Tarihçesi, psikolojisi, sosyolojisi, felsefesi, ideolojisi ve teknolojisi ile Savaş
Yaşam Savaşmıdır ?,Kafalarda başlatılan savaş,Kartaca
yıkılmamalıdır!,Sosyal Darwinciler’de ve faşistlerde yaşam ve savaş
kavramı,Savaş bir doğa yasası mıdır?,Hayvanlar dünyasında yaşam savaş
mıdır?,Hayvanların evriminde otoburluk etoburluk,Yaşam çemberinde
hayvanların yeri,Etoburluğa yol açan mutasyonlar,SAVAŞ AÇISINDAN İNSANLIĞIN
TARİHÇESİ,OTOBURLUK ETOBURLUK AÇISINDAN İNSANIN ORGANİK EVRİMİ,İnsanın
organik evrimi ve otoburluk,Kültürel evrime geçiş ve etoburluk,AVCILIK VE
SAVAŞÇILIK AÇISINDAN İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİ,Leşyiyicilikten
avcılığa,Avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe,Çiftçilikten
çobanlığa,Çobanlıktan askerliğe,Talandan vergiye,Şeflikten devlete,Din adamı
yönetiminden asker yönetimine,SAVAŞIN PSİKOLOJİSİ,Öfke duygusu,Acıyla
koşullandırma,Korku belası,Güvensizlik duygusunun kaynakları,Ksenofobi
(yabancı düşmanlığı),Hobbes paradoksu,Umarsızlık psikolojisi,Olasılık
mantığı ve kumar psikolojisi,SAVAŞIN SOSYOLOJİSİ,Sınıfsız topluluklarda
savaşın tohumları,Sınıflı toplumlarda savaşın kurumlaşması,Bir savaş
makinesi olarak devlet,SAVAŞIN FELSEFESİ,Üstinsanın gelişinin aracı olarak
savaş,Yaşam savaştır felsefesinin yargılanması,SAVAŞ
İDEOLOJİLERİ,Aztekler’de yaşamı kurtarmanın aracı olarak savaş,Masailerde
savaşın nedeni olarak demirciler,İslam’da “Hak” dinin yayılmasının aracı
olarak savaş,Batı emperyalizminde “beyaz adamın yükü” olarak savaş,SAVAŞ
TEKNOLOJİLERİ,Savaşlar buluşları kamçılar mı?,Teknoloji her zaman mutluluk
sağlar mı?,Savaşın kâr-zarar hesabı,Savaşların ve savaş teknolojilerinin
tarihteki önemi,İki tarih yaklaşımı,Çift odaklı insanlık tarihi,Sapiens’le
Neanderthalensis savaştı mı?,Savaş teknolojisi ile üretim teknolojisinin
etkileşimi,Savaşın kirli mirasının arındırılması,Savaş teknolojisinin
gelişiminin kronolojik özeti ve Dünya tarihinde kimi savaşlardaki insan
kayıpları Hakkındaki araştırmamızı tamamını okumanızı bilgievlerim olarak
tavsiye ediyoruz...!
Yaşam bir savaş değildir. Savaş bir doğa yasası, hiç değildir. Savaş
insanlığın kültürel evriminin belli bir noktasında ortaya çıkmıştır, belli
koşulların ürünüdür. Söz konusu koşulların değişmesiyle savaş da
insanlığın yakasını bırakacaktır. Daha doğrusu, insanlık savaşı başından
atacaktır. Sınıflı toplumu ve devleti de. Belki onlarla birlikte, belki
onlardan önce, belki onlardan sonra. Bu, koşullara bağlı.
Yaşam Savaşmıdır?
UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) bilindiği gibi,
!kinci Dünya Savaşı ertesinde (16. 11. 1945’de) kurulmuştu. Sözleşmesinin
hemen başında şunlar söylenmektedir: “Savaşlar insanların kafasında başlar.
Öyleyse, barışın savunma siperlerinin de insanların kafalarında kurulması
gerekir.”
Kafalarda başlatılan savaş
Yukarıdaki söz “görece” doğrudur. 1-2 düzeltmeyle gerçekliği yansıtabilir,
ama bu durumda bile gerçekliğin ancak “bir” yüzünü yansıtacaktır. Bir kez,
savaş insanların kafalarında (birbirlerinden bağımsız) başlamamakta,
(birilerince) başlatılmaktadır. Savaşa karar veren (uluslar değil) sınıflar,
kesimler, kadrolar, yöneticiler, savaşı önce “yönetilen insanların”
kafalarında açmaktadırlar. Savaş kavramını, gerek gördüklerinde, düşünceden
eyleme geçirecekleri zamana dek beslemektedirler. Onu, ideoloji, eğitim,
medya, propaganda kurumlarıyla, kuşaktan kuşağa geçirip
sürdürmektedirler.
Gerçeğin bir yüzü budur. Öteki yüzüne bakarsanız “savaş insanların
kafalarında başlar” yargısının, gerçekliği pek de yansıtmadığı görülür.
Hatta bu yargının idealist felsefenin ürünü olduğu söylenebilir. Çünkü
altında, düşüncenin olguyu yarattığı inancı yatmaktadır. Gerçeklikte bunun
tersi geçerlidir. Savaş insanların kafalarında değil, midelerinde başlar.
Daha doğrusu, savaş değil, savaşa dönüşebilen (ya da dönüşmeyebilen)
savaşım, insanların midelerinde başlar. Yatıştırılamayınca, kafalarına
yansır.
Öte yandan hayvanlardan farklı olarak insanlar, nesneler dünyası yanı sıra
(kafalarında) bir simgeler dünyasında da yaşamaktadırlar. Nesneler dünyası
ile ilgili eylemleri, önce simgeler dünyasında (karar alma süreciyle)
başlar. Bu açıdan bakılınca da denebilir ki, insanlar kafalarında simgelerle
sevişir, simgelerle savaşırlar. İnsanların bu niteliği, ileride ele
alacağımız savaş ideolojilerinin tohumlarının ekileceği verimli bir toprak
oluşturur. Bu açıdan bakılınca, savaşların kafalarda başladığı yorumu pek de
yanlış görünmez.
Kartaca yıkılmamalıdır!
Romalı devlet adamı ve sensor (sansür görevlisi) Caton “Delenda est
Carthago!” sözüyle tarihe geçmiştir. Caton, Roma’nın Akdeniz emperyalizmi
yolunda Kartaca ile giriştiği (ve kazandığı) iki Pön Savaşı’nı haklı
bulmuştu. İki yenilgiye karşın Kartaca’nın kendini toparladığını görünce,
art arda alarma basmıştır: Roma’nın o günlerde gündemi ne olursa olsun,
yerli yersiz kalkıp ”Kartaca yıkılmalıdır !., diye bağırmıştır. Romalılar’ı
3. Pön Savaşı’na kışkırtmıştır. Sonunda (MÖ 149’da) Roma ( Caton’un isteğine
uygun olarak) Kartaca’yı 3. kez yenilgiye uğratıp kenti yıkmıştır. Kartaca
halkını tutsak alıp köle olarak satmıştır. Hatta tarihçilere göre, Roma
bununla da yetinmemiştir, kentin topraklarını (tarım yapılamasın diye) tuz
ekip sürdürtmüştür.
İnsanlık, tarih boyunca benzeri durumlara tanık oldu. Son olarak (sonuncu
olmasını umutsuzca umarak) 3. binyılın başında Batılı emperyalist
devletlerin “Irak yıkılmalıdır!” çığırtkanlıklarına tanık olduk.
Engelleyemedik, olanlar oldu. Benzeri yıkımların ileride de olmaması
gerekir. Bu, yaratacağımız, hiç değilse, etkileyip yönlendirebileceğimiz
tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasal, düşünsel koşullara bağlı. Bu yolda
bize düşen sorumluluklardan biri, onların (kim onlar?) her fırsatta
yaptıkları savaş çığırtkanlıklarına yanıt vermektir, onlara her fırsatta
karşı çıkmaktır. İlk adımımız, kafalarda beslenen, yaşamın bir savaş olduğu
düşüncesini yıkmaya çalışmak olacaktır.
Sosyal Darwinciler’de ve faşistlerde yaşam ve savaş kavramı
Bilindiği gibi, Charles Darwin, Türlerin Kökeni (1859) adlı yapıtında evrim kuramını ileri sürmüştü. Organik evrimin
düzeneklerinden biri olarak “yaşar kalma savaşımı” (struggle for survival)
kavramını ortaya atmıştı. Sosyal Darwinciler bunu “yaşam savaşı” biçiminde
algılamışlardır. Böyle algılayıp insana, topluma, tarihe uyarlamışlardır
(1).
İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903), Amerikan toplumbilimcisi
William Graham Sumner (1840-1910) gibi Sosyal Darwinciler, Darwin’in
türlerin evrimi ile ilgili (yaşarkalma, doğal ayıklanma gibi) görüşlerini
insan ırklarına, toplumlara, uluslara uyarladılar. Toplumları yaşayan
organizmalar sayan Sosyal Darwinciler arasından (ırkçılar gibi) tarihi bu
organizmaların savaş alanı olarak görenler çıktı. ABD’nin Küba’da İspanya
ile giriştiği savaşta bir İspanyol’u kendi elleriyle “bir tavşan gibi”
boğazladığını söyleyerek övünen Theodore Roosevelt (1855-1919) (2) onlardan
biriydi. Sosyal Darwincilikten esinlenen asker kökenli bir ırkçıydı.
“Tarihte tüm büyük efendi ırklar savaşçı ırklar olmuşlardır”; “‘Oğlumu Asker
Olması İçin Yetiştirmedim’ şarkısını okuyan kadın Doğu haremine aittir,
Birleşik Devletler’e değil”; “Büyük uluslar yayılmaktan, büyüklüklerinin
sonu geldiği zaman korkarlar” gibi düşüncelerin savunucusu oldu. Bu kafada
biri (belki bu kafasından dolayı) 1900’de ABD Başkan Yardımcısı seçilmişti
(3).
Böyle bir felsefe ve Sosyal Darwinci dünya görüşü, acı meyvelerini
faşistlerin ve Naziler’in politikalarında ve eylemlerinde vermiştir.
Gerçekten, Mussolini İtalyan Ansiklopedisi kaynağı için (l 932’de) yazdığı “Faşizm” maddesinde, savaş ve barış
hakkında şunları söylemektedir:
“(Faşizm)… yaşamı bir savaşım olarak anlar … sürekli barışın yararına ve
olanağına inanmaz … barışçılığı reddeder. Tüm insan enerjisini en yüksek
gerilime yalnız savaş eriştirir ve kendisini karşılayacak kadar erdeme sahip
olan uluslara soyluluk damgasını o vurur. Başka bütün deneyler
yalancıktandır; hiçbiri_ savaştaki gibi, insanı yaşam-ölüm ikileminde
[olduğu gibi] kendi kendisinin karşısına koymaz … Faşizm için İmparatorluk
[emperyalizm!] yani ulusların yayılması eğilimi bir canlılık belirtisidir,
tersi kokuşma işaretidir.” ( 4)
Görüldüğü gibi Mussolini’nin savaşımdan anladığı, savaştır. Ve savaş
emperyalizmin bir gereğidir. Hitler de benzeri düşüncelere sahip olmuştu.
Ona göre dünya gelecekte büyük savaşımlara sahne olacaktı. Dünya ondan sonra
“doğa yasaları” [yani orman yasası] ile yönetilecekti. Zaten insanlık
“sürekli bir savaşım” içinde gelişmişti. Sürekli barış ise “insanlığın
ölümü” dernekti. Çünkü “anayasası savaşım olan bu dünyada savaşımdan kaçan
kimsenin yaşamaya hakkı yok” idi. Hitler de bu sözleriyle ve “kural: yaşamak
isteyen kavga etmelidir·· (5) gibi düşüncelerle Mussolini’nin ulaştığı
sonuca ulaşıyordu: “Yaşam savaştır.”
Hitler, yaşamı savaş olarak gören dünya görüşünü ve bu yolda vereceği
kavgasının amacını daha 1924’de açıkça bildirmişti. Cezasını çekerken Hess’e
dikte ettiği Kavgam yapıtında şunları yazdırmıştı:
“Şurası muhakkak ki, ilk insan, uygarlığı, ehlileştirilmiş hayvanlardan çok
basit ırklara mensup insanları kullanması sayesinde meydana getirmişti.
Zayıf ırkların [savaşla] köle haline sokulmalarından sonra bu durum
hayvanların başına geldi … sabanının önüne önce zayıf ırk koşuldu. Daha
sonra at insanın yerini aldı. Bu olayı insanlık bakımından adi bir şey kabul
etmek ancak deli barışçıların işidir.” (6)
Savaş bir doğa yasası mıdır?
“Yaşam savaştır” sözü, savaşın canlılar arasında doğal ve kaçınılmaz bir
ilişki olduğu anlamına gelir. Başka bir deyişle, bu anlayışa göre savaş bir
doğa yasasıdır. Oysa özgül anlamıyla savaş, insan topluluklarının, başka
yollarla ulaşamadıkları (ya da barışçı yollarla ulaşmak istemedikleri)
amaçlarına ulaşmak için, karşılarında engel olarak gördükleri topluluklara,
topraklarını, mallarını ve canlarını ele geçirmekten yok etmeye dek
varabilen örgütlü şiddet yoluyla istençlerini (iradelerini) dayatarak (boyun
eğdirerek) ulaşma yolunda kurumlaşmış bir tutumdur.
Bu anlamıyla ne bitkiler ne de hayvanlar dünyasında savaştan söz
edilebilir. Dolayısıyla, genel olarak, yaşamın bir savaş olduğu söylenemez.
İnsanlar dünyasında bile, bir topluluk içinde insanların birbirlerini
yaralayıp öldürmeye varabilen (kavga denmesi gereken) ilişkileri savaş
değildir. Topluluklar arasında, kalıcı olmayan sorunlardan patlak verip,
kurumlarla değil, geçici örgütlenmelerle yürütülen kavgaların savaş olduğu
söylenemez. Söz konusu toplulukların eli silah tutan tüm üyelerini kapsasa
bile, bu tür çatışmaların savaş sayılmaması gerekir. Çünkü savaş
“kurumlaşmış” bir insan ilişkisidir. Ve savaşçı ilişkiler, ileride
açıklanacağı gibi, eşitlikçi ilkel topluluklardan çok sınıflı uygar
toplumlara özgüdür.
“Yaşam savaştır” sözü ile özgül anlamıyla savaş değil “savaşım” ya da (ve
de) “kavga” amaçlanıyor olabilir. Bu anlamda bile yaşamın bir savaş, bir
savaşım, bir kavga olduğu gibi akla yatkın görünen yargı, bakalım gerçekliği
(doğru) yansıtmakta mıdır? Bunu anlamanın yolu, söz konusu yargının
(varsayımın) tarihsel ve güncel olguların sınavından (testten)
geçirilmesidir.
Hayvanlar dünyasında yaşam savaş mıdır?
Bitkiler dünyasında yaşamın savaş olup olmadığını sormak bile saçmalıktır.
Bitkiler arasında Darwinci anlamıyla “yaşarkalma yarışı” ya da “yaşarkalma
savaşımı” bulunduğu sözleri mecazi (alegorik, benzetmeci) deyişlerdir. Başka
bir deyişle, gerçekliği (doğru) yansıtma amacının ürünü olmaktan çok, edebi
(güzel!) söyleyişlerdir. Çünkü “yarışma” ya da “yaşarkalma” (survival,
yaşamda kalma) da bilinçli, erekli davranışlardır. Dolayısıyla ancak erek
üretecek düzeyde organsal farklılaşmaya uğramış (bozmaddesi oluşmuş,
gelişmiş beyinli) hayvanlarda görülür.
“Öyleyse Serengeti savanalarında yaşam savaş mıdır?” Belgesellerde
yansıtıldığına göre öyle görünüyor. Buradan tutturularak ve tarih
kitaplarının sayfalarım dolduran olaylar anımsatılarak bir genelleme
yapılıyor. Yaşamın (insanları da içererek tüm canlılar için) bir savaş
olduğu sonucuna ulaşılıyor. Bu sonuca dayandırılan bir dünya görüşü, sıradan
(daha doğrusu sıradanlaştırılmış) insanların aklına ters düşmüyor. Onların
kişisel ve toplumsal yaşam deneyimleriyle çakışıyor. Hatta düşçü değil
gerçekçi bir tutum olarak görünüp insanların hoşlarına gidebiliyor.
Bilim, insanların günlük deneyimlerine uymayabilen, olguların genelinde ve
derininde yatan gerçekleri (neden-sonuç ilişkilerini) ortaya çıkartır (7).
Kuşaklar boyunca insanlara düz bir tepsi gibi görünen yeryüzünün top gibi
yuvarlak olduğunun ortaya konması, bunun güzel bir örneğidir. Hayvanlar
dünyasıyla ilgili gözlem, deneyim ve bilgilerimizden farklı olarak onlar
hakkındaki bilimsel bilgilerde de durum böyledir. Hayvanlar dünyasında
(bile) yaşam Sosyal Darwinci dünya görüşünde ileri sürüldüğü gibi değildir.
Ucuz felsefelerde formülleştirilen, sıradan “halk felsefesi” diyebileceğimiz
görüşlerde benimsendiği gibi yaşam savaş değildir. İnsanlar dünyasında,
Hitler’in Kavgam yapıtında dediği gibi insan hayvan ayırt edilmeksizin
“dünya en uygun olanın yaşadığı ve en güçlünün hükmettiği bir yabanlar
ormanı” (8) değildir. Hele insanlar dünyasında bir yaratığın başka bir
yaratığı yiyerek yaşadığı. güçsüzün ölümünün güçlünün yaşamı anlamına
geldiği bir arena hiç değildir.
Ya hayvanlar dünyası genelinde yaşamın, Serengeti belgeselinde aslan-ceylan
ilişkisinde örneklendirildiği gibi “amansız bir savaş olduğu” görüşü
bilimsel bir gerçeği yansıtmakta mıdır?
Bunun böyle olmadığı (genel, evrensel, değişmez bir gerçek, bir doğa yasası
oluşturmadığı) canlılar dünyasına bir bütün olarak bakıldığında
anlaşılacaktır. Genel gerçek ancak bilimsel bir yaklaşımla (organik evrim
sonucunda) çokhücreli hayvan türlerinin çıkış koşullarına bakılınca
görülebilir. Bu gerçek, günümüzde, canlılar dünyasında yaşam çemberinin
dönüşünde hayvanların konumuna bakılınca da anlaşılabilir.
Hayvanların evriminde otoburluk etoburluk
Yaşam, yeryüzünde, zamanımızdan 3-4 milyar yıl kadar önce, tekhücreli
canlılar olan bakterilerle başlamıştır. Bazı tekhücrelilerin evrimiyle
gelişen çokhücrelilerden bazıları ise, zamanımızdan 1-2 milyar yıl kadar
önce yaşamlarını fotosentezle sürdüren bitkiler biçimini almıştır (9). Bu
tarihlerde yeryüzünde henüz hayvanlar yoktu. Çünkü atmosferde yeterli
serbest oksijen bulunmamaktaydı. Bitkiler yapılarına aldıkları karbondioksit
ve sudan, güneş ışınlarının katalizörlüğü (fotosentez) ile şeker
(karbonhidrat) oluştururken bu tepkime sonucunda serbest oksijen açığa
çıkmaktaydı:
Güneş ışınları+ C02+ H20 -> C2 (H20)x ve 02
Bitkilerin çoğalıp yeryüzünü kaplaması boyunca milyonlarca yıl süren
fotosentez süreçleri sonucunda açığa çıkardıkları serbest oksijen atmosferde
birikti. Serbest oksijen oranı canlıların hayvan formlarını alabileceği
düzeye ulaşınca, hayvanlar, zamanımızdan 1 milyon yıl kadar önce yeryüzünde
göründüler. Hayvanlar, bilindiği gibi, yaşam enerjilerini bitkilerden
sağlanabilen şekeri oksijenle yakarak elde ederler:
C2 (H20)x + 02 -> enerji + H20 + C02
Bu tepkime sonucunda, formülde görüldüğü gibi, su ve karbondioksit açığa
çıkar. Bunun konumuz bakımından anlamı, hayvanların doğa yasalarına uygun
olarak bitkilerle beslenebilmesidir. Başka bir deyişle, yaşamlarını
sürdürmek için öteki hayvanları yemek zorunda olmamalarıdır. Böyle bir genel
zorunluluğun olmadığı (bu yolda doğa yasasının bulunmadığı), yaşam
çemberinden de anlaşılabilir:
Yaşam çemberinde hayvanların yeri
Görüldüğü ve bilindiği gibi, bitkiler fotosentez sonunda oksijen açığa
çıkarmaktadırlar. Hayvanlar, bitkilerden elde edebilecekleri şekeri
(karbonhidratları) oksijenle yakarak enerjilerini sağlarken havaya
karbondioksit salmaktadırlar. Bitkiler, havadan sağlayabildikleri
karbondioksit ile yerden sağladıkları suyu, güneş ışınlarının etkisiyle
sentezlerken şeker oluşturup oksijen salmaktadırlar. Böylece yeryüzündeki
yaşam döngüsü tamamlanmış olmaktadır. Bunun anlamı ise, yaşam çemberinin
dönmesi için de, hayvanların, besinlerini ve enerjilerini (şekeri) öteki
hayvanları yiyip sindirerek sağlamaları zorunluluğunun bulunmamasıdır.
Doğanın genel gerçeği (doğa yasası) budur. Ama biz havada, karada, suda
bazı hayvanların öteki hayvanları avlayarak beslenip yaşamlarını
sürdürdüklerini de görüyoruz. Bu doğaya, doğa yasalarına aykırı bir durum
mu? Hayır, doğanın özel koşullarda ve yaşamın bazı alanlarında geçerli özel
yasasıdır. Nedir bu özel koşullar?
Etoburluğa yol açan mutasyonlar
Etçil denen hayvanlara bakın: Hepsinde avlarını yakalayıp, yiyip sindirecek
(pençe, gaga, diş gibi) organlar gelişmiştir. Görünürdeki gerçek, bu
organların avlanmalarını ve beslenmelerini sağlama amacına yönelik olarak
geliştiğidir. Bu anlayışın dinsel biçimi, yaradanın onlara, beslenmelerini
sağlamak amacıyla bu organları bağışladığı inancıdır. Başka bir deyişle,
yaratıcının her bir canlının beslenmesi (nasibi) için bir başka canlı
yaratmış olmasıdır. Böylece yaradan, bitkileri hayvanların beslenmesi için,
hayvanları insanların beslenmesi (insanlarca avlanması) için yaratmıştır.
“Ya insanları, onlarla hem canlıyken hem öldükten sonra beslenen virüsler,
bakteriler (mikroplar) için mi yarattı?”
Bir hayvanın beslenmesi ve yaşaması için bir başka hayvanın ölmesi
gerekliyse, zorunluysa, “yaşam savaşı” gibi kavramlar, “yaşam savaştır” gibi
yargılar bize doğru gelebilir. Oysa bu yargılar bilimsel düzeyde doğrular
değildir. “İnsanlar mikropların beslenmesi için mi yaratıldı?” sorusu, söz
konusu yargının genel doğruları yansıtmadığı yolunda aklımızı başımıza
getirmeli. Yaradanın insanları mikropları beslemek “amacı” ile yarattığını
aklı başında kim ileri sürebilir?
Sorun “amaç” kavramında düğümlenmektedir. Organik evrim, “giderek daha
yetkin canlı formlarına ulaşma amacı” yönünde bir gelişme değildir. Evrim
kuramında ileri sürülüp, genetik biliminde gösterildiği, biyoteknolojide
kanıtlandığı gibi, genlerde “mutasyon” denen nedensel değişikliklerin
ürünüdür. Bilindiği gibi, bir mutasyon, bir canlıda, canlının mutasyona
uğrayan genin denetlediği organında ya da bir biyokimyasal işlevinde
değişmeye yol açar. Söz konusu değişiklik, kırk yılda bir bile olsa o
canlının yararına sonuçlar verirse, o gen ve o genin denetlediği organ,
işlev, o canlının üremesiyle soylarına geçer, zamanla o canlının topluluğuna
(popülasyona) yayılır.
Boynuz örneğini ele alalım: Boynuzsuz ya da küt boynuzlu bir canlı türünde
bir mutasyon sivri boynuz yol açtı diyelim. Olanlar, olacaklar nedir
bakalım: Nedensel mutasyon önce gelir. Canlı, o mutasyonun kazandırdığı
organını, sınama ve yanılma yoluyla, amaçlı kullanmayı sonradan öğrenir.
Canlının davranışı değişir. Kuşaklar boyu süren bu değişiklik, söz konusu
canlının söz konusu (değişen) organıyla bağıntılı öteki organlarında, o
organla etkileşimine uyum sağlayan yeni değişikliklere (mutasyonlara) yol
açabilir.
Sonuç olarak, ben diyorum ki, bazı hayvanlarda oluşan mutasyonlar, onlara
saplanıcı, parçalayıcı organlar, söz gelimi diş, pençe gibi silahlar
kazandırmıştır. Bu organların sağladığı olanakları zamanla kavrayan
hayvanlar, besinlerini, bitkiler yerine öteki hayvanlardan sağlama yoluna
girmişlerdir. Öteki organları da buna göre değişme (uyarlanma) göstermiştir.
Örneğin otçullarda görülen, güç sindirilen bitkisel besinlerin özümlenmesi
için gelişmiş uzun incebağırsakların yerini, etçillerde kısa bağırsaklar
almıştır. Bu ve benzeri değişikliklerle o hayvan, etle beslenmeye uyarlanıp,
bitkilerle beslenmede zorlanan bir fizyolojiye sahip olmuştur. Bu gerçekten
konumuz adına çıkarsanabilecek sonuç, kartalın avcı, güvercinin av konumunu
Tanrının yazgısına, doğanın “yaşam savaşı” yasasına değil gagalarının,
pençelerinin iriliklerini, farklılığını sağlayan mutasyonlarına borçlu
olduklarıdır.
SAVAŞ AÇISINDAN İNSANLIĞIN TARİHÇESİ
Savaşı insanlık tarihi içine oturtabilmek için insanlık tarihine hızla göz
atmak gerekir. Bunu kuşkusuz ancak savaş ile ilgili olguları seçip
sıralayarak yapabiliriz. Bu bize aynı zamanda savaş olgusunu tarihsel bir
perspektif içerisinde değerlendirebilme olanağı sunacaktır.
OTOBURLUK ETOBURLUK AÇISINDAN İNSANIN ORGANİK EVRİMİ
Etçil hayvanlar gibi avlanmaya yarayan organlara sahip olmayan insanların
(otoburlukları yanı sıra) etobur olmaları neyle açıklanabilir? İnsanların
etobur davranışları, özetlediğim evrim şemasına uygun düşmeyen “acayip” bir
durum göstermektedir. İncebağırsaklarının aynı irilikte etçillerinki gibi
kısa (5 metre kadar) olmayıp, uzunluğu (10 metreyi aşması) bu acayipliği
pekiştirmektedir. Bunlara bir de, körbağırsağın nasıl açıklanacağı
eklenince, durum kördüğüm olmaktadır.
Bu, gene de açıklanamayacak bir durum değildir. İnsanların fırlak kazık
dişler, hançer biçimli pençeler gibi doğal silahları yoktur. Ama bu
organlara benzer araçlar yapmış, el baltası, mızrak gibi yapay silahlar
geliştirmişlerdir. Dolayısıyla etoburlukları, organik evrimlerine değil,
kültürel evrimlerine dayanmaktadır. Tüm bu bilgilerin konumuzla ilgisi ne?
Konumuzla ilgisi, insanların savaşçılık geleneklerinin doğaya, organik
evrimlerine değil, kültürel evrimlerine dayandığını göstermesidir.
İnsanların savaşçılıklarının köklerinin, yaşadıkları avcılık ve toplayıcılık
dönemine dayanmasıdır. Savaş olgusunu tarihsel perspektif içinde
kavrayabilmek için, onları araç yapma (kültürel evrim) noktasına getiren
organik evrimlerine (özetle) bakılmalı. Sonra onları bu noktadan alıp, dünya
savaşlarına götüren kültürel evrimleri üzerinde (yeterince) durulmalı.
İnsanın organik evrimi ve otoburluk
Fosilbilimin ipuçlarına göre, bugün için, insanın en uzak hayvan atasının
ağaçsivrifaresi adı verilen bir kemirgen türü olduğu varsayılıyor. Orman
tabanındaki yumuşakçalarla beslenen bu canlı, 70 milyon yıl kadar önce
ağaçların üzerinde yaşamaya başlamış. Ağaç yaşamında geçirdiği 50 milyon yıl
kadar süren evrimi sonucunda otobur bir maymun olarak ağaçtan savana
yaşamına inmiş. Ramapithecus adı verilen, zamanımızdan 15 milyon yıl kadar önce görülen bu canlı
ya da ona benzer bir tür (Şivapithehus) savanada etçillere karşı kendini savunma yollarını aramış. Bir
“insanımsı” (hominoid) sayılan bu tür, zamanımızdan 5 milyon yıl kadar önce
başka bir türe evrilmiş. Arada sırada dikilen, doğada nesneleri araç olarak
kullanabilen, “insansı” denen kuyruksuz maymun cinsinin türlerine dönüşmüş.
Üç milyon yıl önce dikilmesi sonucunda özgür kalan elleriyle araç yapmaya
başladığı anlaşılıyor. Bu ender canlının fosillerine verilen ad Homo (insan) cinsi. Homo cinsinin ilk türü; 2,5 milyon yıl kadar önce görülen Homo habilis. Çağdaş tipte insana varan evrimin bir sonraki basamağında (2 milyon yıl
önce) Homo erectus var.
Bir milyon yıl önce ise, bugünkü insan türünün arkaik tipi Homo sapiens görünür.
Kültürel evrime geçiş ve etoburluk
Tüm bu evrim süreçlerinde konumuz bakımından önemli gelişmelerden biri
şudur: Canlılar arasında 1 milyar yıl kadar önce görülen cinsel yolla
üremenin beş milyon yıl kadar önce belirginleşen bir yan ürünü olarak,
erkeğin dişiden daha iri olması. !kincisi, yakın hayvan atalarımızın savana
koşullarında yırtıcı hayvanlara karşı kendilerini savunma sorunu. Bunun için
el baltası, mızrak gibi araçlar geliştirmiş olmalılar; bunlar ileride av
silahı, daha sonra savaş silahı olarak kullanılacak araçlara
dönüşeceklerdir. Üçüncüsü, yırtıcı hayvanların bıraktıkları leşlerle
beslenmek zorunda kalmış olmaları olasılığı. Otobur fizyolojisiyle avlanmaya
başlamaları, etin tadını alacakları böyle bir geçiş evresi varsayımını
gerektirmektedir. Olasılıkla, etçillere karşı savunma araçlarını gittikçe
geliştirmişlerdir. Öyle ki bir gün kendilerini, savunma konumundan, örgütlü
takım yapıları sayesinde saldırıya geçebilecek güçte görmüşlerdir.
AVCILIK VE SAVAŞÇILIK AÇISINDAN İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİ
İlk insan topluluklarını (bıraktıkları fosillere ve araçlara bakarak) avcı
ve toplayıcı bir yaşam biçimi geliştirmiş canlılar olarak görürüz. İnsan
artık, yırtıcı bir hayvan olma yolundadır. Bu yolda doğanın (organik
evrimin) esirgediği organların işlevini gören araçlarla, eksiğini
tamamlamıştır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: İnsanın avcı olması, av
geleneğinin kendi türünden canlılara yöneltilmesiyle (ilerde) savaşçı olarak
görünmesi, bir doğa yasasının ürünü değildir. Avcılığı, değişen yaşam
koşullarına göre oluşan kültürel evrimin sonucudur.
Leşyiyicilikten avcılığa
İnsanın ilk araçlarının (el baltası ve sivri sopa) aynı zamanda ilk av
silahlarına, giderek savaş araçlarına dönüşeceğini belirtmiştim. İlk insan
topluluklarının savunma silahlarını geliştire geliştire kendilerini
saldırıya geçebilecek konumda buldukları da belirtilmişti. Böylece insan (aç
kaldığında bile olsa), leş yerine hayvanları avlayarak taze ve bol et yeme
yoluna girmiş görünür.
İnsanın geçimini sağlama yolunda, toplayıcılık yanı sıra avcılık önem
kazanınca, ortaya avcı ve toplayıcı yaşam biçimi çıktı. Cinsel
farklılaşmanın uzantısı olan bir olguyla, kadınlar toplayıcılıkta kalırken
erkekler avcılığı üstlenmişlerdir. Bu, erkeklerin fizik güçlerine bir de
silah gücünü eklemiştir. Ayrıca, toplayıcılıktan farklı olarak avcılık,
kolektif bir etkinliktir. Yukarı Paleolitik uzman avcılık döneminde ise
koşullar iri, otobur memeli avında uzmanlaşmayı, planlamayı, eşgüdümünü,
dolayısıyla önderliği gerektirmiştir. Ancak, bu noktada önderlik avla
sınırlıdır. İleride (savaş gibi) av dışı alanlara yayılacaktır. Bu yoldaki
gelişmeler, erkek cinsin kültürel evrimine, dolayısıyla kültürel geleneğine,
örgütlenme ve önderlik avantajını eklemiştir. Bunlar, ileride örgütlü,
önderli kavgalar olan savaşa Yaracak yönde atılmış ilk adımlar sayılabilir.
Savaşın erkek işi olmasının kökleri bu olgulara dayanır.
Avcı bir topluluk için, beslendiği hayvanların (hele kıtlık durumlarında)
bir yırtıcı ya da başka bir topluluk tarafından avlanmasının pek farkı
yoktur. Avcı topluluklar (çağdaş ilkellerde kafatası avcılığının gösterdiği
gibi) başka topluluğun insanlarını da avlanacak yırtıcı hayvanlar gibi
görmeye eğilimlidir.
Avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe
Son Buzul Çağı’nı sona erdiren koşullar, iri otobur memeli sürülerinin
çoğunu vurdu, yok etti. Kalanların buzullarla birlikte kuzey enlemlerine
çekilmesine yol açtı. Onlardan günümüze Laplar, Eskimolar, Yakutlar gibi,
sürülerle birlikte kuzeye göçmüş olan halklar kaldı. Kuzeyde, göçmeyen
Avrasya toplulukları toplayıcılık ağırlıklı eski yaşam biçimlerine dönmüş
görünürler. Daha kurak koşullar içinde kalan Ortadoğu toplulukları ise,
geçim yolunu değiştirmişlerdir. Geçimlerini bölgenin yayılım gösteren
yabanıl tahıllarını devşirmeye bağlamışlardır.
Geleneksel olarak bitkisel besin toplayıcılığını üstlenen kadınlar
(zamanımızdan 10-15 binyıl kadar önce) yabanıl tahıl devşiriciliğinde
uzmanlaşmışlardır. Yabanıl tahılları sulama, çapalama derken, onları uygun
yerlere ekmeye başlamışlardır. Böylece insanlığı, toplayıcılıktan
üreticiliğe geçirmişlerdir.
Üretim, ekilen toprakların yanında yerleşmeyi (köyleri) getirmiştir.
Bitkisel besin üretiminde başrolü kadınlar oynamışlardır. Erkekler, tarımla
gelen sap saman gibi artıkların sağladığı olanakla hayvanları
evcilleştirmişlerdir. Bunu, gelişigüzel avlanmaktan vazgeçerek
başarmışlardır. Onları ağıllarda, ahırlarda besleyip, canları istediklerinde
(acıktıklarında) “avlamak” için kendilerine tutsak etmişlerdir. Özetle,
köylerde, kadınlar elde çapa çiftçilik, erkekler (bugünkü gibi) elde sopa
çobanlık yapmışlardır.
Tarlaya dönüştürmek için emek dökülen, emekle sürülüp ekilen topraklara av
alanlarından daha çok sahip çıkılacaktır. Tarlalara ya da tarla ürünlerine
yönelik (avcılarca ya da öteki çiftçilerce) bir saldırıya karşı onları
(köyleri) “savunmak” (silah onlarda olduğuna göre) erkeklere düşecektir.
Hayvanları avlamakta kullandıkları silahlarını ve bilgilerini insanları
avlama yolunda kullanmakta duraksamayacaklardır. Buna karşılık kadınların,
değil silaha sahip olması, silahlara dokunmaları bile (çağımızın bazı ilkel
topluluklarında da görüldüğü gibi) tabu sayılacaktır.
Çiftçilikten çobanlığa
Bitkisel ve hayvansal besin üretiminin birlikte yürütüldüğü çiftçi yaşam
biçimi, avcılıktan daha yorucudur. Ancak, gerek tahıllar gerek canlı
hayvanlar, insanlara gelecek güvencesi sunmaktadır. Bu nedenle olsa gerek,
yerleşik çiftçi yaşam biçimi hızla yayılır; tarıma uygun yabanıl tahıl
bölgesini ve çiftçiliğe en uygun toprakların bulunduğu bölgeleri aşar.
Ortadoğu’nun çiftçiliğe en uygun bölgesinin güneyinde çöller, kuzeyinde
bozkırlar vardır. Güneydeki çöller, zamanın tarım aracı olan çapayla
işlenmeye uygun (gevşek) topraklardır. Ancak buralarda yağış yetersizdir.
Kuzeydeki bozkırlarda yağış bol, ama toprak elverişsizdir; otlarla, köklerle
kaplı olup, çapayla işlenemeyecek denli sıkıdır. Ama her iki bölgede de
hayvansal besin üretimine uygun uçsuz bucaksız otlaklar (bozkırlar)
uzanmaktadır.
Buralardaki topluluklar, giderek hayvansal besin üretiminde
uzmanlaşmışlardır. Yerleşik çiftçi yaşamını bırakıp göçebe çoban yaşamına
geçmişlerdir. Buralara komşu bölgelerdeki avcılar da çiftçiliği değil
çobanlığı benimsemişlerdir. Sonuç, insan topluluklarının farklılaşması,
yerleşik çiftçi yaşam biçiminin yanında göçebe yaşam biçiminin gelişmesi
olmuştur.
Çiftçi ve çoban yaşam biçimleri (ikisinde de üretici ekonomi bulunmakla
birlikte) birbirinden oldukça farklıdır. Çiftçi “yerleşik”, (hem bitkisel
hem hayvansal besin ürettiğinden) “kendine yeterli”, köyü ve ürünü savunmada
kalan, görece “barışçı”, görece “güvenli” bir yaşam biçimine sahiptir. Çoban
topluluklar göçebe, (bitkisel besin kıtlığı çektikleri için) “kendilerine
yetersiz” gruplardır. Aynı zamanda otlaklarını ve sürülerini çok kısa
sürelerde yitirebildikleri için yaşamlarının “güvensiz” olduğu söylenebilir.
Sonra göçebe çobanlar (sürülerini ve otlaklarını savunmak ya da sürü ve
otlak ele geçirmek için) “savaşçı” (militarist) bir yaşam biçimini
sürdürmektedirler. Bu topluluklarda (sürünün yönetimi ve savunulması erkeğe
düştüğü için) erkeğin ağırlığı daha fazladır. Bu nedenle çoban toplulukların
ataerkil kültürü zamanla “militarist” nitelikler kazanmıştır.
Çobanlıktan askerliğe
Tarlaların sınırlan belli, otlaklarınki belirsizdir. Dolayısıyla,
otlakların ele geçirilmesi ve elde tutulması, göçebe çoban topluluklar
arasında kavgalara yol açabilir. Ayrıca sürü, salgın hastalıklara açıktır.
Beş on yılda oluşturulan bir sürü, bir salgın hastalıkla beş on günde yok
olabilir. Bu durumda, çobanlıktan başka iş bilmeyen bir topluluk, öteki
çobanların sürülerini kaçırmak isteyecektir. Sorunun bir başka çözümünü,
çiftçilerin ambarlarını yağmalamakta görecektir.
Çoban toplulukların bitkisel besin eksikliklerini, sürü ürünleriyle değişme
karşılığında çiftçilerden sağlama yolları (barışçı ticaret olanakları da)
pek açık değildir. Çünkü çiftçi topluluklar kendilerine yetecek kadar
hayvansal besin de üretmektedirler. Çobanlar “ne yapalım, değişmek
istemiyorlar” diye boyunlarını bükecek değildir. Barışçı yollarla
sağlayamadıklarını savaşçı yollarla sağlamayı sınayacaklardır. Bu sınavı
genellikle başarıyla verirler, çünkü yaşam biçimleri savaşçılığa yatkındır.
Kereste, maden, at gibi savaş araçları kaynaklan bölgelerinde (tekellerinde)
bulunmaktadır. Bu yüzden çiftçilerle savaşçı ilişkilerinden genellikle
ellerinin kanı ama “yüzlerinin akı” [?] ile çıkacaklardır.
Talandan vergiye
Kadınların yabanıl tahılları evcilleştirerek insanlığı üretime geçirmesi
üzerine, erkekler de avladıkları hayvanları besleyip güderek
evcilleştirmişlerdi. Erkekler silahlarını tarlaları, köyü, ambarları koruma
yolunda insanlara karşı da kullanmaya başlamışlardı. Göçebe çobanlık
başladıktan sonra ise, çiftçi-çoban topluluklar ilişkileri, barışçı
yollardan çok savaşçı yönde gelişmişti. Bu gelişme sonucunda, bir önceki
(üretim öncesi) dönemin avcılarının bir sonraki (üretim sonrası) dönemde
savaşçılara (askerlere) dönüştüğü görülecektir. Şöyle ki, çoban-çiftçi
savaşçı ilişkilerinin dört evreden geçerek insanlığı eşitlikçi ilkel
topluluktan sınıflı, eşitsizlikçi uygar topluma geçirdiği görüşündeyim:
Birincisi “talan” evresidir. Çobanlar, ambarlarını yağmalama girişimlerine
direnen çiftçileri öldürürler, köyü yakıp yıkıp talan ederler. Bunun altın
yumurtlayan tavuğu boğazlamaya benzediğini (zamanla) anlarlar. Anlayınca,
tutum değiştirir, yağmacılığa geçerler. Öyleyse ikincisi “yağma” evresidir.
Yağma evresinde talandan kaçınırlar. Üretimi gelecek yıllarda sürdürmeleri
için çiftçileri öldürmemeye çalışırlar. Ürünlerinin hepsini almamaya özen
gösterirler. Ancak, böyle davranan çoban topluluklara karşılık böyle
davranmayalar da çıkar. Onların, kendilerinin öteden beri yağmalamaya
geldikleri köyleri talan etmelerine izleyici kalamazlar. Talanı önlemek için
köylüleri korumaya başladıklarında üçüncü evre “haraç” dönemi başlamış
demektir. Haraç, bu korumanın karşılığı olarak (haklı) görülüp haklı
gösterilir. Zamanla belli bir orana bağlanır. Haraç alan ”asker” topluluk,
haraca bağladıklarını daha iyi koruyabilmek için onların yanına yerleşir ki
bu “fetih ve tabakalaşma” demektir. Artık, koruma karşılığında diye, belli
oranda ve belli zamanlarda toplanan haraçlara “vergi” diyebiliriz. Böylece
devlete varılan yolda (dördüncü evreye), “vergi” evresine ulaşılmıştır.
Göçebe çoban topluluk, yerleşmekle birlikte, çiftçilik yapmaya yanaşmaz.
Buna yanaşmadığı gibi, çobanlığı da çiftçilere yıkabilir. Yönettiği çalışan
çiftçiler üzerinde, çalışmayan, topraklara (“fetih hakkı” [?] ile) sahip
çıkan konuma geçer. Topraklarını bazen korumak bazen genişletmek için
örgütlü, planlı, kolektif kavgalara yani savaşlara girişen asker, yönetici
sınıfa dönüşmeye başlar. Ayrıca içte, sömürülen üreticilerin ayaklanmasını
önlemek ya da bastırmak, üretimi azaltacak kavgaları engellemek, yatıştırmak
için kolluk görevi üstlenir. Sınıf kavgası alevlenince de “iç savaş” başlar.
Kavga durumu süreklilik kazanır. Egemen sınıf, savaş ilişkilerini yürütecek
uzmanlaşmış organlar, kurumlar geliştirir. Böylece gerçek anlamında savaş,
insanlık tarihine girmekle kalmayıp yoğunlaşmış ve kurumlaşmış olur. Kolluk
güçlerinin bazı etkinlikleri bir bakıma iç savaşın zamana yayılmış az yoğun
biçimidir. Bu yolda silah kullanmanın devlet tekeline alındığı noktaya dek
varılır.
Şeflikten devlete
Fetih, tabakalaşma (ürünün belli bir oranı olarak saptanmış haraç olan)
vergi, ilkel topluluktan eşitsizlikçi uygar topluma ve şeflikten devlete
geçişin gerekli koşullarıdır. Ama bunlar kalıcı bir devletin koşulları
değildir. Çünkü göçebe çoban aşiretlerin yerleşik çiftçi (köylü) topluluklar
üzerindeki egemenliği kalıcı olmayabilir. Çiftçilerin ürettiği artı ürüne
(surplus) el koymasına varan bir fetih ve tabakalaşma, küçük çapta kaldığı
sürece geçici olur. Yüz yüze insan ilişkileri (topluluklar arası evlilikler,
dostluklar vb. yollarla) sömürü ilişkilerini aşındırır. Birkaç kuşak sonra,
haraç alan çobanların da sabanın sapma yapışıp üretici çiftçilere
dönüştükleri görülür.
Ama fetih (bir göçebe çoban kabileler federasyonu olarak örgütlendirilmiş)
büyük bir akın sonucunda görülmüşse sonuç farklıdır. Hele (vadideki bütün
köyler gibi) geniş bir alan üzerinde gerçekleşmişse, tabakalaşma kalıcı
nitelik taşıyabilir. Çünkü bu durumda sömürenler, üreticileri,
örgütledikleri aracılar kanalıyla sömürme yoluna başvururlar. Ve aracılar
(çiftlik kahyalarının durumunda olduğu gibi) fatihlere sorumludurlar.
İşlerinden olmamak için (sömürülenler kendi halklarından bile olsa) sömürü
oranını düşürmemeye çalışırlar. Böylece sömürü ve tabakalaşma süreklilik
kazanıp kurumlaşır.
Uygar toplumun ve devletin doğuşu için bu “yeterli koşullar” ilk kez MÖ 4.
binyılda gerçekleşmiş görünür: Gerilerinde, tarihe göçebe çoban topluluklar
federasyonu olduklarının ipuçlarını bırakmış olan Sümerler dağlardan vadiye
inerler. Mezopotamya Vadisi köylerini fethedip haraca (ve angaryaya)
bağlarlar. Nüfuslarının zamanla artışına koşut olarak, el koydukları artı
ürünü artırmak zorunda kalırlar. Bunun için, köylere angarya salıp, emekçi
orduları kurarak vadide yeni toprakları kanal, baraj, set, akaçlama
sistemleri yaptırarak) sulu tarıma açarlar. Böylece artan üründen ve
verimden aktarılan büyük toplumsal artılar, uygarlığın tekerleğini döndüren
enerjiyi sağlayacaktır. Taşkın ovasında su denetleme işleri, angarya yolu
ile sağlanan çok sayıda emekçinin ve karmaşık işlerin örgütlenmesini
gerektirir. İş yönetimi de, insan yönetimini zorunlu kılar. Giderek, fatih
topluluk içinde de işi işleri ve insanları yönetmek olan bir kesim (kadro)
oluşur. Bu tam zamanlı uzman yöneticilerle, toplumdaki çalıştıran-çalışan
farklılaşmasının üzerine bir de yöneten-yönetilen farklılaşması (siyasal
farklılaşma) binmiş olur.
Mezopotamya’da, söz konusu gelişmelerle, Sümerli çobanlar (devletin zor
kullanma işlerini yerine getiren) askerlere dönüşmüştür. Aralarındaki
Şamanlar ise, zamanla din adamlarına dönüşmüşlerdir. Tapınaklarda, tapınak
topraklarında ve tapınakların çevresinde serpilen kentlerde iş ve insan
yönetimini üstlenmişlerdir. Giderek yönetim kurumlarını (örneğin yasaları,
dinsel ideolojiyi) geliştiren yöneticiler olmuşlardır. Bu bakımdan denebilir
ki yeryüzünün ilk devleti, Mezopotamya’da doğmuştur. Bu devlet bu bölgede ve
benzeri koşullar nedeniyle ilk uygar toplumların ve devletlerin kurulduğu
Mısır, İndüs, Çin, hatta Orta Amerika’ da, din adamları yönetimi biçiminde
ortaya çıkmıştır. Din adamları yönetimine teokrasi (Tanrı yönetimi)
deniyorsa da bu, doğru bir kavramlaştırma değildir. Çünkü söz konusu
toplumları aslında yöneten (olmayan) Tanrılar değildir, Tanrıların vekili
sayılan din adamlarıdır. Bu nedenle onların yönetimine (Yunanca din adamı
anlamına gelen “kleros”dan gidilerek) klerokrasi denmesinden yanayım. Şimdi
bu noktaya nasıl varıldı, ona bakalım:
Patriarşi: Ailelerde ve (klan, kabile gibi) aile çapında topluluklarda
topluluğu yöneten tam zamanlı yöneticiler yoktur. Aile, topluluk işleri
(öteki üyelerle aynı işleri yapan, ya da kendisi de çiftçilik ya da çobanlık
eden) babalarca “yürütülür”. Bu duruma, bilindiği gibi, “patriarşi”
denmektedir. Bir patriarkın (aile babasının) erki (buyurma yetkisi) öteki
aile üyelerini kapsayacak kadar artarsa o kimseye “şef” denebilir.
Şeflik: Şeflik (özerk köylerde ve aşiretlerde görüldüğü gibi) yan zamanlı
ya da tam zamanlı yöneticilere dönüşmüş soy (sülale) başkanlarının “kişisel”
yönetimidir. Yöneticiliğin, devlet örgütü kurulduktan sonra da
(cumhuriyetlere dek) babadan oğula (erkekten erkeğe) geçmesi geleneğinin
(düzeninin) kökünde bu olgu yatmaktadır.
Şefler, başta komutanlık olmak üzere din adamlığı, yargıçlık gibi asal
yönetsel işlevleri tek başlarına üstlenirler. Şeflerin yanında tapınak
(din), yargı gibi kurumların oluştuğu yerde, ordu da kurumlaşır. Bu durumda
yöneten-yönetilen ilişkisi de kişisel bağlan (akrabalık kan bağlarını) aşan
kurumlaşmış bir nitelik kazanır. Kurumların içini dolduran kişilerin erki
gelip geçicidir; kurumlarda sürdürülen erk kalıcıdır. Kurumların içini
dolduran kişiler, ilkede, ölünceye ya da (av önderliğinde olduğu gibi)
güçten düşünceye dek yönetmezler. O makama atanmış bulundukları sürece erk
sahibidirler. Bu kişiler genellikle tam zamanlı profesyonel
yöneticilerdir.
Din adamı yönetiminden asker yönetimine
Devlette yönetim biçimi, erki ele geçiren ya da kendilerine erk verilen
yöneticilerin (sayısından çok) kimliğine göre değişir. Yöneticilerin din
adamı olduğu Sümer kent devletlerinde yönetim biçimi klerokrasidir (yani din
adamlarının yönetimidir). Kamu yönetiminin din dışı (kamu güvenliği gibi)
alanları da din adamlarına bağlıdır. Mezopotamya kent devletlerinde ordu, MÖ
3. Binyıla dek başkomutan kanalıyla başrahibe bağlı görünür. Bunu,
yöneticilere, koruyucusu oldukları tapınakların ve o tapınağın bulunduğu
kentlerin farklı Tanrılarının vekilleri oldukları ileri sürülen sanların
(titrlerin) verilmesinden çıkarıyoruz.
Çiviyazılı tabletlerde karşılaştığımız, “Tanrının vekili” anlamına gelen bu
san (en-si ya da pa-te-si) zamanla yerini lu-gal sözcüğüne bırakır. Lu-gal
güçlü kişi anlamına gelip, yönetime (Umma kent devleti yöneticisi
Lugalzaggisi gibi) komutanların geçtiği yolunda yorumlanmaktadır. Bunun yanı
sıra, tapınak temelleri yanında saray temelleriyle karşılaşılmaya başlanışı
ve din adamlarını sömürücülükle suçlayan metinler gibi kanıtlar da
bulunmaktadır (10).
Yönetimin din adamlarından askerlerin eline geçmesine varan olaylar şöyle
gelişmiş görünür: Kent devletleri arası su denetleme ve bölgede egemenlik
savaşları askerlerin önemini artırmıştır. Varsıllaşan kentleri ne zaman
vuracağı belli olmayan barbar akınları ise, sürekli ve güçlü bir ordu
beslemeyi dayatmıştır. Bu, tapınaklarda biriken toplumsal artının
(T.C.’dekine benzer biçimde) ne kadarının din, ne kadarının askerlik
işlerine ayrılacağı (bölüşme) konusunda başrahiple başkomutanı birbirine
düşürmüş olmalı. Böylece din adamları ile askerler arasında sürtüşmeler
yaratmış olsa gerek. Sonunda askerler yönetime el koymuş görünürler.
Yönetimlerinin Tanrının isteğine uygun olduğunu söylemeleri koşuluyla, din
adamlarına yalnızca tapınaklarının ve din işlerinin yönetimini
bırakmışlardır. Monarşi, derebeylik gibi adlarla bilinen yönetimlerin,
bunların hepsini kapsayan bir kavramla asker kökenli yöneticilerin bulunduğu
yönetim biçimlerinin doğru adının “timokrasi” (asker yönetimi) olmasının
gerektiği kanısındayım.
Dünyanın birçok yerinde, hatta yalnız Eski Dünya ülkelerinde değil Yeni
Dünya’da da devletin ilk olarak doğduğu yerlerde ilk yönetim biçimi
klerokrasi olmuş, onu timokrasi izlemiştir. Askerler, siyasal erklerini,
toplumsal artı çektikleri, zamanın üretim araçları olan topraklar üzerindeki
gerçek ve varsayımsal sahiplik ve denetimlerine (ekonomik erklerine)
borçludurlar. Bu erkin sürdürülmesi ise, ister savunma ister saldırı
biçiminde olsun, savaşla çok sıkı ilişkilidir. Bu olgu, tarih boyunca
savaşları besleyen en önemli etmen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda da
görüldüğü gibi, savaşlarda, koruma (muhafız) alaylarındaki askerlerle (savaş
sırası) derleme ordulardaki köylüler savaşmıştır, ele geçirilen topraklar
komutanların (paşaların, egemenlerin, padişahın) olmuştur. Ordudaki sıradan
askerlere, olsa olsa bu topraklarda serf (ırgat) ya da kahya olarak boğaz
tokluğuna çalışmak kalmıştır. Asker yöneticilere savaş, yitirince
(canlarından çok) topraklarını yitirecekleri, kazanıldığında san, ün, makam
yanı sıra toprak kazanılacak bir kumar kadar çekici görünmüştür.
Orta Amerika Tanrıları gibi (savaşlarda akan) kan ile beslenen timokrasi
yönetimleri, Fransız Devrimi’nde simgelenen burjuva egemenliğine dek sürdü.
Sonra yönetim, askerlerden burjuvaların (kapitalistlerin) eline geçti.
Zamanın üretim araçları kadar siyasal erkin de, ister tacirlerce ister
endüstricilerce olsun, savaştan çok para ile ele geçirilmesine bakılmalı.
Buna bakılarak yönetim biçiminin timokrasiden “plütokrasi” yönetimine
dönüştüğü söylenebilir. Pluton, bilindiği gibi, Yunan’ın Varsıllık
Tanrısı’dır. Plütokrasi “varsıllar yönetimi” anlamına gelir. Yönetimin
askerlerin eline geçmesi üzerine eski yöneticiler olan din adamları
askerlerin hizmetine girmişti. Buna benzer biçimde, plütokrasilerde askerler
plütokratların hizmetine girmiştir. Din adamları ise, arada bir eski
(yönetici) konumlarını geri alma düşlerine kapılsalar da, efendi değiştirip,
askerlerin buyruğundan varsılların buyruğu altına girmekte
zorlanmamışlardır. Sonuçta devletin, çağımızda, varsılların denetiminde
olduğu söylenebilir. Devletin Althusser’in “baskı aygıtları” dediği
kurumlarında askerler bulunur. Althusser’in “devletin ikna aygıtları” dediği
(11) kurumlarında ise laik ideologlar yanı sıra, dinsel ideologlar olan din
adamları görevlidir. Ama sıcak savaş askerler, ideolojik savaş laik ve
dinsel düşünürler tarafından yürütülüyor görünse de her iki savaş da
varsıllar (kapital) tarafından tasarlanıp yönetilmektedir. Kapitalizm,
emperyalizm, globalizm dönemlerinde yönetici sınıflarla savaşların ilişkisi
ise açıklama gerektirmeyecek denli anlaşılmış bulunmaktadır.
Plütokrasi ile savaşın ilişkisine gelince, üzerinde pek durulmayan bir
noktaya değinmek yeter: Barbar akınları sırasında imparatorluk kurma
dönemlerinde (açıklanan nedenlerle) savaş evrensel bir çap kazanmıştı.
Napolyon Savaşları’ndan sonra (plütokrasi döneminde) gene evrensel çaplara
ulaşmasının nedeni. (sınıf savaşı, kolonicilik, emperyalizm, küreselcilik
yanı sıra) psikolojiktir. Geleceğe ilişkin güvenlik tasalarının (NATO ve
Varşova paktlarında, İran İslam Devrimi’nde ve ABD dünya jandarmalığında
açıkça görüldüğü üzere) bu güvenliği “rejim ihraç etme” denen (savaş ve daha
büyük güvensizlikler yaratan) yoldan ulaşma girişimleridir.
İnsanlığın kültürel evriminde savaş ile ilgili sonul çıkarsamamız, savaşın
(kökleri ilkel topluma, avcılık, çobanlık dönemlerine dayansa da)
eşitsizlikçi uygar toplumun, mülkiyetin. devletin yapısal bir kurumu olarak
doğup geliştiği yönünde olacaktır.
SAVAŞIN PSİKOLOJİSİ
Savaş, gördüğümüz gibi, organik evrimimizin bir ürünü değildir. İnsanları
kavgaya yönelten “saldırganlık geni” diye bir gen yoktur (12). İnsan türünün
salt kavga işlevi gören bir organı da bulunmamaktadır. Erekli, örgütlü bir
toplumsal etkinlik türü olarak savaş, kültürel evrimimizin (geçici) bir
ürünüdür. Dolayısıyla savaş psikolojisinin nedeni olan bir fizyolojiden söz
etmek doğru olmaz. Kuşkusuz savaş öncesi ve savaş sırası psikolojisi,
insanda (adrenalin salgısının artması gibi) bazı fizyolojik değişikliklere
yol açmaktadır. Ama bu savaş psikolojisinin bir nedeni değil,
sonucudur.
Öfke duygusu
Savaşta öfke gibi bazı “ilksel” psikolojilerin rolü yadsınamaz. Ama öfkenin
kişileri kavgaya, toplulukları savaşa yöneltmesinin (saldırma ya da savunma
kararı alma gibi) düşünsel (dolayısıyla kültürel evrimle ilgili) koşulları
vardır. Öfke, insanın amaçları karşısındaki engellerin yaratıp biriktirdiği,
kavgaya, öldürmeye dek varabilen şiddet yollarına başvurabilmesine yol açan
bir sabırsızlık tepkisidir. Öfke, bazı psikolojik, fizyolojik ve düşünsel
koşulların neden olduğu bir sonuç olduğu kadar, bazı duygu, düşünce ve
eylemlere neden olan bir “ara psikoloji” olgusudur.
Öfkenin kavgaya, savaşa dönüşmesinde (ya da dönüştürülmesinde)
“güvensizlik” duygusunun başrolü oynadığı görüşündeyim. Çünkü amaçlarına
ulaşacak gücünün, yetisinin ve olanaklarının bulunduğunu bilen, düşünen
canlılar (şempanzeler gibi) öfkelenmeden davranırlar; güvenlik duygusu
içinde (goriller gibi), amaçları önündeki engelleri (yaşamlarını riske
atmadan) kaldıracak yolda davranışlar gösterirler.
Acıyla koşullandırma
Toplumlar dil öncesi geçmişlerinde (hayvanlarda olduğu gibi) bebeklerini,
çocuklarını ve gençlerini “acıyla koşullandırma” yöntemiyle (dayakla)
toplumsallaştırmışlardır. Dil, konuşma, insanlığa, anımsanan acı yerine
anımsanacak sözle koşullandırarak toplumsallaştırma yolunu açmıştır. Ancak,
insanlar, avda olduğu gibi kısa zamanda ve kesin sonuçlar veren, amaca
şiddete başvurarak ulaşma yöntemini bırakmamışlardır. Şiddeti insanlara
karşı ve dilden sonra da (uzun erimdeki zararlarını düşünmeden) uygulama
alışkanlıklarını sürdürmüşlerdir. Kısas hukuku kadar savaş da, bu açıdan,
acıyla koşullandırma yönteminin topluluklar arası uygulaması olan bir
kalıntıdır.
Korku belası
İlk bakışta korku, savaş psikolojisinin kaynağındaki duygu gibi görünür.
Oysa korku, hemen tüm primatlarda gözlemlenen bir duygu olmasına karşın tüm
primatlarda, hatta tüm memelilerde saldırganlığa yol açmamaktadır.
Dolayısıyla korkunun kaçmaya değil korkulana saldırmaya yol açması için bir
duygu (geleceğe uzanmış bir korkunun yol açtığı “güvensizlik”) ve bir
düşünce (örgütlenme, saldırma kararı) ile birleşmesi gerekmektedir.
Güvensizlik duygusunun kaynakları
Güvensizlik duygusunun ise kökleri derindedir. Köklerinin, insanın
psikolojik-düşünsel (dolayısıyla kültürel) evriminde “gelecek zaman” kavramı
ile bağlantılı olduğunu sanıyorum. Şöyle ki:
Gelecek zaman tasası: Simgesel araç kullanmasıyla başka hiçbir hayvana
benzemeyen insanın hayvanlardan asal bir farkı vardır. İnsan “bir şey
yaparken iki şeyi birden yapar”. Biri, o şeyi yapar; ötekisi, yaptığı şeyi,
onun simgesiyle bir de simgeler dünyasında (düşüncesinde) yapar. Ve onu
belleğine yazar. Benzeri bir şey yaptığında, geçmişte daha önce yaptığını ve
onun sonuçlarını anımsar. Bu, insana, öteki primatlarınkinden (yüksek
memelilerinkinden) çok daha derin ve yoğun bir “geçmiş zaman” kavramı
kazandırır. Geçmiş zaman kavramının geleceğe projeksiyonu (uzatılması) ise,
insanın bir de “gelecek zaman” kavramı geliştirmesine yol açar.
Örneklendirelim: Geçmişte birden yel ve kara bulutlar gökleri kapatmıştır,
onu fırtına ve sağanak izlemiştir. Sağanak boşanınca kaçıp bir kovuğa
girmiştir. Daha sonraki bir zamanda ufukta gene kara bulutlar görününce
insan, benzeri geçmişi anımsar. Anımsama süreci bununla bitmez; kara
bulutları izleyen olayları ve olanları da çağrıştırır. Böylece daha fırtına
patlak vermeden “az sonra fırtına kopacak’ diye “korkuya” kapılıp kaçar.
Böylece “korku” duygusu o anda olacaklarla sınırlı kalmayıp, gelecekte
olabileceklerden de korkulan ikinci boyut kazanır (13).
İnsanların, karşılanmayınca acı veren gereksinimlerinin karşılanması
sürecinde de gelecek zaman ve korku duyguları önemli rol oynar. Hayvanlar
gereksinim duydukları “anda” onu karşılamak üzere devinime geçerler.
Gereksinimlerini karşılayınca “dinginliğe” ererler. İnsanlar ise,
gereksinimlerini karşıladıklarında acıları dinse de korkulan sona
ermediğinden dinginliğe eremezler. Geçmişte gereksinimlerini
karşılayamadıklarında duydukları acıları anımsayıp, benzeri durumların
ileride de doğabileceği düşüncesiyle, geleceğe ilişkin bir korku ve
“güvensizlik” duygusuna kapılırlar. Geleceği güvene almadan korkularından
kurtulamazlar. Ancak, geleceğin, dolayısıyla güvensizlik duygusunun rasyonel
bir sınırı yoktur. Ne kadar gelecek? Ve ne kadar güvenlik? İşte, insanların
sağlıklarını ve canlarını riske atabildikleri kavga ve savaş kararlarının
altında yatan belki en etkili duygu bu güvensizliktir.
Güvensizlik ortamı: İlkel komünal (dayanışmacı) topluluklar döneminde etçil
hayvanlar arasında yaşarkalma savaşımı güvensizliğin başlıca nedeni
olmuştur. Avcı ve toplayıcı yaşam biçimi, bu güvensizlik duygusunu daha da
besleyen kaynaklardan birini oluşturmuştur. Göçebe çoban topluluklar arası
(otlak kapatma, sürü kaçırma kavgası biçiminde) savaşçı ilişkiler ile göçebe
çoban-yerleşik çiftçi topluluklar arası barışçı olmayan (fetih ve devletle
sonuçlanabilen) ilişkilerin kronik bir güvensizlik duygusu yaratacak kadar
sık ve yaygın olduğu söylenebilir. Uygar (eşitsizlikçi, yarışmacı) toplum
döneminin içte sınıf savaşları kadar dışta barbar (göçebe çoban) akınları ve
toprak savaşları ile dolu tarihi ise, güvensizlik duygusunu sürekli
beslemektedir.
Ksenofobi (yabancı düşmanlığı)
İnsan beyni, duyu organlarından gelen uyarıcılara karşı tetiktedir. Bilinç
onları belleğine yazıp, ardından ne getireceğini izler. Yinelenen uyarıcılar
(acılı sonuçlar getirmedikçe) yinelenen bildik sonuçlar getireceğinden,
beyni alarma geçirmezler. Ama yüksek acı ve yüksek haz verici uyarıcılar
kadar yeni uyarıcılarda da beyin alarma geçer. Bunları bir de olumsuz
olaylar izlemişse korku ve nefret duyguları gelişir. Bu olguların topluluk
çapındaki biçimi, her olguyu kendi topluluğu odağından değerlendirme eğilimi
olan etnosantrizm (etnikbizodakçılık) ve ksenofobi (yabancı düşmanlığı)
olarak adlandırılan tutumlardır. Topluluklar bildik olmayan her şey yanı
sıra yabancı olan kişilere ve topluluklara (o sırada hiçbir zarar vermeseler
de) kuşkuyla bakarlar. Bu, uzun erimde neler getireceğinin bilinmemesinden
(dolayısıyla güvensizlikten) kaynaklanan korku, düşmanlık duyguları ve
düşünceleri geliştirir.
Hobbes paradoksu
Güvensizlik duygusu, hele yabancı düşmanlığıyla birleşince endişe büyür.
Ondan kurtulmanın yolu, insanlara, doğa ve öteki insanlar, topluluklar
üzerinde “egemenlik” kurmak olarak görünmüştür. Burada Hobbes’u anmanın
zamanıdır: “Hobbes paradoksu” diyebileceğimiz bir olguyla, toplumda insan
güvensizlik duygusundan öteki insanlar üzerinde egemenlik kurarak kurtulmayı
düşünür (14). Ancak, üzerinde egemenlik kurulan (üretimle artırılan
bitkiler, hayvanlar gibi) bir (edilgin) doğa gücü olmayıp, egemenlik kuran
gibi irade ve araç sahibi olabilen bir özne (insan) olunca, sonuç değişir.
Egemenlik kurma girişimi, güvenliği getirmediği gibi, daha da yoğunlaşan bir
güvensizlik duygusunu yaratır. İnsanlık daha bu paradokstan kurtulabilmiş
değildir. Dahası. bu paradoks yarışmacı, sahiplenici kapitalist düzenle
birlikte gelişmektedir. Güvensizlik paradoksundan kurtulmanın “kuramsal”
yolu. (Marx’ın belirttiği gibi) doğa üzerinde “bolluk toplumu” koşullarına
ulaşabilecek bir egemenlik ile insanın insan üzerindeki egemenliğine son
verecek dayanışmacı, bölüşmeci, eşitlikçi bir toplumsal düzendir.
Umarsızlık psikolojisi
İnsanlardaki geleceğe ilişkin güvensizlik duygusu, sınıflı, devletli uygar
toplumda din ile uyutulmaya, mal mülk ile avutulmaya çalışılmıştır. Din (onu
araç olarak kullanıp mala mülke dönüştürenler dışında) güvensizlik duygusuna
yol açan gereksinimleri karşılamadığı oranda uyutucu etkisi geçici bir
araçtır. Mal mülk ise, birileri ona ne kadar çok sahip olursa başkalarının
güvensizliğini o kadar artırdığına; sahibine ise tam bir güvenlik duygusunu
hiçbir zaman vermediğine göre, bir (çözüm değil) çözümsüzlüktür. Güvensizlik
duygusunun bir umutla bile susturulamadığı durumlar (örneğin uzun süren bir
işsizlik) bireysel psikolojide “umarsızlık” (çaresizlik) durumu yaratabilir.
Umarsız kalan insan, geleceğini, yaşarkalmasını tümden tehlikede görür.
Sığınacağı hiçbir kurum, hiçbir değer, hiçbir kişi kalmamıştır. Dolayısıyla
karşı karşıya kaldığı bu en büyük korku karşısında insanın kafasının
sigortaları atar, öteki korkuların sesini duymaz olur. Bireysel psikolojide
kişiyi (yaşamını, sağlığını, geleceğini tehlikeye attığını düşünmeden)
kavgaya, savaşa katılmaya iten işte bu umarsızlık (desperation) psikolojik
konumudur. Böyle bir insandan ne rasyonel ne de doğru dürüst (ahlaklı)
davranması beklenemez. Kendi geleceğini, yaşamını, sağlığını tehlikede gören
bir insandan başkalarının geleceğini, sağlığını, yaşamını düşünmesi
beklenebilir mi? Onları ahlak dışı, insanlık dışı davranıyor diye
eleştirmek, tümden geçersizdir. Çünkü kendileri insanlık dışına itilmiş (ya
da düşmüş) durumdadırlar. Savaş çoğu toplumsal kurumları yıkar. Savaşta bazı
toplumsal kurumlar yıkılmamış olsa bile, tüm toplumsal, insancıl “değerler”
yıkılmıştır. Bu nedenle insanların yapmadıkları, yapamayacakları şey yoktur.
Dolayısıyla tüm çaba, savaş çıktıktan sonra savaşan insanı denetlemekten
çok, savaşın çıkmasını önlemeye yöneltilmelidir.
Olasılık mantığı ve kumar psikolojisi
Çağımızın “rasyonel”, “bireyci” ve “bencil” insanının savaş kararı alma,
savaşa katılma, savaşa katılma buyruğuna direnmeme tutumunun altında çeşitli
nedenler yatmaktadır. Bunlardan biri, öteki birçok psikoloji yanı sıra
“kumar psikolojisi” olsa gerektir. Şeylere, isteklere, emek döküp üretmekten
çok, “parayı çalıştırma”, piyango, borsa gibi çeşitli yollarla ulaşılmasının
özendirildiği bir toplumda savaş karşısında bireyler ve kitleler kumar,
piyango olgularıyla aşılanan mantığa itilirler: “Ya çıkarsa?” Teke tek
kavgalarınkinden farklı olarak toplu kavgalar olan savaşlarda, diyelim yüzde
50 yaralanma, ölme, yenilme olasılığı vardır; yüzde 50 de yenme, yaşamda
kalma, kazanma olasılığı. Binlerce insanın parasını yitirip, ancak
onlarcasının kazanmasıyla sonuçlanan piyangodaki davranışa benzer biçimde,
savaşlarda da bu olasılık mantığına seslenilir, bu olasılık mantığı
işletilir.
SAVAŞIN SOSYOLOJİSİ
Sosyoloji (toplumbilim) kısaca, toplumsal durumları betimleyen, toplumsal
ilişkileri, kurumları ve düşünceleri (nedensel) açıklayan bilimsel
etkinliklerin toplamı olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla konusu, tek tek
insanlardan ya da tüm olarak insanlıktan çok, insan gruplarıdır. İnsan
grupları içinde en süreklileri ise (geçmişte klan biçiminde görülmüş olan)
aile ile sınıflardır. İlkel topluluklarda aile, uygar topluluklarda sınıf
birimleri ve ilişkileri başattır.
Savaş daha çok, bir sınıflı toplum olgusudur. Toplum içinde iç savaş, sınıf
savaşı biçiminde ve toplumlar arasında, din savaşları, toprak savaşları,
devletler arası egemenlik savaşları, pazar savaşları vb. biçimlerini
alabilen bir olgudur. Böyle bir saptamaya yöneltilebilecek ilk soru, savaşın
her zaman için bir sınıflı toplum olgusu olup olmadığıdır. Başka bir
deyişle, sınıfsız toplumlarda (ben “topluluklar” diyorum) savaş olgusunun
görülüp görülmediğidir.
Sınıfsız topluluklarda savaşın tohumları
Savaş olgusunu sınıflı toplumla sınırlı görmek, uygar (eşitsizlikçi)
toplumu eleştirirken ilkel (eşitlikçi) toplulukları (Rousseau’nun yaptığı
gibi) ülküleştirmenin (idealize etmenin) ürünüdür. Tarihçesini verdiğimiz
savaş nedenleri, sınıflı, uygar, devletli toplumlarda yoğunlaşmakla
birlikte, ilkel topluluklarda da bulunmaktadır. İlkel topluluklar da
güvensizlik duygusuyla gereksinimlerini gelecek için güvene alabilmek için
doğa (geçim kaynakları) üzerinde egemenlik kurmaya çalışabilmektedir.
Maddesel ve simgesel kültür birikimlerinin yetersizliği nedeniyle bu
egemenliği kuramayınca, ayın beslenme alanları için birbirleriyle yarışmaya
girebilmektedir. Giderek kolektif, örgütlü, hatta planlı kavgalara
girişebilmektedirler. Daha önce de belirtildiği gibi, kıt kaynaklardan
yararlanmada öteki toplulukları bu kaynakları tüketen hayvanlar ile ayın
çuvala koyup (düşman görüp) hayvan gibi avlama yoluna başvurabilmektedirler.
Topluluklar arası ilişkilerde böyle bir iki olay bile, (kan gütme kültüründe
görüldüğü gibi) topluluğun belleğine yazılıp, mitoslarla kuşaktan kuşağa
aktarılıp, maddesel temeli ortadan kalktıktan sonra da güvensizliği ve
yabancı düşmanlığı duygu ve düşüncelerini besleyebilmektedir. Bu duygu ve
düşünceler topluluklar arasında “ekonomik amaçlı” olmayan (örneğin
prestij=saygınlık amaçlı olan) örgütlü kavgalara yol açabilmektedir
(15).
Sınıflı toplumlarda savaşın kurumlaşması
Savaşın daha çok bir sınıflı toplum olgusu olduğu söylenebilir dedik. Buna
karşın insanlık tarihinde sınıfların adı verilen savaşlar (kölelik
savaşları, köylü savaşları, proletarya devrimi savaşları, emperyalist
savaşlar vb.) azdır. Bunun nedeni, sınıf savaşlarının din savaşları, ulusal
kurtuluş savaşları gibi biçimler alabilmesidir.
İdeolojik savaş: Çünkü sınıflar arası (“sıcak”) savaşlar bir sınıfın
üstünlüğü ile sonuçlandıktan sonra sona ermez. Savaşını “ideolojik savaş”
biçiminde süreklilik kazanır. İdeolojik savaşımın iki büyük stratejisinden
biri, İsrailoğulları’nda (Tevrat’da) görülebilir. İsrailoğulları’nın, Kabile
Tanrıları olan “Orduların Rabbi” Yehova adına konuşan din adamı önderlerin
(dinsel şeyhlerin) yönetiminde, öteki halkların (kavmların, toplulukların)
Tanrılarına karşı savaş açtıklarını görürüz. Sınıflaşma belirginleşmediği
için bu savaşlar sınıf savaşı olmaktan çok topluluklar arası savaşlar
sayılabilir.
Ancak, daha sonra “vaat edilen ülke” söylemiyle yerleşme ve uygarlaşma
amacına yönelik savaşlara girişilir. Bunlar daha çok tarıma elverişli
toprakları tekelinde tutan Kenanlı yerleşik, uygar, sınıflı, devletli
toplumlarla yapılan savaşımlardır. Kenanlılar’ın (sonuç Golyat ile Davut
öyküsünde tersine çevrilmiş olsa da Golyat’ta yansıtılan) örgütlü orduları
karşısında alınan art arda yenilgiler İsrailoğulları’nı toplumsal
düzenlerini değiştirmeye zorlar. Kavmdan (halktan) bir grup gelip peygamber
yönetici Samuel’den başlarına bir kral koyması için Yehova ile konuşmasını
isterler. Rabbe isteklerini bildirip yanıtını aldığını söyleyen Samuel’in
sözleri ilginçtir: Rab bana “reddettikleri sen değilsin, ancak üzerlerine
krallık etmeyeyim diye beni reddettiler” der. Sonra Rabbin şunları da
söylediğini aktarır:
“Üzerinize krallık edecek olan kralın hükmü şu olacak: oğullarınızı
kendisine alıp cenk arabaları üzerine ve atlıları arasına koyacak; ve
arabaları önünde koşacaklar; ve onları kendisine binbaşılar, ve ellibaşılar
kılacak. .. Ve tarlalarınızı, ve bağlarınızı ve zeytinliklerinizi, onların
en iyisini alıp kullarına verecek… Sürülerinizin ondalığını alacak ve siz
onun kullan olacaksınız. Ve kendiniz için seçmiş olacağınız kralınız
yüzünden o gün feryat edeceksiniz; ve Rab o gün size cevap [yardım]
vermeyecek.” (16)
Bu sözler göçebe topluluk içinde, uygar toplumların etkisiyle profesyonel
ordunun ve gerçek anlamda savaşın krallık (devlet) ile başladığını
göstermektedir. Kavın Samuel’in uyanlarını dinlemez:
“Fakat kavm Samuel’in sözünü dinlemek istemeyerek dediler: Hayır; fakat
üzerimize bir kral olacak ve biz bütün milletler gibi olacağız ve kralımız
bize hükmedecek, ve önümüze çıkacak ve cenklerimizi [vurgu benim] yapacak.”
(17)
Bunun üzerine Samuel, İsrailoğulları’nı toplar ve en uzunları olan Saul’u
başlarına kral (aslında asker şef) seçer. Onun ardılı Davut zamanında (MÖ
1000 dolaylarında) ise, Kenan’a yerleşilmiş, uygar topluma geçilmiş, devlet
kurumu oluşmuştur.
Yerleşik köylü yaşam biçimi yoksulluğa, kentli yaşam biçimi varsıllığa,
varsıllık sınıfsallaşmaya yol açar. Varsıllar, Kenan’ın varsıl halklarının
Verimlilik Tanrıları’na tapınmaya başlar. Buna tepki gösteren Yehova
inancını sürdüren din adamları, Yehova’ya bağlı kalan yoksul çokluğa
yönelirler. Onların desteğini alırlar. Onları içlerindeki varsıllara ve
Kenan’ın varsıl halklarına karşı kışkırtırlar: “Baal ve Aşeret (İştar)
Tanrıları’yla zina edenlerle savaşın” derler. Filistinliler ile İsrailliler
arasında bugüne dek süren din savaşları, temelde, din savaşı ideolojik
örtüsü altında sürdürülen yoksul halklar ile varsıl halklar savaşı biçimini
alan sınıf savaşlarıdır. Emperyalizme karşı verilen bağımsızlık savaşlarının
da, sınıf savaşları olduğu tarihte birçok örnekte görülmüş gerçektir.
Bir savaş makinesi olarak devlet
Göçebe çoban toplulukları, gördüğümüz yaşam koşulları ve yaşam biçimleri
nedeniyle, “sürekli ve gezici ordular” gibiydiler. Göçebe çobanlarda üretim
ilişkileriyle savaş ilişkileri, denebilir ki, iç içeydi. İngilizcedeki
kalabalık (insan ya da hayvan topluluğu anlamına gelen) “horde” sözcüğünün
öteki anlamlarından birinin “göçebeler grubu”, bir başkasının “hareket
halindeki hayvan sürüsü” olması, sürü, göçebe, savaş olgularının iç
içeliğinin dile yansıması olsa gerektir (18).
Devletlerin kökeninin, göçebe çoban toplulukların yerleşik çiftçi
toplulukları fethetmelerinde ve üzerlerinde egemen sınıf oluşturmalarında
yattığı yolunda bir devlet kuramı vardır (19). Franz Oppenheimer’ın
(çevirdiğim Devlet adlı
yapıtta) ileri sürdüğü, benim benimsediğim bu kuram tarihsel gerçekliği
doğru yansıtıyorsa, devlet savaşla kurulmuştur. Yıkılan devletlerin yerine
yeni devletlerin kurulması da genellikle savaşla olmuştur. Devletlerin
ülkelerini genişletmeleri, gönüllü birleşmelerden çok, savaşla gerçekleşir.
Devletlerin sürmesi de, pek az kural dışı örnek dışında savaş gücüne bağlı
olduğuna göre, devletin bir “savaş makinesi” olduğu söylenebilir.
Öte yandan devletlerin, etnik gruplar, halklar, topluluklar vb. gruplar
arası kavgaları ve savaşları önleyen (Pax Romana: “Roma barışı” deyişiyle
dile getirilen) bir işlevi de vardır. Devletler bunu genellikle silah (kaba
güç) kullanma “hakkını?” tekellerine alarak sağlamaya çalışırlar. Bu,
devlete, içte sınıf savaşını önleme ve toplumsal artı aktardığı üretici
güçleri zayıflatan sürtüşmeleri azaltma olanağı verir. Aynı zamanda bir
savaş aygıtını barış havarisi olarak gösteren ideolojik sıvayı oluşturur.
Ama bu tekel, iç savaşların patlak vermesini önlemeye yetmeyebilir. O zaman
devlet, dişlerini içte de gösterir. Bir yönüyle toplumsal artı aktarma
örgütü, bir yönüyle savaş makinesi olan devletin maskesi düşer, sıvası
dökülür.
Tüm bunlardan çıkarılabilecek sonuç, insanlığın savaştan kurtulmasının aynı
zamanda devletten kurtulmasına bağlı olduğudur.
Savaşın sosyolojisi ile ilgili (son) olarak, savaşları yönetenlerin de
yöneten sınıfların arasından çıktığı belirtilmeli. Savaşıp öldürüp,
yaralanıp ölenlerin ise büyük çoğunluğunu yönetilen sınıfların insanlarının
oluşturduğu bilinmektedir. Savaşın parsasını egemen sınıfların toplayıp,
savaşta yok edilen toplumsal kapitali yeniden üretme işinin çalışan
sınıflara yüklenmesi vd. bildik gerçekler. Dolayısıyla bu noktada savaşın
sosyolojisini kesip felsefesine geçilebilir.
SAVAŞIN FELSEFESİ
Savaşın üstün amaçlar için bir araç olarak değil neredeyse bir amaç olarak
savunuluşunu daha çok Sosyal Darwinci felsefelerde görürüz. Sosyal
Darwinciler savaşı, güçsüz canlıları, türleri, ırkları, toplulukları eleyip;
güçlüleri ortaya çıkaran bir süreç olarak görürler. Hatta savaş, kimi Sosyal
Darwinciler’e göre insanı, türleri, ırkları yaratan bir düzenektir. Sosyal
Darwinci dünya görüşüne sahip emperyalist ve faşist politikacıların
düşüncelerinden örnekleri gördük. Sosyal Darwinci felsefecilerin savaşla
ilgili düşüncelerine örnek olarak ise Nietzsche’nin görüşleri
gösterilebilir.
Üstinsanın gelişinin aracı olarak savaş
Nietzsche’nin felsefesinin dinsel tabuyu yıkışının, değerlerin yeniden
değerlendirilmesi kavramını geliştirmesinin değeri yadsınamaz. Ancak,
Nietzsche’nin savaşı “üstinsan”, (“übermench” dediği, fizik ve düşünce
bakımından üstün, özgür ve kendine yeterli bir insan) türünü getirecek
düzeneklerden biri olarak görmesine ne demeli?
Gerçi Nietzsche de savaşı bir “araç” olarak görür. Böyle görmekle birlikte,
savaşa sıradan araçlardan öte bir değer yüklemektedir:
“Sana öğüdüm çalışmak değil savaşmak olacak. Sana barışı değil savaşı
öğütleyeceğim. İşin savaş olsun, barışın zafer… Sen iyi bir davanın savaşı
bile kutsal kıldığını söylersin; ben ise sana derim ki; her davayı
kutsallaştıran iyi savaştır.” (20)
Bu sözler, Nietzsche’nin felsefesinin inceliklerini göremeyenlerce
kullanılacaktır. Felsefesinin öteki öğelerini (örneğin savaşçı Prusyalılar’ı
“sığır ırk” diye aşağılayarak kaba gücü kınayışını) görmezlikten gelen
ırkçılar, Nietzsche’nin savaş övgüsünü “üstün insan” olarak algıladıkları
“üstinsan” kavramıyla birleştirerek kullanacaklardır.
“Yaşam savaştır” felsefesinin yargılanması
Felsefe düzeyinde Sosyal Darwincilikten, günlük yaşam deneyimlerimizde
insanların birbirleriyle kavgalarında, ekranda, savaş haberlerinden ve
Serengeti belgesellerinde antilop yavrusunu avlayarak beslenen aslan
örneğinden gidilerek insanı, toplumu ve tarihi de kapsayan bir genellemeyle
ulaşılan “yaşam savaştır” yargısında doruğuna varan bir dünya görüşü vardır.
İşte bu görüş, gerçekliği ne ölçüde doğru yansıtmaktadır? Böyle bir yargı
insan, toplum ve tarihin gerçekliğini büyük ölçüde çarpıtmaktadır. Çünkü
“yaşam savaştır” yargısı, çarpıcı bir paradoksla gerçekliğin derinine
inildiği izlenimi verilmek istenen bir şaşırtmacadır. Bu yargı, mantıksal
düzeyde, bir şeyin kendinden başka bir şey olamayacağı biçimindeki birinci
mantık kuralına (yani “a” a’dır; a, a’dan başka non-a [a olmayan bir şey]
olamaz mantık önermesine) aykırıdır. Mantık kuralına aykırı olduğu gibi,
olgusal düzeyde, ölümlü sonuçlar veren savaşı (dolayısıyla ölümü) onun tam
tersi bir olgu olan yaşam gibi gösterme illüzyon oyunu olarak gerçekliği
tepetakla etmektedir.
“Yaşam Savaştır” yargısı, tür ile ırkı birbirine karıştırmaktadır. Antilobu
avlayarak beslenen aslan olgusunda, söz konusu olan aynı türün iki üyesi ya
da aynı türün iki ırkı, iki topluluğu değildir, iki ayrı tür söz konusudur.
Oysa savaşan tek canlı türü olan insanın yeryüzündeki tüm ırkları, tüm
bireyleri, aynı türün (Homo sapiens türünün) üyeleridir. Tür olmanın ölçütü sayılan her ırktan insanların
birbirleriyle çiftleşip üreyebilmeleri bunun bilimsel kanıtıdır.
Dolayısıyla, iki hayvan türünün ilişkisinden çıkılarak varılan yaşamın savaş
olduğu yargısı iki insan bireyine ya da iki topluma genellenemez.
“Yaşam savaştır” yargısı, yaşamı insan toplulukları arası savaş olarak
gösterirken, canlı ile toplumu da karıştırmaktadır. Savaşan iki insan
topluluğu bile, beslenme alışkanlıkları farklı (biri etobur, öteki otobur,
dolayısıyla birinin beslenmesi, yaşaması ötekinin ölmesini gerektiren) iki
ayrı hayvan türü değildirler. İki hayvan türü olmadıkları gibi, iki canlı da
değildir. Canlılardan da oluşsa, bir topluluğu, ya da bir toplumu bir canlı
birimi, bir organizma olarak görmek toplumbiliminde “organizmacılık” denen
bir yanlışa düşmektir. Bir başka deyişle, maddenin canlıya varan (zorunlu,
doğal) organik örgütlenmesi ile (az çok gönüllü, yapay olan) toplumsal
örgütü birbirine karıştırmaktır. Bu, toplumu, onu oluşturan bireylerden,
gruplardan, etniklerden, sınıflardan bağımsız, irade sahibi bir canlı gibi
görmektir.
Bir insan, organik bir molekülde, bir hücrede, bir organda görülemeyecek
bir davranışla, bir toplumdan ayrılıp bir başka topluma katılabilir. Yani
davranışında doğa yasaları kadar kararları da rol oynar. Kavga etmeye karar
verebileceği gibi, kavga etmeme kararını da alıp uygulayabilir. Bunu insan
toplulukları da yapabilirler.
“Yaşam savaştır” yargısı, ayrıca, kıtlık koşullarıyla bolluk koşulları
arasındaki ayrımı ayırt etmemekte, bunları birbirine karıştırmaktadır. Ayrı
türden ve bazen aynı türden hayvanlar arasında çıkan kavgalar, çoğu durumda
kıtlık (bazı durumlarda cinsel kıtlık) koşullarının ürünüdür. Bolluk
koşullarında aynı hatta farklı türden hayvanlar arasında (Serengeti
belgeselleri de bu noktada anımsanmalı) kavga görülmez.
“Yaşam savaştır” yargısı, dahası insan ile hayvanı ayırt edememenin
sonucudur. Hatta denebilir ki, insanı hayvan gibi görüp, ona hayvan gibi
davranmanın ürünüdür. İnsanlar, beslenmek için birbirini yiyen hayvanlardan
farklı olarak, kıtlık koşullarında bile kavga etmeyebilirler. Kavganın
getirebileceği riskleri görüp, birbirlerine ödün verebilirler. Kıt
kaynakları bölüşebilirler. Bir ciğer parçası için birbirine pençe atarken
birinin gözü çıkan iki kedi yavrusundan farklı olarak, ciğeri bölüp
paylaşabilecek keskinlikte bıçağa ve akla sahiptirler.
“Yaşam savaştır” yargısı, insanın organik varlığı ile (yani hayvanlar
dünyası içinde olan yanıyla) onu öteki hayvanlardan ayıran kültürel yanını
ayırt edemeyen bir yargıdır. Daha doğrusu, bunu ayırt etmek istemeyenlerin
pazarladıkları yargıdır. Bu yargı, insana kaba bir hayvan olarak yaklaşan
bir dünya görüşü sahibinin ürünüdür. İnsan, hayvanlardan farklı olarak ödün
verip, bölüşüp, kavga etmek, savaşmak yerine barışı seçebilecek akla ve
isteme (iradeye) sahiptir. Bunlar yanı sıra, hayvanlarda bulunmayan sempati
(duygudaşlık), em pati (kendini başkasının yerine koyarak duygulanma,
düşünme) sevme, acıma gibi, Sosyal Darwincilikte hesaba katılmayan duyguları
vardır.
“Yaşam savaştır” yargısı ile insanın, kültürel evriminin ürünü olarak
geliştirdiği duygusal özellikleri yanı sıra, ortak duygu ve düşüncelerinin
sonul ürünü olan etik değerleri de hiçe sayılmaktadır. Bölüşme, dayanışma,
yardımlaşma, kavga etmeme, barış içinde yaşama, insan hakları (kendin için
istediğin şeyleri başkalarının da istemesine karşı çıkmama) bu “değerler”
içine girer.
“Yaşam savaştır” yargısını benimseyenler, son olarak, insanın onu öteki
hayvanlardan ayırt eden en önemli niteliğini görmemektedirler. İnsanın kavga
araçları, savaş silahları yapan bir canlı olması yanı sıra ve ondan çok,
üretim araçları da yapan bir canlı olduğunu görmek istememektedirler.
İnsanın bu niteliği “yaşam savaştır” yargısının dayandırıldığı iki sütunu
yıkacak bir gerçekliktir. Çünkü insan üretimle, doğadaki kıtlığı bolluğa
dönüştürebilmektedir. Böylece kıtlık koşullarının yol açabileceği sürtüşme,
kavga ve savaştan kendini kurtarabilecek bir gizilgüce sahiptir. Ayrıca,
üretimin kolektif bir insan etkinliği olduğu anımsanmalıdır. Anımsanırsa,
insanın yaşamak için, öteki insanların elindekine el koymak, onları yemek
yerine başka yolları seçeceği anlaşılacaktır. İnsan, emeğini, aklını öteki
insanların emeği ve aklıyla birleştirerek, emeğinin verimliliğini
artırabilen, bu yolla daha çok üretebilen bir canlıdır. Sonuç olarak
denebilir ki, savaşın nedenleri doğal, kaçınılmaz, sonsuza dek sürecek
nedenler değildir. Ama nedenlerinden biri de, “yaşam savaştır” (sözele)
gerçeği, doğrudan doğruya bu sözün kendisidir. Yani bu sözü söyleyenler, bu
söze inananlar, savaş nedenlerinden birini oluşturabilir.
SAVAŞ İDEOLOJİLERİ
Savaşın savunuluşuyla, felsefi düzeyde olmasa da bazı düşünce
sistemlerinde, bazı inanç sistemlerinde ve bazı siyasal akımlarda da
karşılaşılır. Bunlardan Sosyal Darwincilerde, ırkçılarda ve faşistlerde
savaşı savunan düşüncelerden örnekler gördük. Bu başlık altında ise, farklı
kültür çevrelerinde (Az tekler’ de ve Masailerde), tektanrıcı dinde
(Müslümanlıkta) ve Batılı emperyalistlerde (beyaz ırkçılığında) savaşı
haklı, yasal gösteren düşüncelerden (ideolojilerden) birer örnekle
yetinilebilir.
Aztekler’de yaşamı kurtarmanın aracı olarak savaş
Güneş Tanrı’yı insan kurbanların kanıyla besleme bahanesiyle Aztekler her
yıl köle ve kurban olarak kullanacakları savaş tutsağı ve savaş yağması
(ganimet) sağlamak amaçlı seferlerle devletlerini bir Orta Amerika
imparatorluğuna dönüştürmüşlerdi. Yalnızca Büyük Tapınak’ın (l486’da)
açılışında 20 binden fazla savaş tutsağı (21) kurban edilip kurbanların
başlarıyla tapınağa bir duvar örülmüştü. Bu vahşiliğe “yüce bir amaç” (!)
uğruna başvurmaktaydılar.
Güneş Tanrı belli aralarla çok sayıda insan kurbanının kanıyla beslenmezse,
kızıllığını yitirip solacaktı. Solup ölmesiyle birlikte tüm canlılar da yok
olacaktı. İnsanların böylece tümünün yok olmasındansa, yeryüzünde yaşamı
kurtarmak için bir bölümünün yok edilmesi doğru olmaz mıydı? (22)
Aztek ideolojisinde, savaşı yücelten öteki ideolojilerde de gözlemlenebilen
bir paradoks yatmaktadır: Ölüm anlamına gelen, ölümü getiren bir olgunun bir
yaşam aracı olarak savunulması. Paradoksun çözümü, kuşkusuz, savaşın kime
ölüm getirip kime getirmediğini saptamakta yatmaktadır.
Masailerde savaşın nedeni olarak demirciler
Yakın zamanlara dek Afrikalı göçebe çoban bir ilkel topluluk olarak yaşayan
Masailer, yeryüzünün en uzun boylu ve “güzel” insanlarıdır. Bunun yanı sıra
(insanlığın en etkili savaşçıları sayılamasalar da) en savaşçı halklarından
biriydiler, yakın geçmişe dek. İlkel bir topluluk olmalarına karşılık, ayak
işlerini görmeleri için Bantu etnik grubundan (savaşarak) köleler
edinmişlerdi. Kendilerini (ve başkalarını) önce bunun inançlarına
(dolayısıyla ahlaka) aykırı olmadığına inandırmalıydılar: Tanrı başlangıçta
yeryüzündeki bütün sığırları (tanık var mı ki!) Masailer’e vermişti. Ama
Bantular Tanrının bu buyruğunu dinlemeyip kendileri için sığır edinmeye
kalkışmışlardı. Masailer de onlara saldırıp onları köle kılarak, onlardan
haraç alarak (sınıflı topluma geçerken) (23) Tanrının buyruğunun gereğini
yerine getirmişlerdi. “Peki Tanrı buyruğunu yerine getirmek için bile olsa
savaşmak doğru mudur?” sorusuna ise Masailer şu yanıtı vereceklerdir: Tanrı
başlangıçta savaşı da yasaklamıştı. Ama (kendileriyle alışveriş ettikleri
halde Afrika’nın Çingeneleriymiş gibi aşağı gördükleri) Demirciler, savaş
araçları yaparak bu yasağı çiğnemişlerdi. Yeryüzündeki savaşın sorumlusu
(Masailer değil) bu aşağılık Demircilerdi.
İslam’da “Hak” dinin yayılmasının aracı olarak savaş
Savaşın savunuluşunu bazı dinlerde de görüyoruz. Bunun bir örneğini
Azteklerde ve İspanyollarda, bir başka örneğini Masailerde gördük. Savaş,
bilindiği gibi “son ve bozulmamış kutsal kitaba” sahip olduğu söylenen
İslamlığın tüm insanlığa (cihat= kutsal savaş ile) yayılmasının haklı
(meşru) aracı olarak sunulur. Cihat kavramı Kuran‘daki şu ayete dayandırılmaktadır:
“Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.”
(24)
Kuran‘da savaş aracına
başvurulmasını haklı gösteren başka durumlar için başka ayetler de
vardır:
“Hürmetli aylar [Hac ayları] çıkınca puta tapanları bulduğunuz yerde
öldürün.” (25)
“Ey inananlar! Sizler daha üstün olduğunuz halde düşman karşısında
gevşemeyin ki barış istemek zorunda kalmayasınız. Allah sizinle beraberdir;
sizin işlerinizi eksiltmeyecektir.”
(26)
Kuran‘da kuşkusuz belli durumlarda
(dinde) zora başvurmayı, barışı öğütleyen ayetler de vardır (27). Ancak,
yeryüzüne tek (ve son) hak dinini yayma aracı olarak cihat kurumu ve din
savaşında ölenlere şehit mertebesiyle cennet vaadi, müminlerin savaşa ya da
barışa başvurma kararlarını verirken dinleyebilecekleri son sözü
söylemektedir (28).
Son dile getirilişini Kuran‘da bulan, tek bir doğruya, tek doğru inanca (?) dayanan dinsel düşünüşün
insanların kafasında savaşa açtığı kapı nasıl kapatılabilir: İnanca dayanan
dinsel düşünüş yerine, neden-sonuç ilişkilerini saptayan bilimsel düşünüş ve
ötedünyacı dinsel ahlak yerine budünyacı insancıl (hümanist) değerleri
benimseyip yaygınlaştırmakla!
Batı emperyalizminde “beyaz adamın yükü” olarak savaş
Endüstrileşmiş Batılı ülkeler, hem “barış endüstrileri” ve “savaş
endüstrileri” için yeni hammadde kaynakları arayışında, hem de yapılmış
mallarını satmak için pazar kapışmalarında yerli halklar kadar birbirleriyle
savaşa giriştiler. Bireysel, sınıfsal, ulusal çıkar amaçlarıyla giriştikleri
bu savaşları, dinsel, etik amaçlar örtüsü altında gizleyip savunmak zorunda
kaldılar. Bu yolda koloniciliğin ürünü olarak gelişen bir beyaz ırkçılığı,
Büyük Savaş (Birinci Dünya Savaşı) öncesinde ve sonrasında hemen tüm Batılı
ülkelerde yandaş buldu.
İlgileri ve şimşekleri Cermen ırkçılığına çeken Anglo-Amerikan kaynakları
ve medyası, böylece, tarihindeki Anglosakson ırkçılığını ve beyaz ırkçılığı
unutturmak ister gibidir. Bunların unutulmaması için örnekleri onlardan
seçelim:
William Allen White (1868- 1944) adlı bir Amerikalı gazeteci,
Anglosaksonların, denizlerin tüm adalarına sahip olma ve kendilerine
bağlanmayan halkları [savaşla] yok etme hakkı verilmiş bir “seçilmiş halk”
olduğu görüşünü yaymaya çalışmıştı.
Alfred J. Beveridge (1862-1927) adlı Amerikan senatörü, Tanrının Tötonik
ulusları dünyanın kargaşa (kaos) egemen bölgelerinde düzeni [gene savaşla]
kuracak efendiler olarak yarattığı inancındaydı.
Ama bu yolda kimse Amerikalı tarihçi Madison Grant’ın eline su dökemez.
Türkçeye “Amerika Kıtasının Fethi Ya Da Irkların Yayılışı” adıyla
çevrilebilecek ( 1933 tarihli) yapıtında Grant, tarihi beyaz ırkın istila ve
zafer alanı olarak görmüştü. Beyaz ırkın özellikle Nordik kanı taşıyanları
denizci, serüvenci, keşifçi, yönetici, örgütçü aristokrat bir soy
oluşturuyorlardı (29). Bu, Nazilerin, tarihi, ırklar savaşı olarak ele alan
(çarpık) görüşlerine esin verecek bir düşünceydi.
Beyaz ırkçıların çoğuna göre Tanrı, ya da doğa, tarih, beyaz ırkı üstün soy
olarak yaratmakla kalmamıştı. Onlara göre, beyaz ırkın insanlığın
önderliğini yapma, uygarlığı (ve Hıristiyanlığı) ilkel, pagan, vahşi,
barbar, geri halklara ve bölgelere yayma görevini de vermişti. Beyaz ırk bu
ağır yükü, gerekirse, uygarlığının üstün savaş araçlarını ve savaş gücünü
kullanarak yerine getirmeliydi. Onların “Beyaz Adamın Yükü” olarak
niteledikleri bu düşünceyi, bir söylem savaşı oyunuyla “beyaz adamın kara
yükü” biçiminde geliştirebiliriz.
SAVAŞ TEKNOLOJİLERİ
Bilim aşkı (!), özellikle teknoloji hayranlığı, savaşların, insanlığın
(nüfus fazlalığı gibi) öteki yollarla çözemediği sorunlarının çözümü olduğu
düşüncesini besler. Ayrıca, bilimlerde ve teknolojilerde atılımlar,
devrimler yaratarak insanlığa büyük yararlar sağladığı gibi bir kanıya yol
açar. Bu kanı, birçok buluşun savaş amacıyla ya da savaş sırasında yapılması
kanıtına dayandırılmaktadır. İşte, içindeki gerçek payı nedeniyle görece
doğru olup tümden doğru görünen ama temelde yanlış bir görüş daha!
Savaşlar buluşları kamçılar mı?
Hemen her türlü araç iyi ve kötü amaçlar için bulunup kullanılabilir. Bunun
en güzel örneği, dinamitin bulunuşu ve kullanılış yollarıdır. Öte yandan
sorunların, güçlüklerin, buluşların anası olduğu görüşü de doğrudur. İnsan
yaratıcılığının bunalım zamanlarında kamçılanmadığını kim söyleyebilir?
Ancak, yaratıcılık, buluşçuluk, insanın gizilgücüdür. Buluşlar, ister araç,
ister sanat, ister düşünce alanında olsun, insanın kol emeğiyle kafa emeğini
birleştirmesinin sonucunda gerçekleşirler. İnsanlık için önemli buluşlar,
teknikler, teknolojiler ise, deneyimin, birikimin, uzmanlaşmanın ürünüdür ve
uzmanlara, araştırmalara toplumsal üretimden ayrılan pay oranında
gelişirler. Bu koşullar oldukça ve insanın yaratma gizilgücü engellenmedikçe
insanların, insanlığın buluşçuluğu, savaş olsa da olmasa da, sürüp
gidecektir.
Teknoloji her zaman mutluluk sağlar mı?
Savaşın teknolojiyi geliştirerek insanlığın gelişmesine ve mutluluğuna
katkıda bulunduğu görüşü, bazı olguları hesaba katmamaktadır. Yok olan
kişileri, ezilen grupları ve sınıfları, harcanan kuşaklan, kırılan umutları,
insanların kuşaklar boyu ortak emeğinin ürünü olan birikimlerinin kısa
sürede yok edilmesini yok saymaktadır. Bunlar hesaba katılmadığında
savaşların kışkırttığı teknolojik gelişmelerden (savaş teknolojilerinden)
savaş sonrasında barışçı alanlarda da yararlanılması, savaşın insanlığa
yararının zararından fazla gösterilmesini sağlayabilmektedir. Oysa savaşa
harcanan olanaklar barışçı eğitim, bilim, teknoloji gibi barışçı alanlardaki
yatırımlarda kullanılsaydı dünyamız daha güzel olmaz mıydı? İnsanlığın
gelişme düzeyi bugünkünden çok daha ileride bulunmaz mıydı?
Savaşın kâr-zarar hesabı
Savaşın kâr-zarar hesabında göz önüne alınmayan bir başka sonucu ise,
insanlarda amaçlarına ulaşmada kaba güce başvurabileceği inanç ve
alışkanlığı yaratmasıdır. Bir başka görünümüyle, uzun deneyimler sonucunda
geliştirilen etik değerleri aşındırması, hatta yıkmasıdır. Acı bir insanlık
deneyimi olarak savaşların kazandırabileceği tek olumlu düşünce, tanrılar
adına savaşmanın anlamsızlığı olmalıydı. Tanrıların savaşlarda kendileri
için savaşanları korumadığı olmalıydı. İnsanların durumlarını geliştirmenin
güvenli yolunun, inançla ve savaşla tanrılardan bir şeyler beklemek değil,
emekle ve akılla üretip yaratmak olduğunun anlaşılması olmalıydı. Ne yazık
ki insanlar ne kadar kötü duruma düşerlerse düşsünler, dine ve kendilerini o
duruma düşüren savaşa yöneltilen eleştirilere kulak vermemektedirler. Çünkü
bu durumlarda doğan acizlik ve sığınma gereksinimini ve insanların
umutlarının durumun kötülüğüne doğru orantılı arttığı bir psikolojiye sahip
olduğunu bilenlerin (katlanma, şükretme, umut etme yolundaki) sözlerine
kulak verdiklerinden, yersarsıntıları, öteki doğal yıkımlar gibi, savaşların
da böyle bir bilinçlenmede pek yararı olmamaktadır.
Savaşların ve savaş teknolojilerinin tarihteki önemi
Bu söylediklerim, savaşların insanlık tarihindeki yerini, rolünü ve önemini
yadsımayı gerektirmez. Her şeyden önce insanlık tarihini doğru kavrayabilmek
için, savaşlar gibi büyük tarihsel olguları, etkilerine oranlı olarak
kavrayıp değerlendirmek gerekir. Böyle bir tutum, insanlığın büyük
sorunlarını doğru kavramaya yarayacaktır. Söz konusu sorunlara gerçekçi
çözümler aranmasına yardımcı olacaktır. Bu bakımdan, bu satırların yazarı,
savaşların ve savaş teknolojilerinin insanlık tarihindeki ve toplumsal
gelişmedeki etkilerinin, abartıldığı değil yeterince kavranmadığı
görüşündedir.
İki tarih yaklaşımı
Gerçekten, savaş söz konusu olduğunda, savaşı doğru yerine oturtamayan
birbirine zıt iki tarih yaklaşımının bulunduğu söylenebilir. Biri, tarihi,
kronolojik sırayla verilen savaşlar (ve çıkarılan kahramanlar) dizisi olarak
görüp göstermektir. Ona tepkiyle geliştirilen öteki tarih yaklaşımı,
savaşları bir kıyıya itip, üretici güçler (ve kitleler, sınıflar) üzerinde
odaklaşmaktır. Üçüncü bir tarih anlayışına gereksinim vardır. Bu, üretim
teknolojileri kadar savaş teknolojilerine bakmak olacaktır. Dolayısıyla
böyle bir yaklaşım, üretici güçler ve üretici ilişkiler kadar, “tüketici”
güçleri ve “tüketici” ilişkileri göz önüne alan iki odaklı bir insanlık
tarihi anlayışı olacaktır.
Çift odaklı insanlık tarihi
Üretim teknolojileri ile savaş teknolojilerinin etkileri ve birbirleriyle
etkileşimi, çalar saat analojisiyle açıklanabilir. Çalmayan mekanik
(kurmalı) saatlerde bir, çalar mekanik saatlerde iki zemberek (mainspring =
anayay) bulunur. Biri, kurulunca saniyeleri attıran, akrebi ve yelkovanı
devindiren, onları saatin türüne göre bir gün, bir hafta, bir ay
çalıştırmaya yeten gücü sağlayan zemberektir. Ötekisi, saatin zillerinin,
çanlarının çalmasını sağlayan enerjiyi veren yaydır. O, kurulduktan sonra,
ayarlanan ana dek saatin gidişine hiç karışmaz. Yalnızca günde bir kez,
saptanan anda birkaç saniye süresince karışır. Ama karışınca, yani saatin
alarmı çalınca, yer yerinden oynar. Alarm çalınca saati yerinden oynatmakla
kalmaz, saat sahibini de yatağından fırlatır. Çalması kadar, çalmaması da
önemli sonuçlar doğurabilir. Sahibi uyuyakalır, işi ya da treni
kaçırabilir.
Savaş teknolojilerine ilgimi (Dünya Tarihi adlı kitabını çevirdiğim)
William H. McNeill çekti. Tarihe McNeill’in savaş teknolojileri kavramı ile
Marx’ın üretim teknolojileri kavramının yanına konularak bakıldığında,
insanlık tarihinin daha anlaşılır ve daha anlamlı görüleceğini, daha değerli
kavranacağını sanıyorum.
Üretim teknolojileri az çok bilindiği için, onları savaş teknolojileriyle
etkileşimi dışında ele almayacağım. Daha çok, savaş teknolojileri üzerinde
duracağım. Savaş teknolojilerinin insanlık tarihindeki önemi hakkında bile
birkaç örnekle yetineceğim.
Sapiens’le Neanderthalensis savaştı mı?
Önce, savaşın insanlık tarihindeki rolüyle ilgili bir yanlış görüşü
düzelterek konuya girmeliyiz. Bu, zamanımızdan 250 bin yıl kadar önceki
kalıntılarda izine rastlanıp, 35 bin yıl önceki kalıntılardan sonra izi
yitirilen Homo neanderthalensis adı verilen insan türünün yok oluşuyla ilgili görüştür. Söz konusu
görüşe göre bu insan türünü, zamanımızdan 50 bin yıl kadar önce ortaya
çıkan, onunla 15-20 bin yıl aynı bölgelerde (Avrupa’da ve Ortadoğu’da)
birlikte yaşamış olan çağdaş tipte Homo sapiens insanı soykırıma uğratmıştır. Beyin sığası sapiens‘inkinden büyük olan bu türün, kaba elli ve kaba araçlı olduğu için, daha
ince parmaklı ve daha ince araç takımına sahip olan sapiens türünün insanlarınca “avlanarak” [?] soyunun kurutulduğu ileri
sürüldü (30).
Soykırım, daha gelişmiş bir silah takımı kadar daha iyi örgütlülüğü ve
düşman sayılan topluluğun soyunu kurutma amacına yönelik bir ideolojiye
sahip olmayı gerektirir. 16. yüzyılda bunlara sahip olan İspanyollar bile
Orta Amerika’da, Amerikan yerlilerinin kültürünü kurutmuş, soyunu
kurutamamışlardır. 20. yüzyılda bunlardan fazlasına (propagandaya) sahip
olan Cermenlerin de Yahudileri tümden yok edemediklerini biliyoruz. Öyleyse,
böyle bir işi ilkel sapiens topluluklarının düşünmesi ve başarması düşünülemez! Kaldı ki o
tarihler için savaştan bile söz edilemez.
Savaş teknolojisi ile üretim teknolojisinin etkileşimi
Savaşçı ilişkilerin insanlık tarihine ilk önemli etkisini (MÖ 5. binyıldan
başlayarak) hareketli bir yaşam biçimine sahip göçebe çoban toplulukların
yerleşik çiftçi topluluklardan toplumsal artı aktarmak için üzerlerine
egemen yönetici sınıf olarak kurulmalarının oluşturduğunu gördük. Böylece
insanlığın ilkel, sınıfsız, eşitlikçi topluluk evresinden, uygar (kentli)
sınıflı, devletli toplum evresine geçmesine yol açtıklarını belirtmiştik.
Tarihte, hiçbir topluluğun, üretimine zorla el konmadıkça uygar topluma
geçiren bir toplumsal artı ürettiği görülmez.
Öte yandan, günümüzde uygar toplumlar arasında üretim teknolojisinde ileri
olan bir toplum, teknolojiyi savaş teknolojisine de dönüştürebileceği için,
o alanda da üstün konumda görülür. Ama bu, tarihte ve uygar toplumlar ile
barbar topluluklar arası savaşçı ilişkilerde her zaman geçerli bir durum
olarak görünmez. Özellikle savaş teknolojilerinde atılım (devrim)
dönemlerinde, ilkel göçebe çobanlar, savaşımcı yaşam biçimleri, savaşla
ilgili hammadde kaynaklarının ülkelerinde bulunması, eşitlikçi, dolayısıyla
dayanışmacı toplumsal yapılarının kazandırdığı üstün kolektif eylem gücü
gibi nedenlerle, üretim teknolojisi alanında kendilerinden üstün barbar
(çiftçi) toplulukları ve uygar (kentli, devletli) toplumları yenilgiye
uğratabilmişlerdir. Üretim teknolojisinde üstün olan toplumun bu gücünü
savaş teknolojisine dönüştürmesi, zaman alır. Dönüştürene kadar da olan
olur.
Tunç savaş teknolojisinin aristokratlaştırıcı etkisi: Savaş
teknolojilerinin insanlık tarihine ilk büyük çaplı etkisi ise (William H.
McNeill’in saptadığı üzere (31)) tunç savaş teknolojisinin geliştirilmesiyle
oldu. Tunç metalürjisi Mezopotamya’daki üretim teknolojisinde ileri uygar
toplumda geliştirildi. Barbar (göçebe çoban) toplulukların yaşadıkları
bölgelerden getirilen bakır ile kalayın (1/3 oranında) karıştırılmasıyla
elde edildi. Tunç ve gene uygar dünya zanaatçılarının geliştirdiği tekerlek
sanatı (barış teknolojileri) barbarlarca öğrenildi. Bu “barışçı
teknolojiler” (tunç savaş arabaları biçiminde) savaş teknolojisine
uyarlandı. Şefleri tunç savaş arabalarıyla silahlanmış Avrasya göçebe çoban
kabileleri, MÖ 1700-1400 arasında uygar dünyaya art arda akınlar
düzenlediler. Aryanlar Hindistan’ı, Kassitler Mezopotamya’yı, Hititler
Anadolu’yu, Hiksoslar Mısır’ı, Mikenliler Yunanistan’ı fethettiler. Fetih
savaşlarında en büyük rolü, atlı savaş arabaları (piyade karşısında tank
gibi) oynayınca, savaşın parsasını kabile şefleri topladı. Ve fethedilen
ülkelerden uygarlığa daha önce geçmemiş olup uygarlığa bu yolla geçenlerde
soyluları oluşturan kabile şeflerinin yönettiği aristokratik yönetimler
gelişti.
Demir savaş teknolojisinin demokratlaştırıcı etkisi: Demir savaş
teknolojisi ise [gene McNeill’e göre (32)] hem savaşları hem üretimi
demokratlaştırdı. Demir metalürjisi MÖ 1200 dolaylarında Anadolu’da
geliştirildi. Tunç kılıçlardan daha etkili ve ucuz olan demir silahları
kullanıma soktu. Bu kez göçebe çoban barbar kabilelerin yalnızca şefleri
değil sıradan üyeleri de bu silahları edinebildiler. Edinince, bozkırlardan
bir barbar akınları seli daha koptu. Kuzey (Avrasya) bozkırları
göçebelerinden Anadolu’ya inen Frigyalılar Hitit İmparatorluğu’na, Kuzey
Mezopotamya’ya inen Kimmerler ve İskitler Asur İmparatorluğu’na son
verdiler.
Güney (Arabistan) çölleri göçebelerinden Kenan (Filistin) ülkesine giren
İbraniler toprağa yerleşip uygarlaştılar. Aramiler ise ileride Sümer
egemenliğine son vermek, yöreye dillerini dayatmak üzere, Güney
Mezopotamya’ya sızan demir silahlı güney (Arabistan) bozkırları
göçebeleriydi.
Demir, saban başlığı biçimi verilince, tapınak ve prens topraklarında
ırgatlık yapan köylülerin, boş toprakları tarıma (daha kolaylıkla) açıp
bağımsız köylüler durumuna gelmelerini sağladı.
Süvari, şövalye ve ateşli silah savaş teknolojilerinin sınıflaşmaya etkisi:
Barbar akınlarının savaş teknolojisindeki gelişme dönemlerine rastlayan
uygar dünya akınları sürdü gitti. Bunun örneklerinden biri, süvari
teknolojisi gelişince Medlerin ve Perslerin MÖ 7. yüzyılda Ortadoğu
imparatorluğunu kurmalarıdır. Öteki örneği, Frankların ve Cermenlerin,
şövalye teknolojisi ile, MS 8. yüzyılda Avrupa’da feodal düzeni
yerleştirişlerinde görüldü (33). Bununla bitmedi; ateşli silah teknolojisi
14- 16. yüzyıllarda (34) başlayarak feodal düzenin temellerini sarstı.
Yalnızca feodal beylerin kalelerini değil, feodal düzenlerini başlarına
yıktı. Hızını alamayıp, savaş ve ticaret gemileri ile birleşerek (ship and
gun = gemi ve top ikilisiyle) dünyayı burjuva toplumuna ve Batı egemenliğine
açmaya başladı.
Barbar-uygar etkileşiminin ticarete, ekonomiye etkisi: Örneklerde
gösterilmeye çalışıldığı gibi, insanlık tarihinin itici gücü olarak üretim
teknolojileri yanı sıra savaş teknolojisinin etkisine de bakılmalı. Üretim
ilişkileri yanı sıra savaş ilişkilerine göz atılmalı. Çünkü savaş
teknolojileri, üretim teknolojileri gibi, toplumsal artı aktarımıyla sıkı
ilişkili olan, dolayısıyla uzmanlaşmanın, teknolojik gelişmenin itici gücünü
oluşturabilen bir etmendir. Ayrıca savaş teknolojilerinin toplumlara
etkisine bakmak, barbar topluluklar ile uygar toplumların ve üretim
teknolojileri ile savaş teknolojilerinin etkileşimini daha iyi yakalamayı
sağlar. Bu, aynı zamanda barbar-uygar savaşçı ilişkileri üzerinde, gittikçe
daha büyük çapta ticaret ve ekonomik bütünleşme ilişkilerinin
(küreselleşmeye dek) gelişmesini daha iyi izleme olanağını verir.
Savaşın kirli mirasının arındırılması
Bu durumda savaşa ve savaş teknolojilerine karşı tutumumuz ne olmalı?
Onları kınayacak mıyız, yüceltecek miyiz? Savaş teknolojilerinin acı
bedellerini geçmiş kuşaklarımız ödemiştir. Barış teknolojilerine
dönüştürülen mirası bize kalmıştır. Bu mirası (kalmışsa kirlerinden
arındırarak) kullanacağız. Ama gelecek kuşaklara, savaşların ve savaş
teknolojilerinin ürünü olmayan temiz miraslar bırakmalıyız.
Savaş teknolojisinin gelişiminin kronolojik özeti
www.warscholar.com adresinden özetleyerek çevirdiğimiz kronolojiyi
sunuyoruz.
MÖ 3000’den başlayan kronoloji, bilişim alanının yeni yeni geliştiği
1980’lerde son buluyor. Dolayısıyla, silah teknolojisinin, bilişim
teknolojisinin yarattığı olanaklarla kazandığı yeni boyutlara, bu çalışmada
yer verilmiyor. Belirtilmesi gereken bir diğer nokta, kronolojinin savaş
teknolojisinin gelişimini klasik Avrupamerkezli tarih anlayışıyla izliyor
olması. Eksiklikleri, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Savaş tarihine
kuşbakışı bakıldığında, saldırı ve savunma araçlarının eşzamanlı biçimde
geliştiği, okurlarımızın da dikkatini çekecektir.
MÖ 30.000
|
Avcılar, ilkel tahta yay kullandı.
|
1453
|
İstanbul’un düşüşünden sonra, Rum ateşi kullanımdan kalktı.
|
MÖ 12.000
|
Mızrak kullanıldı.
|
1460-1480
|
Almanlar ilk küçük barutlu silahı (fitilli tüfek) yaptı.
|
MÖ 8.000
|
Balta, mızrak ve ok için yontularak keskinleştirilmiş taş kullanıldı.
Balta sapı ve mızrak gövdesi olarak tahta sopa kullanılıyordu. Basit
yaylar, mızrak atıcıları, kargı ve sapanlar vardı.
|
15. yy Sonları
|
Arbaletin silah olarak kullanımı sona erdi. Fitilli tüfek ve çakmak
taşlı tüfekler onun yerini aldı.
|
MÖ 8.000
|
Yerleşimi davetsiz konuklardan korumak için duvarlar yapıldı. Erken
Bronz Çağı Gürz ele göre şekillendirildi. Hızını ve vuruş gücünü
artırmak için sap eklendi.
|
15. yy Sonları
|
Fransızlar, yeni ve geri tepmesi az top arabası geliştirdi.
|
MÖ 3000
|
Bileşik yaylar kullanıldı. Bükülmeye direncini artırmak için, yayın
ortası bir boynuzla desteklendi; yayın önüne kiriş eklenerek, hız ve
germe gücü arttırıldı.
|
1501
|
Fransızlar, gemilerde bordalara top delikleri açtı.
|
MÖ 3000
|
Mezopotamya’ da astarlanmış tunçtan miğfer kullanıldı.
|
1515
|
Küçük silahlar için emniyet kilidi mekanizması geliştirildi.
|
MÖ 3. Binyılın Ortaları
|
Önce Mezopotamya’da sonra Suriye, Filistin ve Mısır’da, gürz başlığı
için bakır kullanıldı.
|
16. yy
|
Zırh törensel bir araç halini aldı.
|
MÖ 2500
|
Sümerliler tunçtan mızrak ucu, balta başı ve miğfer yaptı. Miğferin
dayanıklılaşması, gürz başını keskinleştirdi.
|
16. yy
|
Taş fırlatan toplar, taşları gülle biçiminde yontmanın zorluğundan,
kullanımdan kalktı.
|
MÖ 2500
|
Sümerliler sapın girebileceği deliği olan balta başı yaptı.
|
1543
|
İngilizler güvenilir demir toplar yaptı.
|
MÖ 2500
|
Sümerliler, 4 tekerlekli ve 4 eşek tarafından çekilen, dingilsiz
savaş arabası kullandı.
|
1592
|
Zırhlı deniz aracı ilk kez, Koreliler tarafından Japonya ile yapılan
savaşta kullanıldı.
|
MÖ 2. ve 3. Binyıllar
|
Mısır’da ve Mezopotamya’da elektrumdan yapılma miğfer ve vücut zırhı
kullanıldı.
|
1608
|
Teleskop icat edildi.
|
MÖ 200-1400
|
Giritliler, omurgalı ve ıskarmozlu gemiler kullandı.
|
17. yy Sonları
|
Süngü yapıldı. Süngü mızrağın yerini, çakmak taşlı tüfek de fitilli
tüfeğin yerini aldı.
|
MÖ 1850
|
Bakır silahlar dövülerek güçlendirildi.
|
1750
|
Top namlusu yekpare olarak yapılabildi, bu da topun isabet gücünü
artırdı.
|
MÖ 1700
|
Yunanlılar koruyucu tunçtan zırh, kuvvetli kılıçlar ve süngüleme
mızrakları kullandı.
|
1780
|
İngilizler kömürlü merdane yaptı.
|
MÖ 1600
|
İran kabileleri, savaş atı ve 2 tekerlekli savaş arabası
kullandı.
|
1801
|
İlk çarklı gemi yapıldı.
|
MÖ 2. Binyılın Ortaları
|
Mısır, Hitit ve Filistin savaş arabaları çok hafif ve ileriydi; 2-3
atla çekiliyordu. Atların göğsüne koruyucu kuşak takılıyordu.
|
1803
|
Henry Shrapnel, patlayan ve metal parçaları saçan top mermisini
(şarapnel) icat etti.
|
MÖ 1500
|
Mezopotamya, Suriye ve Mısır’da, balık pulu biçiminde üst üste binen
tunç tabakalardan oluşan zırh kullanıldı.
|
1820
|
İlk demirden buharlı gemi yapıldı.
|
MÖ 1500
|
Balta, orak kılıca (içbükey eğri yüzlü ve kalın saplı tunçtan kılıç)
dönüştü.
|
1829
|
Gemilerde çarkların yerini pervane aldı.
|
MÖ 1400+
|
Kılıçlar demirden yapılmaya başlandı, uzun yüzlü kılıç yapıldı.
|
1846
|
Pamuk barutu bulundu.
|
MÖ 2. Binyıl Sonu
|
İnsan taşıyabilecek güçte at yetiştirildi, savaş arabası kullanımı
azaldı.
|
1849
|
C. Minie, minie güllesini yaptı.
|
?
|
Dövülmüş tunçtan göğüs zırhı ve baldır zırhı kullanıldı. Eski
Yunan’daki ağır zırhlı piyade askerlerinin mızrakları 9 ayak, Büyük
İskender’in mızrakları 18 ayak uzunluğundaydı.
|
1850
|
W. Bauer ilkel bir denizaltı yaptı.
|
MÖ 400
|
Persler savaş filleri kullandı. Sirakuza’nın yöneticisi Dionysus,
mühendislerine Kartaca Savaşı için askeri mekanik cihazlar yapılmasını
emretti. Gastropel, mekanik ağır silahların erken bir örneğidir.
|
19. yy Ortası
|
Topların iç basıncını ölçme tekniklerinin gelişmesiyle, daha etkili
toplar yapıldı.
|
MÖ 400
|
Romalılar, küçük, oval kalkan kullandı.
|
1853
|
İngilizler Enfield tüfeğini kullandı.
|
MÖ 300 Civarı
|
Yunanlılar’da zincirden yapılmış zırhlar görüldü. Bu zırhlar daha
önce Keltler tarafından Asya’da bulunmuştu. Zincir zırh, şiddetli
darbelere ve atılan nesnelere karşı etkiliydi.
|
1853-1856
|
Kırım Savaşı sırasında, ilk kez Ruslar mayını stratejik bir silah
olarak kullandı.
|
MÖ 300 Ortası
|
Mancınık benzeri mekanik ağır silahlar, gerilme gücünün yanı sıra,
burulma gücünü de kullanmaya başladı; böylece güçlü aletler yapılması
sağlandı.
|
1862
|
Mitralyözün patenti alındı.
|
MÖ 264
|
1. Kartaca Savaşı sırasında Romalılar, gemileri için borda rampası
geliştirdi.
|
1860’1ar
|
Amerikan İç Savaşı sırasında, yüksek kalite dökme demirden, yivli
toplar yaygın kullanıldı.
|
MÖ 1. yy
|
Romalılar, pilum (beş ayak uzunluğunda ve ucu mızrak kafasından
oluşan bir silah) yaptı. Pilum, yumuşak demirden yapıldığı için bir
cisme çarptığında eğiliyordu; bu da silahın düşmanın eline geçtiğinde
işlevsiz hale gelmesini sağlıyordu.
|
1867
|
A. Nobel dinamiti icat etti.
|
MÖ 40
|
Roma gemileri büyük mancınıklar ve kulelerle tasarlandı.
|
1875
|
A. Nobel, dumansız barutu icat etti.
|
MS 70
|
Roma mancınıkları 55 poundluk taşı 400 yarda ve ötesine göndermeye
başladı.
|
1880’ler
|
Buharlı torpido gemileri liman savunması için kullanıldı. Bunlar daha
sonra modern torpido ve denizaltı muhribine dönüştü.
|
MS 1. yy
|
Romalılar, delici ve ezici darbelere karşı dayanıklı, dilimli demir
gövde zırhı kullandı.
|
l896
|
İlk defa zırhlı ve silahlı araba tasarlandı.
|
MS 2. yy
|
Romalılar haberleşme güzergâhlarına kaleler inşa etti.
|
1900
|
Zeplin yapıldı.
|
MS 3. yy
|
Roma kalelerinde yon kuleler kullanıldı ve daha kalın duvarlar, daha
az kapı, daha geniş hendeklerle inşa edilmeye başlandı.
|
1903
|
İlk motorlu uçak denemesi yapıldı.
|
MS 378
|
Adrionople Savaşı, süvari gelişiminin başlangıcını işaret eder.
|
l904
|
C. Hulsmeyer radarın patentini aldı.
|
MS 7. yy
|
Demir üzengi yaygınlaştı.
|
1904-1905
|
İlk defa Rus-Japon Savaşı’nda telsiz haberleşmesi kullanıldı.
|
MS 678
|
Deniz suyuyla temas ettiğinde alev alan Rum ateşi (güherçile, sülfür,
petrol, zift karışımı), ilk defa Bizanslılar tarafından
kullanıldı.
|
1914
|
Denizaltılar savaşta önemli bir rol oynamaya başladı.
|
MS 9. yy
|
Geniş tekerlekli tahta kuşatma kuleleri, acılan köprüler,
istihkâmlara karşı kullanıldı. Büyük şahmerdanlar gelişti.
|
1915
|
İngilizler, denizaltı savar silahı olarak sualtı bombası kullandı. P.
Langevin sonarı geliştirdi. Makineli tüfeklerin pervanesiyle
senkronize olan ilk savaş uçağı Fokker yapıldı. Siper havanları ilk
defa kullanıldı.
|
MS 9. yy
|
Arbalet (mancınık) ortaya cıktı.
|
1. Dünya Savaşı
|
Uçaksavarlar kullanıldı. Savaşın sonunda keşif ve hava savunmasında
kullanılmak üzere uçak gemileri ve alev makineleri geliştirildi.
|
MS 9. yy Sonu
|
At nalları kullanıldı.
|
1916
|
Fosgen gazı geliştirildi. Mark 1 tankları ilk defa çatışmada
kullanıldı.
|
MS 9. yy
|
Çinli kimyagerler, barutun öncülü olacak siyah bir toz üretti.
|
l926
|
İlk sıvı iticili roket fırlatıldı.
|
MS 10.-11. yy
|
Kale inşasında hendek, kazıklı çit ve köprü gibi savunma amaçlı
unsurlar kullanıldı. Dış duvarlar ağaç yerine taştan yapılmaya
başlandı.
|
l930’lar
|
1. Skorsky helikopteri geliştirdi.
|
MS 11. yy
|
Mahmuz kullanıldı. Şövalyelerin giydiği örgü zırh, uzun ve dar hale
geldi, kollar bileğe kadar uzadı. Dize kadar uzanan zırhlı yelek
giyildi. Burnu örten bir uzantısı olan demirden miğfer de
kullanıldı.
|
193l
|
Döteryum keşfedildi.
|
MS 11. yy
|
Uzun yay ortaya çıktı.
|
1935
|
A. Watson-Watt uçakları tespit eden bir radar geliştirdi.
|
MS 12. yy
|
Savaş eyeri geliştirildi. Savaş atlarının büyüklüğü, gücü
iyileştirildi. Zırhlı, çömlek biçimli, bütün yüzü örten bir burun
koruması olan kask kullanıldı.
|
2. Dünya Savaşı
|
Sovyetler ilk defa roket-atar kullandı.
|
MS 12. yy
|
Trebuşet (büyük kayaları fırlatmak için kullanılan kuşatma silahı)
kullanıldı.
|
1940
|
Plutonyum keşfedildi.
|
MS 12. Yy Sonu
|
Şövalye zırhının arkasına, zırh levha eklendi.
|
1942
|
Atom bombası yapmak için Amerika, Monhatton Projesi’ni başlattı.
Tanksavar roketi ya da bazuka yapıldı. Bazukadan önce, zırhlandırılmış
tanklara ciddi anlamda zarar verecek bir silah yoktu. Uçak gemileri
donanmaların temel saldırı aracı haline geldi.
|
MS 13. yy
|
Örgü zırhlar, eldiven yapımında ve atlarda kullanılabilecek kadar
geliştirildi. Yelken donanımlı, geniş direkli gemiler yapıldı.
|
1943
|
İlk kez radyo kontrollü gemisavar füzeleri kullanıldı.
|
1250
|
Arka levhaları dengelemek için zırhın önüne göğüs levhası
eklendi.
|
1944
|
Almanlar ilk VJ ve V2 roketlerini kullandı. İlk Alman askeri jeti
Messerschmidt, savaşta kullanıldı.
|
1290-l325
|
Zırhlı levhalar, uç noktalarda ve eklem yerlerinde de kullanıldı.
Kalkanlar küçüldü.
|
l945
|
Atom bombası geliştirildi ve kullanıldı.
|
MS 14. yy
|
Modern barutun reçetesi bulundu. Pusula, usturlab ve geliştirilmiş
dümenler sayesinde, uzun mesafeli okyanus yolculukları
yapılabildi.
|
2. Dünya Savaşı Sonları
|
Akustik güdümlü torpil geliştirildi.
|
1315
|
İsveçliler, 18 ayak uzunluğunda mızraklar kullandı ve mızraklardan
oluşan kare şeklindeki taktiksel dizilişi geliştirdi.
|
1945 Sonları
|
Ağır silahların yerini belirlemek için radar tekniklerinin kullanımı,
kendi kendine yönlenen ağır silahların yapımına öncülük etti.
|
1327
|
Bilinen en eski barutlu silah kullanıldı.
|
1950-53
|
Kore Savası sırasında jet uçakları uçak gemilerinden ilk savaş
uçuşlarını gerçekleştirdi. Helikopterler ilk kez geniş ölçekte
kullanıldı.
|
1357-1453
|
İngiliz uzun yayı, Yüzyıl Savaşı’nda zafer kazandı. Çok yelkeni ve
direği bulunan, düz gemiler, tek direkli, tek yelkenli dairesel
gemilerin yerini aldı. Hızlıydılar ve top kullanılabiliyordu.
|
1954
|
Amerika, ilk hidrojen bombasını test etti. Uzun menzilli,
kıtalararası balistik füzeler, Amerika tarafından geliştirildi. İlk
nükleer denizaltı Noutilus kullanıma girdi.
|
1385
|
Portekizliler, bocurgatı etkin bicimde kullandı.
|
1961
|
Nükleer güçle çalışan savaş gemisi yapıldı.
|
Geç 14. yy
|
Taştan gülleler fırlatan, dövme demir kuşatma topları
kullanıldı.
|
l963
|
Yaklaşan Sovyet füzelerini belirlemek üzere, Kuzey Amerika erken
uyarı radar sistemi oluşturuldu.
|
15. yy
|
Deniz araçlarında top kullanıldı. İstihkâm ve kale duvarları daha
güçlü toplara karşı korunabilmesi için, daha kalın ve alçak inşa
edildi.
|
1964-73
|
Vietnam Savaşı sırasında karadan havaya füzeler, etkin kullanıldı.
Hovercroft iç kısımlardaki su yollarında kullanıldı.
|
1400-1500’1er
|
Ucunda savaş baltası bulunan uzun mızraklar, Avrupa’da
yaygınlaştı.
|
1967
|
Karadan karaya füzelerin ilk etkin kullanımı.
|
15. yy
|
Top namlusunun iki yanına tutturulan millerden oluşan ve topun
namlusunun taşıyıcı üzerinde aşağı-yukarı hareketini sağlayan muylu
yatağı geliştirildi.
|
1980’ler
|
Yazılım kontrollü silah sistemleri yaygın bir bicimde
kullanıldı.
|
1400-1430
|
Bronz toplar, dövülmüş demirden toplarla rekabet etmeye
başladı.
|
1980+
|
Seyreltilmiş uranyumlu mermiler, zırhlar ve radara yakalanmayan
uçaklar geliştirildi.
|
1440
|
Tamamen zırh levhadan oluşturulan ilk giysi.
|
|
|
Dünya tarihinde kimi savaşlardaki insan kayıpları
İnternette savaş üzerine sayısal veriler araştırılırken, dünya tarihindeki
savaş sayısı ve tüm tarih boyunca savaşlarda ölmüş toplam insan sayısı gibi
kimi verilere ulaşmak mümkün oluyor. Örneğin, Dupuy-Dupuy’un, Askeri Tarih Ansiklopedisi, MÖ 3500’den Günümüze adlı eserini kaynak gösteren bir veri, dünya tarihi
boyunca 4345 muharebe ve kuşatma olduğunu söylüyor. Bir savaşta, birden
fazla muharebe olabileceğinden, savaş sayısı bundan daha az, olasılıkla.
Yine, Todorov isimli bir Rus yazarını kaynak gösteren bir veri de, tarih
boyunca savaşlarda ölmüş insan sayısının 3 milyar 600 milyon olduğunu
söylüyor. Tabii, bu bilgilerin bilimsel acıdan güvenilirliği konusunda,
elimizde yeterli delil olmadığını belirtelim. Aşağıda, kimi savaşlardaki
insan kayıplarına ilişkin veriler sunuyoruz. İnternette, Historical Atlas of the Twentieth Century (http://users.erols.com/mwhite28/20centry.htm) adlı siteden
alıntıladığımız verilerde, “güvenilirlik açmazını” asabilmek için, birden
fazla kaynağın söylediği sayıyı almaya çalıştık. Yapıtlarından verilerin
aktarıldığı kişiler, sayıların yanındaki parantez içlerinde, kaynaklar da
yazının sonunda yer almaktadır. Eğer sayıların yanında, kaynak kişi
belirtilmemişse, site yazarı Manhew White’ın sunduğu veriler alıntılanmış
demektir.
Peloponez Savaşı (MÖ 431-404)
|
18.800 insan (Sorokin)
|
Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775-1883)
|
34.000 insan (Levy), 20.000 insan (Eckhardt).
|
Yunan-Pers Savaşı (MÖ 500-449)
|
18.800 insan (Sorokin)
|
Kırım Savaşı (1853-1856)
|
264.200 insan (100 bin Rus, 45 bin Türk, 95 bin Fransız)
|
Büyük İskender’in Fetihleri (MÖ 335-325)
|
14.750 insan (Sorokin)
|
Amerikan İç Savaşı (1861-1865)
|
618.000 insan (Amerikan Ansiklopedisi)
|
Çin-Hun Savaşları (MS 200-600)
|
100.000 Çinli, 200.000 Hun.
|
Paris Komünü’nün Bastırılması (1871)
|
20.000 insan
|
İslamiyet’in yayılması sırasındaki savaşlar
(MS 700 ve sonrası)
|
698.200 insan (Gibbon)
|
1. ve 2. Balkan Savaşları (1912-1913)
|
143.000.000 insan (Echkardt)
|
Haçlı Seferleri (1095-1291)
|
1.000.000 insan (Wertham), 5.000.000 (Aletheia)
|
1. Dünya Savaşı (1914-1918)
|
8.500.000 askeri ölüm 9.442.000 (Urlanis); 13.000.000 civarında sivil
ölüm, 12.599.000 (Eckhardt)
|
Moğol Fetihleri (13. yüzyıl)
Cengiz Han’ın Fetihleri
|
4.347.000 insan, Orta Asya’da üç şehirde; 160.000 Harzemşahlı; 90.000
Bağdatlı
|
Rus Devrimi (1917-22)
|
300.000 asker, 500.000 sivil (Eckhaıdt).
|
Kubilay Han’ın Fetihleri
|
100.000 Çinli, 100.000 Japon (Gibbon).
|
2. Dünya Savaşı (1937-1945)
|
51.400.000 insan, 19.000.000’u asker.
|
Timmurlenk’in Fetihleri
|
2.000.000 insan
|
Çin İç Savası (1945-49)
|
1.000.000 insan
|
Yüzyıl Savaşları (1337-1453)
|
185.250 insan savaş alanında, 6.500.000 sivil Fransız, aynı yüzyılda.
Sivil ölümlerinde, savaş ortamının yarattığı kıtlık, açlık koşulları
ve veba salgını etkili.
|
Vietnam Savaşı (1965-75)
|
2.163.000 insan (Britannica), 2.058.000 insan (Echkdart), 3.000.000
insan (Chomsky)
|
Amerika’nın keşfedilişi ve sömürgeleştirilmesi sırasındaki savaşlar
(1492 ve sonrası)
|
30.000.000 Amerikan yerlisi
|
İran-Irak Savaşı (1980-88)
|
377.000 (Eckhardt), 400.000 (Hammond)
|
Otuz Yıl Savaşları (1618-1648)
|
2.071.000 insan savaş alanında; 7.500.000 sivil Alman
|
1. Körfez Savaşı (1990-91)
|
150.000 Iraklı savaş sırasında. 1 milyon Iraklı, 561.000’i çocuk;
savaş sonrasında ambargoda.
|
Fransız Devrimi Savaşları (1792-1802)
|
663.000 insan (Levy), 2.030.000 insan (Eckhardt), 731.740 insan
(Sorokin).
|
Bosna-Hersek Savaşı (1992-95)
|
175.000 insan.
|
Napolyon Savaşları (1803-1815)
|
3.000.000 asker 1.000.000 sivil.
|
|
|
Tablonun Kaynakları
1) M. D. Aletheia, The Rationalist’s Manual, In a chapter entitled “The Fruits of Christianism”, 1897.
(http://www.infidels.org/library/historical/m_d_aletheia/rationalists_manual.html#1.1.25).
2) Encyclopaedia Britannica,
l5th ed., 1992.
3) Chomsky, Noam, The Chomsky Reader, 1987; Deterring Democracy, 1991.
4) William Eckhardt, World Military and Social Expenditures, 12th ed., 1987.
5) Gilbert, Martin, A History of the Twentieth Century, 1997.
6) Hammond, Atlas of the 20th Century, 1996.
7) Levy, Jack, War in the Modern Great Power System, 1983.
8) Sorokin, Pitirim, Social and Cultural Dynamics, Vol.3, 1937-1962.
9) Urlanis, Boris, Wars and Population, 1971.
1O) Wertham, Fredric, A Sign For Cain: An Exploration of Human Violence, 1966.
11) Matthew White, Historical Atlas of the Twentieth Century, (http://users.erols.com/mwhite28/20centry.htm)
Sonuç: BARIŞ DUASI
Yaşam bir savaş değildir. Savaş bir doğa yasası, hiç değildir. Savaş
insanlığın kültürel evriminin belli bir noktasında ortaya çıkmıştır, belli
koşulların ürünüdür. Söz konusu kuşakların değişmesiyle savaş da insanlığın
yakasını bırakacaktır. Daha doğrusu, insanlık savaşı başından atacaktır.
Sınıflı toplumu ve devleti de. Belki onlarla birlikte, belki onlardan önce,
belki onlardan sonra. Bu, koşullara bağlı.
Ancak, savaş sınıflı toplum ve devlet gibi kültürel evrimin ürünü olmakla
birlikte, köklerini insan psikolojisinin derinlerine salmıştır. Ve insan
psikolojisi, insanın organik evriminin ürünü olan insan fizyolojisine
dayanır. Bununla birlikte, psikolojimiz tümden doğal bir veri olmayıp
koşullara göre biçimlenir. İnsan gelecekte, organik evrimine karışarak
fizyolojisini değiştirebilir mi? Örneğin adrenalin salgısını denetleyebilir
mi? Ya da tehlike, güvensizlik koşullarında insanın umarsızlık (desperation)
psikolojisine düşmesine katkısı olan beynin (bildiğimiz-bilmediğimiz) öteki
salgılarını denetleyebilir mi? Denetleyebilirse ne ölçüde ve ne zaman? Bunu
bugünden bilemeyiz.
Ama bugünkü doğamızı korku, güvensizlik psikolojisine yönelten koşullarını
biliyorsak onları önleyebiliriz. Nasıl mı? Her toplumun her bir üyesine
bireysel ve toplumsal güvenlik sağlayacak örgütlenmelere giderek. Toplumsal
örgütler, ne doğanın ne de Tanrının verileridir; insanlarca oluşturulup
geliştirildiklerine göre bu, olanaksız görünmüyor. Özetle savaşsız bir yaşam
olanaklıdır. Bunu kuzenlerimiz goriller başarmıştır. Onlardan çok daha ileri
organik ve kültürel donanıma sahip olan insanlar da başarabilir.
Bu noktada paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. İnsanın (gorilden
farklı olarak) “kavgacı” olması da gorilinkinden daha ileri organik evrimine
(bozmaddesinin gelişkinliğine, dikilişine) ve kuzenlerinden daha ileri
kültürel evrimine (maddesel ve simgesel araçlarına) dayanır. Bir başka
deyişle insan, doğal olarak, doğanın ”en yırtıcı hayvanı” değildir.
Amaçlarına ulaşmada en etkili araçlar yapabildiği için öteki canlılara ve
kendi türünden canlılara en büyük zararları verebilmektedir. Ama aynı
araçlar savaşçı amaçlar kadar, barışçı amaçlara ulaşılmasında da
etkilidir.
Savaşın insanlık tarihinin (sınıflı toplum ve devlet dönemi gibi) kalıcı
olmayan bir döneminin kurumu olduğunu belirttik. Sınıfların ve devletin
bulunmadığı ilkel topluluk dönemlerinde (dar anlamıyla) savaşın da
bulunmadığı anlaşılıyor. Çağdaş ilkel topluluklarda çatışmalar (uygarların
ilkellerin varlıklarına yönelen saldırılarla karşılaşılmadıkça) cana ve mala
fazla zarar vermeyen kavgaları pek aşmıyor. Ama bu da bizi yanıltıp (yanlış)
umutlandırmamalı. Onların kavgalarının böyle kalması (güvercinlerin,
gorillerin durumunda olduğu gibi) doğalarının, toplumsal düzenlerinin “iyi”
olmasından çok, araçlarının bizimkiler kadar etkin (ileri) olmamasıdır.
Öyleyse çözüm, ne ilkel topluluğa dönmekte ne de teknoloji düşmanlığında
yatmaktadır. İlkel topluluk eşitlikçi, dayanışmacı, paylaşmacı değerleriyle
(içte) insan-insan ilişkilerinde güvensizliğin bulunmadığı bir toplumdur.
Ama öteki topluluklarla (dışta) ilişkilerde hiç de güvenli koşullar sunmaz.
İnsan-doğa ilişkilerinde ise geri teknolojisinden dolayı uygar toplumun
insanından çok daha güvensizdir.
Çözüm, daha önce belirtildiği gibi ilkel toplumun eşitlikçi örgütlenişi,
dayanışmacı, bölüşmeci değerleri ile, ancak uygar toplumun teknolojisiyle
altından kalkılabilecek “bolluk” koşullarını birleştirmeye çalışmak olarak
görünüyor. Bu yolda neler yapılabilir:
1) Avcı, savaşçı, yönetici kültürel kalıtımın üstüne kurulup oturmuş erkek
kültürüne eleştirel yaklaşımlar geliştirilebilir. Onun bazı değerlerinin
yerine kadın kültürünün (saymaya kalkmayacağım) bazı değerlerinin seçilip,
kız çocuğu-erkek çocuğu ayrımı yapılmaksızın toplumsallaşma, eğitim, medya
kurumlarıyla gelecek kuşaklara mal edilebilir. Bu yolda bazı kurumlarda
erkekleri yönetimden uzaklaştırmak gerekebilir. Hiç değilse kadınlara yüzde
50’nin üzerinde bir kota tanınabilir.
2) Göçebe yaşam biçiminin savaşçı eğilimi, göçebeliğin tarihe gömüldüğü
çağımız için barışa tehlike oluşturmaz. Ancak (Batılıların Yeni Dünya’da ve
Eski Dünya’nın Güney Afrika gibi bazı bölgelerinde yaptıkları anımsanarak)
benzeri şiddetli güvensizlik durumları yaratan toplu göç olgusu ve sorunları
çözülmelidir.
3) Bugünkü biçimiyle emeğe dayanmayan (ya da oransız dayanan), başkalarının
yararlanmasına kapalı, miras ile ancak belli kişilerin yararlanmasına açık,
sahiplerinin bile çok az yararlandığı “sahiplenici” mülkiyet yerine emeğe
dayalı “yararlanıcı” kullanım kurumları geliştirilebilir.
4) İnanca dayanan ötedünyacı değerler için bu dünyayı harcayabilen
değerlere sahip dinsel kültür ve düşünüş eleştiriye açılabilir. Onun yerine
bilimsel düşünüşe da yanan, budünyacı ve insancıl (hümanist) değerler
geliştiren eleştirel dünya görüşleri oluşturulabilir.
5) Devletin sağladığı yurttaşlık hakları yerine, bir savaş makinesi olan
devletin yerini alacak kurumlarca insan hakları geliştirilebilir. Bunların
başına, yaşam hakkının yanına “savaşmama (ölmeme, öldürmeme) hakkı”
konabilir. (Birçok ülkede kaldırılmış, birçoğunda kaldırılmak üzere olan)
askerlik gibi bir yurttaşlık görevi yerine “paralı askerlik” (profesyonel
ordu) edinme yolu da kapatılabilir. Bunun için burjuva iş hukukundan bile
çıkarsamalar yapılabilir: “Yaşamı tehlikeye atan (ölme, öldürme olasılığı
bulunan) sözleşme yapılamaz. Ve bir kimsenin gelecek yılları hakkında seçme
özgürlüğüne ambargo koyan (örneğin bir yılı aşan) iş sözleşmeleri geçerli
sayılmaz” kuralı getirilebilir. Böylece askerliğin bir meslek, bir kariyer,
bir uzmanlık olmasının yolları tıkanabilir. İnsan hakları için de güvenlik
hakkı, yalnızca can güvenliği değil, genel ve (örneğin aç açık kalmama gibi)
her hak alanında özel gelecek güvenliği geliştirilip
gerçekleştirilebilir.
6) Son olarak, bir düş, fantezi gibi görünse de, vejetaryenlik
özendirilebilir. Hitler örneği onaylamasa da, kitlesel çapta ele
alındığında, et yemeyen, yiyemeyen insanların savaş kararı almaya aklının,
savaşa katılmaya gönlünün, adam yaralayıp öldürmeye elinin varmayacağı
söylenebilir.
Bir barış duasında böyle düşler görülebilir. Gerçeklik dünyasında ise
savaş, bir yönüyle toplumsal ve topluluklar arası örgütlenme biçimleriyle,
bir yönüyle bireysel davranışlarla ilgilidir. Genel olarak bireylerin ve
toplumların güven ve güvensizlik duyguları, karşılaşılan sorunları akılcı,
barışçı yollarla ya da duygusal tepkilerle, şiddetle çözme yolundaki
kültürel gelişkinlik düzeyleriyle ilişkilidir. Güvensizlik duygusu ise,
güvensizlik yaratan nesnel koşulların kaldırıldığı durumlarda bile bir süre
sürebilmektedir. “Güven aralığı” denebilecek bu süre, duygulara bırakılırsa,
tarih bilincinin derecesine göre, o konuda geçmişte yaşanan güvensizlik
süresi kadar sürebilir. Ama insanın rasyonel yanına seslenen açıklama ve
düşüncelerle bu süre kısaltılabilir. Altyapısal temelleri atılmışsa, insanın
insana duyduğu güvensizlik, birkaç kuşak içinde güvene dönüştürülebilir;
dönüştürülmelidir ki savaşın kökü kurutulabilsin.
Dipnotlar
1) Ayrıntılı açıklama için bak. Adam Şenel, İnsan ve Evrim Gerçeği, Ankara, 2003, Özgür Üniversite Kitaplığı, s. l6l vd.
2) ABD başkanlarından Theodore Roosevelt, Birinci Dünya Savaşı sonrasında
ABD’de uygulamaya konan New Deal (Yeni Uzlaşma) programının mimarı Franklin
D. Roosevelt (l882-l945) ile karıştırılmamalı.
3) Edward McNall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler l850-1950, çev. A. Şenel, Ankara, 1984, Birey ve Toplum Yayınları,
ss. 448-9.
4) Benito Mussolini, “Fascismo”, Enciclopedia ltaliana (l932) kaynağından çev. Pars Esin; bak. Mete Tunçay (der.) Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi Seçilmiş Yazılar (Yakın Çağ cildi), Ankara, 1969, A.Ü. SBF Yayını, s. 251, 256 ve 253.
Ayrıca Mussolini, savaşı ahlaka ters değil, düz bulmuştu. Bunu bir
konuşmasında (ve yazısında) söylediği şu sözlerden çıkarıyoruz: “Herkesten
çok [Zor Üstüne Düşünceler adlı yapıtın yazarı] Sorel’e borçlu sayarım
kendimi. Bence [de] zora başvurmak ahlaka uygundur. Pazarlık ve tavizlerden
daha uygundur ahlaka.” (Daha fazla bilgi için bak. Adam Şenel, Sağcı Düşünüşün Kritik Tarihi, Ankara, 1968, Doğan Yayınevi, s. 181.
5) Karş. Adolf Hitler, Kavgam, çev. Mine Toker, İstanbul l 975, Toker Yayınları (2001 tarihli l6.
baskısı), s. l6l vd.
6) Hitler, Kavgam, ss.
299-300.
7) Robin Blackburn’ün bir saptaması.
8) William l. Shirer, Nazi İmparatorluğu, çev. Rasih Güran, İstanbul, 1970, Ağaoğlu Yayınevi, cilt 1, s. 146.
9) Ayrıntılı bilgi için bak. Osman Gürel, Yaşamın Kökeni, İstanbul, l999, Pan Yayıncılık, s. l2.
10) Ayrıntılı bilgi için bak. Alâeddin Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Ankara, 1995, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 255.
11) Devletin baskı aygıtları (DBA) ve devletin ikna aygıtları (DİA) ayrımı
için bak. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çeşitli çeviri ve baskıları).
12) Genler canlıların fizyolojilerini belirler, duygularını ve
düşüncelerini belirlemezler. Duyu organları organik evrimin ürünüdür; duygu
ve düşünceler ise, kültürel evrimle ilişkili olgulardır. Dolayısıyla,
kalıtımla değil “kültürel kalıtım” ile geçerler. Savaş, hatta saldırganlık,
duygularla ve düşüncelerle ilgili durumlarda karmaşık nedenlerin sonucu olan
davranışlardır. Tek bir duygu, tek bir düşünce bile kalıtımla ana babadan
çocuğa geçmez. Düşünceler geçseydi, binlerce yıldır kullanılan (düşünme
aracı olan) sözcükler bebeğe geçerdi. Duygular geçseydi bebekler, İngiliz
olup Cermen ırkçılığını savunan Houston Stewort Chamberlain’in (1855-l927)
sandığı gibi “bir Yahudi çocuğu [bebeği] Alman çocuğunun [bebeğinin]
bulunduğu odaya girince çok derinden gelen bir duyguyla ama mutlaka aglamaya
başlar” idi (Bak. Muzaffer Şerif, Irk Psikolojisi, s. 14’den Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, s. 99). Bebek hangi dili konuşan ailede, toplumda yetişirse yetişsin, ana
babasının dilini (ögretilmeden) konuşabilirdi. Hiç değilse bir iki sözcüğü
söylemeliydi. Duygular ve düşünceler kalıtımla geçmezler, çünkü Hume’dan
(1711-1776) beri biliniyor ki insan “tabula rasa” bir beyinle doğar,
duygular ve düşünceler içine sonra dolar. Saldırganlık konusunda ayrıca bak.
Türker Alkan, Saldırganlık Önyargı ve Yabancı Düşmanlığı, İstanbul, 1983, 208s.
13) Ayrıntısı ve çizelgesi için bak. Şenel, İnsan ve Evrim Gerçeği, s. 94. İnsanın güçlü belleğinin ürünü olan zaman kavramının korku yanı
sıra, öteki ürünü umuttur. Belli belirtileri izleyen olumlu gelişmeleri
anımsamak ve ummaktır. Korku kadar olmasa da umut da savaş psikolojisinin
bir öğesidir. Gerçekten düşünürler ve politikacılar bunun bilincindedirler
ki geçmişinde Yunan devlet adamı ve komutanı olan Romalı tarihçi Polybios,
insanların korkuyla ve umutla yönetildiklerini saptamıştır (bak. Alâeddin
Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 1996, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 195). Clausewitz gibi kimi
düşünürlere göre, “politika savaşın ağırlaştırılmış, savaş politikanın
hızlandırılmış biçimi” olduğuna göre, bundan “insanlar korkuyla ve umutla
savaştırılırlar” çıkarsamasında bulunulabilir. Durum ne kadar umutsuzsa,
insanların delice umutlarına seslenen görüşlere (onları eleştirel düşünceden
geçirmeden) o kadar kulak vermeye hazır olmaları, savaşa katkıda bulunan
psikolojik durumlardan biridir.
14) Thomas Hobbes, Leviathan,
çev. Semih Lim, İstanbul, 1993, Yapı Kredi Yayınları, s. 93’te Hobbes, doğa
durumunda “eşitlikten güvensizlik doğar” deyip, güvensizlik ortamında
insanların “birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya”
çalışacaklarını yazmaktadır.
15) Çağımızın eşitlikçi yapılı ilkel toplulukları arasında şiddet,
saldırganlık, hatta savaş örnekleri için bak. David Riches (der), Antropolojik Açıdan Şiddet, çev. Dilek Hattatoğlu, İstanbul, 1989, Ayrıntı Yayınevi, 111. Bölüm’deki
yazı, özellikle s. 74’teki “Bu paganlar arasında savaşın oyun olmadığını
gösteren pek çok kanıt var” sözü. Tarihsel Neolitik topluluklardan kalan en
çarpıcı buluntu, bilindiği gibi, 1981’de Tirollerde bulunan, “Ötzi” adı
verilen kişinin donarak değil, okla vurularak öldürüldüğü (neden sonra)
ortaya çıkarıldı. “Ötzi olayını” inceleyen bilimciler ekibinin başkanı
Konrad Spindler, The Man in the Ice (Landon, l 995) adlı kitabında (s. 25l-253’te) Ötzi’nin ölümüyle
ilgili olasılıklar üzerinde dururken, Neolitik’te gruplar arasındaki
çatışmaların savaş biçimini aldığını kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya
koyan bir başka buluntudan söz etmektedir: Buna göre, l983’te Güney
Almanya’da Tallheim’a yakın bir yerde İÖ 6. binyıldan kalma bir toplu mezar
ortaya çıkarılmıştır. Boyutları 3×1,5x 1,5 metre olan bu ölüm kuyusundan 34
kişinin kemikleri çıkarılmıştır. Tüm göstergeler, l6 çocuktan ve l8
yetişkinden oluşan kurbanların, üzerindekiler “soyulduktan sonra”, taş,
balta ve küt sopalarla öldürülüp kazılan çukura atıldıklarını ortaya
koymaktadır. Öldürülenlerin kaçabilenler ve (çukurda l-12 aylık bebek
kemiklerinin
bulunmamasına dayanılarak yapılan çıkarsamaya göre) “kaçırılan” bebekler
dışında çukurun yakınındaki köyün tüm halkı olduğu düşünülmektedir. Bu ve
çukurda hiçbir eşyanın bulunmaması kıyımın (katliamın) talan ve belki de
(işgücü sağlamak için) çocuk kaçırma amacıyla yapılmış olabileceği ileri
sürülmektedir.
16) Kitabı Mukaddes, bir
heyetçe çevrilmiştir, İstanbul, l981, Kitabı Mukaddes Şirketi Yayını, “I.
Samuel”, 8. Bab, 4-8.
17) “I. Samuel”, 8/19-20.
18) Bak. Webster’s Encyclopedic Dictionary (1989 baskısı) ile Redhouse Sözlügü (1994 baskısı) “horde” maddeleri
ve İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İstanbul, 1991, Sosyal Yayınları, “ordu” maddesi. Moğol kökenli olduğu
bildirilen bu sözcük Türkçeye ve İngilizceye geçmiş görünüyor. “Altınordu”
olarak bildiğimiz göçebe çoban konfederasyonuna İngilizcede “Golden Horde”
denmesi de ordu, sürü, savaş iç içeliği olgusunu yansıtmaktadır.
19) Bak. Franz Oppenheimer, Devlet, çev. A. Şenel ve Y. Sabuncu, İstanbul, 1997, Engin Yayıncılık, özellikle
“İlkel Fetih Devleti” bölümü, s. 82-l 05.
20) Friedrich Nietzsche, Thus Spake Zarathustra, s. 62-3’den McNall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, s. 254. Nietzsche’de savaş kavramı üzerine Türkçe kaynaklardan birkaçı
bak. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çeşitli çevirileri; Didem Özdemir, “Nietzsche”, Cumhuriyet Bilim Teknik,
7 Ağustos 2003; Sarp Erk Ulaş (der.) Felsefe Sözlüğü, Ankara, 2002, Bilim ve Sanat Yayını, “Savaş ve Barış felsefesi” maddesi
ve “Nietzsche: Kayıp Bir Kıta”, Cogito, İstanbul, 2001, YKY.
21) Jacques Soustelle, The Daily Life of Aztecs, çev. Patrick O’brian, Middlesex, 1964, Penguin, s. 16-23.
22) Azteklerin insan kurbanını insanca bulmayan İspanyol fetihçilerin,
insanlık ve Hıristiyanlık adına yaptıkları ne kadar insancaydı? Onlar da
kendilerine insan kurban edilen Aztek tanrılarının altın yontularını, sözde
pagan inançları unutturmak için eritmişlerdi. Böylece elde edilen tonlarca
altını Eski Dünya’ya aktarmaları asıl amaçlarının ipucunu verir. Ayrıca
kendilerine direnenlerle Hıristiyanlığa geçmeyenleri “ruhlarını kurtarmak”
amacıyla yok ettiklerine inanmaları Aztek savaş ideolojisininkiyle aynı
kapıya çıkıyordu.
23) Bak. Robert H. Lowie, The Origin of the State, New York, 1962, Russell and Russell, s. 27.
24) Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meali), Ankara, 1987, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, “Enfal” suresinin 39.
ayeti.
25) “Tevbe” suresi, 5.
26) “Muhammed” suresi, 35; ayrıca Bak. “Bakara”, 191 ve 251; “Maide”, 51;
“Enfal”, 65; “Tahrim”, 9.
27) Örneğin bak. “Bakara”, 192 ve 256; “Nisa”, 90; “Enam”, 108; “Kafirun”,
6.
28) Tek tanrıcı dinde dinsel inançlardan bir savaş ideolojisi çıkarma
eğilimi kılıçlı peygamberlere ve cihat ordularına sahip Müslümanlığa özgü
değildir. Bundan, sevgi vaaz eden peygamberleriyle ve misyoner ordusuyla
barışçı bir yayılma yolunu tuttuğu söylenen Hıristiyanlık da yakasını
kurtarabilmiş değildir. Bu gerçek, Haçlı Seferleri kadar Hıristiyanlar’ın
Yahudiler’e karşı tutumunda da sırıtmaktadır. Ve bu yolda geliştirilen bazı
Hıristiyan inançları akıllara durgunluk verecek, vicdanları zorlayacak denli
saçma ve acımasızdır. Örneğin ortaçağda Hıristiyanlar “aşai rabbani”
(tanrısal aş) töreninde kullanılan mayasız ekmekler üzerinde Microcaccus
pradigius bakterisinin üremesinin ürünü olan kırmızı küfü görünce Yahudi
mahallelerine pogrom denen soykırım akınları düzenliyorlardı. Bunun nedenini
şöyle haklı göstermeye çalışıyorlardı: Yahudi çocukları, elleri başlarına
yapışık doğar. El bitişik yerden kesilerek ayrılır. Ama kesilirken elde ve
başta oluşan yara ancak İsa’nın iyileştirici kanı sürülerek kapanır. Bunu
bilen Yahudiler, İsa’ya işkence ederek kanını akıtırlar. Mayasız
ekmeklerdeki kırmızı lekeler bunu gösterir. Pogromlor İsa’yı Yahudiler’in
işkencesinden kurtarmak içindir; bak. Thomas F. Gosset, Race: The History of an Idea in America (1955), s. l 2’den Alâeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara, 1993, Bilim ve Sanat Yayınları, s. 48d.
29) ŞIrk ve ırkçılık Düşüncesi, s.
104.
30) Bugün Neanderthalensis insanının araç takımının, bir zamanlar sanıldığı
gibi sapiens’inkinden kaba olmadığı, aynı (Mousteryan) endüstriyi
(teknolojiyi) kullandığının saptanmasıyla anlaşılmış bulunuyor.
31) McNeill, Dünya Tarihi, s.
82 vd.
32) McNeill, Dünya Tarihi, s.
88 vd.
33) McNeill, Dünya Tarihi, s.
93 ve 367.
34) Siyasal Düşünceler Tarihi, s.
281.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder