısının çok az olmasına karşın aldığı toplumsal destekle etkili bir grup oldu. Orta sınıfın da desteğini alarak toplu dilekçeler göndermek ve sokak gösterileri yapmak gibi stratejiler sayesinde Musaddık petrol sanayiinin devletleştirilmesi çağrısıyla kitlesel bir hareket başlatabilmişti.
Musaddık ve Ulusal Cephe’nin kararlı çabaları sonucunda parlamentoda kurulan Petrol Komisyonu, Mart 1951’de ve petrol sanayisinin millileştirilmesine dair tasarıyı kabul etti. Öneri 13 Mart 1951’de Meclis üyelerinin oy birliğiyle yasalaştı ve İran petrol sanayisi millileştirildi. İran’ın bütün kentlerinde halk tarafından zafer havası içinde kutlanan bu olay, İran’ın despotizme ve kolonyal tahakküme başkaldırısının zaferi olarak İran tarihine geçti. Bu başarı, Musaddık’ı Nisan 1951’de Başbakanlık koltuğuna taşıdı.
Başbakan olarak Musaddık kendi programlarını yaşama geçirmek için harekete geçti. Ulusal Cephe’deki arkadaşlarını kilit bakanlıklara ve parlamento komisyonlarına yerleştirdi. National Iran Oil Company’yi kurdu (NIOC) ve kontrolün sorunsuz el değiştirmesi için Anglo-Iranian Oil Company (AIOC) ile görüşmelere başladı, AIOC direnince Musaddık NlOCnin rafineri ve ülke genelindeki bürolarının yanı sıra petrol kuyuları ve boru hattıyla birlikte AlOC’yi devralmasını emretti. AlOC’yi destekleyen Britanya hükümeti bütün şirket personelini tahliye edip İran’dan yapılan petrol ihracatını durdurarak Birleşmiş Milletler’e şikâyette bulununca Ulusal Güvenlik Konseyi’nin karşısına çıkan Musaddık, Britanya’yı yıkıcılıkla suçlayarak diplomatik ilişkileri kopardı ve başta büyükelçilik olmak üzere ülkesindeki bütün temsilciliklerini kapattı. Buna misilleme olarak Britanya İran’ın bütün alacaklarını dondurdu ve Basra Körfezi’ndeki donanmasını takviye etti. İran’a ekonomik ambargo uygulanmaya başlandı. 1951 yılının sonunda Musaddık kendini Britanya’yla İran arasında patlak vermiş krizin ortasında bulmuştu.
Şahla yaşanan sorun 1952 ortalarında baş göstermeye başladı. Musaddık’ın monarşiyi ve toprak ağalarını zayıflatmak üzere seçim yasasında reform yapma girişimiyle hız kazanmıştı. Reformu çıkaramayınca, şehir merkezlerindeki oylama sona erip de parlamentoda yeterli çoğunluğu sağlayacak kadar mebus seçilir seçilmez 16. Meclis’in seçimleri Musaddık tarafından durduruldu. Hemen arkasından Musaddık Başbakan olarak kabinenin diğer üyelerini olduğu gibi, Savaş Bakanını da atama yetkisinin anayasa kapsamında kendinde olduğunu ileri sürerek Şaha meydan okudu. Ordunun Şahın denetiminde olması ilk kez ciddi şekilde tehlike altındaydı. Şah karşı çıkınca, Musaddık davasını doğrudan halka götürdü.
Bir radyo yayınında menfur güçlerin petrolün devletleştirilmesini engellemesini önlemek adına silahlı kuvvetleri denetimi altında tutması gerektiğini savundu. Halk derhal sokaklara döküldü, üç gün süren genel grevlerin ve dökülen kanın ardından, Şah geri adım atmak zorunda kaldı. Bütün bu yaşananlar 30 Tır (21 Temmuz) krizi diye bilinir.
Musaddık ezici darbelerine devam ediyordu. 30 Tir gününü ‘‘milli şehitler” verilen “milli ayaklanma” günü ilan etti. Savaş Bakanlığının görevlerini devralarak adını Savunma Bakanlığı olarak değiştirdi, savunma silahları satın alacağına dair ant içti, genelkurmay başkanını tayin etti, 136 subayı ordudan uzaklaştırdı, 15.000 kişiyi jandarmaya aktararak askeri bütçede yüzde 15 oranında kesinti yaptı ve geçmişte yapılmış silah alımlarını soruşturmak üzere parlamentoda bir komisyon kurdu. Bundan başka hükümdarlık arazilerini devlete aktardı, sarayın bütçesini azalttı, Saray Bakanlığına Şah karşıtı bir arkadaşını getirdi, saraydaki yardım kuruluşlarını hükümetin denetimine bağladı, şahın yabancı büyükelçilerle görüşmesini yasakladı, yine Şahın siyasal açıdan etkin kız kardeşi Prenses Eşref’i sürgüne gitmeye zorladı, sarayı “rüşvet, ihanet ve casusluk batağı” olarak kınayan gazetelerin kapatılmasına karşı çıktı.
Böylece Musaddık hem İngiltere’yi hem de Şahı karşısına almış oldu.

Adım Adım 1953 İran Darbesine

1953 İran darbesi genellikle İran’ın uluslararası komünizmden kurtulması için CIA ile ortaklaşa yürütülen bir girişim olarak gösterilmiştir. Oysa uluslararası petrol kartelini kurtarmak adına İngilizlerle Amerikalıların ortak çabasıdır. Kriz boyunca başlıca konu petrol üretiminin, dağıtımının ve satışının kim tarafından yapılacağıydı. Kamuya yapılan açıklamalarda “kontrol” sözcüğünden özenle kaçınılmış olsa da, gerek Londra gerek Washington’da yayımlanan gizli raporlardaki geçerli terim buydu. Londra açısından AIOC, İran’da dünyanın en büyük petrol rafinerisine sahip olmanın yanı sıra, ham petrolün ikinci büyük ihracatçısı ve dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerini elinde tutan bir kurumdu. Ayrıca Britanya hazinesine 24 milyon sterlinlik vergi ve 92 milyon sterlin karşılığında dövizle katkıda bulunuyor, Britanya donanmasının yakıt ihtiyacının yüzde 85’ini karşılıyor ve AlOC’nin dünya çapındaki yıllık kârının yüzde 75’ini getiriyordu. Hoş, bunun çoğu Kuveyt, Irak ve Endonezya’daki petrol arama çalışmalarına ve İngiltere’deki hissedarlara gidiyordu. Washington açısından -aslında Londra için de öyle- İran’ın kontrolünün pek çok bakımdan yıkıcı sonuçları olabilirdi. Yalnızca Britanyalılara karşı doğrudan yapılan bir hamle olmakla kalmazdı. İpleri tümüyle İran’ın eline verirdi. Bu da özellikle Endonezya, Venezuela ve Irak’a emsal teşkil ederek onları aynısını yapmaya kışkırtabilir, böylelikle uluslararası petrol piyasasını Bâtılı petrol şirketlerinin denetiminden alarak petrol üreten ülkelere kaydırabilirdi. Dolayısıyla Batılı şirketlerin yanında Amerikan şirketleri de tehlikeye girer, aynı zamanda ABD kadar Britanya hükümeti de zarar görürdü.
Britanyalılarla Amerikalıların çıkarları ve stratejileri, zamanlama ve taktikleri kadar farklılık göstermiyordu. Britanyalılar en başından beri kararlılıkla ve ısrarla Musaddık’ın kontrol meselesinde asla ödün vermeyeceğini söylerken, Amerikalılar İran’ın kâğıt üstünde devletleştirilmiş sanayisini koruyacağı, fakat uygulamada sanayi işletmesini AIOC ve Batılı diğer şirketlerden oluşan bir konsorsiyuma devredeceği bir “uzlaşmaya” ikna etmek ya da oyuna getirmek için türlü yolları denediler. Musaddık’la başa çıkmanın tek yolunun onu devirmek olduğunu savunan Britanyalıların görüşünün Washington tarafından kabul edilmesi 1952 Kasım ayına kadar sürdü. ABD’nin tutum değişikliğinin temel nedeni 1952 Kasım ayında yapılan ABD Başkanlık seçimlerini Dwight Eisenhower’ın kazanmasıydı. Çünkü bir önceki başkan Harry Truman, Kore Savaşı ve Mc Charty’cilik yüzünden yeterince yıpranmış, başarısız bir darbe girişimi ile İran ile bağların tamamen kopması riskini göze alamamıştı.
Yeni başkanın beyin takımı, Musaddık konusunda Londra ile aynı görüşü paylaşıyordu. Özellikle de Eisenhower’ın Dışişleri Bakanı olarak kabineye alacağı John Foster Dulles ve CIA’in başına getireceği Allen Dulles…
Dwight Eisenhower daha yemin etmemişti ki, Tahran’dan kovulan MI6 ajanı Monthy Woodhouse elinde bir dosyayla Washington’a geldi. Bu sefer Amerikalıları hiç ilgilendirmeyen petrol sorunu üzerinde konuşmadı. Sıkı bir antikomünist olan Einsenhower’ın yakın çalışma arkadaşlarına Musaddık’ın eğer devrilmezse İran’ın ekseninin Sovyetler Birliği’ne doğru kayacağını, komünist TUDEH partisinin ordudaki adamlarıyla her an darbe yapabileceğini anlattı. Oysa gerçekte asıl sorun komünizm falan değildi. Çünkü Sovyetler Birliği, 1953 Şubat ayında ölen Stalin’in ardından kendi sorunlarıyla boğuşuyordu.
Başkan Eisenhower bir süre sonra Musaddık’ın devrilmesi gerektiğine ikna olmuştu.

Kod Adı Ajax Operasyonu

Nisan ayının sonunda CIA ve MI6 ajanları darbe hazırlıkları için Kıbrıs’ın Lefkoşa kentinde bir araya geldi. Yıllar sonra adının “Ajax Operasyonu” (resmi adıyla TP-Ajax) olduğu ortaya çıkacak bu darbe planını uygulamaya koyacak isim oldukça tanınan birisiydi: Theodere Roosevelt’in torunu da olan CIA Ortadoğu Direktörü Kermit Roosevelt.
Her iki istihbarat da plana en kuvvetli kaynaklarını dahil etmişti, İngilizlerin İran içerisinde eskiye dayanan ve kapsamlı istihbarat ağları bulunmaktaydı. Bazıları otuz yıldan fazla süredir aralıklı olarak İran’da çalışmış Farsça bilen uzmanları vardı. Ayrıca birçok eski politikacı, din adamı, aşiret reisi, iş dünyasının liderleri ve yüksek rütbeli subaylarla temas halindeydiler. Yıllar içerisinde MI6 siyasal eğilimleri, aile ilişkileri, meslekte izledikleri yol ve kişisel zaaflarıyla birlikte ordu içerisinde “Kim Kimdir” konusunda kapsamlı bir istihbarat toplamıştı. CIA bu tür bilgiler toplamaya tenezzül etmemişti, oysa böyle bir çalışmanın paha biçilmez olduğu belliydi.
Amerikalılar da masaya kendi geniş büyükelçilik olanaklarını koydular: İran ordusu ve jandarmasına yerleştirilmiş yüz kadar danışman; yakın tarihte ABD’de eğitim görmüş çoğu tank komutanı olan genç subaylar ve Tahran pazarlarında, özellikle de zurhane diye bilinen spor salonlarında kurulmuş gizli istihbarat ağları.
Operasyonu yönetecek Kermit Roosevelt, Temmuz başında Beyrut üzerinden, Suriye ve ırak çöllerini aşarak İran’a ulaştı ve Tahran’da darbe hazırlıklarını yöneteceği villaya yerleşti. Onun varlığından İranlı yöneticilerin haberi yoktu. Birlikte çalıştığı Amerikalılar tarafından bile James Lockridge adıyla tanınıyordu.
Aslında darbenin kâğıt üstündeki başı General Fazlullah Zahidi geleceğin başbakanı olmak üzere erken tarihli istifasını imzalayana dek, Şahın aklı bu plana yatmış sayılmazdı. Şah, Musaddık’ın yerine yeni bir potansiyel tehlike olabilecek bir general getirmek niyetinde değildi. Şah Muhammed Rıza, böyle bir kumpasın içine girmeyecek kadar çekingen ve korkaktı. Şahın ikna edilmesi gerekiyordu.
İlk denemeyi Musaddık tarafından sürgüne gönderilen Prenses Eşref yaptı. Gizlice ülkeye getirilen Prenses Eşref ne kadar dil döktüyse de Şahı ikna etmeyi başaramadı. Sıra Kermit Roosevelt’in bizzat gidip Şahı ikna etmesiydi. Roosevelt, Şah’ın gönderdiği bir arabanın arka koltuğunda bir battaniyenin arkasına saklanarak gece Saray’a girdi. Şahı Washington’un darbeyi, yapacağı geniş mali yardımla, durumu kurtaran bir petrol antlaşmasıyla ve monarşiyi koruyacağı güvencesiyle destekleyeceğine ikna etmeyi başardı.
1 Temmuzda İngiltere Başbakanı Churchill, 11 Temmuz’da da ABD Başkanı Eisenhower’ın darbe planına onay vermesiyle Ajax Operasyonu başladı.

Muhammed Musaddık’ın Devrilmesi

Ajax Operasyonu’nun ilk adımı 15 Ağustos 1953’te atıldı. Şah Rıza Pehlevi uzun zamandır yetkilerini hükümete bırakmak konusunda kendisini zorlayan Musaddık’ı görevinden aldığını ve ömür boyu ev hapsine mahkum ettiğini açıkladı. Fakat Musaddık kendisini teslim almaya gelen Şahın Muhafız Alayı Komutanı Albay Nasıri’yi ve beraberindeki askerleri tutuklatmış, Musaddık yanlıları da İran sokaklarına dökülerek eyleme başlamıştı. Sokak çatışmalarında yüzlerce insan ölmüş ve durumun kontrolden çıkması üzerine Şah Roma’ya kaçmak zorunda kalmıştı.
Darbe başarısız olmuş gibi görünüyordu. 18 Ağustos 1953 tarihinde CIA merkezinden İran’daki istasyon şefine gönderilen belgede şöyle yazıyordu: “Operasyon denendi ve başarısız oldu. ABD’nin rolünü ortaya çıkaracak herhangi bir Musaddık karşıtı operasyona katılmamalıyız. Musaddık’a karşı yürütülen operasyon sona erdirilmelidir.”
Fakat Kermit Roosevelt daha son kozunu oynamadığını düşündüğünden bu emri görmezden geldi. Musaddık’ın en büyük hatası ise darbenin bastırıldığını düşündüğü için daha fazla kan dökülmemesi adına taraftarlarını sokaklardan çekilmeye davet etmesi oldu.
28 Mordad (19 Ağustos) Ajax Operasyonu’nun ikinci aşaması başladı. Olasılıkla Şah yanlısı Ayetullah Behbehani ve Ayetullah Kâşani gibi vaizlerin kışkırtmasıyla, pazardaki spor salonlarında toplanan kalabalığın çıkardığı gürültü eşliğinde otuz iki Sherman tankı Tahranın şehir merkezine girerek kilit noktaları sardı ve Musaddık’ın eviyle ana radyo istasyonunu koruyan üç tankla üç saat sürecek çatışmadan sonra Zahidi, Şah tarafından atanmış meşru yeni Başbakan ilan edildi. Gözlemcilere göre, beş yüz kişilik “güruh” sivil giysiler içindeki iki bin kadar askeri personelin de katılmasıyla daha büyük bir kalabalık gibi gösterilmişti. Sokaklarda Musaddık yanlıları da kalmadığından karşı koyacak kimse yoktu. Musaddık devrildi, tutuklandı, “vatana ihanetle” suçlanıp yargılandı ve ömrünün son yıllarını ev hapsinde geçirdi.
Bu noktada, 15 Temmuz darbe girişimi bastırıldıktan sonra halkı günlerce sokaklarda kalmaya devam etmesini söyleyen Tayyip Erdoğan’ın tarihten bir ders almış olduğunu söylemek mümkün.
1953 darbesi derin ve kalıcı bir miras bıraktı. Şah, Musaddık’ı yok etmişti, ama onun -birçok yönden diğer büyük çağdaş ulusal kahramanları, Gandhi, Nasır ve Sukamo’yu andıran- gizemli gücü bir daha onun yakasına bırakmayacaktı. Darbe, monarşinin meşruiyetini ciddi anlamda sarsmıştı, hele de cumhuriyetçiliğin alıp başını gittiği bir çağda. Bu darbe Şahı İngilizlerle, Anglo-Iranian Oil Company ile ve emperyalist güçlerle özdeşleştirmişti. Aynı zamanda ordu da aynı emperyalist güçlerle, özellikle CIA ve MI6 ile bir tutulmaktaydı. Amerikalılar da Britanya’nın fırçasıyla karalanmıştı; İranlıların gözünde başlıca emperyalist güç artık yalnızca Britanya değildi, onunla işbirliği yapan Amerika da düşmandı şimdi. Darbe, Ulusal Cephe’yi ve Tudeh Partisi’ni mahvetmişti. İkisi de toplu tutuklanmalar, örgütlerinin yıkılması, hatta liderlerinin idam edilmesiyle karşı karşıyaydı. Bu yıkım, sonunda dinci hareketin doğmasına zemin oluşturdu. Diğer bir deyişle, darbe milliyetçilik, sosyalizm ve liberalizmin yerine İslam “köktendinciliğinin” konmasına yardım etmişti. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, tarafsızlık ve sosyalizm çağında Pehlevi monarşisi ayrılmaz ve kaçınılmaz bir biçimde emperyalizm, çokuluslu kapitalizm ve Batıyla yakınlaşma anlamına geliyordu. Nitekim 1979 İran İslam Devrimi’nin asıl köklerinin 1953 yılına uzandığı pekâlâ savunulabilir.
İyice yıpranan Anglo-Iranian Oil Company adını British Petroleum (BP) olarak değiştirse de artık gelirini zorunlu olarak İran halkıyla daha fazla bölüşmek zorunda kalacaktı.

26 Haziran 2018 Salı

İlkel Bir Toplumdan Uygarlık Dersi: Amişler


Günümüzde ABD denilince birçok insanın aklına, ileri teknolojiyi yaşamın her alanında kullanan, bireyci ve rekabete dayanan bir toplum yapısı gelir. Oysa nüfus bakımından dünyanın en büyük ülkelerinden biri olan ABD’de, tek tip bir toplum yapısı bulunmamaktadır. Daha başka bir deyişle söylemek gerekirse bir ABD stereotipi yoktur. Tipik ABD’li imajına uyanlar ABD nüfusunun çoğunluğunu oluştursa da, bu imajın dışında kalan pek çok topluluk da ABD’de yaşamaktadır. Bu topluluklar içinde en dikkat çekicilerden birisi de, sanayi devriminden hemen önce Amerika’ya yerleşmeye başlayan ve inançları gereği o dönemim düşünce tarzını günümüzde de devam ettirdiğinden sanayi devriminin doğurduğu toplumsal yozlaşmanın etkilerinden uzak kalan Amişlerdir.
Amişlerin geçmişi 16. yüzyıl İsviçre’sine kadar uzanıyor. Dinde reformun tartışıldığı bu dönemde, başını gezici rahibi Menno Simons’un çektiği bir grup Hristiyan, çocukların doğar doğmaz takdis edilmesine karşı çıkıyor. Çünkü onlara göre Hristiyan bir anne-babadan doğmuş olsa bile bir çocuğun doğumda dinin gereklerini anlaması yani Hristiyan kabul edilebilmesi olanaksızdır. Bu yüzden bir insan ancak bilinçlenmiş kabul edileceği 18 yaşında kendi isteği ile takdis edilerek ya gerçek bir Hristiyan olabilir ya da inandığı başka bir dini kabul edebilir. Doğal olarak bu durum Katolik Kilisesi tarafından hiç hoş karşılanmıyor ve Mennocular adı verilen bu grup için bir insan avı başlatılıyor, yüzlerce Mennocu acımasızca öldürülüyor.
Mennocular daha sonra kendi aralarında bölünüyor ve Amişler, Mennocular ve Bretenler olarak üçe ayrılıyor.  18. yüzyılda baskılar artıp, yaşam daha da çekilmez hale gelince o dönemde insanlara dinsel özgürlük vaat eden yeni dünyaya yani ABD’ye yelken açıyorlar.
Günümüzde dünyanın birçok ülkesine dağılmış olarak yaşayan Mennocuların sayısı 1 milyonun üzerinde. Amişler ise çok az bir kısmı Kanada’da olmak üzere neredeyse tamamı ABD’de yaşıyor.  ABD’deki nüfusları yaklaşık olarak 250.000 kadar. Yani sayıca oldukça az sayılırlar. En yoğun olarak bulundukları bölge ise Pennsylvania eyaletinin Lancaster kenti. Burada yoğunlaşmalarının nedeni ise ABD’ye ilk göç ettikleri tarihte Pensilvanya’nın efsanevi valisi William Penn’in onlara kucak açıp barınacak yer ve yaşamlarını kazanacak toprak vermesi.

Teknolojiyi Reddeden Topluluk



Amişler sayı olarak az demiştik ama Batı toplumlarında ender rastlanabilecek bir nüfus artış hızına sahipler. Elizabettown Üniversitesi’nden Amişler uzmanı Donald B. Kraybill’in araştırmasına göre Amiş toplumunun yıllık nüfus artık hızı %4 gibi çok yüksek bir düzeyde. Her Amiş ailesinin ortalama 5-6 civarında, bazılarında ise 15’e ulaşan çocuğu bulunuyor ve hesaplamalara göre 2025 yılı civarında nüfuslarını iki katına yani 500.000’e ulaşmış olacak.  Kısacası böylesine yüksek bir nüfus artışı nedeniyle Amiş toplumunun nüfusu yaklaşık olarak her 20 yılda bir 2 katına çıkıyor.
Amişleri diğer topluluklardan ayıran en sıradışı özellikleri ise nüfus artış hızları değil elbette.  Onları farklı kılan, ABD gibi ileri teknolojinin yaşamın tüm alanlarında egemen olduğu bir ülkede yaşamalarına karşın teknolojiyi neredeyse hiç kullanmıyor oluşları.  İnsan ilişkilerini ve toplumu bozduğuna, gerçek bir Hristiyan’ın Hz. İsa dönemimdeki gibi yaşaması gerektiğine inandıkları için elektrik, telefon, otomobil, bilgisayar, internet gibi çoğumuz için vazgeçilmez sayılabilecek hiçbir teknolojik yeniliği kullanmıyorlar. Ulaşım gereksinimlerini otomobil yerine “buggie” adını verdikleri at arabaları, ışık gereksinimlerini güneşin doğuşu ve batışı arasındaki zamanı değerlendirerek, iletişim gereksinimlerini ise yüz yüze görüşerek karşılamak Amişlerin tipik yaşam tarzı.
Bu düzeni korumak ve çocuklarının erken yaşlarda dış dünyanın olumsuz etkilenmelerini önlemek için ise Amişler temel ilköğretimin ardından çocuklarını  devlet okullarından alıp kendi kilise okullarında eğitiyorlar. Onlara göre ABD eğitim sistemi karşı çıktıkları bir rasyonaliteyi çocuklarına aşılamaya çalışıyor çünkü. Öğretmenleri ise yine bu okullardan mezun olmuş çoğu 17-18 yaşlarındaki bekar Amish kızları. Kendi toplumları dışındaki insanları “Englishman” olarak adlandırıp onlarla olan ilişkilerini mümkün olduğunca asgari düzeyde tutmaya çalışıyorlar. Hepsi çok iyi İngilizce bilmelerine karşın kendi aralarında kullandıkları dil Pensilvanya Almancası.
Amişler günümüzde de inançlarına son derece bağlı biçimde yaşıyorlar. Kendilerine özel bir kiliseleri var ve ibadetlerini toplu olarak bu kiliselerde yapıyorlar. Her Pazar ayininden sonra topluluktan bir üyenin evinde toplanıp birlikte yemek yiyorlar. Pazar ayini dışındaki tüm ibadetlerini de evlerinde yapıyorlar. Yaşamın her alanında da inançlarının emrettiği kurallara uymaya çalışıyorlar. Yazılı bir kuralları yok ama “Ordnung” adı verilen bir kurallar silsilesi var.
İnançlarına bu kadar sıkı sıkıya bağlı olmalarına karşın Amiş toplumu bağnazlıktan son derece uzak. Ne de olsa yeni dünyaya göç etmelerinin temel nedeni bağnazlığın geçmişte onlara yaşattığı acı.  Öyle ki, 16 yaşına gelen çocuklarını dış dünyayı ve diğer yaşam tarzlarını tanımaları, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendilerinin belirlemesi ve özgür iradeleriyle bir sonuca ulaşmaları için tamamıyla serbest bırakıyorlar.





Her Amiş Kendi Yolunu Belirlemeli

Kullandıkları Pennsylvania Almancasında “dolaşmak” anlamına gelen “rumspringa” denilen bu dönemde gençler uyuşturucu, alkol, seks dahil istedikleri her şeyi serbestçe, sınırsızca deniyor ve yaşıyorlar. Sonra kendi tercihlerini yapıp isterlerse Amiş toplumuna geri dönüyorlar, isterlerse denedikleri bu yaşam tarzına uygun başka kentlere yerleşebiliyorlar. Geri dönenlerden ise, ki istatistikler gençlerin %93’ün geri dönmeyi tercih ettiklerini göstermektedir, Amiş toplumunun kurallarına uymaları bekleniyor.
Amiş toplumu, diğer Anabaptist topluluklar gibi, çoğu Hristiyan mezheplerin aksine doğar doğmaz vaftiz olayına karşı. Çünkü doğan her çocuğun masum olduğuna inanırlar. Kişi, yetişkin olduğunda ne zaman vaftiz olacağına kendisi karar verir. Ancak evlenmek isteyen her Amişin vaftiz olması zorunludur.
Günlük yaşam tarzları da oldukça sade sayılabilir. Örneğin kadınlar kesinlikle makyaj yapmıyor, mücevher takmıyor. Buna evlilik yüzükleri de dahil. Giydikleri uzun kollu ve tek parça etekler gösterişten uzak ve tek renk. Evlenene kadar başlarını siyah bir örtü ile kapatan kadınlar evlendikten sonra beyaz başörtüsü takmaya başlıyorlar. Erkekler de keza aynı şekilde sade giyiniyorlar: Sade renkli bir gömlek, yakasız bir pardösü ve bunları tamamlayan bir şapka. Evlendikten sonra ise sakal kesmeyi bırakırlar.

Amiş Toplumunda Evlilik

Evlilikler de yine Amiş toplumunun kendi içinde yapılıyor. 18 yaşını dolduran kızlar ile 20 yaşını tamamlayan erkekler eşlerini kendileri belirliyor ve ailelerinden izin alarak evleniyor. Yalnız burada da Ordnung kurallarına uymaları gerekiyor.  Şöyle ki; bir Amiş ancak başka kendi cemaatinden ya da başka bir cemaat üyesi Amişle evlenebilir. Yabancı biriyle evlenmek kesinlikle yasak. Ayrıca ilk kuzenlerin evlilikleri de yasaktır, ikinci kuzen evlilikleri de sıcak karşılanmaz.
Evlenmeye karar veren Amiş gençleri rahibe veya rahip yardımcısına giderek o zamana kadar zina yapmadıklarını ve evliklerinin Ordnung kurallarına uygun olduğunu belirtirler. Eğer gençler evlilik öncesi seks yapmışlarsa ve bu durumu itiraf etme cesaretini gösterebilirlerse bazı değişiklikler olur. Gençler önce altı haftalık bir ceza ile önce günahlarının kefaretini öderler. Ve gelinin, normalde düğün sırasında giymesi gereken beyaz önlük ve göğüslüğü giymesine izin verilmez. Bir kadının düğünü sırasında giydiği beyaz önlük ve göğüslük öldüğünde de üzerinde olur. Dolayısıyla bir genç kız düğün gününde giydiği beyaz önlük ve göğüslüğün aynı zamanda kefeni olduğunu bilir. Bir tarım toplumu olmalarından dolayı da evliliklerin neredeyse tamamına yakını hasat mevsiminin sonunda yani sonbahar ya da kış aylarında gerçekleşir. Ve evlilikler ya Salı ya da Perşembe günü gerçekleşir.
Boşanma ya da doğum kontrol konusu da tıpkı Katoliklikte olduğu gibidir. Hiçbir gerekçe boşanma için yeterli bir neden değildir. Evlilikle başlayan bir birliktelik, ancak ölüm nedeniyle sona erebilir.
Amiş toplumunun temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Makineleşmeye geçmedikleri ve dolayısıyla daha yüksek maliyetli olduğu için ürettikleri tarımsal ve hayvanlar ürünler diğer üreticilerin ürünlerine göre daha pahalı. Fakat daha pahalı olmalarına karşın neredeyse yok satıyor. Çünkü teknolojinin neredeyse tüm nimetlerini reddeden Amişlerin ürettiklerinin gerçekten organik ve doğal ürünler olduğunu bütün tüketiciler biliyor ve özellikle tercih ediyorlar. Kriz dönemlerinde bile fiyatları yüksek olmasına rağmen Amiş ürünlerine yönelik talepte bir azalma olmaması tüketicilerin onlara duyduğu güvenin en bariz göstergesi. Amişlerin bir diğer bir geçim kaynağı ise marangozluk. Tamamen el emeği olan bu ürünler toptancılar tarafından anında kapışılıp piyasaya sunuluyor. Çünkü bir malı değerinden fazla paraya satmanın günah olduğuna inanan Amişler ürettiklerini maliyetinden çok az bir farkla veriyorlar.
Amişleri ABD’deki diğer topluluklardan farklı kılan bir diğer özellik de, ABD gibi vergi sisteminin son derece sıkı olduğu bir ülkede devlete tek kuruş vergi vermiyor olmaları. Gerçi hükümet birkaç kez vergi alma girişiminde bulunmuş ama kamuoyu baskısı nedeniyle geri adım atmak zorunda kalmış. Vergi vermedikleri gibi herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna da bağlı değiller. Onlara göre en iyi sosyal güvenlik yöntemi, kendi toplumlarının kurmuş olduğu sosyal güvenlik sistemi ve aile kurumudur. Örneğin bir Amiş’in eve gereksinimi varsa hep birlikte karşılıksız imece usulü ona ev inşa ediyorlar.  Genelde doktora gitmeyip doğal yöntemlerle tedavi oluyorlar ama gitmek zorunda kalanların tüm masraflarını da yine topluluk karşılıyor. Askere gitmedikleri gibi Amiş toplumu genelde sorunlarını kendi içlerinde hallediyor ve hiç bir suçu polise bildirmiyor.
Amişlerin toplumsal dayanışma anlayışını gösteren en güzel örneklerden biri belki de Amish Grace (Amiş Merhameti) adlı filme ve kitaba da konu olan yaşanmış katliamdır. Bu olayda Amiş toplumu dışından bir kişi, bilinmeyen bir nedenden bir Amiş okulunu basarak 5 küçük kız çocuğunu öldürür ve ardından intihar eder. Katliamın ardından bir araya gelen mağdur Amiş anneleri katliamı gerçekleştiren kişinin evini ziyaret ederek ailenin acısını paylaştıklarını ve yaşananların “sorunlarını çözmekte aciz kalmış bir Tanrı evladının talihsiz bir eylemi” olduğunu söylerler. Ayrıca katliamı gerçekleştiren kişinin ardında yetim bıraktığı çocukları için de bir yardım kampanyası başlatırlar.
Amişler belki de bu yüzden, bireysel kapitalizmin ve yozlaşmanın en vahşisinin yaşandığı ABD’nin en sıradışı toplumudur. Onlar her ne kadar teknolojiden uzak durup modern dünya için ilkel sayılabilecek bir yaşam tarzı benimsemiş olsalar da, çoğu uygar toplumlara ders verecek bir ahlak anlayışları vardır.



Mormonlar ve Mormonluk


ABD 2012 Başkanlık seçimlerinde kıran kırana bir yarış yaşanıyor.  Önümüzdeki dört yıl boyunca ABD Başkanlık koltuğunda kimin oturacağını belirleyecek bu seçimde Demokrat Parti adayı şimdiki ABD Başkanı Barack Obama’nın mı yoksa Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney’in mi ipi göğüsleyeceği şu an için belli değil. Çünkü kamuoyu yoklamaları, her iki adayın da başa baş bir yarış sürdürdüklerini gösteriyor.
Aradan geçen dört yılda hepimiz şimdiki Başkan Barack Obama’yı artık yeterince tanıyoruz. Az çok da olsa hepimiz hakkında bir fikir sahibiyiz. Fakat rakibi Cumhuriyetçi aday Mitt Rommey hakkında bilmediklerimiz, bildiklerimizden daha fazla. Başkanlık seçimlerinde Obama’nın rakibi olan 65 yaşındaki Romney’in Türk kamuoyu tarafından en çok merak edilen yönlerinden biri ise hiç kuşkusuz dini inancı.  Mormon tarikatının bir üyesi olan Romney’in adaylığı boyunca dini inancı sürekli konuşulup durdu, Mormonluk nedir sorusu sıkça dile getirildi.  Şimdi dilerseniz Türk halkı için kapalı bir kutu olan Mormon tarikatının ne olduğuna yakından bir bakalım.
Mormonizm ya da Mormonluk, kökeni Hıristiyanlığı baz alan bir dini tarikat olup Hz. İsa’dan ziyade kıyamet gününden önce dünyaya gelecek son Mesih’e ve bu süre içinde dine öncülük edecek modern Mesih’lere inananların dinidir. Mormon Kilisesi, 1830’lu yıllarda Amerika’da Joseph Smith tarafından kurulmuştur. Amerika’da doğması ve bu kıtada kurumsallaşması yüzünden, Amerikan kültürünün ürünü ya da ilk ve tek yerli Amerikan dini denilebilir
Temel inançları, Hz. İsa ve havarileri tarafından kurulan kiliselerin günümüzde doğru yoldan saptıkları ve Joseph Smith’in Tanrı tarafından kiliseyi tekrar doğru yola getirmesi için seçilmiş elçi olduğudur.
Mormon Kilisesi’nin kurucusu olan Joseph Smith 1805 yılında ABD’nin Vermont kentinde dünyaya gelir. On bir çocuklu fakir bir çiftçi ailesinin beşinci çocuğudur. Ailesinin maddi durumu kötü olduğundan ancak okuma yazma öğrenebilecek kadar bir eğitim yaşamı olur.

Mormon Kilisesi’nin Doğuşu



Ailesiyle birlikte New York Palmyra’ya göçmesi Smith için hem dini bir uyanış hem de Kilise’yi sorgulama döneminin başlamasıdır. Kendi ifadesiyle, gittiği kiliselerde birbiriyle çelişen, birbirinden farklı ve tutarsız konuşmalara tanık olması hangi kilisenin doğru olduğunu sorgulamasına, bu ise dini bir arayışa neden olur. Ailesi Presbiteryen Kilisesi’ne mensup olsa da kendisi hiçbir kiliseye devam etmez ve içinde süregelen manevi boşluğu doldurmanın yollarını aramaya başlar. Hangi kilisenin doğru kilise olduğunu bulmak için İncil’i okumaya devam eder.
İncil’de geçen “Eğer sizden birinin hikmeti eksikse, herkese cömertçe ve tekdir etmeden veren Tanrıdan istesin ve kendisine verilecektir” sözünün etkisiyle ruhundaki bu boşluğu doldurması için Tanrıya dua etmeye başlar. Sık sık evlerinin yakınındaki ormanlığa giderek derin düşüncelere dalar. Bu yakarışları sırasında kendisine Hz. İsa görünür ve ona şu andaki kiliselerin hiçbirinin kendi kilisesi olmadığını,  hepsinin yanlış yolda olduğunu ve hiçbir kiliseye devam etmemesini söyler.
Tanrıdan gelen bu ilk işaretlerden sonra da Smith ormanlık alandaki inziva günlerine devam eder. Mormonların inancına göre 1823 yılında, yani Smith 19 yaşındayken, Moroni adlı bir melek onu kutsal kitabın gömülü olduğu Kumora Tepesi’ne götürür. Smith burada taş bir sandukanın içerisinde altın plakalar halinde eski bir dilde yazılmış olan Mormon Kitabı’nı (The Book of Mormon) bulmuş fakat melek kitabı almasına izin vermemiştir. Ancak aradan geçen birkaç yılın ardından Smith’in yeterince olgunlaştığını düşünen melek kitabı almasına izin vermiş, Smith de İbranice yazılan bu kitabı İngilizceye çevirmeye başlamıştır. İbranice bilmediğinden Urim ve Thumim adlı iki melek de bu çeviri sırasında kendisine yardım etmektedir.
İçinde 250.000’den fazla darbı mesel niteliği taşıyan hikayenin mevcut olduğu bir tür roman özelliği taşıyan Mormon Kitabı’nı 1830 yılında tamamlayan Joseph Smith  New York Palmyra’da kitabın ilk baskısını yapar ve 15 gün sonra Mormon tarikatının ilk kilisesini kurarak cemaat toplamaya başlar.
Ne var ki, Smith, New York’ta Mormon tarikatını tebliğ etmeye başladığında büyük baskılara ve ölüm tehditlerine maruz kaldığından, kendine inananlarla beraber ABD’nin iç bölgelerine göç etmek zorunda kalır. Önce Ohio’ya göç eden Mormonlar burada da benzer baskılara maruz kalınca Missouri yolu üzerinden Kirtland’a ulaşırlar. Bu göç sırasında Missouri Valisi’nin, Mormonların görüldükleri yerde öldürülmeleri emrini verdiğini de tarihe not düşelim. Sonunda yakalanarak tutuklanan Joseph Smith, mahkeme gününü beklerken 1844 yılında Carthage Hapishanesi’nde kardeşi Hyrum Smith’le birlikte linç edilerek öldürülmüştür.
1833 yılında Mormonlara katılan Brigham Young (1801-1877), Smith’in öldürülmesinden sonra kilise liderliği görevini devralır. Young halkın bu yeni tarikatı benimsemesine öncülük edenlerdendir ve ilk kez 1840 yılında ziyaret ettiği İngiltere’de Mormon dininin kabul edilmesini sağlamasının yanı sıra çok geçmeden tüm Avrupa’nın bu dini tanımasında misyonerlik görevini üstlenmiştir. Mormonları toplayıp Rocky Dağları’nı aşan Young, kendisini izleyenleri o zamanlar Meksika sınırları içinde bulunan Amerika’nın Utah eyaletine bağlı Salt Lake havzasına götürür. Çünkü burası kendilerini öldürmek isteyenlerin ulaşamayacağı gözden uzak, oldukça sapa bir bölgedir. Böylece günümüzde Mormon Kilisesi’nin merkezi durumunda olan Salt Lake City burada inşa edilir. Mormonlar Salt Lake City kentinin Smith’e vahiyle bildirilen vaat edilen topraklar (Zion) olduğuna ve bu zorunlu göçü, Mısır’ı terk etmeye zorlanan İsrailoğullarının vaat edilmiş toprakları aramasına benzetir. Mormonlar her yıl Salt Lake’e ulaştıkları 24 Temmuz gününü kutlarlar, her on yılda bir de bu göçü temsili olarak canlandırırlar.

Hristiyanlık ve Mormonlar



Temeli Hristiyanlığa dayalı olsa da Protestan ve Ortodoks Hristiyan kiliselerinden öğreti bakımından büyük farklılıklara sahiptir. Bundan dolayı hem Vatikan hem de diğer kiliseler, hangi kiliseden gelirse gelsin, kendi kiliselerine geri dönen bir Hristiyan için yeniden bir vaftiz törenine gereksinim duymazken,  Mormon kilisesi başka bir kiliseden kendilerine gelen birini yeniden vaftiz ederler. Temel Hıristiyan öğretisi ile Mormon öğretisi arasındaki bazı temel farklar şunlardır:
  • Geleneksel Hıristiyan öğretisinde Tanrı üç şahıstan ibaret tek bir varlıkken (Teslis) Mormonlara göre Baba Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh, Tanrılıkta birleşmiş ayrı varlıklardır.
  • Mormonlara göre Tanrı da bir zamanlar insandır. İnsanoğlu kendisini geliştirerek Tanrı haline gelebilir.
  • Temel Hristiyan öğretisinde Hz. İsa hiçbir cinsel eylem olmadan Kutsal Ruh’un müdahalesi sonucu dünyaya gelmişken, Mormon öğretisine göre Hz. İsa Meryem ve Tanrı babanın hem biyolojik hem de ruhani oğludur.
  • Geleneksel Hristiyan öğretisinde kutsal kitap İncil’dir ve Tanrının gerçek sözleri yazılıdır. Mormon öğretisine göre ise İncil’de insan kaynaklı hatalar bulunmaktadır. Ayrıca Mormon Kitabı, Paha Biçilmez İnci, Öğreti ve Antlaşmalar Mormon öğretisinin diğer kutsal kitaplarıdır.
  • Mormonlar, Joseph Smith ve Brigham Young’ı peygamber olarak kabul eder, peygamberliğin ve vahyin günümüzde de sürdüğüne inanırlar.
Mormon tarikatının ayırt edici özelliklerinden biri de, tıpkı İslam’da olduğu gibi ruhbanların veya bir din adamları sınıfının olmamasıdır. Rahip ya da benzeri bir sınıf olmadığından, Kilise ayinleri ve törenler, topluluk üyeleri tarafından belirlenmiş bir sıraya göre icra edilir. Herkes kendi dininin rahibidir ve her Mormon dinsel anlamda en üst düzeyde eğitim alır. O yüzden karşılaşabileceğiniz herhangi bir Mormon’u din adamı ya da ilahiyatçı sanmanız gayet doğaldır.
Temel Hıristiyan mezhepleri buna benzer görüşlerinden dolayı, Mormonları gerçek Hıristiyanlar olmamakla, sapkınlıkla, tek Tanrıdan ziyade birçok Tanrıya inanmakla suçlarlar.
Bugün özellikle Amerika’da milyonlarca taraftarı olan Mormon Kilisesi kıyamet gününden önce dünyaya gelecek olan peygamberin, en az Musa kadar önemli biri olduğuna inanılmaktadır.


Mormon Toplumunun Genel Yapısı

Mormonlar, dini değerlerin toplum yaşamında büyük rol aldığı diğer bazı ABD toplulukları gibi, örneğin Amişler, diğer insanlardan soyutlanmış, kendine özgüne, dışarıya kapalı sayılabilecek bir toplum yaşamı sürdürürler. Kuruluş aşamasında gördükleri yoğun baskının bağımsız ve içine kapalı bir Mormon kimliğinin oluşmasında büyük rol oynadığını söyleyebiliriz. Ortak çilenin oluşturduğu bu dayanışma duygusu Mormonların ekonomik alanda da dayanışmasını sağlamış ve Mormonları ABD’nin en zengin topluluklarından biri haline getirmiştir. Bugün nüfusunun %80’ini Mormonların oluşturduğu Utah eyaleti ABD’nin en hızlı ve en istikrarlı ekonomilerinden birisine sahiptir. Utah’ın aslında Mormon kilisesine ait olduğunu da söyleyebiliriz.


Mormonların toplum yaşamında bedeni korumanın büyük bir önemi vardır. Çünkü Mormonlar insan bedenini Tanrının tapınağı olarak kabul ederler. Bir tapınak nasıl temiz tutuluyorsa insan bedeni de aynı özenle temiz tutulmalıdır.  Alkol ve içinde vücut için zararlı olan “kafein”den dolayı hiçbir kolalı meşrubat, çay ve kahve tüketmezler. Mormonların egemen olduğu Utah eyaletinde ancak devlete ait marketlerin alkollü içki satmasına izin verilmektedir. Bu özen sayesinde diyebiliriz ki Mormonlar ABD nüfusu içinde en sağlıklı topluluğu oluştururlar.
Mormon toplumunda ailenin büyük önemi vardır. O kadar ki, Amerika’daki aileyle ilgili sosyolojinin önemli bir kısmının başını Mormonların çektiği söylenmektedir. Evlilik öncesi cinsel ilişki ile evlilik sonrası zina hiçbir biçimde onaylanmaz. Tecavüz, ensest ve annenin yaşamının tehlikeye girmesi durumları hariç Mormonlarda kürtaj kesinlikle yasaktır. Mormon kadınları için annelik en önemli yaşam rollerinden biridir. Çünkü çocuğu ezeli bir varlık olarak görürler. Doğurganlık oldukça yüksek olduğu gibi kilise tarafından da teşvik edilir. Mormon Kilisesi’ne üye her aileye ev öğretmeni olarak hizmet etmek üzere iki kişi görevlendirilir. Bu öğretmenler en az ayda bir kez aileleri ziyaret ederek kısa dersler verir. Derslerin kaynağı ise Mormon Kilisesi’nin yayın organı olan Ensign Magazine dergisidir.
Mormonlar çok eşliliği yani poligamiyi dinlerinin bir emri olarak görseler de bugün çok eşlilik oranı oldukça düşüktür. Bunda 1887 yılında ABD hükümeti ve Mormonlar arasında imzalanan ve Edmunds-Tucker Yasası olarak bilinen çok eşliliği yasaklayan anlaşmanın rolü büyüktür. Yalnızca köktendinci Mormonlar ile kırsal bölgelerde yaşayanlar arasında çok eşlilik uygulaması devam etmektedir.
18 yaşını dolduran bir Mormon erkeğinin, kilisenin belirleyeceği bir bölge ya da ülkede iki yıl süreyle Mormon tarikatını anlatması daha doğrusu misyonerlik faaliyetlerinde bulunması beklenir. O yüzden dünyanın her köşesinde misyonerlik faaliyeti yürüten bir Mormon tarikatı üyesine rastlanabilir. Kilisenin 160 ülkede temsilciliğinin bulunduğu ve her geçen gün Mormon Kilisesi’ne katılanların sayısının arttığı ifade edilmektedir.
Mormonlar misyonerlik faaliyeti için Türkiye’ye ilk kez 1840 yılında Osmanlı İmparatorluğu döneminde gelmiş, aktif misyonerlik faaliyetine ise Mormon Kilisesi’nin 1884 yılında İstanbul’da yaptığı görevlendirme ile başlamışlardır. Fakat İstanbul’da beklenen ilgiyi göremedikleri için Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde misyonerlik çalışmalarına devam edip Türkiye’deki ilk Mormon Kilisesi’ni 1888’de Sivas’ın Zara ilçesinde açmışlardır. Bu arada not düşmek gerekirse, Cumhuriyetçi Parti Başkan Adayı Mitt Romney de misyonerlik faaliyetleri için 1966 yılında Fransa’da görevlendirilmiş ve 2 yıl burada kalmıştır. Mormonlar belki de tüm dünyada en yoğun biçimde misyonerlik faaliyeti yürüten tarikattır. Misyonerlik konusunda oldukça başarılı oldukları söylenebilir. Çünkü Mormon toplumundaki yüksek doğurganlık oranına karşın Mormon nüfusunun artmasında yeni doğan Mormon çocuklarının payı %20 iken, din değiştirenlerin payı %80’dir.
Bu misyonerlik faaliyetlerinin finansal kaynağı ise Mormonların Kilise’ye yaptıkları ve öşür adı verilen bağıştır. Her Mormon yıllık gelirinin %10 kadar kısmını Kilise’ye bağışlamakla mükelleftir. Tampa Üniversitesi’nden Sosyolog Ryan Cragun’un araştırmalarına göre Kilise yalnız ABD’de yılda 7 milyar dolar bağış almaktadır. Mitt Rommey de son iki gelirinin yüzde 9.7’sine denk gelen 4.1 milyon dolar tutarında parayı Mormon Kilisesi’ne bağışlamıştır.
Mormonlar çok az bile olsa cinsellik içeren, kendi inançlarına uygun olmayan filmleri izlemezler. O yüzden kendi film endüstrilerini oluşturmuşlardır. Bazı Amerikan filmlerinde görebileceğiniz LDS Cinema ibaresi Mormon kilisesinin inanç ve amaçlarına uygun olarak yapılmış film anlamına gelmektedir. Merkezi Utah olan ve zengin Mormonlar tarafından finanse edilen LDS Cinema endüstrisi oldukça gelişmiştir. Hatta Hollywood ya da Bollywood benzeri bir adı bile vardır: Mollywood.
Günümüzde Son Zaman Azizler Kilisesi adı altında örgütlenme olan Mormonların sayısının tüm dünyada yaklaşık 6 milyon (bazı kaynaklara göre 14 milyon) olduğu tahmin edilmektedir.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)