İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve Belçika gibi Avrupalı sömürgeciler 19. yüzyıl başlarında Afrika Kıtası’nı sömürgeleştirmeye başlamışlar, Almanya (Prusya) ise sömürgecilik yarışında diğer Avrupalı devletlerin oldukça gerisinde kalmıştı.
Afrika’nın güneybatı kıyısında bulunan ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan Namibya da 1800’lerin başından itibaren İngiliz egemenliğinde kaldı. Fakat 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Alman tüccarların sayısı nedeniyle bölge daha çok bir Alman sömürgesi görünümündeydi.
Sömürgeciliğin resmi başlangıcı kabul edilen ve Afrika’nın bölüşüldüğü Berlin Konferansı sırasında İngilizler, Almanya’nın Walvis Körfezi dışında tüm Namibya’yı kendi nüfuz bölgesi olarak duyurmasına hiç itiraz etmediler. Böylece günümüzde Kamerun, Togo ve Namibya olarak bilinen bölgeler 1884 yılında Alman İmparatorluğu himayesine girdi ve 1919 yılına kadar “Alman Güneybatı Afrikası – Deutsch Südwestafrika” olarak adıyla anıldı.
Almanların Güneybatı Afrika sömürgesinin ilk valisi, ünlü Nazi liderlerinden Hermann Göring’in babası Heinrich Göring’ten başkası değildi. Göring özellikle, bu ülkeden hammadde elde edip Almanya’ya ihraç etme projeleri oluşturmak amacıyla, buralarda yerleşim yerleri ve geniş çiftlikler açmak isteyen Alman yerleşimcilerinin, Alman sömürge yönetimi adına hızla bölgeye yerleştirilmesini, Almanya’dan gelip yatırım yapmak isteyenlere çok büyük olanaklar sağlanmasını teşvik ediyordu
Namibya’nın Almanya sömürgesi olmasının hemen ardından 1884 yılında, Franz Adolf Eduard Lüderitz’in girişimiyle bölgede ilk Alman kolonisi kuruldu. Almanlar kendi sömürgeci devlet politikalarına uygun olarak da, Almanya’dan çeşitli vaatlerle 1891 yılında 539, 1896 yılında 2.025, 1904 yılında 4.500 Alman göçmeni geniş çiftlik olanaklarının sağlandığı bölgelere yerleştirildiler. 1914 yılına gelindiğinde, Alman göçmenlerin sayısı 14.000’e kadar ulaşacaktı.
Sömürgeleştirme başladığında Namibya’nın yerel halkları Herero, Nama, Orlam ve Ovambo kabileleriydi. Bu kabilelerin en büyükleri ise 80.000 nüfusa sahip Herero’lar ve yaklaşık 20.000 nüfusu olan Nama’lardı.
Namibya’nın yerel halkı, daha ilk Alman kolonisinin kurulmasından itibaren onlardan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Almanlar yerli kadınlara sürekli tecavüz ediyor ama ceza almıyorlardı. Koloni hukukuna göre, yedi siyah ancak bir Alman’a eşit kabul ediliyordu. Çeşitli gerekçelerle yerlilerin topraklarına haksızca el konuluyor, Alman göçmenlere veriliyordu. Köle ticaretinin artması da işin cabasıydı.
Herero ve Nama’ların İsyanı
Başlarda Almanlar, siyasi ve ekonomik taleplere ve baskılara karşı direnen yerel halkları toptan ortadan kaldırmak yerine, önemli ve tehlikeli gördükleri önderleri yok edip, kendi ucuz iş gücü gereksinimlerini karşılayacak ve kontrol edilebilecek sayıdaki yerli halk üzerinde sistemli bir baskı kurarak onlara boyun eğdirmeyi yeğlediler. Bu onlar açısından aynı zamanda zorunlu bir durumdu. Çünkü yerliler sayıca kendilerinden oldukça fazlaydılar.
Fakat 1903 yılında Almanya’nın Afrika’daki sömürgelerine ulaşımını rahatlatacak Otavi Demiryolu’nun yapımı sırasında Herero’ların topraklarına usulsüzce el koymaya başlaması, yerliler için bardağı taşıran son damla oldu.
İlk isyan 1903 yılında Nama’lar, şefleri Hendrik Witbooi önderliğinde başladı. Ardından 1904 yılı Ocak ayından itibaren de Herero’lar, Büyük Şef Samuel Maharero öncülüğünde bu isyana katıldılar. Çıkan çatışmalarda 120 ila 150 arasında Alman yaşamını yitirdi.
Almanlar artık, Herero’ların ve Nama’ların yok edilmesinin, kendi sömürgeci çıkarlarına uygun düşeceğine karar vermişlerdi. Bölgeye deneyimli bir komutanı, 11 Haziran 1904’te Doğu Afrika’da Wahehe İsyanı’nı bastıran General Lothar von Trotha’yı askeri vali olarak gönderdiler.
Emrindeki 14.000 asker, 36 top ve 14 makinalı tüfekle (dönemin en gelişmiş silahları) yerlileri yok etmek, kalanlarına boyun eğdirmek ve sonuçta yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat başlatan General Lothar, harekatın hedefini askerlerine şöyle anlatıyordu:
Almanların egemen olduğu her yerde, silahlı veya silahsız sığır çobanı olan ya da olmayanlarını (yerli halkı kastediyor) kesinlikle vurun. Bundan sonra kadın ve çocuklar da benim için önemsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları bölgelerden zorla çıkarılmasını istiyorum. Eğer olmazsa hepsini vurun, öldürün.
Gerçekten General Lothar’ın harekatı tam da dediği gibi oldu. 11-12 Ağustos tarihinde Almanlarla yerliler arasındaki Waterberg Savaşı’nda, ağır silahlı Almanlara karşı hiçbir şansı olmayan yerliler büyük katliama uğradılar. Almanların harekatı gerçekleştiren kuvveti olan Schutztruppe’nin yaptığı askeri harekatta, zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri, her türlü askeri teknolojiyi kullanarak, Herero’ların tamamını fiziki olarak yok etmek için, kadın, çocuk ve yaşlı demeden katlettiler. Herero’lar yalnızca Alman askerlerini hedef alırken, Alman askerleri için sivil ya da asker ayrımı söz konusu değildi.
Schutztruppe tarafından gerçekleştirilen soykırımdan kaçmaya çalışan binlerce Herero ve Nama’nın kaçabilecekleri tek yol (daha sonraki askeri bilgilerden ortaya çıktığı gibi, esasında Almanlar bu yolu bilerek açık bıraktılar) Omaheke Çölü’ydü. Ama çölde de yerlileri bir sürpriz bekliyordu. Almanlar, bilinen bütün su kaynaklarını önceden zehirlemişti. Sonraki yıllarda çölde devriyeye çıkan Alman askerleri, üslerine bu kuyularının başında çok sayıda insan iskeleti bulduklarını rapor edecekti.
Omaheke Çölü’nün diğer tarafındaki İngiliz Bechuanaland bölgesine ancak 1.000 kadar yerli ulaşabildi. Çölden kurtulup da geri dönebilenler ise yine Alman avcı kuvvetleri tarafından katledildiler. Çünkü General kendilerine karşı savaşan hiç kimsenin sağ kalmasını istemiyordu. 2 Ekim 1904 tarihinde kendi eliyle yazdığı Almancada “yok etme emri” anlamına gelen “Vernichtungsbefehl”de Herero’lara şöyle sesleniyordu:
Ben, Alman birliklerinin büyük generali, bu mektubu Herero halkına gönderiyorum. Herero’lar artık Alman uyruğu değillerdir. Onlar katil ve gaspçılar, yaralı askerlerimin kulaklarını, burunlarını ve bedenlerinin diğer kısımlarını kestiler. Şimdi ödlek bir şekilde, savaşmaktan kaçıyorlar. Halklara sesleniyorum; Her kim şeflerinden birini getirirse 1000 Mark alacak, her kim ki Samuel’in başını getirirse 5000 Mark alacak. Herero’lar bu toprakları terk edecekler. Eğer terk etmezlerse bunu “Groot Rohr” (toplar) aracılığıyla yapacağım. Alman sınırları içindeki her Herero, silahlı ya da silahsız, sığırı olsun ya da olmasın vurulacaktır. Bu saatten sonra kadın çocuk gözetmeksizin hepsini bu topraklardan süreceğim ve vurulmalarını emredeceğim. Hererolara söyleyeceklerim bunlardır.
Askeri harekat sırasında, ileride esir köle iş gücü olarak çalıştırılması amacıyla da geri kalanlar içinden 15.000 Herero ve 2.000 Nama esir alındı. Daha sonra da bu esir alınan insanları, İngilizlerin Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi, toplama kamplarına kapattılar (toplama kampı uygulaması ilk defa İngilizler tarafından sistemleştirildi.)
Bu toplama kampları içinde en bilineni Köpekbalığı Adası (The Shark Island) toplama kampıydı. Kamplardaki yaşam koşulları öylesine kötüydü ki, 1905 yılında her gün bu kamplarda 10’dan fazla yerli yaşamını yitiriyordu. Günde 18 saatten fazla çalıştırılıyorlar, yemek olarak ise bazen pişirmeye bile gerek duyulmadan önlerine konulan pirinci yemeye zorlanıyorlardı. Yine kampta ölen hayvanların leşleri de yemek olarak yerlilere veriliyordu. Bu nedenle kamplarda dizanteri kol geziyordu. Hastalıktan ya da açlıktan bitkin düşenler, çalışmayı reddedenler ise Alman askerler tarafından su aygırı derisinden yapılma “sjombak” denilen kırbaçlarla acımazsızca kırbaçlanıyordu. Köpekbalığı Adası’ndaki toplama kampından sağ kurtulmayı başaran bir yerlinin, 3.500 kişiden ancak 193’ünü geri dönebildiğini söylemesi bu kamplardaki ölüm oranlarının ne kadar yüksek olduğunu göstermeye yeterlidir.
Almanya’ya Gönderilen Kafatasları
Ama belki de tüm bunlar içinde en acı verici olanı, kendi insanlarına yapmak zorunda bırakıldıkları muameleydi: Ölenlerin cesetlerindeki kafataslarını etlerinden sıyırarak temizlemek! Bu kafatasları Almanya’daki üniversitelere Aryan ırkının üstünlüğünü kanıtlayacak bilimsel çalışmalar yapmak için gönderiliyordu. Kafataslarının gönderilmesini isteyen kişi, II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler üzerinde acımasız deneyler yapacak olan Josef Mengele’nin hocası Alman antropolog Eugen Fischer’dı. Almanya’ya gönderilen 300 kafatasından çok azı, iki ülke arasında yapılan anlaşma sonucu ancak 2011 yılında defnedilmek üzere Namibya’ya geri gönderildi.
1911 yılına gelindiğinde 80.000 Herero’dan yalnızca 15.130 kişi, 20.000 Nama’dan ise, kaçabilenler dahil, ancak 9.781 kişi sağ kalmayı kalabilmişti. Diğerleri, Alman sömürgecileri tarafından soykırıma uğratılmıştı.
Ünlü soykırım araştırmacısı ve demograf R. J. Rummel, konuyla ilgili olarak yaptığı araştırmalarda, Güneybatı Afrika’da (Namibya’da) Almanlar tarafından soykırıma uğratılanların sayısının, esasında yukarıda verilen sayılardan daha fazla olduğunu, esas sayının 132.000 kişiyi kapsadığını ve kadın, erkek ve çocuk binlerce Herero ve Nama’nın Almanların soykırımından kurtulamadığını belirtmektedir.
Almanlar tarafından askeri olarak yok edilemeyen binlerce yerli ise, daha sonraları her türlü kuramlarının bu soykırımlarda çökmesiyle birlikte, uygulanan bu soykırım stratejisinin ve yine sömürgeciliğin kurbanı oldular ve sosyal, ekonomik ve kültürel şartlara dayanamayarak zamanla önemli ölçüde telef oldular.
Almanların, Güneybatı Afrika’da ekonomik çıkar amaçlı sömürgecilik serüvenleri, Birinci Dünya Savaşı’nın yoğunluğu sırasında son buldu. Araştırmacılara göre Almanların yaşlı, kadın ve çocuk demeden Güneybatı Afrika yerlilerine karşı askeri güç kullanarak yürüttükleri Namibya Soykırımı, 20. yüzyılın ilk soykırımını ve ileride Nazi Almanya’sının yararlanacağı. Güneybatı Afrika’daki Alman sömürgeciliğinin yarattığı soykırım amaçlı toplama kampları uygulamasının da temelini oluşturdu.
Konu üzerindeki araştırmaların verilerinden ortaya çıkan durum ise, Almanların, 20 yüzyılın ilk soykırımını yaptıkları Namibya’daki deneyimlerini daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında da uyguladıkları ve yarım yüz yıl sonra soykırımcı anlayışlarını sürdürdükleri şeklindedir. Namibya Soykırımı ve holokost uygulamaları arasındaki gözlemlerden çıkan sonuçlar da hesaba katıldığı zaman, konuyla ilgili iddiaların gerçek olduğu daha da net olduğu gözükmektedir.
1985 yılında Birleşmiş Milletler (BM), hazırladığı Whiteker Raporuyla, Alman Askeri Kuvvetlerinin Nama ve Herero’lara karşı Güney Batı Afrika’da (Namibya’da) 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptıklarını geç de olsa resmen kabul etti. Rapora göre 65.000 Herero (toplam nüfusun % 80’i) ve 10.000 Nama (toplam nüfusun % 50’si) yerlisi Almanlar tarafından soykırıma uğratıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder