bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


26 Haziran 2018 Salı

İlk İslam Fetihlerinin Başarı Nedenleri

www.bilgievlerim.blogspot.com 

Bizans ve İran ordularını yenip ülkelerini ele geçirdikleri sıralarda Arap ordularındaki askerlerin sayısı, bu iki devletten her birinin yalnız bir şehrindeki muhafız askerlerinin sayısından bile azdı. Bundan başka Araplar, büyük devletlerle yapılacak savaşlar için gerekli savaş tekniğini bilmiyorlardı. Ekonomik durumları, savaş araçları almaya yetersizdi. Bizans ve İran ise o zamanki dünyanın iki büyük devleti idi. Mükemmel savaş araçlarına, çok sayıda askere, her yanda düzgün kale ve korunaklara sahiptiler. Üstelik Araplar bu memleketlere, onları pek bilmeden ve ahalisinden yardım göreceklerini ummadan gidiyorlardı. Araplar ise, eskiden beri çöllerde yaşayan kabilelerdi. Kaba saba giysiler giyerler, arpa ve darı unu ekmeği yerlerdi. Silahları yalnızca iple bağlanmış mızraklardan, bele bez parçalarıyla asılmış kılıçlardan ibaret küçük bir asker topluluğu nasıl oldu da devrin en güçlü imparatorluklarına diz çöktürdü?
Öncelikle kendilerine bu gücü veren, İslamiyet ile kazandıkları yepyeni bir ruh ve inançtı. Müslümanlar, Tanrının adının yücelmesi, onun şan ve şevketi uğrunda ülkeleri fethetmekte olduklarına, Allah’ın yeryüzünde İslamiyet’i yaymaya kendilerini görevlendirdiğine, kendilerinden bu uğurda öleceklerin şehit olacaklarına, ahirette dünyadakinden daha değerli ve sürekli ödüller bulunduğuna, sarsılmaz ve sağlam bir inançla inanıyorlardı. Peygamberin sağlığında yapılan savaşlarda elde edilen başarıların tadı da onları heveslendiriyordu; çünkü başarılar tehlikeleri küçük gösterir.
Kadisiye Savaşı’nda İran orduları komutanı Rüstem, Mûgîre b.Şûbe’ye “Siz, amacınız uğrunda ölümü hiçe sayıyorsunuz” deyince Mugîre “Bizden ölenler cennete, sizden ölenler ise cehenneme giderler; bizden sağ kalanlar da sizden sağ kalanlara üstün gelir” demişti.
Mısır valisi Mukavkıs (Kyros), Ubade b.Samet’i, Bizans askerlerinin çokluğu ile korkutmak istediği ve onlara üstün gelmek mümkün olmadığını bildirdiği zaman Ubade ona şöyle seslenmişti:
Bu sözlerle kendini ve arkadaşlarını aldatma. Kuvvet ve çokluğunuzu bize söylemekle bizi korkutamaz ve cesaretimizi kıramazsın. Eğer dediğin doğru ise, bu durum bizi savaşa daha çok bir istek ve gayretle girişmeye sevkeder; çünkü savaşta bir neferimiz kalmayıncaya dek hepimiz şehit olursak Allah’ın katına daha fazla mazur olarak çıkar, onun cennetine daha çok lâyık oluruz. Bu ise istediğimiz mutluluğun son sınırıdır. Bizim için bundan daha değerli bir şey olamaz. Sizinle savaşmakta iki nimetten birini bekleriz: ya size üstün gelerek dünya nimetine konmak, yahut size yenilip ölerek ahiret nimetine nail olmak. Elimizden gelen gayreti sarfettikten sonra ikincisi bizce birincisinden daha çok istenir.
Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı gibi, Arap fetihlerinin ilk dönemde çok başarılı olmasını ve İslamiyet’in diğer bölgelere hızlıca yayılmasını sağlayan temel etken, savaşanların davalarına olan sonsuz inancı nedeniyle düşman kuvvetlerden çok daha etkin ve istekli çarpışmalarıdır. Savaşı kazandıran çoğu zaman silahlar olsa bile, morali ya da motivasyonu az olan büyük güçlerin küçük kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılmasının örnekleri tarihte oldukça fazladır.

İlk İslam Fetihlerini Başarıya Ulaştıran Etkenler

Diğer önemli etkenlerle, ilk İslam fetihlerindeki hızlı başarılarının nedeni daha kolay anlaşılır…
İslamiyet’in doğuşundan hemen önce Bizans ve Sasaniler arasında yıllarca süren kanlı savaşlar her iki devleti de askeri ve ekonomik oldukça yıpratmıştı. Ve bu savaşlar genellikle ilk İslami fetihlerin yapılacağı bölgelerde gerçekleşmişti. Savaşların masraflarını karşılamak için konulan ağır vergilerle her iki devlet de kendi halklarının nefretini kazanmayı başarmış, bölge halkını bir kurtarıcı bekler duruma getirmişti. İlk Arap akınları başladığında Bizans dini-mezhebi güçlüklerle, Sasaniler ise idari zorluklarla uğraşıyordu. Bu nedenle ilk akınları fazla ciddiye almadılar ya da alamadılar. Sorunun ciddiyetinin farkına vardıklarında ise artık oldukça geç kalmışlar, İslam orduları ciddi bir tehdit oluşturacak kadar güçlenmişti.
Müslümanların kaza ve kadere ve bir insanın eceli gelmeden ölmeyeceğine, eceli gelince nerede olursa olsun öleceğine, eceli gelmemişse en tehlikeli durumlarda ve yerlerde bile hayatının kurtulacağına inançları savaş alanında büyük bir motivasyonla, korkmadan ve disiplinlerini bozmadan savaşmalarını sağlamıştı. Bu inanç şehitlik inancı ile birleştiğinde, moral açısından Arap orduları her zaman daha üstün konumdaydı. Düşman orduları belki sayıca üstündü ama çoğu zorla getirilen ve isteksizce savaşan askerlerden oluşuyordu. Örneğin Yermük Savaşı sırasında Bizans İmparatoru Heraklius, firar edeceğinden çekindiği askerlerinin kaçmaması için onları birbirine zincirlemek zorunda kalmıştı.
Yaşadıkları bölgenin iklim koşullarından dolayı Araplar, açlığa ve susuzluğa diğer uluslara göre daha dayanıklı idiler. Çöl ve step yaşantısına alıştıklarından sade bir yaşam sürer, savaşa gittiklerinde kendilerini ve hayvanlarını yoracak ağır yükler taşımazlardı. Bir savaş durumunda hazırlıklarını tamamlamaları bu nedenle oldukça kısa sürer, savaş sırasında çok az bir kaynakla yetinebilirlerdi. Fazla yükleri olmadığından Arap ordularının manevra yeteneği Bizans ve Sasani ordularına kıyasla oldukça fazlaydı. Kendileri gibi, ulaşım araçları olan develer de açlık ve susuzluğa karşı çoğunluğunu atların oluşturduğu düşman ordularına karşı daha dayanıklıydı. Yani Arap orduları büyük bir lojistik avantajla savaşa başlar, bu üstünlükle savaşı sürdürürdü. Halbuki İran ve Bizans orduları arabaları, ağırlıkları vesaire ile külfetli bir örgüte ve lojistik desteğe gereksinim duyar, savaşa hazırlanmaları çok daha uzun sürerdi.
Bizans ve İran’ın egemenliği altındaki topraklardaki Suriye, Mısır ve Irak bölgesi halklarının, fetihler sırasında bölgeye gelen Arapları kolayca benimsemeleri bu bölgelerin kolayca ele geçirilmesini sağlamıştı. Çünkü Araplar da kendileri gibi Sami ırkındandı, benzer bir dil konuşuyorlardı ve ticari kervanlar aracılığıyla birbirlerini oldukça iyi tanıyorlardı. Egemenliği elinde tutan Bizans ve İran’ın aksine, Araplar ile benzer birçok adetleri vardı. Bazıları ise Bizans ve İran’dan nefret ediyordu. Örneğin Mezopotamya’da oturan Rebia kabilesi İranlıları sevmediklerinden İslam fetihleri sırasında İran’dan öç almak için Müslümanlara yardım etmişlerdi.
Dört halife devrinde Halid b.Velid, Halid b.Said, Ebu Ubeyde b.Cerrah, Ebu Ubeydet üs-Sakafî, Sa’d b.Ebi Vakkas gibi yüksek yetenekleri olan askeri ve idari kişilerin bulunuşu da bu başarıyı sağlayan nedenlerindendir.
Arapların savaşlarda gösterdikleri sabır ve direnme ve düşmana vakit kaybettirerek zayıf düşürme yöntemleri, bir orduda aranan belli başlı meziyetlerdendir. MS 830’da yapılan Muta Savaşı’nda Bizans’ın savaş gücünü, yöntem ve araçlarını öğrenmişlerdi. Böyle ağırlıklı, kalabalık bir ordunun bir yerde uzun süre durması, ordunun gücünü sarsardı. Araplar ise ağırlık vesaireleri olmadığından ve zaten kanaate alışmış durumlarıyla ufak tefek akınlarla kendilerine uzun süre yetebilecek yiyeceği temin edebilirlerdi. İran, Şam ve Mısır ve Endülüs fetihlerinde, özellikle bu yöntemlerle büyük başarılar sağlamışlardı.
Müslümanlar savaşlar sırasında çölü hep arkalarına almışlar, zor durumda kaldıklarında buraya çekilmişlerdir. Bizans ve İran orduları ise alışık olmadıkları çöle girmeye kolay kolay cesaret edemezlerdi. Düşman eski yerine dönünce Araplar gene saldırır, düşmana büyük kayıp verdirirlerdi. Çöl şartlarına alışık olmayan bir ordunun çölde ilerlemesi oldukça zordur. Örneğin Sina Çölü’nü İslamiyet’in doğuşuna kadar yalnızca iki komutan geçmeyi başarabilmişti: Birincisi MÖ 525 yılında İran Şâhı Kambiz, ikincisi MÖ 332 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender. Onlardan sonra çölü geçmeyi başaran ilk komutan 1516 yılında Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim olacaktır.
Özellikle Bizans’ın Suriye’deki topraklarında bulunan Yahudiler, din çatışmaları dolayısıyla Bizanslılara oldukça düşmandılar. Çoğu kez Müslüman ordusuna yardım ediyorlardu. Örneğin İskenderiye kentinin kuşatılması sırasında, İskenderiye kalesinde kapıcılık yapan İbn Bessâme kalenin gizli kapısını Müslümanlara göstermiş, Amr b. el-Âs gösterilen gizli geçitten ordusuyla girerek kenti ele geçirmişti.
Müslümanların halka gösterdikleri iyi davranış, da büyük başarılarının önemli nedenlerindendir. Müslümanların bu durumu, Bizans ve İran halkından Müslüman yönetimine girenler üzerinde çok iyi etki bırakıyordu. Çünkü Bizans ve İran ağır vergilerle halkı eziyor, hatta aynı dinden oldukları halde sırf Ortodoks olmadıkları için birçok Hristiyan Bizans yönetimi tarafından zulme uğruyor, mezhep değiştirme konusunda baskı görüyordu. Oysa Müslümanlar hoşgörülüydü. İslâmiyetle yeni tanışan insanların dikkatini ilk çeken, herkesin öncelikle “insan” olarak kabul edilmesi ve buna uygun muamele görmesiydi. İslam egemenliğine giren halkın din, davranış ve başka işlerde önce hangi durumda idiyseler, kendilerine dokunulmayarak o halde kalmalarına izin verilirdi. Bu durum Araplarla henüz tanışmayan ama baskı altındaki diğer halkları da etkilemiş, Müslümanlar geldiğinde İmparator adına kentlerini savunmak için fazla istekli davranmamışlardı. Çünkü Arap fetihleri askeri bir işgalden ibaret olup, yerleşme amacıyla değildi.
Ne var ki Emeviler döneminde bu hoşgörünün terk edilmesi, ele geçirilen bölgelerdeki halka Hz. Muhammed dönemindeki gibi davranılmayıp kılıçtan geçirilmesi hem fetihlerin yavaşlayıp kalıcı olmamasına hem de daha sonra İslamiyet’in koruyuculuğunu üstlenecek Türklerin İslam’ı geç kabul etmelerine neden olacaktı. Çünkü İslamiyet’in hızla yayılmasını sağlayan temel etken, o dönemlerde görülmemiş bir hoşgörü ile insanlara yaklaşmasıydı.

20 Haziran 2018 Çarşamba

Altın Kaz


Evvel zaman içinde bir adamın üç oğlu vardı. En küçük oğlunun adı Şapşalcık'tı. Bu yüzden her fırsatta alaya alınır, küçümsenir, hor görülürdü.
Günlerden bir gün en büyük oğul ormana, odun kesmeye gidecekti. Yola çıkmadan önce annesi ona azık olarak güzel, kocaman bir pişiyle bir şişe şarap verdi. Delikanlı ormana vardığında ufacık tefecik, kır saçlı bir ihtiyar adamla karşılaştı. İhtiyar, "Bana bir lokma pişiyle bir yudum şarap verir misin?" dedi. "Çok acıktım, çok susadım."
Delikanlı, "Sana pişimle şarabımdan verirsem bana hiçbir şey kalmaz," dedi. "Bas git buradan." Sonra ihtiyarı orada bırakarak yoluna devam etti. Derken bir ağacı kesmeye başladı. Ama ancak birkaç kez vurduğu baltası elinden kayarak koluna saplandı. Kolu öyle kötü kesilmişti ki, çocuk eve dönüp yarasını sardırmak zorunda kaldı. Besbelli bu yara o küçük, ihtiyar adamın marifetiydi.
Bundan sonra ortanca oğul ormana gitti. Annesi ona da bir pişiyle bir şişe şarap verdi. Aynı minik ihtiyar adam ortanca oğulun karşısına da çıkarak bir lokma pişiyle bir yudum şarap istedi. Ortanca oğul da, "Sana verirsem bana ne kalır?" diyerek ihtiyarın isteğini geri çevirdi, yoluna devam etti. Layığını da çok geçmeden buldu: Baltasıyla ağaca anca iki kez vurmuştu ki, kendi bacağını yaralayarak eve dönmek zorunda kaldı.
O zaman Şapşalcık ormana gidip odun kesmek için babasından izin istediyse de babası, "Olmaz," dedi. "Ağabeylerin odun keserken yaralanmışlar; sen de bir yerlerini kesersin çünkü bu işlere aklın ermiyor." Ama Şapşalcık öyle yalvarıp yakardı ki sonunda babası, "Pekâlâ, git bakalım," demek zorunda kaldı. "Başına geleceklerden belki ders alır, dikkatli olmayı öğrenirsin."
Annesi Şapşalcık'a külde pişmiş bir çörekle bir şişe ekşi bira verdi. Şapşalcık ormana girdiğinde karşısına gene o ufacık tefecik, kır saçlı ihtiyar çıkarak, "Bana bir lokma çörekle bir yudum içecek ver," dedi. "Çok acıktım, çok susadım."
Şapşalcık, "Külde pişmiş bir çöreğimle bir şişe ekşi biram var," dedi. "Hoşuna giderse otur, karnımızı birlikte doyuralım."
Oturdukları zaman Şapşalcık bir de ne görsün? Çöreği kocaman, puf bir pişiye, ekşi birası da nefis bir şaraba dönüşmemiş mi? Yiyip içtiler, sonra kır saçlı ihtiyar, "İyi yürekli olduğun; elindekini, avucundakini seve seve paylaştığın için ben de sana uğur getireceğim. Bak şurada ihtiyar bir ağaç var. Git kes, köklerinin arasında bir şey bulacaksın," diyerek oradan ayrıldı.
Şapşalcık hemen gidip ağacı kesti. Ağaç yere devrilince köklerinin arasında tüyleri katıksız altından bir kaz ortaya çıktı. Şapşalcık kazı alarak gecelemeyi tasarladığı hana götürdü.
Hancının üç kızı vardı. Kazı görür görmez akılları bu güzel hayvanda kaldı; hiç değilse ondan bir tüy koparmak istediler. En büyük kız tüy koparmak için fırsat kollamaya başladı.
Tam Şapşalcık'ın dışarı çıktığı sırada kız uzanıp kazın kanadını tuttu ama başparmağıyla işaretparmağı kanada yapışıp kaldı; kız, parmaklarını bir türlü kurtaramadı. Az sonra ortanca kız da tüy koparmak için geldi ama ablasına dokunur dokunmaz yapışıp kaldı. Çok geçmeden en küçük kız da aynı niyetle içeri girdi. Ablaları, "Yaklaşma! Tanrı aşkına geri durT" diye bağırdılarsa da kız onları dinlemedi. "Kendileri gelmişler, ben neden gelmeyecekmişim?" diye düşünerek ileri atıldı. Ne var ki, eli ablasına değer değmez yapıştı. Böylece üç kız kardeş geceyi kazın yanında geçirmek zorunda kaldılar.
Ertesi sabah Şapşalcık, hancının kızlarına aldırmadan kazı kanadının altına alarak dışarı çıktı. Kızlar hâlâ yapışık durumda peşinden koşup duruyorlardı.
Derken bir tarlada karşılarına köy papazı çıktı. Bu tuhaf durumu görünce, "Ne ayıp şey!" diye bağırdı. "Sizi haylaz kızlar, sizi! Ne diye bu genç adamın peşinden koşup duruyorsunuz? Hadi, bırakın şu maskaralığı!"
Böyle diyerek en küçük kızı elinden tutup çekmeye yeltendi. Ne var ki, ona dokunur dokunmaz kendisi de yapışıp kaldı ve ister istemez kafileye katıldı.
Az sonra papazın yardımcısı sokağa çıktı ve kendi üstü olan papazı üç genç kızın peşinden koşarken gördü. Buna son derece şaşırarak, "Heey, efendim!" diye bağırdı. "Nereye gidiyorsunuz böyle telaşla? Bugün bir vaftiz törenimiz var, unuttunuz mu?" diye koşup papazın cüppesinin eteğini tuttu. O da cüppeye yapışıp kaldı.
Böylece beşi peş peşe koşmayı sürdürürken karşılarına ormandan dönen, eli baltalı iki köylü çıktı. Papaz bağırarak onlara seslendi, gelip kendisiyle yardımcısını kurtarmaları için yalvardı. Gel gelelim köylüler de yardımcıya dokunur dokunmaz yapıştılar. Böylece Şapşalcık'la altın kazın peşinde gidenlerin sayısı yedi oldu.
Gide gide bir kente geldiler. Bu kenti yöneten kralın kızı çok ciddiymiş; öyle ciddiymiş ki, kral, "Kızımı kim güldürebilirse onunla evlendireceğim," diye bir ferman çıkarmış.
Bizim Şapşalcık bunu duyunca, kazı ve peşindekilerle birlikte dosdoğru prensesin karşısına çıktı. Prenses birbirinden kopamayarak peş peşe koşuşturan bu yedi kişiyi görünce öyle bir gülmeye başladı, kahkahalarını öyle bir koyverdi ki, bir daha hiç susmayacak sanırdınız.
Bunun üzerine Şapşalcık onun eş olarak kendine verilmesini istedi. Ne var ki, bu damat adayından hiç hoşlanmamış olan kral, onun bu isteğine engel olmak için, "Bana bir mahzen dolusu şarabı içebilecek
bir adam bulup getirmelisin!" diye başka bir koşul ileri sürdü.
Şapşalcık o kır saçlı ihtiyarcığın kendisine hiç kuşkusuz yardım edebileceğini düşünerek hemen ormana, o ağacı kesmiş olduğu yere koştu. Bir de ne görsün, orada yüzü asık bir adam oturuyordu. Şapşalcık ona bu tasasının nedenini sorunca adam, "Öyle bir susadım ki, içtiklerim susuzluğumu gidermiyor," diye yanıtladı. "Su içmeyi hiç sevmiyorum; bir fıçı şarabı dersen bir dikişte bitiriyorum: Kızgın sobaya damlamış bir damla su, sanki!"
"Üzülme, ben senin derdine çare bulabilirim," dedi Şapşalcık. "Gel benimle, susuzluğunu giderelim."
Böyle diyerek adamı kralın mahzenine götürdü, adam da fıçı fıçı şarapları içmeye koyuldu. Öyle içti, öyle içti ki, damarları şişti, gene de akşam olmadan bütün şarap fıçıları boşalmıştı.
Şapşalcık kraldan bir kez daha prensesi istedi. Ne var ki kral herkesin Şapşalcık dediği bu çirkin gence kızını vermek istemediğinden yeni bir koşul ileri sürerek, "Bana dağ gibi bir yığın ekmeği yiyip bitirebilecek bir adam bulmalısın," dedi.
Şapşalcık uzun uzun düşünmeye gerek duymadan gene ormanın yolunu tuttu. Orada, aynı yerde bir adam oturmaktaydı. Kemerini iyice sıkmıştı. Yüzünü feci biçimde buruşturarak, "Bir fırın dolusu francala yedim ama bu, benim kadar aç olanın dişinin kovu
ğuna bile gitmez!" deyip duruyordu. "Kemerimi böyle sımsıkı sıkmasam açlıktan öleceğim!"
Bu sözleri duyan Şapşalcık sevinerek, "Kalk, benimle gel," dedi. "Karnını doyurmaya yetecek kadar yiyecek bulurum sana."
Şapşalcık adamı kralın sarayına götürdü. Bu arada kral ülkesindeki olanca unu toplatarak dağ gibi bir yığın ekmek pişirtmişti. Ormandan gelen adam bu ekmek dağının başına geçerek yemeye girişti, akşam olmadan bütün ekmekleri silip süpürdü.
Bunun üzerine Şapşalcık üçüncü kez kraldan prensesi eş olarak istediyse de kral gene kızını vermek istemedi. Bu kez hem karada hem suda gidebilecek bir gemi istedi, "Ancak bu isteğimi de yerine getirirsen kızımı alabilirsin," dedi.
Şapşalcık gene dosdoğru ormana gitti ve orada çöreğini paylaşmış olduğu o kır saçlı, ufacık ihtiyarı buldu. Ne istediğini anlattığı zaman ihtiyar ona hem karada hem de suda gidebilen bir tekne vererek, "Seninle yiyip içtiğim için sana bu gemiyi veriyorum," dedi. "Bütün bunları yapmamın nedeni senin iyi yürekli olmandır."
Kral gemiyi görünce artık kızını Şapşalcık'a vermemezlik edemedi. Düğün dernek yapıldı. Kralın ölümünden sonra tahta Şapşalcık geçti ve eşiyle birlikte uzun, mutlu bir ömür sürdü.

Çeviren: Nihal Yeğinobalı

İki İnatçı Keçi Masalı


İki İnatçı Keçi Masalı
Bir köprünün ortasında rastlaşmış iki keçi
Hep inatçılıkmış meğer bu keçilerin suçu
Büyük keçi demiş yol ver önce ben geçeceğim
Küçük keçi demiş eğer verirsem öleceğim
Tam köprünün ortasında toslaşmış iki keçi
İkisi de suya düşmüş bunu görenler şaşmış
Keçilerin inatçısı suya düşer boğulur
İnsanların inatçısı kim bilir ki ne olur
İşte böyle arkadaşlar, işin aslı şöyleymiş:
Bir köylünün iki inatçı keçisi varmış. O kadar inatçılarmış ki biri diğerinin yaptığı şeylerin tam tersini yaparmış. Öyleki birisi otlamak için köylünün evlerinin kenarından akan derenin karşı tarafına geçse o mutlaka bu tarafı tercih edermiş.
Yine birgün kırlara otlamaya gitmişler. Her taraf yemyeşil taptaze çimenlerle doluymuş. Keçiler otlaya otlaya ırmağın kenarına kadar gelmişler. Keçilerden birisi ırmağın bir yakasında, diğeri öbür yakasında otlamaktaymış. İkisi de derenin karşı tarafından otlamak istemişler ve ikisi de ırmağın üzerindeki köprünün tam ortasına rastlaşmışlar. İki keçi, köprüde burun buruna gelmişler. Keçilerden birisi yol istemiş:
– Çabuk yol ver karşıya geçeceğim.
Diğer keçi yol vermeye yanaşmamış:
– Önce ben geldim, sen bana yol ver.
Keçilerin ikisi de inatçı mı inatçı. Köprüde kafa kafaya toslaşmışlar. İkisi de kavga etmekten yorgun düşmüşler. Bir tos, bir tos daha derken, keçilerin ikisi birden dengesini kaybedip, ırmağa düşmezler mi? İki keçi, ırmakta bata çıka sürüklenmeye başlamışlar. Boğulmak üzereyken yaptıkları hatayı anlamışlar.
Son sözleri:
– Keşke ikimizde bu kadar inatçı olmasaydık! Olmuş.

KARGANIN OYUNU


Karga sıcak bir yaz günü yıkanmak için dereye girmiş. Derenin serin sularında yıkanırken bir yengecin ayağına basıvermiş. Çok kızan yengeç, kıskacıyla karganın ayağına sıkıca sarılmış. Canı acıyan karga:
-” Bırak beni yengeç kardeş, canımı acıtıyorsun” diye yalvarıp yakarmış. Yengeç:
-” Sen benim ayağıma bastın, bende seni yiyeceğim” demiş. Karga:
-” İsteyerek olmadı, özür dilerim” diyerek yalvarmış, yakarmış ama birtürlü yengeç onu bırakmamış. Sonunda karganın aklına bir fikir gelmiş. Yengece:
-” Eğer beni bırakırsan sana bir geyik getireceğim” demiş. Bu sözleri duyan yengeç kargaya:
-” Tamam bana bir geyik getirmen şartıyla seni bırakıyorum.” Karga kurtulur kurtulmaz evine doğru gitmek için uçmaya başlamış. Epey uçtuktan sonra susuzluğunu gidermek için yolunun üzerinde bulunan dere kenarına inmiş. Su içmeye başladığında karganın yanına gelen aç bir tilki:

-” Burada ne arıyorsun?” diye sormuş. Karga:
-” Su içmek için buraya indim” demiş ve suyunu içip tam havalanacağı anda tilki, karganın üzerine atlayıp onu yakalamış. Karga:
-” Tilki kardeş ben sana bir kötülük yapmadım bırak beni evime gidiyim.” demiş.Tilki:
-” Karnım çok aç, hiçbir yere gidemezsin seni yiyeceğim.” demiş. Karga:
-” Benim etim senin dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Beni bırakırsan seni içinde bir sürü balığın bulunduğu bir yere götürürüm, sende karnını bir güzel doyurursun.” demiş. Tilki karganın bu sözleri üzerine:

-” Ama ben yüzme bilmiyorum ki” demiş. Karga:
-” Sen kıyıda durup kuyruğunu suya daldırırsın, balıklarda gelir senin kuyruğuna yapışırlar, sende onları bir güzel yer karnını doyurursun” demiş. Tilki karganın söylediklerini kabul etmiş ve yengecin yaşadığı yere gelmişler. Karga tilkiye:
-” Sana söylediğim yere geldik, şimdi kuyruğunu suya daldır.” deyince tilki hemen kuyruğunu suya daldırmış. Bu arada karga yengece:

-” Sana söylediğim gibi güzel bir geyik getirdim. Çabuk kuyruğuna yapış” diye söylemiş. Yengeç sudaki etli kuyruğa öyle bir yapışmış ki, canı çok yanan tilki bütün gücüyle ormana doğru kaçıp giderken yengecide kuyruğunda beraberinde götürmüş. Tilki ve yengeç böylece kötülüklerinin cezasını çekmişler.
Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin, destursuz bağa girenin hali duman demişler. Ah ne duman, ne duman, yaşım üçmüydü, beşmiydi daha o zaman

Altın Saçlı Kız


Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.
Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.
Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.
Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.
Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:
“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.

……….”
Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.
O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.
Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.
İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.
Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”
Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”
Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.
Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.
Naz Ferniba


Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetlerinin Doğuşu


Hıristiyanlığı dünyaya yaymak için çalışan kişilere “misyoner”, bu amaçla yürütülen çalışmalara da “misyonerlik” denilmektedir. Kökeni Latince “göndermek” anlamına gelen ‘mittere’ fiiline dayandırılan “mission” sözcüğü Fransızcadan dilimize geçmiştir. Misyon sözcüğünün sözlük anlamı yetki, vekalet, özel görevdir. Fakat misyon ve misyoner sözcükleri günümüzde sözlük anlamından öte bir anlam kazanmıştır. Hristiyanların, Hristiyan olmayan toplumlarda, onları kendi din ve mezheplerine kazandırmak için açılan kurumlara misyon, insanlara Hristiyanlığı benimsetmek için uğraşan özel eğitimli kişilere de misyoner denmektedir.
Misyonerler bu görevlerini, Hz. İsa’nın “Gidiniz ve yeryüzünde her yaratığa İncil’i vaaz ediniz …” şeklinde bir sözüne atıfla yaptıklarını söylerler. İsa’nın havarileri de ilk misyonerler olarak kabul edilir.
Misyonerlerin Hz. İsa’nın, kendileri için bir emir olarak kabul ettikleri “işte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum, yılanlar gibi akıllı ve güvercinler gibi sade dil olunuz” şeklindeki sözlerine de oldukça önem vermiş ve esnek politikaları, kurnaz ve inatçı davranışlarıyla, misyonerlik faaliyeti yürttükleri ülkenin ve toplumların özelliklerine göre birçok farklı strateji uygulamışlardır. Misyonerler ilk geldikleri andan itibaren hemen faaliyetlerine başlamaz, kendilerini güvence altına alana kadar sessizce bekler ve ikinci plandaki görevleriyle yetinirlerdi. Dini telkinler bundan sonra başlardı.
Misyonerlere göre hedefe varmak için her yol ve her meslek kullanılabilir. Kendilerini İncil’in bir savaşcısı, bir hizmetkarı olarak gören misyonerlerin amacı yeryüzünde güçlü bir Hıristiyan topluluğu meydana getirmektir. Kendi ifadeleriyle dinsiz dünyayı Hıristiyanlaştırmaktır. Bunun için bilmeyenlere İncil’i öğretmek, Hıristiyan olmayanları Hristiyanlığa ya da kendi mezheplerine kazandırmak için uğraşırlar..
Misyonerlik faaliyetlerinin başlangıç aşaması kendi din ve mezheplerinde yerli din adamlarıyla yerli kiliseler kurarak bir cemaat oluşturmaktır. Diğer bütün eylemler (dua, seyahat, tercüme, tıbbi yardım, basın-yayın faaliyetleri vb.) hep ikinci plandadır. Bu amaç gerçekleştikten sonra ikinci amaç ise bu kiliseler aracılığıyla diğer dinlerden olanları Hristiyanlığa kazandırmaktır.
Misyonerler üyesi oldukları Hristiyan mezhebinden birini yaymak için eğitim ve terbiye almış insanlardır. Bunlar diğer din ve mezheplerin hepsinin batıl olduğu savını ileri sürerler ve kendi dinlerinin üstün olduğunu belirtirler. Bu konudaki düşünceleri de, uygarlığın ve gelişmenin kaynağının da kendi dinleri hatta özellikle kendi mezhepleri olduğudur.
Hristiyan misyonerlerin tarih boyunca Anadolu coğrafyasına gösterdikleri büyük ilgiye şaşırmamak gerekir. Çünkü İncil’de adı geçen birçok mekan Anadolu topraklarındadır ve Hristiyanlık literatüründe bölgenin adı “Bible Land” olarak geçmektedir. Selçukluların başlatıp Osmanlıların sona erdirdiği Doğu Roma İmparatorluğu’nun ardından Türkler bu topraklara sahip olmuş, yapılan onca Haçlı seferine karşın bu kutsal topraklar Türklerden geri alınamamıştır. Bu toprakların yeniden Hristiyanlığa kazandırılması bu nedenle oldukça önemlidir.

Osmanlı’da İlk Misyonerlik Faaliyetleri

Osmanlı topraklarına ilk gelen misyonerler, 16. yüzyılın sonlarında Fransız Katolik misyonerlerdir. 1583 yılında İstanbul’a gelen Cizvitlerin çalışmaları sonunda sonunda, 1583’te İstanbul’da St. Benoit adında Fransız okulu açıldı. Cizvitlerin ardından diğer Katolik tarikatları olan Fransisken, Dominiken, Kapuçin ve Frerler misyonerleri de Osmanlı ülkesine gelmeye başladılar ve çoğu kendi isimleriyle anılan St. Joseph, St. Michel, St. Louis ve Notre Dame de Sion gibi okullarını açtılar.
Cizvit ve Fransiskenlerin en yoğun olarak faaliyet gösterdikleri yerler İstanbul, İzmir, Halep, Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kıbrıs ve Orta Yunanistan’dı. Papalık tarafından desteklenen ve kapitülasyonlardan yararlanan misyonerlerin faaliyetleri ile 17. yüzyıldan itibaren ülkedeki Katolik propagandası gittikçe artmaya başladı.
Tarihsel nedenler dışında misyonerleri Osmanlı topraklarına çeken başka nedenler de vardı. Değişik etnik köken ve dini inanca sahip unsurların bir arada yaşadığı geniş topraklara sahip olan Osmanlı Devleti, misyonerlik faaliyetleri için uygun bir zemine sahipti. Zira azınlıklara tanınan geniş haklar ve yabancılara verilen kapitülasyonlar misyonerlerin faaliyetlerini kolaylaştıran etkenlerdi.
Protestan misyonerlerin Anadolu’ya ilk gelişleri ise 17. asrın ilk yarısındadır ve Anadolu’daki misyonerlik faaliyetlerinin büyük bölümü de Protestanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Örgütlü Protestan misyonerlerinin Osmanlı İmparatorluğu topraklarına ilk gelişleri 18. yüzyıla rastlar. 1739 yılında kurulan ve kısaca Moravya Kilisesi (Moravian Church veya United Brethren) olarak anılan Brethren’s Society for the Furtherance of the Gospel Among the Heathen adlı Protestan misyonerlik kuruluşunun üyeleri 1740 yılında geldikleri İstanbul’da Fener Patrikhanesi yetkilileri ile ilişki kurma olanağı aramışlardır. Aynı kuruluşa bağlı misyonerler 1768-1783 yılları arasında da Mısır’da faaliyet göstermişlerdir.
1799 yılında Londra’da kurulmuş bulunan Church Missionary Society isimli İngiliz misyonerlik cemiyeti, 1815 yılından itibaren Malta Adası üzerinden hem Osmanlı coğrafyasına hem de diğer Doğu Akdeniz bölgelerine yönelik misyonerlik faaliyetlerine başlamıştır. Burası hem bir sığınak hem bir ikmal merkezi görevini üstlenmiştir. Adadaki matbaalarında çeşitli dillere tercüme ettikleri İncil ve diğer propaganda kitaplarını basmış ve dağıtmışlardır. Church Missionary Society’nin göndermiş olduğu ilk misyonerler bu geniş bölgede yaşayan Yahudi, Müslüman ve bilhassa Doğu Kiliselerine mensup Hristiyanların dini, sosyal, siyasi ve ekonomik durumlarını ortaya koyan ve kendilerinden sonra gelenlere yön gösterecek eserler yazmışlardır.
1810 yılında Boston’da kurulmuş olan American Board of Commissioners for Foreign Missions isimli misyonerlik kurumu 1820 yılından başlayarak Osmanlı coğrafyasında etkinlik göstermeye başlamıştır. Bu kuruluş hem 19. yüzyılın ve 20. yüzyılın ilk döneminin en büyük Protestan misyonerlik kuruluşudur, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren Protestan misyonerlik kuruluşlarının en büyüğüdür. American Board misyonerleri kısa sürede İmparatorluğun neredeyse tamamına yayılmışlar, bazen çalışılan bölgelere göre, bazen de hedeflenen topluluğa göre isimler alan misyonlar kurmuşlardır.
Hem Amerikan hem de İngiliz Protestan misyonerlik kuruluşları Osmanlı İmparatorluğu’nda öncelikle Müslüman olmayan topluluklara yönelmişlerdir. Yahudiler, eski Doğu Kiliselerine mensup Asuriler ve Nesturiler gibi Hristiyanlar ve Ortodoks Ermeniler, Rumlar ve Bulgarlar birinci derecede ilgilendikleri topluluklar olmuştur.
Protestan misyonerlik faaliyetlerinin bu ilk dönemi diğer Hristiyan kiliseleri ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştıkları, İncil’in ve saf Hıristiyanlığın vurgulandığı dönemdir. Bu dönemde Katolik ve Ortodoks papazlar Protestan misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğundaki faaliyetlerine şiddetle karşı çıkmışlar, kendi cemaatlerini çalmaya çalışan bu faaliyetlerden oldukça rahatsız olmuşlar ve bunları Osmanlı hükümetine şikayet etmişlerdir. Bu dönemde Protestan misyonerlerin koruyucusu İngiliz elçilik ve konsolosluklarıdır. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları ile getirilen düzen ve özellikle 1850 yılında İngiliz Elçisi Lord Stratford Canning’in çabaları sonucu Protestanların farklı bir “ulus” olarak kabul edilmeleri, Protestan misyonerlerin işlerini oldukça kolaylaştırmıştır.
1880’li yıllara kadar İngilizlerin koruması altında faaliyet yürüten Amerikalı misyonerlerden beklenen, öncelikle gittikleri yerlerde halkın arasına karışarak bilgi edinmeleriydi. Özellikle halkın dini durumunu saptamak, din adamları hakkında (sayıları, bilgi düzeyleri, eğitim durumları vs.) bilgi edinmek, ülkedeki eğitim ve öğretim düzeyini belirlemek ve halkın moral durumunu öğrenmekti. Bu amaçla çalışmalara başlayan misyonerler kurdukları misyonlarla birlikte açtıkları okullar, matbaalar, hastaneler ve yardım kurumlarıyla çok yönlü bir misyonerlik faaliyetlerine giriştiler.


En önemli Protestan Kolejleri İstanbul ve Beyrut gibi merkezlerde açılmıştı. Bunlar içinde en bilineni, 1863 yılında Cyrus Hamlin adında bir misyonerin İstanbul’da açtığı Robert Kolej’dir. Bu kolejin Bulgaristan’ın bağımsızlığını sağlayacak kadroların yetişmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Nitekim kurucuları, yöneticileri ve çoğu öğretim elemanı misyonerlerden oluşan bu Kolej’in 1863-1903 tarihleri arasındaki mezunlarının büyük bölümü Bulgar öğrenciler oluşturuyordu. Yine Kolej’in ilk Bulgar mezunlarından beşinin Bulgaristan’da başbakanlık yaptıkları ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar kurulan tüm Bulgar kabinelerinde en az bir Robert Kolej mezununun bakanlık yaptığı düşünülürse Robert Kolej’in Osmanlı’nın parçalanmasındaki rolü anlaşılabilir. Yüklü bir program uygulayan Kolej’de Almanca, İngilizce ve Fransızca gibi Batı dilleri yanında başta Bulgarca ve Ermenice olmak üzere on beşe yakın değişik dilin öğretilmesi Kolej’in çok yönlü amaçlarını ortaya koyması açısından önemli bir husustur.
Bu çalışmalar sonucunda 19. yüzyılın ikinci yarısında hem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki misyonerlik kuruluşlarının, hem de bu kuruluşlara bağlı misyonerlerin sayıları bir kaç misli artmıştır. Elbette ki bu büyümeye bağlı olarak faaliyetleri ve etkileri de. 1870 yılı itibariyle sadece Anadolu’daki American Board’a bağlı misyonerlerin sayısı 35, doktorların sayısı 3, kadın yardımcıların sayısı 58, yerli misyoner yardımcılarının sayısı 372, kiliselerin sayısı 73, kilise üyelerinin sayısı 3.748 ve kayıtlı Protestanların sayısı ise 20.051’dir. Toplam 233 okulları vardır ve bu okullarda 5.880 öğrenci öğrenim görmektedir.

Misyonerliği Düzenleme Çalışmaları

Osmanlı yönetimi giderek artan misyonerlik faaliyetlerini bir düzene sokma ve belli kurallara bağlama amacına yönelik olarak sonunda bazı düzenlemeler getirmiştir. Örneğin 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, yabancı okulların ruhsat alabilmeleri için devlet aleyhinde ders okutmamaları, ders kitapları ve programlarının onaylanmasını zorunlu kılıyordu. II. Abdülhamid döneminde misyonerlik faaliyetlerini engellemek amacıyla bazı misyoner okulları kapatılmış, bazılarının okul mülklerinden vergi alınmasına uğraşılmıştır. Keza 1886 yılında Maarif Nezareti içinde yabancı okullarla ilgili bir birim kurulmuş, gerekli yasal koşulları sağlayamayan kimi okullar 1888 yılında kapatılmıştır. Ancak gelen dış baskılar nedeniyle Osmanlı Devleti 1901 yılında, ruhsatsız da olsa bir önceki yıla kadar faaliyet gösteren okulları tanımak ve yenilerine ruhsat vermek zorunda kalmıştır.
Protestan misyonerler, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki faaliyetleri itibariyle ayrılıkçı Ermeni, Bulgar ve Rum hareketleri ile içiçe ve o oranda Osmanlı Devletine düşman bir görünüm vermişlerdir. Bilhassa Birinci Dünya Savaşı ve arkasından gelen Kurtuluş Savaşı döneminde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki misyonerlerin, devletin çıkarlarına aykırı olarak açıkça yabancı devletlerin ve devlete isyan eden gayrimüslim unsurların emelleri doğrultusunda çalışmalar içerisine girdikleri görülmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren en büyük Protestan misyonerlik kuruluşu olan American Board’un Dış İşleri Sorumlusu J. Barton, Ermeni tehcirinden sonra Amerika’da kurulan Ermenilere Yardım Örgütü’nün başına geçmiştir. Ermeni tehciri olaylarının misyonerler tarafından Batı kamuoyuna olduğundan çok farklı yansıtılması, misyonerlik faaliyetlerin ne kadar zararlı olabileceğinin bir göstergesidir.
         
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri büyük ölçüde durmuştur. Savaş sonunda Türkiye’deki Amerikalı misyonerlerinin sayısı 36’ya düşmüştü. 24 Ekim 1918 tarihi itibariyle ise İstanbul ve İzmir haricinde bulunan istasyonlardaki bütün okullar ve bazı istisnaların dışında bütün kiliseleri kapalı idi. Van, Diyarbakır, Erzurum, Bitlis, Harput, Urfa, Kayseri, Bursa ve Adapazarı istasyonları geçici olarak kapatılmıştı. Sivas, Haçin, Konya ve Tarsus istasyonlarında sadece birer kadın misyoner kalmıştı. Mardin, Maraş, Antep, Adana ve Merzifon istasyonlarında ikişer veya daha fazla misyoner vardı. Hastanelerin tamamına yakınına hükümet tarafından el konulmuştu. Görüldüğü gibi bu savaşta yaşanan tehcir ve pek çok misyoner okulunun kapanması nedeniyle 1918 yılında Türkiye’deki Amerikalı misyonerlerin sayısı savaş öncesine göre %76 oranında azalmıştı.
Amerikan misyonerlerin Lozan Barış Konferansı devam ederken Orta Doğu’da nihai bir barış için getirdikleri öneri, onların Türkiye’ye nasıl baktıklarını da çok veciz bir şekilde ifade etmektedir: “Ortadoğu sorununun mutlak çözümü ordular veya anlaşmalarla değil, ancak Türk halkının Protestan Hıristiyanlığı benimsemeleri ile mümkün olabilir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’yi terk eden misyonerler, savaşın bitimini takip eden yıllarda yeniden Anadolu’daki eski görev yerlerine gelmeye başlamışlardır. American Board’a bağlı misyonerler Anadolu coğrafyasında Batı Anadolu Misyonu, Orta Anadolu Misyonu ve Doğu Anadolu Misyonu şeklinde çalışmaktadırlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra American Board’a bağlı Batı ve Orta Anadolu misyonları faaliyetlerine yeniden başlamıştır. Her iki misyona yeni misyonerler atanmıştır. Doğu Anadolu Misyonu’na bağlı istasyonlar ise halen kapalıdır. Dolayısıyla bu bölgeye yeni misyoner atanması söz konusu değildir. 1920’li yıllar American Board’a bağlı misyonerlerin yüzyılı aşkın bir süredir bu topraklarda çalışıyor olmalarına rağmen ilk defa olarak Anadolu’nun Müslüman Türk’ü ile karşılaştıkları yıllardır. Bu yeni şartlara uygun faaliyetlerde bulunmak arzusundadırlar. 1921 yılı faaliyet raporlarına göre tamamen olmasa bile okullarını, hastanelerini açarak faaliyetlerine kaldıkları yerden başlamışlardır.

Cumhuriyet’in Kuruluş Döneminde Misyonerlik

TBMM hükümetinin imzaladığı ilk anlaşmalardan biri olan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilafnamesi’nde Fransız eğitim, sağlık ve hayır kurumlarının her koşulda Türkiye’nin çıkarlarına ve Türk yasalarına aykırı faaliyetlerde bulunmamaları koşuluyla varlıklarını sürdürebilecekleri bildirilmiştir. 1922 yılında Amerika’nın yeniden okul açma isteği ise 1915 yılında hazırlandığını ifade ettiğimiz Talimatname gerekçe gösterilerek reddedilmiştir. Yabancıların ve dolayısıyla misyonerlerin Türkiye’deki eğitim, sağlık kurumlarının durumu, Lozan Barış Antlaşması görüşmelerinde de konu edilmiştir. İtilaf Devletleri temsilcileri mevcut bütün müesseselerin eski hak ve muafiyetleri ile birlikte tasdikini ve hatta bunların genişletilmesini talep ederlerken, Türk heyeti devlete karşı faaliyetlere girmemelerini ve dini propaganda yapmamalarını şart koşmuştur. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’na bağlı olarak İngiltere, Fransa ve İtalya’ya verilen mektuplarla, dini telkinlerde bulunmamaları ve devletin kurallarına uymaları şartı ile 30 Ekim 1914 tarihine kadar Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kurulmuş söz konusu müesseselerin faaliyetlerine izin verilmiştir. Bu mektuplar 13 Ağustos 1931 tarihine kadar geçerli olmakla birlikte, bu tarihten sonra da kanunlara aykırı faaliyeti olmayanlara izin verilmiştir. Burada söz konusu olan büyük devletlerin dışındaki devletlerin Türkiye’deki kurumları da, mektuplar ve anlaşmalarla sağlanan fiili durumdan yararlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kozmopolit yapısı içinde misyonerlik faaliyetlerini oldukça rahat yürüten, hatta tabiri caizse at koşturan misyonerler yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı ortamı bulamadılar. Zira tam bağımsızlık ilkesiyle hareket eden, millilik ve laiklik temelleri üzerine kurulmuş bulunan yeni Türkiye Cumhuriyeti, hem yabancı hem de dini olmaları nedeniyle misyonerlik kurumlarına ve faaliyetlerine kuşkuyla bakıyordu.
Atatürk döneminde, Cumhuriyet hükümetlerinin misyonerlerle ilişkileri ana hatlarıyla üç aşamada ele alınabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları olan 1920-1924 dönemini kapsayan birinci aşamada, Türkiye’deki misyonerlik kurumlarının ve faaliyetlerinin uluslararası hukuki dayanakları ortadan kaldırılmış ve konu tamamen Türk iç hukuku sınırları içerisine çekilmiştir. Bunu takiben, ikinci aşamada getirilen idari ve hukuki önlemlerle Türkiye’deki misyonerlik kurumlarının faaliyet alanı olabildiğince daraltılmıştır. Türkiye’deki misyonerlerin en önemli faaliyet alanı olan okullarında dini propaganda yapmaları yasaklanmış, Türk idareciler istihdamı, Türkçe ve diğer kültür derslerinin Türk öğretmenlerince ve Türkçe olarak verilmesi gibi zorunluluklarla onların Türkleştirilmesi hedeflenmiştir. Bu koşullara karşı çıkan okullar kararlılıkla kapatılmış, laik eğitim vermeyi içine sindirebilen misyoner okulları gerekli şartlara uyarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Okullar Türkiye’deki misyonerlik faaliyetlerinin en önemli araçlarıydılar, fakat tek araç değildiler. Okulların dışındaki misyonerlik vasıtaları da yaklaşık olarak aynı şartlara tabi kılınmış, örneğin misyoner has-tahanelerinde yeni çalışmaya başlayacak yabancı doktorlara çalışma izni verilmemiştir. Bu şartlara uyamayan pek çok misyonerlik kuruluşu Türkiye’deki faaliyetlerine son vermiş, bir kısmı da bu yeni şartlara uymayı kabul ederek çalışmalarını “laik” ortamda sürdürmüştür. 1927’den sonraki üçüncü aşamada ise, halen varlığını sürdürmekte olan misyoner okulları ve hastahanelerine ağır vergiler koymak ve satın almak maksadıyla binalarına talip olmak suretiyle misyonerlerin faaliyetleri zorlaştırılmıştır.
Misyonerler yeni Türk devletinin ortaya koyduğu şartlara şekli planda uymayı kabul etmekle beraber, misyonlarının gereğini yerine getirerek, dolaylı olarak Hıristiyanlığı Türk insanları arasında yaymaya çalışmaktan da vazgeçmediler. Amerikan misyonerler Atatürk döneminde Hıristiyanlığı doğrudan dini kavramlarla değil de, felsefi kavramlarla dolaylı olarak anlatma ve yerleştirmeye çalıştılar. Başlangıçta, kendileri bu faaliyetleri için “Karakter inşası” tabirini kullanıyorlardı. Kendilerinin dışındakiler ise misyonerlerin bu çalışmalarını, “adı konulmamış Hıristiyanlık” olarak tanımladılar. Çok yerinde bulunan bu tabiri daha sonra misyonerler de benimsediler. Milliyetçilik duygusunun çok canlı olduğu Atatürk döneminde doğrudan Hıristiyanlaştırabildikleri Türklerin sayısı yok denecek kadar azdır. Tek Parti döneminde misyonerlik faaliyetleri yok denilecek düzeye inen misyonerler çok partili döneme geçişle birlikte görülen özgürlük ortamından yararlanması bilmiş ve yeniden misyonerlik faaliyetlerine başlamışlardır.

Haçlı Seferleri Nasıl Başladı?


XI. yüzyılın sonlarında, Bizanslılar ile Araplar hâlâ tüm Anadolu’da egemenliklerini sürdürmekte idiler. Makedonya hanedanının o parlak günlerinden sonra V Mihail Kalafati’nin savaşları ile Monomahos’un dinsel başkaldırısı ve Kilise’den kopması, Zoi’nin egoist ve anlamsız davranışları ve de “Askeri” lâkabıyla tanınan VI. Mihail’in beceriksizlikleri nedeniyle Bizans Devleti güç ve huzursuz yıllar yaşamıştı.
Ne var ki, Komnenos hanedanının Konstantinopolis’te yerleşmesinden sonra bütün bu kahredici olaylar zinciri gerilerde kalmıştı. Halk yeni hanedanın cesur ve muktedir imparatorlarını görerek Anadolu Hıristiyanlığı için verimli bir çağın başlamakta olduğunu hissediyor ve yazgının Doğu Hıristiyanlarının eski ve şanlı imparatorluğu için pek çok şerefli günler hazırlamış olduğunu anlıyordu.
Her ne kadar daha o günlerde bile bir gerileme devresine girmiş bulunsalar da uçsuz-bucaksız bir devletin hâkimi durumunda olan Araplar, hâlâ Bizans’ın karşısında önemli bir güç olarak tarih sahnesinde kendilerini göstermekte idiler.
Selçuklu Türkleri de o sıralarda Anadolu’nun içlerine kadar tüm ağırlıkları ile sarkmış ve Arap mirasının önemli bir kısmına el koymuş olmalarına rağmen; Mezopotamya’nın büyük bir kısmı ile Arabistan’ın tümünü, Mısır’ı, Kuzey Afrika ile İspanya’yı ellerinde bulunduran Araplar her zaman Bizans için güçlü bir tehlike oluşturmakta idiler. Bununla beraber, Bağdat Abbasileri, Mısır Fatimileri ve İspanya Emevileri tarafından çeşitli devletler halinde bölünmüş olmaları nedeniyle, bir zamanlar tüm dünyayı fethetmelerini sağlayan o eski birliklerini kaybetmiş bulunuyorlardı.
Ancak, siyasi rakip durumunda olsalar da Doğu’da Hıristiyanlar ile Müslümanlar uygarlık ve ilerleme yolunda kusursuz bir uyum içinde bulunuyorlardı. O yıllarda Doğu memleketlerinde sanat ve edebiyat tüm parlaklığı ile ışıldıyor ve insanlık için devrin bütün önemli güzelliklerinin tükenmez kaynağı oluyordu.
Sözünü etmiş bulunduğumuz bu iki narin, uygar ve de olağanüstü uyumlu ırki sarmallanmalardan uzakta kalmış Frenk Avrupa’sı, o yıllarda Batı’da egemen olan barbarlığın ve karanlık bilgisizliğin ağır ezikliği altında kıvranarak, bu durumdan kendini kurtaracak bir çıkış yolunu arıyordu. Batı’da ne edebiyat, ne sanat, ne de sosyal kurumlar bulunduğu gibi kanun ve yönetsel işlem kavramları da oluşmuş değildi. Basit halkın ensesine çöreklenmiş ağır feodal nizam, halkın, geçici ve anlık efendiler altında ezilmesine ve kahredici bir umutsuzluğa sürüklenmesine neden oluyordu.
O dönem Avrupa’sının örgüsünde oransal bir ağırlığı olan tek kurum, Papa’nın egemenliği idi. Ancak, bu da güçlülerin çıkar dengeleri ile çevredekilerin kurnaz aç gözlülüklerine dayandığı için halkta saygı hissini yaratacağına ürkeklik ve korkuya yol açıyordu. Anlaşılıyor ki, Batı Avrupa’sı, o sıralarda dünyayı sarsan olaylara müdahale edebilecek herhangi bir girişimde bulunmasına olanak verecek ne manevi unsurlara ne de herhangi bir siyasal kurumlaşmaya sahipti.
Buna karşı, gerek Doğu gerekse Batı’da Bizans adının ve de imparatorluğun ağırlığı büyüktü.
Her ne kadar, Batılılar, 1054 yılındaki Papa tarafından aforoz edilme (kiliselerin ayrılması) olayına hep nefretle bakmış iseler de, Bizans görkeminin neden olduğu korku, kendilerinin herhangi bir öç alma girişiminde bulunmalarına engel oluyor, Tanrının koruması altındaki kente saldırma olasılığını ortadan kaldırıyordu.
Aynı şekilde, Batılıların Müslüman Araplara karşı duymakta oldukları hislerin daha dostça olduğunu söylemeye olanak yoktur. Araplara karşı duymakta oldukları dinsel nefretin yanında Ortodokslara göre onları daha zayıf ve az tehlikeli olarak görmeleri de, besledikleri hınç ve kini arttırmakta idi. Arapların Batı memleketlerine karşı yapmış oldukları tahkir edici ve küçültücü akınların acılarını, Avrupalılar bir türlü içlerine sindirememekte idiler.

Haçlı Seferlerinin Temel Nedeni: Kör Fanatizm

Demir zırhlar içindeki korkusuz Arap emirlerinin Fransa, İspanya ve Sicilya’daki zaferleri anılarda öylesine canlıydı ki, Papa’nın kendisi de Müslüman orduların Roma’nın kapılarına dayanıp önceki papaları vergiye bağlamış olduklarını panik içinde hatırlamaktaydı. Batı’nın nefreti, yıllarca Frengistan’a korku salmış, ancak şimdi bir dereceye kadar zayıflamış gibi görünen bu “İsa düşmanı Müslümanlar”a karşı odaklaşıyor ve patlayacağı bir neden arıyordu. Kendileri fakirlik içinde boğulurken Doğu’nun zenginliği ve ihtişamı gözlerini kamaştırıyor, bir gün Doğu’nun bu servetini ele geçirecekleri günü iple çekiyorlardı.
Bununla beraber, XI. yüzyılın sonlarına doğru Doğu’ya ve İslâm’ın “ulaşılmaz” yuvasına karşı Katolik dünyanın bir saldırıya kalkışmış olması, inanılmaz derecede cesur bir eylem olarak kabul edilmiştir.
Bu “akılsız” hareketin gerçekleşebilmesi için, bilinen ve mûtad insani dürtülerin de ötesinde, milyonlarca insanın kör fanatizmi ile bağnaz inancının harekete geçmiş olduğunu görmekteyiz. Ve böylece, İsa düşmanlarına karşı savaşmanın ve de yıkım ile kan dökmenin “Tanrı isteği” olduğunu iddia eden birkaç meczubun hezeyanlı bağrışmalarına kapılıp giden milyonlarca insan ayaklanıp çılgın bir hareketi başlattılar. Tarih, bu akımlara Haçlı Seferleri adını vermiş. Avrupa da, bunları gururlu bir kendini beğenmişlik içinde, tarihinin en şerefli sayfalarında kaydetmiştir.
Avrupalılar, kişi ve de millet olarak, kendilerini Haçlıların ahfadı olarak görürken de, “dedelerinin imansız Araplar ile savaşmış olmaları” nedeniyle kendilerini diğer insanlardan üstün gördükleri gibi, tüm insanlığın ve de Tanrının kendilerine sonsuza kadar minnet duymaları gerektiğine inanmaktadırlar.
Böylece de Batı, o seferlerin en önemsiz bir ayrıntısına dahi saygı ile bakmaya kendisini şartlandırmış olmakla, pek çok tahrif ve yalanları da bilimsel bir havaya büründürmüştür! Sonuçta da, çıplak ve trajik gerçeğin ikiyüzlü bir yalanlar yumağı ile sarmallanıp olduğundan bambaşka bir şekilde takdim edilmesi sağlanmış oldu. Ancak bu gibi olaylarda sıklıkla görüldüğü gibi, kişilerin egoizmaları öyle istiyor diye, bilimsel gerçeğin göz kamaştırıcı ışıltısının örtülmesine imkân yoktur.
Tüm tarih gelişimi içinde, kendilerini insan olarak kabul eden kimseler için, Haçlı Seferleri’nden daha aşağılık, daha barbar ve daha sefil bir devir yaşanmamıştır.
Haçlı Seferleri bütün Avrupa’nın en ağır bir ayıp lekesi olarak karşımıza çıkar. Ve de, asil ve uygar Araplarla savaşları sırasında o necip ve ünlü kenti harabeye çevirirlerken o görgüsüz Batı şövalyelerinin, tüm cehaletlerine rağmen kendi içlerinde bulunması beklenen o en basit insani erdemden dahi mahrum oldukları görülmüştür.
Haçlı Seferleri Avrupa tarihinin en karanlık ve ayıplarla dolu sayfalarını oluşturmaktadır.
Gerçekten de, vicdan sahibi birkaç Avrupalı tarihçinin bu hususu belirttiklerini ve olaylardan açık yüreklilikle söz etmiş olduklarını görmekteyiz.
Ne var ki, resmi tarihin, “ideal bir amaç” mazeretinin arkasına sığınarak, en aşağılık dürtülerle kişisel arzularını tatmin etmekten başka bir şey yapmamış olan o kana susamış serseri güruhunu hâlâ defne taçları ile onurlandırmakta olduğunu görmekteyiz.
Avrupa’da Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulünden ve özellikle Charlemagne’ın Halife Harun el-Reşid ile diplomatik ilişkilerde bulunmaya başlamasından sonra, Batı Avrupa’da dindar hacılardan oluşan ve İsa’nın Kudüs’teki mezarını ziyaret amacını güden kervanların tertiplenmekte olduğunu görürüz.
Bu kervanlar daima kalabalık bir hacı kafilesinden oluşmakta idi.
Beşyüz, bin, iki bin hatta yedi bine ulaşan bu mümin kafileleri, başlarında bir-iki papaz veya piskopos olduğu halde, bir bilgisizlik lâkaydîsi içinde bu tür zorlu gezilere katılırlardı.
Ancak, bu gezilerin genelde kahredici bir başarısızlıkla sonuçlandığı da bir gerçektir.
Akla hayale gelmeyecek güçlükler, büyük masraflar, bilinmeyen hastalıklar, eşkıya baskınları, fırtınalar ve kavgaların bu karmakarışık kitleleri, çoğunlukla daha amaçlarına bile varmadan darmadağın ettiklerini görürüz.
Sonunda, bu tür seyahatler öylesine güç ve yorucu bir hal almışlar ki, Katolik din adamları, İsa’nın Mezarı’nın ziyaret edilmesini ağır bir günah veya suçun işlenmesi durumlarında, Kilise düşmanlarına tatbik edilecek dini açıdan resmi bir ceza olarak vaz etmişlerdir. İşte, bu suretle, Kilise de bu dini bütün (!) kararı ile kendi düşmanlarından kurtulmuş oluyordu.
Görülüyor ki, bir taraftan da her yıl Kilise tarafından bu şekilde cezalandırılmış binlerce günahkâr ve suçludan oluşan güruhlar tertiplenmiş olmakla, Kutsal Mezar’ı tavaf edenler de eksilmemiş oluyordu. Ama kolayca anlaşılıyor ki, böylesi bir insan çöplüğünden oluşan bu Hıristiyan kervanlar, aslında, kendi yaşamları pahasına cehennem ateşi ile zebani mızraklarından kurtulabilecekleri umudu ile hareket eden birer eşkıya çetesinden başka bir şey değillerdi. Ortaçağ Avrupa toplumu çöplüğünden oluşan ve her yıl yola çıkan bu iğrenç kervanlar, geçtikleri her memleket için gerçek birer sosyal yara ve tehlike oluşturuyorlardı.
Devlet kuruluşu açısından kusursuz özellikler gösteren ve uygar bir toplum olan Arapların egemenliği boyunca Suriye’de durum o kadar da vahim görünmüyordu.
Kudüs’e genellikle binlerce küstah, tehlikeli, terbiyesiz, her an kavga çıkarmaya hazır kimselerden oluşan hacı grupları geliyor ve orada, yörenin efendileriymişçesine, hoşgörülü Arapların sakin denetimi altındaki sokaklarda bağrışıyor, ellerinde flamalar olduğu halde davullar ve borularla dinsel törenler ve gösterilerde bulunuyorlardı.
Ne var ki, Suriye’de Arapların yerini Türkler aldığında, işler tamamen değişti. Yörenin yeni efendileri bir taraftan hacılardan vergi almaya başladıkları gibi, o terbiyesiz ve kendini bilmez hacıların Kudüs’te aylarca kalmalarını önlemek amacıyla ellerinden geldiğince güçlük çıkarmaya başladılar. Bu suretle de, yılların geçmesiyle, Kudüs’teki hac görevinin yerine getirilmesi daha da güçleşiyor ve tehlikeli bir hal alıyordu.
Fakat hacca gitmenin giderek daha tehlikeli bir hal almasıyla beraber, zamanın din çevrelerinde o görevi gerçekleştirme arzusu da artıyor ve sonuçta gerçek inananlarla günahlarından arınma gayesi ile İsa’nın Mezarı’nı ziyarete kalkışan canilerin birleşip çılgın bir fanatizm yumağını oluşturdukları görülüyordu.
Suriye’nin ve Anadolu’nun Türklerin eline geçmesi Bizans için de büyük bir yıkım olmuştu. Araplardan çok daha iyi savaşan bu yeni ırk kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmını ele geçirmiş ve neredeyse Bizans’ın kutsal başkentine kadar dayanmıştı. Yapılan savaşlar göstermişti ki, Bizans’ın bu yeni düşmanı kendi başına Anadolu’dan atması olanaksızdı. Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos Türkleri, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdeniz’den atmak için Avrupalıları bir sefer düzenlenmesi için kışkırtıyor ve bir taraftan Papa’dan yardım istiyordu. Türklere karşı olası bir Haçlı Seferi’nin en büyük destekçilerinden biri olan Bizans’ın bilmediği ise, düzenlenecek olan bu seferler sırasında Müslümanlardan sonra en büyük zararı görecek olanın kendilerinin olmasıydı. Başkentleri bu seferler sırasında bağnaz Hristiyan kitleler tarafından yağmalanacak, evleri ve tapınakları ateşe verilecek, binlerce kişi öldürülecekti.

Keşiş Pierre Adında Bir Fanatik


Haçlı Seferleri’nin nedenlerinden bahsederken, bu çılgın fanatiklerin arasına karışan, başından geçen birçok talihsiz evlilik aksilikleri sonunda manastır yaşamını tercih eden emekli bir askerin  adını anmamak olmaz. Kendisi çılgıncasına fanatik, ölçüsüz, mütecavizdi. Adının Pierre olması nedeni ile tarih kendisine “Keşiş Pierre-Pierre l’Hermite” lâkabını vermiştir. Bir önceki hac ziyareti sırasında oradaki Müslümanlarca kötü muameleye uğradığı söylenen bu zat, İslâm’a karşı düşmanlık hezeyanlarıyla dolu bir halde dönmüştü. Keşiş Pierre, Tanrı’nın kendisiyle görüşüp İsa’nın Mezarı’nın Arapların günahkâr mevcudiyetinden temizlenip kurtulması için tüm Katolik dünyasının İslam’a karşı savaşması gerektiği hususunda tebliğ vermiş olduğu yönündeki varsam ve sanrılarını etrafa yaymaya başlamıştı. Biraz sonra da, aynı hezeyanların etkisi altında Roma’ya- giderek Papa II. Urban’ın ayaklarına kapanmış ve bu Tanrısal görevin yerine getirilmesi hususunda kendisine dua etmesi ve yardımlarda bulunması için yalvarmıştır.
Papa onu kabul etmiş ve kendisinden dualarını esirgemediği gibi, Tanrı tarafından verilmiş bulunan bu kutsal görevin gerçekleştirilebilmesi için de istediği yerde dolaşarak halka gerekli telkinlerde bulunmasına da izin vermiştir. Beklendiği gibi, keşiş hemen yola koyulup Fransa, İtalya ve Almanya’da dolaşmaya başlamış ve oralarda yaptığı konuşmalarla da, İsa’nın Mezarı’nın kurtulması konusunda halkı harekete geçirmeye başlamıştır.
Keşişin köpük dolu ağzından dökülen coşku, gözyaşı, beddualar, dualar ve de histerik gösterilerle dolu konuşmaları, Ortaçağ Avrupası’nın cahil kitleleri üzerinde korkunç bir etki yaparak onları köklerinden sarsmıştır. Artık herkes Keşiş Pierre’i Tanrı tarafından görevlendirilmiş seçkin bir kimse olarak görüyor, bağrışmalar eşliğinde çılgına dönüyor ve bütün bunların sonunda da, macera peşinde koşan o serseri, kutsal bir güç ve vahiy ile taçlanmış bir peygamber olup çıkıyordu.
Pierre’in o ateşli konuşmalarının etkisi ile her geçen gün çoğalıp güçlenen bir halk hareketi ortaya çıkınca, zamanın devlet büyüklerinin dikkatleri de o yöne çekilmiş oldu.
Cahil Katolik güruh tarafından oluşan böylesine geniş bir hareketin gerek kendisine gerekse dini çevreye birçok faydalı sonucu beraber getireceğini gören Papa da, konuyu inceleyip, müminlerin dinsel arzularını gerçekleştirebilmesi için önce İtalya ve sonra da Fransa’da geniş bir toplantının tertiplenmesi kararına varmıştı. Kuşkusuz, düzenlenecek bir Haçlı Seferi en çok Katolik Kilisesi’nin işine yarayacaktı. Düzenlenecek bir Haçlı Seferi ile Papa, kendisinden zaten yardım isteyen Ortodokslar (Bizans) üzerinde siyasi egemenlik kuracağını hesaplıyor, Papalığın görüşlerini benimsemeyen “Heretik” Doğu Hıristiyanlarını denetimi altına alacağını düşünüyordu. Ayrıca Kudüs gibi kutsal bir kentin geri alınması gücüne güç katacaktı.
Böylece, 19095 yılında Fransa’nın Clermont şehrinde İkinci Büyük Sinod toplanmıştır. Doğal olarak, bu Sinod’da başroldeki hatip olarak gene meşhur Keşiş Pierre’i görmekteyiz. Konuşmalarındaki sürükleyici güç ve yobazlığının inandırıcılığı ile kişiliğindeki marazi coşku binlerce insanı öylesine etkilemişti ki, İsa’nın Mezarı’nın kurtarılması gayesi ile kendi yaşamını bir an önce feda etme arzusu etrafında örülen kitlesel bir deliliğin ifadesi olarak “Tanrı böyle istiyor – Dieu le veut!” sesleri semalarda yankılanıp durdu. Papa da tüm Hıristiyan alemini Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek özellikle havarilerin yaşadığı yerlerin ve onlara ait kalıntıların Sarazen Müslümanlardan temizlenmesi için yapılacak kutsal savaşa davet etti.
Ve tüm bu güruh, kökleşmiş kararlılığını vurgulamak için, kalın çuha kumaşından haçlar keserek elbiselerine iliştiriyor ve bu nedenle de kendilerine “Haçlılar” lâkabını uygun görüyordu.
Halkın o sıralarda göstermekte olduğu coşku ve heyecanın tarifi mümkün değildir. Kitlesel bir deliliğe yakalanmış insanlar… Bunların zekaca en geri olanları ancak bu suretle Cennet’e gidebileceklerine inanırken, bir kısmı da gidecekleri o bilinmez memleketlerde kolaycasına zengin olup döneceklerine, bazıları da kendilerini istismar eden feodal toplumdaki efendilerinin gaddarlığından ancak bu suretle kurtulabileceklerine inanmakta idiler.
Haksızlığa uğramış, toplumdan dışlanmış, bir zamanlar sahip oldukları zenginlikleri yitirmiş ve de zarara uğramış bu büyük kitle, Hıristiyanlığın iyiliği uğruna giriştikleri böylesine kutsal bir amaç nedeniyle tüm umut ve beklentilerinin gerçekleşmesini tamamen doğal bir hak olarak görüyor, bu durum da, Tanrısal görevlerine duydukları sadakati bir kat daha arttırıyordu. Derin bir taassubun karanlığında boğulan cahil kitlelere göre cennete gitmenin tek yolu Kudüs’ü ziyaret etmekten geçiyordu. Kudüs’e ulaşamasa bile, İsa yolunda savaşırken ölen birisi cennet dışında başka nereye gidebilirdi ki? Şimdi ise bekledikleri cennet fırsatı kendi ayağıyla karşılarına çıkmıştı…
Asiller ve burjuvalar, efendiler ve köleler, papazlar ve keşişler, kadınlar ve çocuklar delicesine bir arzu ile Haçlı Seferleri’ne katılmak için çabalıyorlardı.
Bu gelişmeler sonucunda, seferin masraflarını karşılayabilmek için herkes varını-yoğunu yok pahasına elden çıkarmaya çalışıyordu. Geniş araziler, şatolar, mücevherler, atlar, hayvan sürüleri, elbiseler… Her şey yok pahasına satılıyordu. Herkes, bir an önce hazırlıklarını tamamlayıp ilk seferde kendisine de bir yer ayırabilmekten başka bir şey düşünmüyordu. Cahil halk güruhlarının Haçlı Seferleri’ne katılmasını anlamak kolaydı. Peki soyluların sonu bilinmeyen Haçlı Seferleri’ne katılmasının nedeni neydi? Bu sefere katılacak soylular için öncelikli amaç maddi çıkarlar ve yeni topraklara sahip olmaktı. Elbette diğer nedenleri de gittikleri yerde kendilerine şöhret kazandıracak işler yapmak ve adlarını tüm Hristiyan alemine duyurmak, ayrıca bitmek bilmeyen serüven tutkularıydı.
Gerçek bir kitlesel delilik Avrupa’yı sarmıştı.
Bu suretle de, kısa sayılabilecek bir süre içinde 1.300.000’i aşkın kalabalık bir güruh 1096 yılında Filistin’e doğru hareket etmeye hazır bir hale gelmişti. Birinci Haçlı Seferi ve Avrupalıların utanç serüveni başlıyordu


Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)