bilgievlerim: Hikaye ve Masallar
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


Hikaye ve Masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye ve Masallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2018 Salı

MEHMET HAN


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, sür sürenin, var varanın, bağa destursuz girenin, âlemin başına ço­rap örenin, boş yere öfkelenenin, durup dururken güle­nin, baykuşu çok olurmuş, Ak sakal, kara sakal, pembe sakal, çember sakal, keçi sakal, berber elinden yeni çık­mış taze, taptaze sakal, Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamam açsam dost ahbap hatırı. Hiç birisi kârım değil benim, Doğru söz, gü­zel söz, derken başıma yıkıldı hamam, Dereden, siz ge-lin.Tepeden ben. Sandıktan siz çıkın, sepetten ben. Tah­ta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven. Ellerimde eldiven çıktım taş merdivenden, Bir beyaz perde, per­deyi kaldırdım, köşede bir hanım oturmuş. Şöyle ettim, böyle ettim hanımın tabanının altına bir fiske vurdum. Su paluzesi gibi titriyor. Gün bitiyor, söz bitmiyor. Ne yapa­lım, ne edelim? Kısa kesip masalımıza girelim.
Evvel zaman içinde, bir padişah varmış. Padişahın üç oğlu, üç de kızı varmış. Günlerden bir gün, padişah hastalanıp yataklara düşmüş, Hekimler, hocalar, ilâçlar, dualar para etmemiş. Ölümün yaklaştığını anlayan padişah, üç oğlunu yanına çağırarak şöyle demiş:
- Yakında öteki dünyaya göç edeceğim. Ben öl­dükten sonra, mezarımın başında üç gün, üç gece kim bekler ve düşmanımı öldürürse yerime o geçsin. Kızları­mı da her kim isterse onlarla evlendirin,
Birkaç gün sonra padişah hayata gözlerini yummuş ve büyük bir törenle, gözyaşları arasında gömülmüş. He­men o gece büyük oğlu, babasının mezarının başına gitmiş, Gece yarısına kadar orada beklemiş. Derken uzaklardan, insanın tüylerini diken diken eden bir ses duymuş. Neredeyse korkudan küçük dilini yutacakmış, büyük oğlan. Pabuçlarını kaptığı gibi soluğu sarayda al­mış. Saraydakilere başına gelenleri anlatarak, korktuğu için mezarın başında bekleyemediğini söylemiş.
Ertesi gece, ortanca oğlan gitmiş babasının mezarının başına. O da ağabeyi gibi gece yarısına kadar bek-i lemis. Ve tıpkı ağabeyi gibi,! o korkunç sesi duyunca soluğu sarayda almış. Tabii ertesi gün, sıra küçük oğlana gelmiş Küçük oğlan, beline hançe sokup babasının mezarının t gitmiş. Tam gece yarısına doğru, o da korkunç bir ses duymuş. O da korkmuş ama, babasının isteğini yerine getirmek için sesin geldiği yöne doğru ilerlemiş, Bir de ne görsün? Ağzından, burnundan alevler fışkıran bir ej­derha! Hemen hançerini çekmiş ve ejderhayı oracıkta öldürmüş. Ancak, saraydakilerin kendisine inanması için, ejderhanın kulağını kesmek istemiş. Ama, bir türlü dev hayvanın kulağını bulamamış. Çünkü, ortalık çok karanlıkmış; göz gözü görmüyormuş, Bir ışık bulmak için, etrafına bakınırken uzakta yanan titrek bir mum ışığı görmüş, Işığa doğru ilerlemeye başlamış. Bir de bakmış ki, köşede yaşlı bir adam yan gelip oturmuş. Elinde iki yumak varmış. Biri kara, diğeri akmış. Karayı topluyor, akı açıyormuş.
Adı, Mehmet han olan genç şehzade meraklanıp sormuş:
- Baba, elindeki yumaklarla ne yapıyorsun? Yaşlı adam:
- Oğlum, demiş. Benim işim, gücüm budur. Geceyi toplayıp, gündüzü salıyorum, demiş.
Mehmet Han:
-  Benim işim daha bitmedi, demiş ve yaşlı adamın elini kolunu bağlamış,
Şehzade, ışığa doğru yürümeye devam etmiş. Bir kalenin dibine gelmiş. Bakmış ki, kırk kişi orada kös kös oturup duruyor.
- Hey! Ne yapıyorsunuz burada? diye sormuş. Adamlar:
- Biz kırk haramileriz. Amacımız kaleyi soymak. Ama, bir türlü yolunu bulup kaleye tırmanamıyoruz! demişler. Mehmet Han:
- Siz, bana bolca çivi bulun, ben sizi kaleye çıkartı­rım, demiş.
Adamlar, koşup bir sepet dolusu çivi getirmişler, Şehzade, eline bir çekiç alıp çivileri duvara çaka çaka kalenin ta tepesine çıkmış.
Kırk haramilere, yukarıdan:
-  Siz de benim çıktığım gibi, teker teker kaleye tır­manın! diye seslenmiş.
Kırk haramiler, onu dinleyip birer birer kaleye tırman­maya başlamışlar,
Mehmet Han, yukarı çıkanın başını kesip bir kenara atmış. Kırkını da öldürdükten sonra, kaleyi şöyle bir dolaşmaya çıkmış. Büyük bir saraya varmış. Kapıyı açıp, sa­raydan içeriye girmiş. Bir de bakmış ki, kocaman bir yı­lan bir direğe sarılmış duruyor. Hemen hançerini çekip, yılanı öldürmüş. Ama, hançeri o kadar hızlı vurmuş ki; di­reğe saplanan bıçağı, ne kadar uğraştıysa da yerinden oynatamamış. Fazla oyalanmadan merdivenleri birer ikişer çıkıp, sarayın üst katına gelmiş, Karşısına çıkan ilk kapıyı açınca yatakta güzel bir kızın uyuduğunu görmüş. Kapıyı yavaşça kapamış ve yanındaki odanın ka­pısını açmış. Orada da güzel bir kız, mışıl mışıl uyuyormuş, O kapıyı da yavaşça kapatıp, üçüncü bir kapıyı açmış. Tunçlarla kaplı bu odada da çok güzel bir kız uyumaktaymış, Kız, diğer kızlardan çok daha güzelmiş. Şehzade, bir görüşte aşık olmuş ona,
Mehmet han, göreceklerini gördükten sonra kale­nin üstüne çıkmış ve çaktığı çivilere basa basa aşağıya inmiş. Elini kolunu bağladığı adamın yanına gelmiş.
Adam:
- Aman oğlum! demiş. Nerelerde kaldın? Herkesin uyumaktan bir yerleri ağrıdı,
Mehmet Han, yaşlı adamın elini ayaklarını çözünce, o da başlamış ak yumağı sarmaya, Böylelikle Mehmet Han ejderhayı öldürdüğü yere vardığında gün iyice ısı­rmış, Mehmet Han, hemen kılıcıyla ejderhanın kulağını kesip torbasına koymuş ve saraya dönmüş, O yokken, büyük kardeşini padişah diye tahta oturtmuşlar! Hiç se­sini çıkarmamış, başından geçenleri de kimseye anlat­mamış. Birkaç gün sonra, saraya bir aslan gelmiş, Doğ­ruca padişahın huzuruna çıkarak büyük kız kardeşiyle evlenmek istediğini söylemiş,
Padişah:
- Ben, kardeşimi bir hayvana vermem! demiş. Ama, Mehmet Han:
- Babamızın vasiyetini unutuyorsunuz! diyerek abla­sını, kolundan tutup aslana vermiş.
Aslan, kızı aldığı gibi saraydan uzaklaşıp gitmiş, Erte­si gün, bir kaplan gelerek ortanca kız kardeşini padişahtan istemiş,  Padişah, bu isteğe de çıkmış. Ama, Mehmet iE Han'ın zoru ile ortanca kız kardeşlerini de kap-lana vermişler. Ondan 1 sonraki gün de bir kartal saraya gelip, padişahtan küçük kız kar­deşini istemiş. En küçük kardeşlerini de Mehmet Han'ın zoruyla kartala ver­mişler, Kartal, kızı alıp götürmüş.
Biz, kalenin içindeki saraya gelelim:
O saray, bir padişahın sarayıymış. Padişah, sabah bahçede dolaşırken direkteki yılan ölüsüne rastlamış. Adamlarına emir vererek, yılan ölüsünü kaldırtmış ve hançeri güçlükle yerinden çıkartarak hazinesine koy­muş, Padişah, gene dolaşırken kale dibinde yatan ha­ramilerin ölüsüne rastlamış,
Baş vezirine:
- Benim sarayıma girip hançeriyle yılanı öldüren, düşmanımız değil dostumuzmuş, demiş. Baksana kırk ta­ne eşkıyayı öldürmüş. Eğer o olmasaydı bu haramiler, sarayımı soymuş olacaklardı!
Padişah, kırk haramileri kimin öldürdüğünü buimak için çok uğraşmış, ama bulamamış.
Padişah:
- Bir hamam yaptıralım! Herkes, bu hamamda para­sız yıkansın! Hamama giren herkes, aranır, Hançerin kını kimde çıkarsa, yılanı da kırk haramileri de öldüren odur, diye emir vermiş. Hamam yapılmış. Duyanlar gelip yı­kanmaya başlamışlar. Kısa bir süre sonra hamamda yı­kanmayan hiç kimse kalmamış. Baş vezir, padişaha:
- Şahım, demiş. Bu hamamda sadece geçenlerde ölen komşu padişahın üç oğlu yıkanmadı. İsterseniz on­ları davet edelim.
Bu fikir, padişahın da hoşuna gitmiş ve hemen onla­rı davet etmiş. Mehmet Han ve iki ağabeyi hamama gelmişler. Mehmet Han'ın elbiseleri arasında hançerin kını bulunmuş. Padişah, hemen Mehmet Han'ı huzuruna çağırtıp:
- Evlât, demiş. Sen, bana büyük bir iyilik yaptın. Ca­nımı, malımı, mülkümü kurtardın. Şimdi, dile benden ne
dilersen!
Mehmet Han:
-  Hakanım, demiş. Senden bir şey dilemem, ama küçük kızını isterim.
Padişah:
- Oğlum, benden çok güç bir şey istedin, demiş. Dilersen sana ortanca ya da büyük kızımı vereyim. Ama, küçük kızımı vere- , mem. Çünkü, onu benden 1 "Rüzgâr Dev" istemişti. Ben,  razı olmadım ve Rüzgâr Dev, bir zarar vermesin diye kızımı tunçtan bir odaya ka­padım. Rüzgâr dev, hiçbir güçle yok edilemeyecek bir yaratıktır. Onun için, gel vazgeç bu sevdadan!
Mehmet Han, ısrar etmiş:
- Ne olursa olsun, ben küçük kızınızı istiyorum! demiş.
Padişah, delikanlının çok kararlı olduğunu görünce, küçük kızının Mehmet Han ile evlenmesine izin vermiş.
İki genç, büyük bir törenle evlenmişler. Mehmet Han, rüzgâr dev eşine bir zarar vermesin diye, onu sara­yının en sağlam, en iyi, penceresi, kapısı sıkı sıkıya örtülü odasına yerleştirmiş. Ve yanından hiç ayrılmamış,
Günlerden bir gün, Mehmet Han eşine:
- Sultanım, demiş. Şimdiye kadar yanından hiç ayrıl­madım. İzin verirsen, ormanda bir saat kadar avlanayım.
Kız, her ne kadar:
-Aman şehzadem! Beni yalnız bırakma! diyeyalvar-mışsa da sonunda:
- Peki. Ama, sakın bir saatten fazla ormanda kalma! demiş.
Mehmet han, silâhlanıp atına atlayarak ormana ava gitmiş, Rüzgâr dev, günlerden beri Mehmet Han'ın saraydan ayrılmasını bekliyormuş. Hemen saraya girmiş ve Mehmet Han'ın eşini kaptığı gibi, bir anda kendi sa­rayına uçurmuş, Mehmet Han, saraya geldiğinde kara haberi öğrenmiş. Atına atlayarak, eşinin babasının sara­yına gitmiş, Durumu anlatmış.
Padişah:
- Oğlum, demiş. Ben sana söylemiştim! O hınzır rüz­gâr dev, kızımı kaçırdı! Yapacak hiçbir şey yok artık!
Büyük bir üzüntüye kapılan Mehmet Han, kendini yerden yere atarak ağlamaya başlamış, Padişah:
-Yapma oğlum! demiş. Sana diğer kızlarımdan biri­ni vereyim.
Mehmet Han:
-  Hayır Şahım, demiş, Ben ne yapıp, ne edip eşimi rüzgâr devin elinden kurtaracağım.
Ve atına atladığı gibi yola çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, Dere, tepe düz gitmiş, Günlerden bir gün, bir ovada ilerlerken bir köşk görmüş, Bu köşk, büyük kız kardeşinin köşküymüş. Mehmet Han, atı­nı köşke doğru sürmüş. Köşkün pencerelerinden birin­den Mehmet Hanın büyük kız kardeşi, dışarıyı seyredi-yormuş. Bir atlının dörtnala köşke doğru yaklaştığını gö­rünce, çok şaşırmış. Çünkü, buralara yabancılar gel-mezmiş. Atlı, köşke yaklaştığı zaman kız, gelenin kardeşi olduğunu anlamış. Hemen kapıyı açarak, onu karşıla­mış, Sarmaş dolaş olmuşlar.
Ancak, akşam olup da hava kararınca ablası Meh­met Han'a:
-  Kardeşim, demiş. Şimdi kocam aslan gelir. Ne de olsa bir hayvan. Belki sana zarar verebilir. En iyisi seni saklayayım.
Kardeşini, güvenli bir yere saklamış. Akşam olunca, aslan gelmiş. Mehmet Han'ın ablası, kocasının ağzını aramak için sormuş:
- Sevgili eşim, eğer kardeşlerimden biri bizi ziyarete gelseydi, nasıl karşılardın?
Aslan, homurdanarak konuşmuş:
- Büyük kardeşin gelirse, bir pençe darbesiyle onun canını alırdım. Ortanca kardeşin gelse onun da canını cehenneme gönderirdim. Ama, küçük kardeşin Meh­met Han gelse, sabaha kadar ellerimin üstünde uyuturdum, Çünkü, seni bana o verdi. O bana öz kardeşim kadar yakındır! demiş, Kız, gülerek:
-  Öyleyse müjde! demiş, Küçük kardeşim Mehmet Han, burada!
Aslan:
- Hani nerede? Haydi, getir göreyim! demiş.
Kadın, hemen Mehmet Han'ı saklandığı yerden çı­kartarak aslanın yanına getirmiş.
Dereden tepeden konuştuktan sonra aslan:
-  Sevgili Mehmet Han, nereden gelip nereye gidi­yorsun? diye sormuş.
Mehmet Han da başından geçenleri anlatmış, Bu­nun üzerine Aslan:
- Rüzgâr devin adını, ününü ben de duydum. Ama, nerede olduğunu bilmiyorum. Hem, sen onunla başa çı­kamazsın. Gel, vazgeç bu işten! demiş.
Ama, Mehmet Han aslana kararının kesin olduğunu, ölse bile bu işten vazgeçmeyeceğini söylemiş. O gece, orada kalmış, Ertesi sabah, atına atladığı gibi çıkmış ge­ne yollara.
Az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına gene bir köşk çıkmış. Köşkün penceresinden bakan bir kız, acaba tozu du­mana katarak gelen bu atlı kimdir, diye merakla bakı­yormuş. Bu köşk de Mehmet Han'ın kaplan ile evlenen ortanca kız kardeşininmiş! İki kardeş, sevinçle kucaklaş­mışlar.
Akşama doğru, kız:
- Sevgili kardeşim, demiş. Birazdan kaplan gelecek. Sana, bir zararı dokunabilir. Onun için en iyisi seni sakla­yayım.
Kardeşini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kaplan gelmiş. Mehmet Han'ın ortanca kız kardeşi, kaplana sormuş:
-  Şimdi kardeşlerimden biri köşke gelseydi, ne ya­pardın?
Kaplan, homurdanarak cevap vermiş:
-  Büyük kardeşinle, ortancası gelselerdi parça par­ça ederdim. Ama, küçük kardeşin Mehmet Han gelsey­di, sabaha kadar dizlerimin üstün­de yatırırdım. Çünkü, seni bana o verdi,
Kız,  hemen   Mehmet Han'ı  gizlediği  yerden çıkartarak kaplanın ya­nına getirmiş:
-  İşte,    Mehmet Han, demiş,
Kaplan,    karısının kardeşini çok iyi karşılamış,
Ne ikram edeceğini, nasıl davranacağını şaşırmış:
- Sevgili kardeşim, demiş, Nereden geldin, nerelere gidiyorsun. Anlat bakalım?
Mehmet Han, başına gelen olayları, rüzgâr devin karısını nasıl kaçırdığını baştan sona anlatınca, kaplan:
- Vallahi kardeşim, demiş. Ben de rüzgâr devin adı­nı, sanını, ününü duydum. Ama, nerede yaşadığını bil­miyorum. Yalnız beni dinleyecek olursan, onu aramak­tan vazgeç. Başına bir iş gelmesin, demiş.
Ama, Mehmet Han kararını vermiş bir kere, Dinleme­miş kaplanı. O gece kaplanlarda kaldıktan sonra, erte­si sabah atına atladığı gibi çıkmış yollara. Orası benim, şurası senin, demeden gitmiş, gitmiş. Beklemek zordur, ama masallarda zaman çabuk geçer.
Bir ovada karşısına bir köşk daha çıkmış. Burası da küçük kız kardeşinin köşküymüş.
Kız, pencereden Mehmet Han'ı görünce:
-  Ah sevgili kardeşim! Nerelerden geldin? diye se­vinçle aşağı inerek onu karşılamış.
Sarmaş dolaş olmuşlar, Akşama kadar sohbet etmişler. Akşam, hava kararınca kız:
- Sevgili ağabeyim, demiş. Birazdan kartal gelecek. Ne de olsa bir hayvan. Sana, bir zararı dokunmasın.
Onun için, seni saklayayım,
Ağabeyini, bir yere gizlemiş. Çok geçmeden kartal, kocaman kanatlarını çırpa çırpa köşke inmiş.
Kız, kartala:
-  Sevgili eşim, diye sor­muş. Kardeşlerim buraya  gelseydi, ne yapardın?
Kartal:
- Eğer büyük ve ortan­ca    kardeşlerin    gelseydi, pençelerime taktığım gibi yedi kat gökyüzüne çıkartır, sonra
da bırakırdım onları.  Küçük kardeşin gelseydi, onu kanatlarımın üstünde misafir ederdim, de­miş.
Kız, ağabeysini sakladığı yerden çıkartmış, Kartalın yanına getirmiş.
Kartal:
- Vay sevgili kardeşim, demiş. Buralara kadar nasıl gelebildin, hiç korkmadın mı?
Mehmet Han, başından geçenleri ve rüzgâr devi bir bir anlatmış kartala.
Kartal:
- Oğlum, demiş. Rüzgâr devin sarayı buradan yedi dağ ötededir. Oraya gitmen hem çok zor, hem de çok tehlikelidir.
Mehmet Han, diretmiş:
- Kararım kesindir kartal. Ya öleceğim ya da rüzgâr devi öldürüp, karımı kurtaracağım,
Kartal, bakmış ki Mehmet Han sözünden dönecek gibi değil:
-  Peki, demiş. Yalnız, sakın ona görünme. Eğer seni görürse, hemen öldürür. Hiç gözünün yaşına bakmaz. Hem rüzgâr devin, nereden gelip, nereye gideceği hiç belli olmaz. Adı üstünde: Rüzgâr dev! Kendini iyi kolla!
Genç şehzade, geceyi kartalın köşkünde geçirmiş. Sabah, şafakla beraber düşmüş yollara. Bir dağ, iki dağ, üç dağ, dört, beş, altı derken yedinci dağa varıp ulaş­mış. Dağın taa tepesinde uçsuz bucaksız bir saray, rüz­gâr devin sarayı! Uğraşa, didine en sonunda saraya varmış, Bir de ne görsün, karısı pencerede değil mi?
Kadın, Mehmet Han'ı birden bire karşısında görün­ce hem şaşırmış, hem sevinmiş, hem de çok korkmuş:
-  Aman şehzadem! Buralara kadar nasıl geldin? Rüzgâr dev, seni görmesin! Öldürür, demiş.
Mehmet Han, pencerenin altına gelerek kollarını açıp:
- Sevgili eşim! demiş, Hiç korkma, hemen atla; seni, buralardan kurtarayım.
Prenses, pencereden Mehmet Han'ın kollarına atla­mış ve:
- Rüzgâr dev, üç günlük uykusuna yattı, hemen bu­radan kaçalım! demiş.
Mehmet Han, eşini atın terkisine alarak dörtnala, sa­raydan uzaklaşmış. Aradan üç gün geçmiş. Rüzgâr dev, uykusundan uyanmış,
Kızın odasının kapısına gelerek:
- Sultanım, kapıyı azıcık aç ta yüzünü bir kez olsun bana göster! diye yalvarmış.
Bir süre bekledikten sonra, odadan hiç ses seda çık­madığını fark etmiş. Kapıyı kırıp, içeri girmiş, Her şeyi an­layan, rüzgâr dev:
-  Hele biraz daha yol alın, bakalım benim elimden kurtulabilecek misiniz? diye söylenmiş. Oturup, biraz dü­şündükten sonra, kalkıp Mehmet Şah ile eşinin peşine düş­müş. Çok geçmeden yetişip, yakalamış onları ve hiç acı­madan Mehmet Han'ın başını gövdesinden ayırıvermiş.
Zavallı prenses, rüzgâr deve:
- Madem, onu hiç acımadan öldürdün, bari başını ve vücudunu atının heybesine koy, Belki birisi görür, acı­yıp gömer. Buralarda kalırsa kurtlara, kuşlara yem olur, demiş,
Dev, kızın istediğini yapmış. Kız, atın iki gözünü öp­tükten sonra:
- Yâ! Güzel at, onu evine götür! demiş.
_ At, dört nala oradan uzaklaşmış, Rüzgâr
dev, kızı aldığı gibi bir solukta saraya gö­türmüş.   Kız,  kızgınlığından  odasına kapanmış. Dev, ne kadar yalvarıp yakardıysa da, eskiden olduğu |   gibi, ona yüzünü bile göster­memiş.
Mehmet Han'ın atı, küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş,Kız, abeysinin atının kapıya geldiğini görünce, endişeyle dışarıya koşmuş. Heybede kardeşinin ölüsünü görünce, in­ci gibi gözyaşları dökerek ağlamaya başlamış.
Akşam, kartai eve geldiğinde karısının gözlerinin ağ-iamaktan şiştiğini görünce sormuş:
- Suitanım, nedir bu haiin? Niçin ağladın bu kadar?
Kız, Mehmet Han'ın ölüsünü gösterince, kartal bütün olup biteni anlamış. Kuşların kralı kartal, hemen her tara­fa haber salmış. Yeryüzünde ne kadar kuş varsa sarayı­na toplamış,
-  Ey kuşlar! Aranızda cennet bahçesine gideniniz var mı? Kim gittiyse, yanıma gelsin!
Bir kuş:
- Efendim, üç dağ, iki ova, dört göl ve beş nehir öte­de çok yaşlı bir akbaba var. Belki o gitmiştir, demiş.
Kartal:
-  Hepiniz sarayıma geldiğiniz halde o niçin gelme­di? diye sorunca kuş:
- Sayın kralımız, akbaba çok yaşlıdır. Buraya kadar gelemez, demiş,
Kartal:
- Biriniz, sırtına bindirip getirsin! diye emredince güç­lü kuvvetli, kocaman bir kuş yola çıkmış.
Çok geçmeden, yaşlı akbabayı sırtına alıp, kartalın huzuruna çıkartmış.
Kartal:
- Ey akbaba! Sen, hiç cennet bahçesine gittin mi?
Saçları dökük, gözlerinin ışığı sönmüş, boynu bükük yaşlı akbaba, kanadıyla kel başını kaşımış. Biraz düşün­dükten sonra:
- On iki yaşlarımdayken, bir kere gitmiştim, demiş. Kartal:
- Öyleyse gene git ve bana bir şişe cennet suyu al! diye emir vermiş.
Akbaba:
- Ben oraya kadar nasıl uçarım? demiş. Kartal:
- Buraya kadar nasıl geldiysen, öyle! demiş.
Yaşlı akbaba, gene o güçlü kuvvetli kuşun sırtına | binmiş. Cennet bahçesine gidip, oradan bir şişe cennet | suyu getirmiş. Kartal, Mehmet Şahın kesik başını gövde­sinin üstüne düzgünce koymuş. Kesik yerlere cennet su­yunu, dikkatlice sürmüş. Şehzade, bir uykudan uyanır gi­bi, canlanıp kendine gelmiş.
- Ben neredeyim? diye şaşkın şaşkın etrafına bakınmış. Kartal:
- Oğlum, ben sana söylemedim mi? demiş. Bu dev, seni sağ bırakmaz! diye, Başını gövdenden ayırmış! Atı­nın heybesinin içinde bulduk! Gel, vazgeç bu işten. Dev, seni yakalarsa gene öldürür.
Fakat, Mehmet Şah "İlle de tekrar gideceğim!" diye tutturunca, Kartal:
-  Madem bu kadar istiyorsun, git. Ama, oraya varır varmaz hemen karını alıp kaçmaya kalkma. Ne yap, ne et devin sırrını öğren! Belki, bu sır sayesinde rüzgâr devi öldürür ya da etkisiz bir hale getirebilirsin! demiş.
Mehmet Şah, atına atladığı gibi rüzgâr devin sarayı­nın yolunu tutmuş, Karısını, yine pencerede beklerken bulmuş, Kartalın, onu nasıl canlandırdığını anlattıktan sonra:
- Ben, karşı ki dağların ardında saklanacağım. Sen, bir yolunu bulup rüzgâr devin tılsımını öğren, demiş,
Prenses, Mehmet Şah gittikten sonra, kendisini gör­mek için kapıya gelen rüzgâr deve:
- Çekil, git karşımdan! demiş. Üç gün, üç gece uyu­yor, bir gün uyanık kalıyorsun! Sonra gene üç gün, üç gece uyuyorsun! Bu odada tek başıma kalıyorum! Ne­redeyse canım sıkıntıdan pat diye patlayacak!
Dev, uzun zamandan beri kendisiyle tek kelime bile konuşmayan kızın söylediklerini işitince çok sevinmiş:
-  Aman Sultanım, demiş, Emret, ne istersen yapa­yım. Seni eğlendireyim; yeter ki canın sıkılmasın.
Kız:
- Senden ne isteyeyim! Dev bir rüzgârsın sen. Senin ne eğlencen oiur ki. Gezip dolaşırsın sadece! Senin tılsı­mın nedir? Bana göster de bari senin ne olduğunu an-iayayım. O zaman belki canımın sıkıntısı biraz olsun aza­lır, demiş.
Dev:
-  Sultanım, benim tılsımım çok uzaklardadır, Hem, oraya kimse gidemez. Buradan çok uzakta bir ada var. Adada bir öküz, öküzün karnında altın bir kafes, altın ka­fesin içinde bir beyaz güvercin vardır. İşte, benim tılsı­mım bu beyaz güvercindir.
Rüzgâr dev, prensesin kendisini merakla dinlediğini fark edince, tılsımını anlatmaya devam etmiş:
- Mehmet Şahın, küçük kız kardeşinin köşkünün kar­şısında yüce bir dağ vardır. Bu dağın tam tepesindeki çeşmeye, her sabah su içmek için kırk tane deniz aygırı gelir. Eğer birisi, bu aygırlardan birini, su içerken - sudan başını kaidırıncaya kadar- nallayıp, eyerleyip, yular ta­kıp, üstüne binebilirse, o aygır üzerindeki adamın her di­leğini yerine getirir, İstediği yere de götürür, demiş.
Kız, öğreneceklerini öğrendikten sonra:
- Hadi canım! Böyle garip tılsım mı olurmuş! diyerek kapıyı devin suratına kapatmış.
Prenses, rüzgâr devin tılsımını olduğu gibi Mehmet şaha anlatmış. Mehmet Şah, vakit kaybetmeden küçük kız kardeşinin köşküne gitmiş. Devin tılsımını, kartaia an­latmış, Kartal, beş tane kuş çağırarak:
- Fazla oyalanmadan Mehmet Şahı karşıdaki dağın tepesindeki çeşmeye götüreceksiniz. Aygırlardan biri su içerken, nallayıp, eyerleyip, yular takıp, Mehmet Şahı üstüne bindireceksiniz, demiş,
Kuşlar, hemen Mehmet Şahı dağın tepesine çıkart­mışlar. Çeşmenin başına pusu kurup beklemeye başla­mışlar. Derken kırk aygırdan biri, çeşmeye yanaşıp su iç­meye başlamış. Kuşlar ve Mehmet Şah, hemen hareke­te geçmişler. Deniz aygırı, sudan başını kaldırmadan nallanmış, eyerlenip yular takılmış ve Mehmet Şah üstü­ne binmiş.
Aygır, konuşmuş:
- Emret sultanım! Mehmet Şah:
- Beni, rüzgâr devin tılsımının bulunduğu adaya gö­tür, demiş,
Mehmet Şah, gözünü açıp kapayıncaya kadar ken­disini adada bulmuş. Deniz aygırının yularından tutarak, adada dolaşmaya başlamış. Karşısına yaşlı bir adam çıkmış.
- Oğlum, sen bu ıssız ada­ya nerelerden geldin? diye sormuş.
Mehmet Şah:
-  Gemim battı, ben de yüze yüze bu adaya çıktım. Peki, sen kimsin? demiş.
Adam:
- Ben, rüzgâr devin uşağı­yım, Burada yaşıyorum, Rüzgâr devin burada bir öküzü var. Ona bakarım. Sen de bana yardımcı olur musun? demiş.
Mehmet Şah, bu teklifi kabul ederek adamın yanın­da çalışmaya başlamış. Görevi, öküzün su içtiği havuzu suyla doldurmakmış. Birkaç gün bu şekilde çalışmış, Bir gün, yaşlı adam yokken bir kenara yığılı şarap fıçılarını havuza boşaltmış. Devin öküzü, susayınca su niyetine havuzdaki şarabı içmiş. Birkaç adım attıktan sonra, saklanıp yere düşmüş. Mehmet Şah, hemen öküzün karnını yarıp içindeki altın kafesi çıkarmış. Bir köşeye gizlediği deniz aygırına binerek:
- Rüzgâr devin sarayına gidelim! demiş.
Demesiyle birlikte kendisini rüzgâr devin sarayında, eşinin karşısında bulmuş.
Prenses:
-Aman Şehzadem! demiş, Hemen kaçalım, dev uy­kuda,
Hemen deniz aygırına atlayıp, yola çıkmışlar. O sırada rüzgâr dev uyanmış. Bakmış ki, prenses yok:
- Eyvah, Mehmet Şah gene kaçırdı onu! Ben gösteri­rim şimdi ona, diye düşmüş peşlerine. Çok geçmeden de yetişmiş.
Prenses, devin rüzgarını hissedince:
- Eyvah! Rüzgâr dev bize yetişti! demiş. Mehmet Şah:
- Şimdi ne yapacağız! Yetişirse, beni gene öldürür! demiş.
Deniz aygırı:
- Korkmayın! Kafesteki beyaz güvercinin kafasını ko­partırsanız, hiçbir şey olmaz, demiş.
Mehmet Şah, hemen kafesteki beyaz güvercinin başını gövdesinden ayırıvermiş. Kopartmasıyla rüzgâr dev, korkunç gürültüler çıkartarak ölmüş.
Mehmet Şah ve prenses, ilk önce kartalın, sonra kaplanın, sonra da aslanın köşklerine uğramış. Her biriy­le görüşüp helâlleşmiş. Sonra da eşinin babasının sarayı­na gitmişler. Padişah, kızını ve damadını tekrar karşısın­da görünce sevincinden deliye dönmüş. Kızı ve Meh­met Şah için, yeniden kırk gün, kırk gece süren büyük bir düğün düzenlemiş,
Mehmet Şah'ın kahramanlığı, bütün ülkelerde du­yulmuş. Sarayına döndüğü zaman, halk onu büyük bir sevgiyle karşılamış. Vezirler kurulu, babasının dileğini ye­rine getirdiği için, Mehmet Şah'ı büyük oğlanın yerine padişah ilân etmişler.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

20 Haziran 2018 Çarşamba

Altın Kaz


Evvel zaman içinde bir adamın üç oğlu vardı. En küçük oğlunun adı Şapşalcık'tı. Bu yüzden her fırsatta alaya alınır, küçümsenir, hor görülürdü.
Günlerden bir gün en büyük oğul ormana, odun kesmeye gidecekti. Yola çıkmadan önce annesi ona azık olarak güzel, kocaman bir pişiyle bir şişe şarap verdi. Delikanlı ormana vardığında ufacık tefecik, kır saçlı bir ihtiyar adamla karşılaştı. İhtiyar, "Bana bir lokma pişiyle bir yudum şarap verir misin?" dedi. "Çok acıktım, çok susadım."
Delikanlı, "Sana pişimle şarabımdan verirsem bana hiçbir şey kalmaz," dedi. "Bas git buradan." Sonra ihtiyarı orada bırakarak yoluna devam etti. Derken bir ağacı kesmeye başladı. Ama ancak birkaç kez vurduğu baltası elinden kayarak koluna saplandı. Kolu öyle kötü kesilmişti ki, çocuk eve dönüp yarasını sardırmak zorunda kaldı. Besbelli bu yara o küçük, ihtiyar adamın marifetiydi.
Bundan sonra ortanca oğul ormana gitti. Annesi ona da bir pişiyle bir şişe şarap verdi. Aynı minik ihtiyar adam ortanca oğulun karşısına da çıkarak bir lokma pişiyle bir yudum şarap istedi. Ortanca oğul da, "Sana verirsem bana ne kalır?" diyerek ihtiyarın isteğini geri çevirdi, yoluna devam etti. Layığını da çok geçmeden buldu: Baltasıyla ağaca anca iki kez vurmuştu ki, kendi bacağını yaralayarak eve dönmek zorunda kaldı.
O zaman Şapşalcık ormana gidip odun kesmek için babasından izin istediyse de babası, "Olmaz," dedi. "Ağabeylerin odun keserken yaralanmışlar; sen de bir yerlerini kesersin çünkü bu işlere aklın ermiyor." Ama Şapşalcık öyle yalvarıp yakardı ki sonunda babası, "Pekâlâ, git bakalım," demek zorunda kaldı. "Başına geleceklerden belki ders alır, dikkatli olmayı öğrenirsin."
Annesi Şapşalcık'a külde pişmiş bir çörekle bir şişe ekşi bira verdi. Şapşalcık ormana girdiğinde karşısına gene o ufacık tefecik, kır saçlı ihtiyar çıkarak, "Bana bir lokma çörekle bir yudum içecek ver," dedi. "Çok acıktım, çok susadım."
Şapşalcık, "Külde pişmiş bir çöreğimle bir şişe ekşi biram var," dedi. "Hoşuna giderse otur, karnımızı birlikte doyuralım."
Oturdukları zaman Şapşalcık bir de ne görsün? Çöreği kocaman, puf bir pişiye, ekşi birası da nefis bir şaraba dönüşmemiş mi? Yiyip içtiler, sonra kır saçlı ihtiyar, "İyi yürekli olduğun; elindekini, avucundakini seve seve paylaştığın için ben de sana uğur getireceğim. Bak şurada ihtiyar bir ağaç var. Git kes, köklerinin arasında bir şey bulacaksın," diyerek oradan ayrıldı.
Şapşalcık hemen gidip ağacı kesti. Ağaç yere devrilince köklerinin arasında tüyleri katıksız altından bir kaz ortaya çıktı. Şapşalcık kazı alarak gecelemeyi tasarladığı hana götürdü.
Hancının üç kızı vardı. Kazı görür görmez akılları bu güzel hayvanda kaldı; hiç değilse ondan bir tüy koparmak istediler. En büyük kız tüy koparmak için fırsat kollamaya başladı.
Tam Şapşalcık'ın dışarı çıktığı sırada kız uzanıp kazın kanadını tuttu ama başparmağıyla işaretparmağı kanada yapışıp kaldı; kız, parmaklarını bir türlü kurtaramadı. Az sonra ortanca kız da tüy koparmak için geldi ama ablasına dokunur dokunmaz yapışıp kaldı. Çok geçmeden en küçük kız da aynı niyetle içeri girdi. Ablaları, "Yaklaşma! Tanrı aşkına geri durT" diye bağırdılarsa da kız onları dinlemedi. "Kendileri gelmişler, ben neden gelmeyecekmişim?" diye düşünerek ileri atıldı. Ne var ki, eli ablasına değer değmez yapıştı. Böylece üç kız kardeş geceyi kazın yanında geçirmek zorunda kaldılar.
Ertesi sabah Şapşalcık, hancının kızlarına aldırmadan kazı kanadının altına alarak dışarı çıktı. Kızlar hâlâ yapışık durumda peşinden koşup duruyorlardı.
Derken bir tarlada karşılarına köy papazı çıktı. Bu tuhaf durumu görünce, "Ne ayıp şey!" diye bağırdı. "Sizi haylaz kızlar, sizi! Ne diye bu genç adamın peşinden koşup duruyorsunuz? Hadi, bırakın şu maskaralığı!"
Böyle diyerek en küçük kızı elinden tutup çekmeye yeltendi. Ne var ki, ona dokunur dokunmaz kendisi de yapışıp kaldı ve ister istemez kafileye katıldı.
Az sonra papazın yardımcısı sokağa çıktı ve kendi üstü olan papazı üç genç kızın peşinden koşarken gördü. Buna son derece şaşırarak, "Heey, efendim!" diye bağırdı. "Nereye gidiyorsunuz böyle telaşla? Bugün bir vaftiz törenimiz var, unuttunuz mu?" diye koşup papazın cüppesinin eteğini tuttu. O da cüppeye yapışıp kaldı.
Böylece beşi peş peşe koşmayı sürdürürken karşılarına ormandan dönen, eli baltalı iki köylü çıktı. Papaz bağırarak onlara seslendi, gelip kendisiyle yardımcısını kurtarmaları için yalvardı. Gel gelelim köylüler de yardımcıya dokunur dokunmaz yapıştılar. Böylece Şapşalcık'la altın kazın peşinde gidenlerin sayısı yedi oldu.
Gide gide bir kente geldiler. Bu kenti yöneten kralın kızı çok ciddiymiş; öyle ciddiymiş ki, kral, "Kızımı kim güldürebilirse onunla evlendireceğim," diye bir ferman çıkarmış.
Bizim Şapşalcık bunu duyunca, kazı ve peşindekilerle birlikte dosdoğru prensesin karşısına çıktı. Prenses birbirinden kopamayarak peş peşe koşuşturan bu yedi kişiyi görünce öyle bir gülmeye başladı, kahkahalarını öyle bir koyverdi ki, bir daha hiç susmayacak sanırdınız.
Bunun üzerine Şapşalcık onun eş olarak kendine verilmesini istedi. Ne var ki, bu damat adayından hiç hoşlanmamış olan kral, onun bu isteğine engel olmak için, "Bana bir mahzen dolusu şarabı içebilecek
bir adam bulup getirmelisin!" diye başka bir koşul ileri sürdü.
Şapşalcık o kır saçlı ihtiyarcığın kendisine hiç kuşkusuz yardım edebileceğini düşünerek hemen ormana, o ağacı kesmiş olduğu yere koştu. Bir de ne görsün, orada yüzü asık bir adam oturuyordu. Şapşalcık ona bu tasasının nedenini sorunca adam, "Öyle bir susadım ki, içtiklerim susuzluğumu gidermiyor," diye yanıtladı. "Su içmeyi hiç sevmiyorum; bir fıçı şarabı dersen bir dikişte bitiriyorum: Kızgın sobaya damlamış bir damla su, sanki!"
"Üzülme, ben senin derdine çare bulabilirim," dedi Şapşalcık. "Gel benimle, susuzluğunu giderelim."
Böyle diyerek adamı kralın mahzenine götürdü, adam da fıçı fıçı şarapları içmeye koyuldu. Öyle içti, öyle içti ki, damarları şişti, gene de akşam olmadan bütün şarap fıçıları boşalmıştı.
Şapşalcık kraldan bir kez daha prensesi istedi. Ne var ki kral herkesin Şapşalcık dediği bu çirkin gence kızını vermek istemediğinden yeni bir koşul ileri sürerek, "Bana dağ gibi bir yığın ekmeği yiyip bitirebilecek bir adam bulmalısın," dedi.
Şapşalcık uzun uzun düşünmeye gerek duymadan gene ormanın yolunu tuttu. Orada, aynı yerde bir adam oturmaktaydı. Kemerini iyice sıkmıştı. Yüzünü feci biçimde buruşturarak, "Bir fırın dolusu francala yedim ama bu, benim kadar aç olanın dişinin kovu
ğuna bile gitmez!" deyip duruyordu. "Kemerimi böyle sımsıkı sıkmasam açlıktan öleceğim!"
Bu sözleri duyan Şapşalcık sevinerek, "Kalk, benimle gel," dedi. "Karnını doyurmaya yetecek kadar yiyecek bulurum sana."
Şapşalcık adamı kralın sarayına götürdü. Bu arada kral ülkesindeki olanca unu toplatarak dağ gibi bir yığın ekmek pişirtmişti. Ormandan gelen adam bu ekmek dağının başına geçerek yemeye girişti, akşam olmadan bütün ekmekleri silip süpürdü.
Bunun üzerine Şapşalcık üçüncü kez kraldan prensesi eş olarak istediyse de kral gene kızını vermek istemedi. Bu kez hem karada hem suda gidebilecek bir gemi istedi, "Ancak bu isteğimi de yerine getirirsen kızımı alabilirsin," dedi.
Şapşalcık gene dosdoğru ormana gitti ve orada çöreğini paylaşmış olduğu o kır saçlı, ufacık ihtiyarı buldu. Ne istediğini anlattığı zaman ihtiyar ona hem karada hem de suda gidebilen bir tekne vererek, "Seninle yiyip içtiğim için sana bu gemiyi veriyorum," dedi. "Bütün bunları yapmamın nedeni senin iyi yürekli olmandır."
Kral gemiyi görünce artık kızını Şapşalcık'a vermemezlik edemedi. Düğün dernek yapıldı. Kralın ölümünden sonra tahta Şapşalcık geçti ve eşiyle birlikte uzun, mutlu bir ömür sürdü.

Çeviren: Nihal Yeğinobalı

İki İnatçı Keçi Masalı


İki İnatçı Keçi Masalı
Bir köprünün ortasında rastlaşmış iki keçi
Hep inatçılıkmış meğer bu keçilerin suçu
Büyük keçi demiş yol ver önce ben geçeceğim
Küçük keçi demiş eğer verirsem öleceğim
Tam köprünün ortasında toslaşmış iki keçi
İkisi de suya düşmüş bunu görenler şaşmış
Keçilerin inatçısı suya düşer boğulur
İnsanların inatçısı kim bilir ki ne olur
İşte böyle arkadaşlar, işin aslı şöyleymiş:
Bir köylünün iki inatçı keçisi varmış. O kadar inatçılarmış ki biri diğerinin yaptığı şeylerin tam tersini yaparmış. Öyleki birisi otlamak için köylünün evlerinin kenarından akan derenin karşı tarafına geçse o mutlaka bu tarafı tercih edermiş.
Yine birgün kırlara otlamaya gitmişler. Her taraf yemyeşil taptaze çimenlerle doluymuş. Keçiler otlaya otlaya ırmağın kenarına kadar gelmişler. Keçilerden birisi ırmağın bir yakasında, diğeri öbür yakasında otlamaktaymış. İkisi de derenin karşı tarafından otlamak istemişler ve ikisi de ırmağın üzerindeki köprünün tam ortasına rastlaşmışlar. İki keçi, köprüde burun buruna gelmişler. Keçilerden birisi yol istemiş:
– Çabuk yol ver karşıya geçeceğim.
Diğer keçi yol vermeye yanaşmamış:
– Önce ben geldim, sen bana yol ver.
Keçilerin ikisi de inatçı mı inatçı. Köprüde kafa kafaya toslaşmışlar. İkisi de kavga etmekten yorgun düşmüşler. Bir tos, bir tos daha derken, keçilerin ikisi birden dengesini kaybedip, ırmağa düşmezler mi? İki keçi, ırmakta bata çıka sürüklenmeye başlamışlar. Boğulmak üzereyken yaptıkları hatayı anlamışlar.
Son sözleri:
– Keşke ikimizde bu kadar inatçı olmasaydık! Olmuş.

KARGANIN OYUNU


Karga sıcak bir yaz günü yıkanmak için dereye girmiş. Derenin serin sularında yıkanırken bir yengecin ayağına basıvermiş. Çok kızan yengeç, kıskacıyla karganın ayağına sıkıca sarılmış. Canı acıyan karga:
-” Bırak beni yengeç kardeş, canımı acıtıyorsun” diye yalvarıp yakarmış. Yengeç:
-” Sen benim ayağıma bastın, bende seni yiyeceğim” demiş. Karga:
-” İsteyerek olmadı, özür dilerim” diyerek yalvarmış, yakarmış ama birtürlü yengeç onu bırakmamış. Sonunda karganın aklına bir fikir gelmiş. Yengece:
-” Eğer beni bırakırsan sana bir geyik getireceğim” demiş. Bu sözleri duyan yengeç kargaya:
-” Tamam bana bir geyik getirmen şartıyla seni bırakıyorum.” Karga kurtulur kurtulmaz evine doğru gitmek için uçmaya başlamış. Epey uçtuktan sonra susuzluğunu gidermek için yolunun üzerinde bulunan dere kenarına inmiş. Su içmeye başladığında karganın yanına gelen aç bir tilki:

-” Burada ne arıyorsun?” diye sormuş. Karga:
-” Su içmek için buraya indim” demiş ve suyunu içip tam havalanacağı anda tilki, karganın üzerine atlayıp onu yakalamış. Karga:
-” Tilki kardeş ben sana bir kötülük yapmadım bırak beni evime gidiyim.” demiş.Tilki:
-” Karnım çok aç, hiçbir yere gidemezsin seni yiyeceğim.” demiş. Karga:
-” Benim etim senin dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Beni bırakırsan seni içinde bir sürü balığın bulunduğu bir yere götürürüm, sende karnını bir güzel doyurursun.” demiş. Tilki karganın bu sözleri üzerine:

-” Ama ben yüzme bilmiyorum ki” demiş. Karga:
-” Sen kıyıda durup kuyruğunu suya daldırırsın, balıklarda gelir senin kuyruğuna yapışırlar, sende onları bir güzel yer karnını doyurursun” demiş. Tilki karganın söylediklerini kabul etmiş ve yengecin yaşadığı yere gelmişler. Karga tilkiye:
-” Sana söylediğim yere geldik, şimdi kuyruğunu suya daldır.” deyince tilki hemen kuyruğunu suya daldırmış. Bu arada karga yengece:

-” Sana söylediğim gibi güzel bir geyik getirdim. Çabuk kuyruğuna yapış” diye söylemiş. Yengeç sudaki etli kuyruğa öyle bir yapışmış ki, canı çok yanan tilki bütün gücüyle ormana doğru kaçıp giderken yengecide kuyruğunda beraberinde götürmüş. Tilki ve yengeç böylece kötülüklerinin cezasını çekmişler.
Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin, destursuz bağa girenin hali duman demişler. Ah ne duman, ne duman, yaşım üçmüydü, beşmiydi daha o zaman

Altın Saçlı Kız


Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.
Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.
Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.
Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.
Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:
“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.

……….”
Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.
O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.
Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.
İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.
Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”
Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”
Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.
Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.
Naz Ferniba


Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)