Cin “Belli başlı dinlerde, zaman, mekân ve sebep-sonuç ilişkisine dayanan maddî dünya ile madde dışı ya da ruhî dünya arasında ilişki sağladığına inanılan varlıklar ya da güçler” diye tarif edilmektedir. Yahudi ve Hıristiyan dinlerinde çoğunlukla iyi varlıklar olarak görülen meleklerin karşısında yer aldıklarına ve kötülüğü simgeleyen şeytan tarafından yönlendirildiklerine inanılmaktadır. Bununla birlikte Batı folklorunda daha zararsız görülen cinler de vardır. Doğuda, eski dinlerde ve yazısız kültürlerde ise bu ayırım daha az belirgindir, cinler kötü olabilecekleri gibi, bazı durumlarda iyi varlıklar da olabilirler.
Cin kavramı Batı’da önceleri “doğa ötesi varlık” ya da “ruh” gibi anlamlar içerirdi. Meselâ Fransızca olan “genie” kelimesi “cin, peri” ve benzeri varlıklar için kullanılmıştır ki, telâffuz bakımından da Arapça “cin” kelimesine yakınlık arzetmektedir.
Genie” kelimesi Latince “genius” tan gelmektedir. Bu isim, herkesin iyi kötü hayatına hâkim olan ulûhiyet (divinite); “lutin”, yani rüyada hoş görünerek aldatan ruh, “gnume” yani yahûdi tılsımcılarınca, yeryüzündeki “gnume” denilen tâbiat üstü cüceler; “sylphe” (silf), yani ortaçağda Kelt ve Cermen hikâyelerinde hava cinni, bir iş yapmak için mahâret, zevk, tabîî meyi, insan zihninin varabileceği en yüksek derece, cin fikirlilik, dehâ ve bu sıfata sahip olan dâhî manalarına gelmektedir.
Örneğin Sokrates, kendisini gerçeği arayıp dile getirmeye yönelten cininden söz etmektedir. Ama terim giderek tabiatüstü varlıklar içinde daha aşağı kategorilerde yer alan ve insanları irâdeleri dışında, iyi olmayan davranışlara yönelten varlıklara ad olmuştur.
Genie” kelimesi Latince “genius” tan gelmektedir. Bu isim, herkesin iyi kötü hayatına hâkim olan ulûhiyet (divinite); “lutin”, yani rüyada hoş görünerek aldatan ruh, “gnume” yani yahûdi tılsımcılarınca, yeryüzündeki “gnume” denilen tâbiat üstü cüceler; “sylphe” (silf), yani ortaçağda Kelt ve Cermen hikâyelerinde hava cinni, bir iş yapmak için mahâret, zevk, tabîî meyi, insan zihninin varabileceği en yüksek derece, cin fikirlilik, dehâ ve bu sıfata sahip olan dâhî manalarına gelmektedir.
Örneğin Sokrates, kendisini gerçeği arayıp dile getirmeye yönelten cininden söz etmektedir. Ama terim giderek tabiatüstü varlıklar içinde daha aşağı kategorilerde yer alan ve insanları irâdeleri dışında, iyi olmayan davranışlara yönelten varlıklara ad olmuştur.
İslam literatüründe ise “göze görünmezlik” ve “örtme” anlamlarını ihtiva eden, Arapça “c.n.n” den türemiştir. Buradan hareketle, cinlerin, insanların bedenine girip onların davranışlarını yönlendirdiği ifade edilmektedir.
Yahûdilik’te Cin
“Cin”in İbrânice’deki karşılığı “şed” dir ve “kötü ruh, zarar verici melek” manalarına gelmektedir. Bu kelime kök ve mana itibariyle Akadca’daki “cin” anlamında olan “sedu” kelimesine dayanmaktadır.
Nitekim Tevrât’da geçen “Allah olmayan cinlere, bilmedikleri ilahlarakurban ettiler.”cümlesindeki “cinler” sözü İbrânice “şedim” kelimesi ile ifade edilmiştir. Ayrıca Eski Ahid’de geçen “lilit”, “Dever”,“seirim” (Tekeler), “şedim”, “elilîm”, “şiyyâm”, “yâsûd” kelimeleride “cin” denilen varlığa işaret etmektedir.
Justin Martyr (100-165) Yahudilerin, cinlerle ve tılsımlarla putperestlerden bile daha çok uğraştıklarını, hatta cinlerin pek çoğunun başağrısı, melankoli, katalipsi vb. hastalıklara sebep olduklarına inandıklarını belirtmektedir. Bu konudaki bilgilerin çoğunun Tevrât tefsirlerinden olan Kabala ve Talmut’dan çıkarıldığını da vurgulamaktadır.
Sürgünden sonra, Yahudilik’de kötü ruhlardan daha sık ve daha belirgin bir tarzda bahsedilmeye başlanmıştır. Bu durumun, cinler ilminin (demonologie) hazırlanışına katkıda bulunan çok tanrılı inançlarla ilişkilerden etkilenerek ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Yahudi apokrif kitaplarında bu husus gerçekten yaygındır. Bu kitaplarda şeytan, belirli cinler vasıtasıyla, insanlar üzerinde fiziki bir kötülük icrâ eden ve özellikle hastalıkları ve güçsüzlükleri insanlara taşıyan Dünya Prensi’dir.
Tobit’in Kitabında, birçok defa, kötülük eden “azmodius” isimli bir cinden söz edilmektedir. Aşağıdaki cümleler bu olayı dile getirmektedir:
“Sara’nın yedi kez evlendiğini bilmeniz gerek. Cinlerin en kötüsü olan ‘Azmodius’, damatları arka arkaya öldürmüştü. Bu işi, evlenen çift birleşmeden önce yapmıştı.” “Yiyip içtikten sonra yatma zamanı gelir, genç adamı yemek odasından yatak odasına götürdüler. Tobit, Rafael’in öğüdünü hatırladı. Çantasını açtı, balığın yüreğini ve karaciğerini çıkardı. Bunların bir kısmını yakılan buharın içine koydu. Balığın buharı cine acı verdi. Ve cin hava yoluyla Mısır’a kaçtı. Rafael onu izledi ve çabucak onu bağlayıp prangaya vurdu.”
Eski bir gravürde Azmodius tasviri
Tevrât’da cinler adına kurban etme hadîsesi de söz konusu edilmekte ve bu işin tasvip edilecek bir şey olmadığı ileri sürülmektedir. “Allah olmayan cinlere, bilmedikleri ilahlara, atalarınızın korkmadıkları son zamanlarda çıkan yeni ilahlara kurban ettiler.” cümlesi bunu göstermektedir.
Hıristiyanlık’ta Cin
Erken devir Hıristiyanlık’ta melek ve cin kelimelerinin birbirlerinin yerine kullanıldıkları ifade edilmektedir. Origen’e göre Kilise, başlangıçta cinlerle ilgili ortak bir tavır belirlememişti. Kilise Babaları bu konuda kendi görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Justin cinleri, putperest tanrılar ile düşmüş meleklerin birleşmesi sonucu meydana gelen varlıklar olarak kabul ediyordu.
Tatien (110-172) cinlerin maddî tabiatı olduğunu reddediyor, evrenin yönetilmesinde meleklerin fonksiyonunu kabul ediyordu. Philon (öl.45) ise melekleri Grekler’deki cinlerle özdeşleştiriyordu.
Cinler, Yeni Ahid metinlerinde çeşitli yönleriyle söz konusu edilmektedir.
Bunlardan bazı örnekler verelim:
“Ve akşamleyin, cine tutulmuş adamları kendisine getirdiler. Ve o bir sözle ruhları çıkardı ve hastaların hepsini iyi etti.” “Onlar çıkınca işte cine tutulmuş dilsiz bir adamı İsa’ya getirdiler. Cin dışarı çıkarılınca dilsiz adam söz söyledi. Ve halk ‘İsrail’de hiç böylesi görülmemiştir.’ diyerek şaştı.
Fakat Ferisîler, ‘Cinlerin reisi ile cinleri çıkarıyor.’ Derlerdi.” “İsa Adın ne? diye ona sordu. Adam ‘Lejiyondur’ dedi. Zira kendisine birçok cinler girmişti. Cinler, cehenneme gitmelerini emretmesin diye İsa’ya yalvardılar.”
Yukardaki Yeni Ahid metinlerinden anlaşıldığına göre cinler insanların sara gibi çeşitli hastalıklara tutulmalarına sebep olmakla beraber akıllarını kaçırma ve şiddetli bir deliliğe tutulmalarına da yol açmaktadır. Bunlarla ilgili birçok örnek vardır.
Yeni Ahid’de cinler “kötü ruhlar” olarak adlandırılırlar. Onlar pis yerlerde bulunurlar. İsa’nın, bir cin sürüsünü domuza yüklemesi hikâyesi bu eski inancı açıklar:
“Ve İsa karşı yakada Gadrinilerin memleketine geldiği zaman, kabirlerden çıkan kendilerine cin musallat olmuş iki kişi onu karşıladı. Çok azgın oldukları için hiç kimse o yoldan geçemezdi. Ve işte, onlar; Ey Allah’ın oğlu, bizden sana ne? Buraya bize vaktinden önce işkence etmeğe mi geldin? Diye bağırdılar. Onlardan uzakta otlayan büyük bir domuz sürüsü vardı. Cinler İsa’ya, “bizi çıkarırsan, domuz sürüsüne gönder” diye yalvardılar. İsa da onlara, ‘gidin!’ Dedi. Onlar çıkıp domuzlara gittiler ve bütün sürü uçurumdan atılıp sularda boğuldu.”
Ayrıca Markos İncili’nde cinden “murdar ruh” olarak bahsedilir. Öte yandan Yeni Ahid’de daha küçük cinler, Beelzebul veya şeytan gibi güçlere bağlı olarak görülürler. Beelzebul, İsâ ve onun muhalifleri tarafından baş cine verilen bir isimdir. “Şakirdin muallimi gibi ve hizmetçinin efendisi gibi olması elverir. Eğer ev sahibine Beelzebul dedilerse evinin halkına ne kadar ziyade diyecekler.” ifadesiyle buna işaret edilmektedir.
Hz. İsa’ yı Beelzebul ve ona bağlı cinlerle tasvir eden bir gravür
Pavlus’a göre cinlerin insana musallat olması, özellikle şeytanca etkinin bir türüdür. Hıristiyanlığın ilk devirlerinden beri, cin tasallutuna karşı, onu ortadan kaldırmak için bir duâ ya da exorcisme kullanılmıştır. Böyle bir cin tasallutunu bozmak için yapılan duâ veya büyüye her vaftiz töreninde yer verilmektedir. Vaftiz anında, dinsel törenle duâsı yapılıp kutsal kılınmış su ve yine bu şekilde kutsanmış olan tuz gibi maddeleri kullanarak, cin tasallutundan ve perilenmeden kurtulma çareleri aranmaktadır.
Hıristiyanlığın ilk yıllarında, insanlarda görülen bazı normal dışı davranışlar, hiç tereddüt edilmeden cinin musallat olması olarak değerlendirilmiştir. Özellikle Hıristiyanlıktaki halk geleneğinde, cinlerin, kişiyi doğrudan denetimi altına alıp, garip davranışlar göstermesine ya da hastalanmasına yol açtığına inanılmıştır. Cinin tasallutuna uğrayan kişi dinse görevlerini yerine getiremez, kutsal kişi ya da nesneler karşısında korkuya kapılır. Bu belirtilerin sara, histeri, şizofreni gibi hastalıklardan kaynaklandığı bugün artık bilinmekteyse de, cin çıkarmak için çeşitli yöntemler uygulanmıştır.
Exorsizm (cin çıkarma, büyü bozma), Yahûdî ve Hıristiyan geleneğinin bir parçasıdır. Hıristiyanlık’ta İsâ’nın, cinleri tek bir sözle kovduğuna ve bunu, Tanrı’nın krallığının yaklaşmakta olduğunu gösteren bir işaret olarak nitelediğine inanılır. İsa’dan sonraki ilk yüzyıllarda cin çıkarma gücünün din adamı olmayanlara da bağışlanabilen özel bir yetenek olduğuna inanılırdı. 250 yıllarında exorsizmle görevli bir rahip sınıfı dahi oluşturulmuştu. Aynı dönemde, cin çıkarma, vaftiz töreninin ön aşaması durumuna gelmişti. Hatta Katolik Kilisesi, daha da ileri giderek cin çıkarma eylemini ayrıntılı biçimde tanımlamış ve kurallarını dahi belirlemişti.
Thomas Morten’in (1836-1866) The Merchant and the Genie adlı çalışmasında cin tasviri. (1865 basımı Arabian Night adlı kitaptan)
İslâm’da Cin
Yahudilik ve Hıristiyanlığa nazaran İslâm’da cin konusuna daha fazla yer verilmektedir. Kur’ân’da bu varlıkların söz konusu edildiği ve aynı isimle anılan bir surenin bulunması da vâkıayı desteklemektedir. Arapça da “cin” kelimesi bir şeyi histen setretmek, örtmek manasına gelmektedir. Görünmeyen varlıklar grubundan birine isim olarak kullanılan ‘cin’ kelimesi, Râgıbul-İsfehânî’nin Müfredât’ında iki şekilde ele alınmaktadır. Birisi genel manasıdır ki, insanın duyu organlarının farkedemediği genel olarak ruhânî varlıklardır. Bu düşünceye göre melekler ve şeytanlarda buna dâhil edilmiş olur. Her melek özellik itibariyle aynı zamanda cindir, fakat her cin melek değildir. Çünkü melekler için müslim-gayri müslim vasıflandırmaları olmamasına rağmen, cinler için bu mümkündür. İkincisi ise cinin böyle ruhânî varlıkların hepsi değil, bir kısmı olduğu hususudur. Çünkü ruhânî varlıklar üç kısımdır:
Hepsi hayırlı olanlar: Bunlar meleklerdir, yanlış iş yapmazlar, insanı aldatmazlar ve Allah’ın emrinden çıkmazlar.
Hepsi şerli olanlar: Bunlar şeytanlardır, insanı aldatırlar, şerre ve fenalığa çalışırlar.
Bu ikisinin ortasında, hayırlısı da, şerlisi de olanlar; Bu ruhânîler vardır ki, özel isimleriyle bunlara “cin” denilmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarında da böyle bir varlıktan söz edilmiştir. Nitekim Fransızcadaki “genie” ve Latince’deki “genius” terimleri de aynı varlığa verilen isimlerdir.
Kazvini’nin Acaibu’l-Mahlukat ve Garaibu’l-Mevcudat isimli eserinde cinler
Kur’an-ı Kerîm’de, “Cinleri Allah’a ortak koştular, oysaki onları da Allah yaratmıştır.” denilerek, Allah’ın gizli yaratıklarından olan cinleri müşriklerin ulûhiyet derecesine çıkarıp Allah’a şirk koştukları belirtilmektedir. Yine, “Allah ile cinler arasında da bir hısımlık uydurdular.
Andolsun ki, cinler de, kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler.” mealindeki ayette de görüldüğü gibi, Allah ile cinler arasında bir nesebin mevcut olduğu iftirasında bulunmuşlardır. Bazıları da, cinlerin, gaybı bildiklerine inanmışlardır. Bu tür inançlar, çeşitli ayetlerde reddedildiği gibi, bilhassa Cin suresinde, Allah’ın birliği ve büyüklüğü ve cinler hakkındaki yanlış ve mübalağalı akidelerin batıl oluşu anlatılmıştır. Bu sureye göre, her ne suretle olursa olsun, cinlerin bir varlığı bulunmakla beraber, onların da Müslüman ve kâfir olanları vardır. Fakat Allah’a karşı hiç birinin hükmü olmayıp, âciz ve mesuldürler. Hepsinin başına kıyâmet kopacaktır. Allah’a îmân edenlerin, onların şerrinden korkmaması gerekir.
Onların insana musallat olmaları, yine insanlardan bir takımları vasıtasıyla olarak gelmektedir. Peygamberin bi’setiyle, cinler, cehâlet ve fetret zamanlarında, oynadıkları rolleri oynayamaz olmuşlardır. Çünkü Hz. Muhammedin gelmesinden sonra, eskisi gibi, sokulmak istedikleri yüksek mevkilerde kendilerini gözetleyen ve hulullerine meydan vermeyen, parlak ateşlerle karşılanmışlardır. Hâlâ buna inanmayıp, fenalıklarında devam etmek isteyenler varsa da, Allah’ın kudretine karşı, onların hiç hükmü olmayıp, Allah’a îmân edenlere hiç bir zarar yapamazlar. Ancak kendileri helak olup cehenneme odun olacaklardır. Buna böyle îmân etmiş cinler ise, fenalığa değil, Hak ve sevaba hizmet etmektedirler.
Kur’an-ı Kerim’de, “Cinleri de daha önce vücudun gözeneklerine nüfuz edici çok zehirli şuâlardan, ateşten yarattık.”; “Cinleri de, yalın bir ateşten yarattı.” cümleleriyle cinlerin neden yaratıldığına ışık tutulmaktadır. Ayetlerdeki “yalın ateş”ten maksat şudur: İnsan yaradılmazdan evvel, güneşte ve arzın başlangıcında olduğu gibi, çalkalanıp duran muzdarip ve müteheyyiç bir halde bulunan hâlis bir ateş ve elektrik halinde olduğu gibi, her şeye karışabilen veya eşyayı birbirine karıştırmak özelliğini hâiz bir ateşten biz insanların gözlerine mutadı veçhile görünmeyen, gizli birtakım hayat kuvvetleri, hayatî unsurlar yaratılmıştır ki bunlara “cin” ismi verilir.
Bu husus, bin dört yüz yıl öncesinde Kur’ân’da, günün anlayış seviyesi nazarı itibara alınarak “Biz cinleri, filanca ışınlardan yarattık.” Şeklinde açıklanmamış, mecâzî bir ifadeyle “dumansız ateş”, “en ince mesâmâta nüfuz edici ateş” diye tarif edilerek insanların anlayışına, ilimlerinin bu konuyu anlayacak bir seviyeye ulaşacağı zamana bırakılmıştır.
Cinler yerler ve içerler, insanlar tarafından asli suretlerinde görünmezler. Ancak, başka şekillere girmiş olarak görünebilirler.
Aşağıdaki hadis cinlerin insanlara nasıl göründüğünü belirtmekte ve yiyip içme özelliklerinin bulunduğuna işaret etmektedir. Ubey, babası Kâ’b’ın kendisine şöyle dediğini belirtmektedir:
“İçerisinde hurma bulunan bir harmanımız vardı. Ona bakıp, noksanlaştığını hissediyordum. Bir gece harmanı beklerken birden, yeni bulûğa ermiş gence benzer biriyle karşılaştım. Selâm verdi, selâmına karşılık verip:
‘Sen nesin, cin misin, yoksa insan mısın?’ dedim.
‘Cinim.’ dedi.
‘Elini bana ver.’ dedim. Verdi. Bir de baktım ki, eli köpek ayağına ve tüyü köpek tüyüne benziyor. Bunun üzerine:
‘İşte bu cin yaratılışı” dedim. O da:
‘Cinler, içlerinde benden daha kuvvetlisi olduğunu bilirler.’ deyince:
‘Yaptığın şeye seni sevkeden nedir?’ dedim.
‘Senin sadaka vermeyi sevdiğini işittim. Bu sebeple hurmandan bir
miktarını almayı arzu ettim.’ dedi. Ben:
‘Bizi sizden koruyacak şey nedir?’ dedim.
‘Şu ayet (ayete’l-kürsî)’ dedi. Ben de onu serbest bıraktım.”
Ubey der ki: “Babam, Hz.Peygamber’in yanına gidip bunu kendisine
anlattığında, O:
‘Pis yaratık sana doğru söyledi.’ Buyurdu. Zira Hz. Peygamber cinleri, aslî suretinde görebiliyordu.”
Cinler aynı zamanda, evlenip çoluk çocuk sâhibi olurlar. Nitekim Rahman suresinde: “Onlara ne bir insan, ne de bir cin dokunmamıştır.” buyrulmaktadır. Buradaki “dokunma” sözünden murâd, cinsi ilişkidir. Aynı zamanda, insanların cinlerle yahut cinlerin insanlarla cinsi ilişkiye girmesi de mümkündür. Ancak, âlimlerin hemen çoğunluğuna göre bunun gerçek bir cimâ olmadığı ifade edilmiştir.
Cinlerden bazılarının, insan kadınlarıyla nikâhlanmak istemelerine dair şu rivayet, onlarda cinsel arzunun bulunduğunun delilidir:
“Ebû Osman ez-Zebîdî şöyle rivayet etmiştir: ‘Yemenli bir kafile, İmam Mâlik’ten, cinlerle nikâhlanma mevzuunda şunu sormuşlardı. Bir cin, bizden bir kızı nikâhlamak istiyor, ne dersiniz? İmam Malik de: ‘Bunun, şer’an bir mahzuru yok, fakat kerih görürüm, çünkü kadın, ondan bir çocuk meydana getirdiğinde ‘kocan kim’? diye sorulduğunda ‘cinden biri’ derse, bu Müslümanlar arasında fesadın çoğalmasına sebep olur’ cevabını vermişti.” Fahreddîn Râzî, tefsîrinde, onların doğup-doğurduklarını da ifade etmiştir.
Görülüyor ki, fukahanın ve tabiînden bazı kimselerin, cinlerle insanlar arasındaki nikâhlanmayı hoş karşılamaması, böyle bir şeyin mümkün olduğunu gösterir. Çünkü mümkün olmayan bir şeyin, câiz olup olmayışına hükmedilemez.
Bütün ulemaya göre, cinler, mükellef ve muhatabıdırlar. Cin suresinin 1. ve 2. ayetleri buna delîl teşkil eder. Cinler insanlarla beraber ve münferid olarak ibâdet ederler ve insanlar gibi, yaptıkları işlere karşılık sevap alırlar.
Onların, kâfir olanları cehenneme, mü’min olanları cennete girer.
Cennete giden cinler, Cennette Allah’ı göremezler, hattâ melekleri de göremezler; bu, insana hâs bir özeliktir. İslâm âlimlerinin çoğuna göre, İblis’e tayin edilen ecel vakti, kıyâmetin kopması için, sur’a üfürülen andır. Bundan anlaşıldığına göre, demek ki, cinler de ölecektirler, zira İblis de cinlerdendir. Cinlerin haşri konusunda ise, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey ins ve cin! İleride sizin hesabınızı görmeye yöneleceğiz.” Bu ayetten hareketle, İbn Kesir: “İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıklarında, hesaba çekilmeden, bir müddet beklerler. Sonra, amellerinden hesaba çekilirler.” demektedir.
Kaynak: Melekler Alemi – Prof. Dr. Ali Erbaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder