bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


28 Mart 2017 Salı

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri

Özellikle günümüzde komplo teorileri internetin de yardımıyla kolayca yayılıyor. Ancak bu teoriler her zaman tamamen yanlış olmayabiliyor. İşte gerçekliği kanıtlanmış birçok komplo teorisi…

Üzerinde çok konuşulan ve gerçekliği kanıtlanan komplo teorileri…

Mockingbird Operasyonu

Soğuk Savaş döneminde CIA’in kendi fikirlerini yaymak için çok çeşitli güçleri kullanması olayı.
Temel amaç CIA’in görüşlerini ve 1950’lerde ABD’nin oluşturduğu savaş programını desteklemek için bir ağ kurulması ve bu ağın içine medya çalışanları, diğer ülke liderleri ve güçlü iş adamlarını almaktı.
Neredeyse tüm dünyanın canını yakacak planlarla dolu olan bu operasyon 1970’li yıllarda bitmiş, bitirilmiş gibi görünse de tamamen bittiği gerçeği hiçbir yerde konu edilmemektedir.

Tuskegee Frengi Deneyi

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
ABD’de 1932-1972 yılları arasında deneysel amaçlarla 600 Afrika asıllı Amerikalı denek olarak kullanıldı. Bunların 399’u frengiliyken 201 sağlıklıydı. Ücretsiz tedavi altında bu kişiler üzerinde deney yapılarak frenginin siyahiler üzerindeki etkisi araştırıldı. Penisilinle tedavisi mümkün olduğu halde frengili kişiler tedavi edilmedi, sadece gözlem yapıldı. Deneklere gerçek söylenmedi. Gerçekler 1972 yılında ortaya çıktı.

MK-ULTA projesi

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
CIA’in yürüttüğü MK Ultra Projesi’yle insanlar üzerinde hipnotize, duygusal yoksunluk gibi yöntemler kullanılarak istenilenleri söyletme, istediğini yaptırma deneyleri deneklerin işin ucunu kaçırıp ABD ve Kanada’da işkence yöntemleri kullanmaları sonucu ortaya çıktı.
MKUltra programı 1945 yılında başladı ve bu konuyla ilgili Joint Intelligence Objectives Agency (Ortak İstihbarat Ajansı) kuruldu, bu kuruma doğrudan yetki verildi. Çalışılan bazı bilim adamları, işkence ve beyin yıkama olarak tanımlanan suçlardan, bazıları da savaş suçu, Nazi, Nazilik suçuyla yargılanmıştır.

Gleiwitz Vakası

Gleiwitz Vakası 31 Ağustos 1939’da, 2. Dünya Savaşının Avrupa’da başlamasının arefesinde, Polonyalı kılığına bürünmüş Nazi güçlerince Yukarı Silesya’nın Gleiwitz kentindeki Gleiwitz Radyo İstasyonuna yapılan düzmece saldırıdır.
Bu provokasyon, Nazi Almanyası SS’inin Himmler Operasyonu’nun en iyi bilinen parçasıdır. Almanya’nın Polonya’yı işgali için haklı bir nedeni olduğunu göstermek amacıyla, Polonya’nın saldırganlığını göstermek için tertip edilmiştir.

Prizma (gözetim programı)

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) PRISM programı adı altında en az dokuz büyük Amerikan (Google, Yahoo, MSN, AOL) internet servislerinden iletişim ve veri toplama olayını anlatan gizli bir güvenlik programıdır.
Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti 2001 yılında bu gözetim sistemi kapsamını artırmış ve program resmi olarak 2007 yılında hayata geçmiştir.

Paperclip harekatı

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
Paperclip (Ataç) Harekatı, ABD askeri istihbarat servisinin II. Dünya Savaşının sonu ve sonrasında Nazi Almanyası’ndan önemli bilim adamlarının ülke dışına kaçırılması operasyonunun kod adıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde CIA’in Nazi bilim adamlarını ABD’ye getirme planının kod adı. Ynet’e göre bu bilim adamları kimyasal silah geliştirilmesine yardımcı oldu.

Nayirah tanıklığı

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
1990’da 15 yaşında Nayirah adlı bir kız Kongre’ye Iraklı askerlerin Kuveyt’te bir hastanede bebekleri kuvözden çıkarıp betona fırlatıp öldürdüklerini iddia etti. Bu iddia ABD’de büyük ses getirdi ve 3 ay sonra ABD Körfez Savaşı için düğmeye bastı. Savaş sonrası New York Times, Nayirah’ın Kuveytli diplomat Saud Nasser Al Sabah’ın kızı olduğunu ortaya çıkardı ve açıklamalarının bir PR çalışması olduğunu gösterdi.

Edward Snowden Olayı

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
Projenin patlama noktası Snowden’ın Amerikan ve İngiliz istihbarat servislerinin kullandığı kitle takip programlarını kamuoyuna açıklamasıyla oldu.
Olayın sonucunda Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi’nin Başkanı Orgeneral Keith Alexander, Amerikan Kongresi’nde bir komisyona gizli programla ilgili bilgi vermek zorunda kalmıştır.
Dahası Amerikan’ın en büyük internet şirketleri Google, Facebook ve Microsoft da Obama yönetiminden, kendilerinden istihbarat dairelerine kullanıcı bilgilerini teslim etmesini isteyen federal mahkeme emirlerini yayınlamasına izin vermesini talep ederek her şeyin açığa çıkarılmasını istemişlerdir.
Obama’yı ve yönetimini zora sokan bu talepler karşısında Amerika Başkanı bu gibi sistemlerin Amerikan ya da diğer halkları değil, terörist saldırılar yapmasından korkulan yabancıları gözetlemek için kullanıldığını belirtmiştir.
Dünya kamuoyuna yansıyan bu olay sonuncunda uzmanlar, 21. yüzyıl dünyasında gizliliğin çok zor olduğunu ve devletlerin mümkün olduğunca şeffaf ve demokratik olmaları gerektiğini savunmuştur.

COINTELPRO (Karşı İstihbarat Programı)

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
ABD’nin kendi vatandaşlarına karşı yürüttüğü çok bilinen operasyonlardan birisinin adı.
1965’te Soğuk Savaş’ın en hareketli günlerinde başlayan program başlangıçta ABD Komünist Partisinin aktivitelerini takip etmek ve bozmak amacıyla yürürlüğe sokulmuştu ancak bununla yetinmeyen FBI, Ku Klux Klan, Black Panthers gibi örgütlerin içine sızarak amaçları ve planları ifşa etmek amacıyla programı genişleterek sürdürmüştür.
ABD halkına ise kısaca, casusların Amerika’nın sırlarını çalmasını önleme çalışmaları şeklinde tarif edildi.
Malcolm X cinayetinde COINTELPRO ajanlarının rolü olduğu kesin biçimde ortaya çıkmıştır.
Program, bugün neredeyse tamamen Müslüman Amerikalılara yönelik faaliyet gösteriyor.

Hillsborough faciası

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
15 Nisan 1989’da 96 Liverpool taraftarı Sheffield Wednesday’in Hillborough Stadyumu’nda çıkan kargaşada hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. Suç taraftarlara atıldı. 2016 Nisan ayında sonuçlanan soruşturmada Liverpool taraftarı aklanırken sorumluluğun poliste olduğu ortaya çıktı.

Northwoods Operasyonu

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
ABD hükümetinin soğuk savaş planı Northwoods Operasyonu, CIA’in Küba’ya karşı planladığı gizli bir operasyondur. Planlarda CIA ABD ordusunu vuracak ve bunu Küba yapmış gibi gösterecekti. Böylece halk desteği alınarak Küba’ya savaş ilan etmenin yolu açılabilecekti.
Ancak, bu dehşet verici plan dönemin başkanı John F. Kennedy tarafından onaylanmadı.

Alkole zehir katıldı

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
Slate’in haberine göre ABD hükümeti alkol yasağı sırasında kasıtlı olarak içkilere zehir karıştırıldı. Yaklaşık 700 kişi bu nedenle hayatını kaybetti.

Contra, kokain kaçakçılığı ve CIA

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
Amerika Birleşik Devletleri Merkezi İstihbarat Ajansı (CIA) Reagan yönetimi sırasında Orta Amerika’da kokain ticaretinin içinde olduğu ve ülkeye kaçak yollarla kokain soktuğu iddiası 1980’lerden beri çeşitli resmi gazetelerde soruşturma konusu olmuştur.
İddia şöyle; CIA kokain ticaretine, 1979’da Nikaragua’da kurulan sol kanat Sandinist hükümeti yıkmaya çalışan sağcı gerillaları (Contra) desteklemesiyle dahil oldu.
Senatonun terör ve narkotik alt-komitesinin 1989’da bildirdiğine göre: “Uyuşturucu ticareti tüm Contra savaş gayretlerine yayıldı.” Rapor, Orta Amerika’daki Amerikan görevlilerinin kokain akışını kasıtlı bir şekilde görmezden geldiğini ve ticarette kullanılan hava taşıma şirketlerinin Amerika merkez hükümetinden para yardımı aldığı sonucunu çıkarıyor.
1986 Şubat’ında durum kontrolden çıkınca Ronald Reagan bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve şunları söyledi: “Sovyet müttefikleri olan Küba ve Nikaragua gibi ülkelerle uluslararası uyuşturucu ticareti ve terörizm arasındaki bağlantı gittikçe açığa çıkmaktadır. Bu ikiz şeytanlar, uyuşturucu ticareti ve terörizm, günümüzde yarıküreye yönelik en tehlikeli ve sinsi tehditlerdir.”

Stargate Projesi

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri
Uzak mesafelerden görüntü almaya yarayacak duru görü ve psişik yöntemleri içinde barındıran birçok projeyi kapsayan ABD’nin metafizik-psişik projesi.
İslam inancına sahip ülkelerde bilimsel ve dinin emirleriyle uyumsuz olduğu düşüncesiyle ilgi görmemiş bir proje olarak bilinir.



22 Mart 2017 Çarşamba

Batı Medeniyetinin Tanrısı; Şiddet ve Sömürgecilik

Gerçekliği kanıtlanmış komplo teorileri

Batı Medeniyetinin Tanrısı; Şiddet-Ahmet Anapalı


Avrupa, Makyavel’den beri kasideler okur şiddete. Hıristiyan’ıyla, maddecisiyle, sosyalistiyle bir sara nöbeti içindedir. Ama şiddet, tarihin hiçbir döneminde çağımızdaki kadar yüceltilmemiştir. Sorel’in “Şiddet Üzerine Düşünceler”iyle başlayan bir histeri nöbeti, Batı’nın sözde irfanını bir cinayet kışkırtıcısı derekesine düşürdü. Camus doğru söylüyor: “Maverayla (Manevi dünya) göbek bağını koparmış bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan.”
 İlgili resim
Öldürmek, maddeci Batı’nın alın yazısı. Kendini ve daha da çok başkalarını öldürmek. Amerika’nın Irak’ı özgürleştirirken(!) bu duruma karşı gelen Iraklıları “Hainler” diyerek öldürmesi gibi.
Bu durumda ne yapmak lazım? Fuzuli’nin dediği gibi;
Konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil.
İnsan insandan iğreniyor. Bir ana kucağı olan tabiat sonsuz bir mezbaha. Şehirler, kan deryası. Büyücü çırağı, topraktan fışkırttığı ifrit tohumlarını tekrar yerin dibine sokmak için var gücüyle tedbir arıyor. Ne yazık ki şerrin kaynağına bir türlü inemedi. Biz de temelleri çatırdayan bu yalancı, bu katil medeniyetin şuursuz bir taklitçisi olarak aynı ölüm karnavalına katılmış bulunuyoruz. Batı’dan ayrıldığımız tek taraf: Şuursuzluk. Çılgınlığımıza “bilimsel” bir yafta yapıştırdık: Anarşizm. Oysa bu kör doğuşunun hiçbir izm’le uzak yakın münasebeti yoktur. İzm’ler hepsi de batının uydurması hiç birinin bizimle bir alakası yok. Maâşerî bir kuduz, bir kendi kendini tahrip cinneti. Avrupa kendi yarattığı ifritleri tepelemek için elinden geleni yapıyor.
İlgili resim
Batı’nın 1. Haçlı Seferinden beridir bahanesi hep aynı; Barbar doğuya medeniyet götürmek. Rusya önce Afganistan’a şimdi Çeçenistan’a Amerika önce Vietnam’a şimdi Irak’a Avrupa topyekûn Afrika ve Ortadoğu’ya hep medeniyet götürmüştür. Dünyaları boğacak kadar kan akıtarak… Engizisyon mahkemeleri yüzyıllarca bilim adamlarını din adına kan havuzlarında yüzdürdü. Bahanesi hep aynı; İNCİL IŞIĞINDA BİLİM…
Tekerlemelerle avunmağa çalışıyoruz. Oysa bu büyük yangını şairane lakırdılarla söndürmeğe yeltenmek fikrî sefaletimizin hazin bir hücceti, hazin ve lüzumsuz. Önümde bir kitap duruyor: 1975’de Londra’da basılmış. Adı: Şehir Terörizmi. Yazan: Anthony Burton. Ne tuhaf teröre ve şiddete çare arayan kitaplar yine terör ve şiddetin merkezinden çıkıyor. Avrupa’dan… Aydın denen devekuşları, niçin hadisenin bu tarafı ile meşgul olmazlar?
Bir Afrikalı der ki;
Beyaz adam topraklarımıza ayak bastığında benim elimde topraklarım vardı onun elinde İncil. Gözümü kapatmamı istedi gözümü açtığımda benim elimde İncil vardı onun ayakları altında topraklarım…
İşte bu Avrupa’nın cins kafası Montaigne Denemeler isimli eserinde;
Osmanlı ahmak bir millettir. Çünkü fethettiği ülkelerin hammaddesini, insan gücünü ve toprağını kullanmaz tam tersi yatırım yapar, yol yapar, köprü yapar, hastane yapar vs… Evet. Osmanlı, sömürgeci Avrupa kafasının gözünde bir ahmaktır. Çünkü sömürmez. Buna en başta inandığı dini müsaade etmez sonra insanlığı…
Babil kulesinde yaşıyoruz Sombart’a göre. Avrupa insanı doğru yoldan uzaklaştı… Bir buçuk asırdır Avrupa’da ve Amerika’da olup bitenleri anlamak için Şeytan’ın gücüne inanmak lâzım. Gördüklerimizi Şeytan’ın işi diye vasıflandırmaktan başka çıkar yol yok. Mavera inancını yıktı Şeytan. İnsanları kibirlerinden yakaladı. Tanrı’dan ne farkımız var demeye başladılar. Ve Şeytan içimizde uyuklayan aşağılık insiyakları şahlandırdı: “Hırs, tamah, altın aşkı.” Bu insiyakların doludizgin at koşturacakları bir iktisat düzeni ilham etti:

Kapitalist ekonomi.
Filozof Konuşuyor: Guenon diyor ki: Çağdaş insan garip bir önsezi içinde: bir şeylerin sonu gelecek. Şüphesiz ki bu topyekûn bir kıyamet olamaz. Ama yine de bir dünyanın sonu. Bitecek olan, bugünkü şekliyle Batı medeniyetidir. Batı medeniyetini dünyanın bütünü sayanlar, onun için kıyamet kopacakmış gibi telâşa düşmektedirler. Hakikatte bir devrin sonu bu,
Ne oldu bize?  Yüzlerce insanın aynı anda bulunduğu şehir meydanlarına bomba koyan akılsızlar da nereden çıktı? Toplum zıvanadan çıkmış. Cinayet cinayeti kovalıyor. Akıl susmuş ve mefhumlar cehennem! Bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrake giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş; namlular konuşuyor. Bir kıyametin arifesinde miyiz acaba? Dünyayı Şeytan mı yönetiyor?
Düzeni büyücüler mi bozdu? Bu kördüğümü çözecek Osmanlı nerede? Tarihlerin tanımadığı bir tahrip cinneti karşısındayız. Sosyal bir kuduz veya kanser. Bu sinsi, bu kancık, bu sürekli boğazlaşmaya anarşi demek hata. Anarşi saman alevi gibi yanıp söner. Her ülkede, her çağda, her düzende belirebilir: fitne, fesat, kargaşa. Anarşizm desek düpedüz münasebetsizlik. Anarşizm, bir dünya görüşüdür. Tutarlı bir felsefesi, gözü pek havarileri, ölümle alay eden kahramanları vardır. Anarşizm, hürriyet aşkıdır. İnsanın asaletine ve yüceliğine inanıştır. Tek kusuru hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve Gerçekleşemeyecek olması. Anarşizm Avrupa’nın rezil ve yalancı medeniyetini yok edip bahtiyar bir çağın yaratıcısı olmak hülyasıdır.
Polis, suçluları bulamıyor; adalet, cezalandıramıyor. Bence bunun sebebi şu olsa gerek: Suçun şekli başkalaştı. Bir zamanlar suç kaba kuvvete dayanırken, şimdi ince ve medenî oldu; gaddarlığın yerini hile aldı, şiddetin yerini dalavere. Modern suçlu, adalelerinden çok beyni ile iş görür, büyük bir avantaj… Biz hâlâ delileri de şerirleri de peşin hükümlerle ele alıyoruz. Halk, delilik deyince, ya hezeyanı anlar ya budalalığı. Mantık kurallarını çiğnemeden ve hiçbir hataya düşmeden akıl yürüten bir insan, deli olamaz ona göre.
İlgili resim
Suçluları da tanımıyoruz. Avama sorarsanız, suçlu ya hırsızdır, ya katil. Hırsızlık yapan veya adam öldüren deyince de gözünün önüne kılıksız kıyafetsiz, çirkin bir insan gelir. Toplum ilerledi. Şimdi kan yerine altın, işkence yerine rüşvet geçerlidir. İnsanlık bugüne kadar iki çeşit medeniyet yaratmış, diyor Ferrero: şiddete dayanan medeniyet, hileye dayanan medeniyet. Şiddete dayanan medeniyette, hayat kavgası kaba kuvvetle; hileye dayanan medeniyetlerde ise, kurnazlık ve aldatmaca yolu ile yapılır.
Şiddete dayanan medeniyette, siyasî iktidar ve servet, silâh elde fethedilir. Milletler arasındaki ticarî rekabet ordular ve donanmalar vasıtasıyla çözümlenir, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların hal yolu da düellodur. Hileye dayanan medeniyetlerde ise, siyasî iktidar tabanca kurşunları ile değil para ile elde edilir.
Bir bankadan halka ait olan paraları, sahibine yani halka sormadan halk için çaldığını iddia eden ve davası, idealleri uğruna ölüme gülümseyerek yürüyen Deniz Gezmiş ruh itibari bu tanıma uyar, ama merkezi bir meydana, metroya, otobüs durağına bomba koyan cani asla, gencecik kızlarımızı, kirletip vahşice katleden soysuz asla…
Toplum olarak yaşadığımız bu depresyon ruhu da ne? Ne oldu bize? “Ümmet bir vücut gibi olmalıdır, bir taraf ağlarken bir taraf gülemez” diyen Allah’ın sevgili kulu o yüce insanın ümmeti olduğumuzu ne çabuk unuttuk?
Kimler unutturdu bize bu hakikati?
Atalarımızın atının ayağının değdiği her coğrafyada “ADALET” ve “İNSANCA YAŞAMAK” yaşamak ana düstur sayılırken, şimdi memleketimizin sınırlarında dahi bu huzuru sağlayamıyoruz.
TERÖR ESKİDEN BİR ÇIĞLIK KADAR YALINDI, ŞİMDİ BİLİM GİBİ EVRENSEL… DÜN ROBES PİERRE KILIĞINDA YARGILANIRKEN, BUGÜN DÜNYAYI YARGILAMAKTA…
BU NE REZALET?
DİPNOTLAR

Fatih Sultan Mehmet Ortodoks Hıristiyan, Annesi de Sırp mı?


21 yaşında çağ açıp çağ kapatan, ikibin senelik köklü geçmişe sahip bir imparatorluk olan Roma İmparatorluğu’nu haritadan silen ve doğumundan sekizyüz sene evvel peygamber efendimiz tarafından zikrolunan; “Letüftehanne’l Kostantıniyyete, ve le ni’mel emrü zâlike’l emr, ve le ni’mel ceyşü zâlike’l ceyş / Kostantiniye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden komutan ne güzel komutandır”1 hadisine mazhar olan büyük ata, cennet mekân Fatih Sultan Mehmet Han meğerse Ortodoks bir Hıristiyan’mış. Hem de papa ile temas halinde olan samimi bir Hıristiyan…
EVET evet yanlış okumadınız. Peygamber hadisi ile müjdelenmiş bu muhteşem insan güya Müslüman değil samimi dindar ve Ortodoks mezhebine bağlı bir Hıristiyan’mış. Şimdi isterseniz hiçbir ilmi, fikri ya da düşünsel hakikati paylaşmayan bu cahil zırvalamalarını en baştan anlatalım.
Mevzu Osmanlı ve kahramanlıkları olunca Batılı tarihçilerinin ve Türkiye içinde yaşayıp da Osmanlı ile ilgili araştırma yaparken yüzünü Batı’ya çeviren yerli tarihçilerin sürekli referans olarak kullandığı Alman tarihçi Prof. Babinger’in Türkçeye çevrilen “Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı” adlı kitabında2 yer alan hayret edici tanımlamalardan biri de esasından koca Fatih’in Müslüman değil koyu bir Hıristiyan olması sanırım her kesimin dikkatini çekecek olan provokatif bir söylemdir.
Babinger söz konusu bu eserde Fatih Sultan Mehmet Han’ı, yıkıcı, cani, zalim, eşcinsel ve Hıristiyanlığa sempati duyan hatta zamanla papanın isteği üzerine Hıristiyan olan bir padişah olarak nitelendiriyor. Sultan Mehmet’i. bu iddialara zemin hazırlamak adına Fatih’in kardeşlerini öldürüp bu davranışın Osmanlı’da neredeyse bir gelenek haline almasından tutun da “Avni” mahlasıyla yazdığı divan şiirlerine kadar her şeyin mercek altına alındığını söylemek güç değil.
Fatih’in divan şiiri tutkusu ve onun tarafından yazılıp yazılmadığı bilinmeyen ama nedense ısrarla ona mal edilmeye çalışılan; “Galata’yı gören cenneti istemez / Orada o servi yürüyüşlü sevgiliyi gören / Serviyi hatırına getirmez / Orada işveli bir Hıristiyan güzeli gördüm / Onu gören, Hz. İsa gibi dudaklarının hayat verdiğini anlatır”3 dizeleri objektifliği ile değil saldırganlığı, sübjektifliği ve ideolojistliği ile bilinen Franz Babinger ile aynı mantalitedeki yazarlar için bulunmaz bir nimettir. Bu yüzden sığ bir tarihi bilgiye sahip olup da her konuda ahkâm kesen tarih fukaraları bu bilgiye mal bulmuş mağribi gibi saldırdılar.
1432’de doğan Fatih Sultan Mehmet Han’ın annesini tüm Osmanlı kroniklerinde Türk ve adının da “Hüma Hatun” olarak verirler. Bu bilginin de doğru olmadığı, annesinin Sırp Mara “Maria” Despina isimli bir prenses olduğunu iddia edenler de yönünü Osmanlı kaynaklarına değil Batı kaynaklarına doğru dönenlerdir.4 İddialar bu kadarla da yetinmiyor. Fatih’in annesinin Müslüman Türk değil, Hıristiyan bir Sırp prensesi olduğunu söyleyen kaynakların yanı sıra iş iyice zıvanadan çıkar ve Fatih’in de Türk olmadığı noktasına gelir dayanır. Bu iddiayı utanmadan dillendirenlerin ise tek kaynağı, Bizans İmparatorluk ailesinden gelen ve fetihten sonra Osmanlı’ya hizmet veren Fatih’in tarihçisi Theodoros Spandounes’dur. Spandounes’a göre Fatih hem Müslüman değil, hem de Türk değil!!! Kitabında şöyle yazmış: “Fatih, Türk tarihçilerinin iddia ettiği gibi atalarının göçebe çoban kabileler olarak Tatarların-Moğolların-Oğuzların bulunduğu bölgeden (Orta Asya) geldiğine inanmıyordu. Fatih Sultan Mehmet, ailesinin Bizans İmparatorluk ailesi Komnenoslardan geldiğine inanıyordu.”5
Batılı tarihçiler, Osmanlıların göz kamaştırıcı başarılarından kendilerine gurur payı çıkarabilmek amacıyla, bazı padişahların nesepleri üzerinde tahrifat yapma gayretinden kendilerini alamamışlardır. İşte Fatih Sultan Mehmet Han ve muhterem validesi üzerinden oynanan terbiyesiz oyun budur. Bu tür iftira ve saçmalıklarla dolu kaynaklar başta büyük ve başarılı sultan olan Fatih’in annesi için ilginç olan bu rivayetleri nakleder. Bu rivayetlere göre güya; Sırp Despotu Brankoviç’in kızı Mara “Despina” ve yanındaki hizmetçi Stella adlı bir İtalyan kızı, korsanlar tarafından esir edilerek 2. Murat’a takdim olunmuş gibi gösterilen bir Sırp prensesidir. İşte Fatih’in Hıristiyanlığını ısrarla ispatlamaya çalışan bu kaynaklar Mara Despina’yı anne olarak kabul edip Fatih’in Hıristiyanlığa sevgi ve ilgi duymasını ve neticede bu dine bağlanmasını annesine bağlamaktadır. Hâlbuki Osmanlı kaynaklarına bakıldığında ise durum hiç de böyle değildir. Zira Bursa mahkeme ve nüfus sicillerine göre Fatih Sultan Mehmet Han’ın annesi “Hûma Hatun” isminde bir Müslüman Türkmen kızdır.6
Evet, Fatih’in babası sultan 2. Murat’ın Mara Despina isminde bir hanımı vardır. Fakat o Fatih’in değil 10 aylıkken ölen şehzade Ahmet’in annesidir. Yani Fatih’in üvey annesidir. Üstelik Osmanlı sarayında yetişen her şehzadenin yaptığı gibi. Fatih de babasının tüm eşlerine “Ana” demektedir. Fakat bu analık özlük değil saygı gereğidir. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmet de kendisinin üvey fakat kardeşi Ahmet’in öz annesi olan Mara Despina Hatun’a “Ana” demiştir.7
Fatih Sultan Mehmet Han’ın Hıristiyanlığa karşı duyduğu sevgiyi ve ilgiyi annesi olarak kabul edilen Sırp Prensesi Mara Despina’ya bağlayanların yanı sıra o dönemin papası 2. Pius’la yaptığı muhabbetlere bağlayanlar da bulunmaktadır. Papanın Sultan Mehmet’e mektup yazdığı bilinmektedir. II. Pius, mektubunda yalnızca Hıristiyanlığın İslam’a üstünlüğünü kanıtlamaya çalışmıyordu. Papalık makamının ruhanî hâkimiyeti altında bir Doğu İmparatorluğu kurmak istemişti. Sultan Mehmet’e Doğu’ya ve Balkanlar’a hâkim olduğu gibi rahatça İtalya’ya hâkim olamayacağını ispatlamaya çalışmıştı. II. Pius, Hıristiyan olmasına mukabil Sultan’ın Bizans’ın fethini meşrulaştırmayı teklif ederek Batılı hükümdarlarını da korkutmayı ümit etmişti. Ancak unutulan ve göz ardı edilen bir hakikat var. Papa mektubu göndermeye bile cesaret edememişti. Bu mektup ve mektuplar papa tarafından Fatih’e gönderilemedi. En azından Topkapı Sarayı arşivlerinde bu yazışma ile ilgili hiçbir kayda rastlanmamıştır. Ama işin ilginç tarafı Vatikan arşivleri ile ilgili çalışmalar yapan Prof. Dr. Kemal Beydilli tarafından Papa II. Pius’un “epistolaları”nın, yani mektuplarının arasında tespit edilen “Fatih’in Papa’ya cevabı” olarak gösterilen mektubun bulunmasıdır. Fatih tarafından yazılıp yazılmadığını tam olarak bilemediğimiz bu mektupta Sultan, Papa’ya Müslümanlığı kabul edip, sünnet olması şartıyla şeyhülislamlık teklif etmiştir. Ne ilginç değil mi? Türkiye’de yaşayıp tarih adına söz söylemeyi kendilerinde hak olarak gören bir grup zavallı Fatih Sultan Mehmet Han’ı Hıristiyan yapmak için bir ipte kırk takla atarken Vatikan arşivlerinden çıkan ve Fatih Sultan Mehmet Han tarafından Papa 2. Pius’a gönderilen bir mektupta Koca Hükümdar Papa’ya Müslüman ol, sünnet ol seni şeyhülislamım yapayım diyor…
Peki, Sultan tarafından Papa’ya gönderildiği bizatihi Vatikan tarafından iddia edilen bu mektuptan önce Papa İstanbul’a hangi mektubu gönderdi? Papa 2. Pius Fatih’e hangi tekliflerde bulundu. Bunu da Hans Pfeffermann’ın “Rönesans Papalarının Türklerle İşbirliği” isimli eserinden okuyalım.
Şöyle diyor Papa, Fatih Sultan Mehmet Han’a:
“Eğer sen, Hıristiyanlar arasında hükümdarlığını yaymak ve şanına şan katmak istiyorsan, paraya, silahlara, ordulara ve filolara ihtiyacın yok. Ufacık bir ayrıntı seni bugün yaşayanların en büyüğü, en güçlüsü ve en ünlüsü haline getirebilir.
Bunun ne olduğunu mu bilmek istiyorsun? Bulunması zor değil, aramak için uzun yol kat etmek gerekmiyor: Kendini vaftiz ettireceğin, Hıristiyanlığa döneceğin ve İncil’e inancı kabul edeceğin birkaç damla su. Bunu yaptığın takdirde, dünyada senin şanından daha fazla şana sahip olacak ya da senden daha fazla güce sahip olacak hiçbir hükümdar olmayacaktır.
Seni Rumların ve Doğu’nun imparatoru tayin edeceğiz ve şu anda zorla zapt ettiğin ve haksız yere işgal ettiğin yerler bundan böyle yasal olarak sana ait olacaktır. Bütün Hıristiyanlar sana saygı gösterecek ve anlaşmazlıklarında senin hakemliğine başvuracaklar. Baskı altındakiler ortak bir hamileri gibi sana sığınacaklar; dünyanın neredeyse tüm ülkelerinden sana başvuracaklar. Çoğu sana gönüllü olarak teslim olacak, huzuruna gelecek ve haraç ödeyecek.
Tiranlara boyun eğdirecek, iyilere yardım edecek ve kötülerle mücadele edebileceksin ve Roma kilisesi doğru yolda olduğun sürece karşına çıkmayacaktır. Papalık makamı seni diğer krallar gibi sevgi ile kucaklayacak, hatta makamın daha yüksek olacağı için o denli daha fazla bağrına basacaktır. Bu şartlar altında savaşmadan ve kan dökmeye gerek kalmadan birçok zenginlikler edinebilirsin.”8
İşte, Fatih Sultan Mehmet Han’ımız bu dünya hakimiyetini avucuna vereceğiz ve tüm dünya senin avuçlarının içinde olacak vaadiyle hazırlanan bu papalık mektubuna verdiği cevapta papaya; asıl sen Müslüman ol sünnet ol da seni şeyhülislamım yapayım diyor. Duydunuz mu eyyy koca Sultan’a çirkin bir biçimde “Hıristiyanlık” iftirası atanlar. Bu yüce zât değil Hıristiyan olmayı Hıristiyanlığın ve sizin ağababanıza Müslümanlık teklifinde bulunmuş. Üstelik en enteresan olan. Fatih Sultan Mehmet Han, 3 Mayıs 1481’de 49 yaşında vefat etmesi üzerine papa tüm Hıristiyan dünyayı 40 gün eğlence yapmaya ve bu ölümü kutlamaya çağırdı. Fatih Hıristiyan olsaydı papalık sizce kutlama mı yapardı yoksa matem mi? Bu sorunun cevabı ve papalığın yaptığı uygulama bizlere gerçeği anlatmaya kâfidir sanırım.
Sözümün sonunu yüce Sultan’a bırakıyorum ve o size nasıl bir Müslüman olduğunu kendi sözleri ile kendi şiiri ile izah etsin.
Diyor ki yüce Sultan:
“İmtisali cahidu fıllah oluptur niyyetim,
Dini islamın mücerred gayretidir, gayretim,
Fazlı hak ve himmeti cündü ricalullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim,
Enbiyau, Evliyâ’ya istinadım var benim,
Lütfu Haktandır hemen ümidi fethu ve nusratım,
Nefsim ve malımla nola kılsam cihanda içtihad,
Hamdülillah var gazaya sad hazaran rağbetim,
Ey Muhammed mucizatın Ahmed’i Muhtar ile
Umarım galip ola edayı dine devletim.”9
Selam ve muhabbet hakkı arayıp hakkı söyleyenlerin üzerine olsun. Vesselâm…
KAYNAKLAR:
1) Ahmet Bin Hanbel, Müsnet
2) Franz  Babinger, Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı, çev: Dost Körpe, İstanbul 2002
3) http://panteidar.wordpress.com/2009/10/29/fatih-hristiyan-miydi-2/
4) Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu: Halil İnalcık Kitabı, s. 459
5) Theodor Spandounes, On The Origin of The Ottoman Emperors – çev: Lena Umay
6) Bursa Mahkeme sicilleri, 31, 201 ve 204 sayılı defterlerin ilgili bölümleri
7) Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453, s.140
8) Hans Pfermann’ın “Rönesans Papalarının Türklerle İşbirliği”, Tatav Yay. Çev. Prof Dr: Kemal Beydilli., İstanbul 2003 – http://www.aktifhaber.com/papanin-hristiyan-ol-davetine-fatih-sultan-mehmetin-cevabi-810089h.htm    
Fatih Sultan Mehmet’in tuğrası.

Kendisini Hıristiyan olmaya çagıran Papa’ya Fatih Sultan Mehmet Han asıl sen sünnet ol Müslüman ol da seni şeyhülislamım yapayım diye cevap verdi.
Fatih Sultan Mehmet Han’ı Hıristiyan olmaya davet eden Papa 2. Pius.

Fatih’in çocukken tuttugu not defterinden ve çizimlerinden bir bölüm.
Hıristiyan olduğu iftirası atılan Fatih Sultan Mehmet Han’ın kiliseden camiye çevirdiği Ayasofya Camii.

Fatih Sultan Mehmet Han 21 yaşında Hıristiyanlık dünyasına İstanbul’u fethederek büyük bir darbe vurmuştu.

13 Mart 2017 Pazartesi

Pugaçev Ayaklanması

Pugaçev Ayaklanması ile ilgili görsel sonucu

Dar anlamıyla Pugaçev Ayaklanması, 1713-75 yılları arasında yaşanmış ve bütün Rus tarihinin 1917 Devrimi öncesindeki en büyük halk hareketine işaret etmek için kullanılsa da, aslında 1762’den başlamış ve Pugaçev’in idamına kadar sürmüş, iç savaş benzeri bir huzursuzluğun en yaygınlaştığı an ve doruk noktasıdır.
1762 yılında Rusya tahtında olan Çar III. Petro, 186 gün sürecek olan hükümdarlığı sırasında yaptığı reformlarla soyluları ve toprak sahiplerini karşısına almıştı. İktidarının son günlerinde, toprak sahiplerinin devlete hizmet etme zorunluluğunu kaldıran bir ferman yayınlayarak bu durumu düzeltmeye çalışsa da artık geç kalmıştı.  Bu fermandan kısa bir süre sonra Çar III. Petro, kendisini boşayacağından korkan karısı II. Katerina tarafından bazı imparatorluk muhafızlarının desteğiyle tahttan indirildi, daha sonra da Katerina’nın yandaşları tarafından 17 Temmuz 1762 tarihinde Petersburg’ta öldürüldü.
Fakat bu kısa iktidar döneminde III. Petro kendini köylülere sevdirmeyi başarmıştı. Çünkü Çar’ın reformları içinde yoksul köylüler için belki en önemlisi, köylülerin toprak sahipleri tarafından öldürülmesinin artık Rusya’da yasal olarak suç kabul edilmesiydi. Köylüler kendilerinin; Tanrının temsilcisi, kendi “Küçük Babaları” ve adaletin kaynağı Çar’a hizmet edebilsin diye toprak sahiplerine tabi kılındığına inanıyorlardı. Bu yüzden, III. Petro’nun fermanının ve ölümünün haberi yayılır yayılmaz, toprak sahiplerini özgürleştiren fermanın yanı sıra, ülke ölçeğinde bir “kara bölüşüm” buyuran ikinci bir fermanın var olduğuna ilişkin bir söylenti yayıldı. Bu söylentiye göre, soylular bu ikinci fermanın geçerlik kazanmasını önlemek üzere Çar’ı devirmişler, onun yerine aslen bir Alman prensesi olan Katerina’yı geçirmişlerdi. Ancak Çar ölmemişti, kaçmayı başarmıştı, kurtulmak için sadık uyruklarının yardımına gereksinim duyuyordu. Daha 1762’de Çar’ı kurtarmak ve efsanevi “kara bölüşüm” fermanına işlerlik kazandırmak için köylüler ayaklandı. 1769’da bastırılana kadar ayaklanmaya 150 bin kişi katıldı.
Hoşnutsuz olan yegâne kesim köylüler değildi. Merkezi devlet iktidarını pekiştirdikçe, geleneksel olarak yarı-özerk bir statü korumuş olan halkların ayrıcalıklarını kaldırıyor, göçebe Don Kazaklarını yerleşik bir hayata zorluyordu. 1772’de Ural Kazakları ayaklandı ancak kısa sürede sindirildiler.

Pugaçev Ayaklanması ile ilgili görsel sonucu

Yemelyan Pugaçev Adında Sahte Bir Çar


Köylülerin ayaklandığı dönemde 1768 Osmanlı-Rus savaşında yaralanmış olan Yemelyan Pugaçev (Yemelyan Ivanovich Pugachevadında bir Don Kazakı, ordudan izin verilmiş olarak köyüne dönüyordu. Yaraları iyileşince orduya dönmek yerine eski müminlerden oluşan dini bir gruba katılıp onlarla birlikte gezgin bir hayat yaşamaya başladı. St. Petersburg’a doğru giderken asker kaçağı olduğu anlaşılıp Sibirya’da sürgüne gönderildi. Mahkum olduysa da 1772 Şubat’ında kaçmayı başardı ve soluğu İyatksi kentinde aldı.
Yemelyan Pugaçev aslında sıradan, hiçbir özelliği olmayan, silik, göze batmayan bir karakterdi. Ama müthiş bir yeteneği vardı: Baron Munchausen’i bile kıskandıracak derecede yalan söyleyebiliyordu. Üstelik bu yalanları öylesine güzel süslüyor, öylesine ayrıntılı anlatıyordu ki, onu dinleyen herkes bu yalanlarına inanıyordu. Değil İstanbul’da oturmak, Osmanlı payitahtını uzaktan bile görmemişti ama çevresindeki herkesi İstanbul’da 12 yıl oturduğuna bile inandırmıştı.  Ve yine bir gün İyatksi kentinde edindiği yeni dostlarından birinin kulağına en büyük yalanını söyledi: “Söylediklerimi iyi dinle! Diğerlerine söyleyip söylememen umurunda değil ama bilmen gerekir ki ben Çar III. Petro’yum…”
Çar III. Petro’nun İyatksi kentinde olduğu kısa süre sonra herkesin dilindeydi artık. Her gün yüzlerce insan Pugaçev’in kaldığı hana onu görmeye geliyor ve bağlılıklarını bildiriyordu. Elbette onun Çar olmadığını bilenler de vardı ama bu durumu kendi çıkarları için kullanmak istediklerinden herkesten daha fazla onun Çar III. Petro olduğuna yemin ediyorlardı.
Sonunda sahte Çar, 17 Eylül 1773’te herkesi kendi tarafında savaşmaya çağıran bir bildirge yayınladı. Bildirgede özetle şöyle diyordu:
Pugaçev Ayaklanması ile ilgili görsel sonucu
Bütün Rusya’nın mutlak imparatoru ben Petro Fyodoroviç’ten siz halkıma…
İmzaladığım bu bildiri Kazaklara bir çağrıdır. Atalarınız Rusya çarlarına nasıl hizmet ettiyse, siz de bana hizmet edeceksiniz. Kazaklar, Kalmuklar ve Tatarlar benim peşimden gelirseniz eğer, bu ülkede eski günlerdeki rahatınıza ve huzurunuza kavuşacaksınız. Söz veriyorum…
1773’te bu bildirgeyle herkese özgürlük ve huzur vaat ederek isyanı başlattığında Pugaçev çok zengin bir isyan geleneği ve birikimini devraldı. Yüz yıl önce Stenka Razin ayaklanmasında yer almış bütün unsurlar; serfler, Don Kazakları, eski müminler çok daha geniş bir ölçekte kendisinin öldüğü zannedilen Çar III. Petro olduğunu iddia eden Pugaçev’in saflarında toplanmaya başladı.
Orenbug kalesi üzerine yürüdüğünde 2 bin 500 kişilik küçük bir ordusu olan Pugaçev, Aralık ayı geldiğinde 30 bin kişiyi bulan ordusuyla bütün Güneydoğu Rusya’yı kontrolü altına aldı. Bölgedeki toprak sahipleri mallarını mülklerini bırakıp Moskova’ya doğru kaçmaya başladılar.
Ancak Pugaçev isyanının sonu, daha önceki köylü ayaklanmalarından farklı olmadı. Bölgeyi kontrol altına almasına karşın Orenburg kuşatması çok uzamıştı. 1774’de Osmanlı-Rus Savaşı’nın Küçük Kaynarca Antlaşması ile sona ermesi üzerine, II. Katerina Rus tarihinin en ünlü generallerinden biri olan Alexander Suvorov’un önderliğinde güçlü bir orduyu Pugaçev’in üzerine yolladı.
1774’de yapılan savaşta yenilen Pugaçev, Stenka Razin gibi kuvvet toplamak üzere Ossa kentine çekildi. Ne var ki çevresindekiler ona olan inançlarını artık yitirmişler ve Ruslarla barış yapmanın tek yolunun Pugaçev’i teslim etmek olduğunu anlamışlardı. L. Tvorogov,  F. Çumakov, İ. Fegulyev gibi Kazak komutanlar Çar’la anlaşarak yüklü bir para karşılığında 15 Eylül 1774’te Pugaçev’i İyatski’ye götürüp Rus ordusuna teslim ettiler. Bir kafese kapatılmış ve yanında 200 Kazak zincire vurulmuş halde Simbirks’e doğru yola çıkarken Pugaçev’in öncülüğündeki köylü ayaklanması da sona ermişti. 4 Kasım 1774’de Moskova’ya getirilen Pugaçev günlerce süren sorgulamadan sonra 21 Ocak 1775’te Moskova’nın Bolotnoy Meydanı’nda kendisine hep sadık kalan silah arkadaşlarıyla birlikte asıldı.
Pugaçev ayaklanmasının en doğrudan sonuçlarından biri Kazaklar arasında yoğun bir askere alma kampanyasının başlatılması oldu. Böylelikle gelecekte Kazakların köylü ayaklanmalarının askeri gücü olma potansiyeli sona erdirildi. Diğer yandan Pugaçev aristokrasiyi II. Katerina’nın yeni reformlarına ikna etmesinde etkili oldu. 1775’te II. Katerina’nın ilk uygulamalarından biri Rusya’yı elli eyalete ve her eyaleti de belli sayıda kazaya bölerek, bürokrasiye daha akılcı bir görünüm kazandırmaya çalışmak oldu.
Bu isyan ve sonrasında yaşanan huzursuzluklar Çariçe II. Katerina’ya Rusya’da oldukça kalabalık bir nüfusu olan Müslümanların durumlarından hiç de memnun olmadığını göstermişti. Ruslar, Müslümanların oldukça yoğun olduğu Kazak bozkırları ve Türkistan boyunca ilerlemek ve özellikle burada kalıcı olmak istiyorlarsa kendilerinin İslamiyete düşman olmadıklarını kanıtlamaları ve Müslüman halkı saflarına çekmeleri gerekiyordu. Böylece  22 Eylül 1788 tarihli bir  fermanla, merkezi Ufa olan  Orenburg Mahkeme-i Şeriyesi adıyla bir müftülük kurulması kararlaştırıldı. Dini hizmetlerin tek bir merkezden yönetilmesiyle Çarlık, Müslümanlar üzerinde bir kontrol mekanizması kurmuş olacaktı.
Pugaçev’in isyanından en çok zarar gören uluslardan biri de Başkurtlar oldu. Çünkü Pugaçev Orenburg kalesinini kuşattığında Ufa Valisi isyanın bastırılması için Rus ordusunun ilk Başkurt subayı olan Salautat’ı (Salavat) görevlendirmiş ama Salauat isyanı bastırmak yerine Pugaçev’in safına geçmişti. Üstelik tüm Başkurt beylerine mektup yazarak isyana destek olmalarını istemiş, bu çağrıya ilk katılan ise babası Yulat olmuştu. İsyan bastırıldıktan sonra Ruslar tüm güçleriyle Başkurtların üzerine yürüdüler.  Ve Başkurt topraklarına yerleştirilen binlerce Rus ile bölge Ruslaştırılmaya başlandı.

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Nerede Yapmıştı

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı ile ilgili görsel sonucu


20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı


İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve Belçika gibi Avrupalı sömürgeciler 19. yüzyıl başlarında Afrika Kıtası’nı sömürgeleştirmeye başlamışlar, Almanya (Prusya) ise sömürgecilik yarışında diğer Avrupalı devletlerin oldukça gerisinde kalmıştı.
Afrika’nın güneybatı kıyısında bulunan ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan Namibya da 1800’lerin başından itibaren İngiliz egemenliğinde kaldı. Fakat 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Alman tüccarların sayısı nedeniyle bölge daha çok bir Alman sömürgesi görünümündeydi.
Sömürgeciliğin resmi başlangıcı kabul edilen ve Afrika’nın bölüşüldüğü Berlin Konferansı sırasında İngilizler, Almanya’nın Walvis Körfezi dışında tüm Namibya’yı kendi nüfuz bölgesi olarak duyurmasına hiç itiraz etmediler. Böylece günümüzde Kamerun, Togo ve Namibya olarak bilinen bölgeler 1884 yılında Alman İmparatorluğu himayesine girdi ve 1919 yılına kadar “Alman Güneybatı Afrikası – Deutsch Südwestafrika” olarak adıyla anıldı.
Almanların Güneybatı Afrika sömürgesinin ilk valisi, ünlü Nazi liderlerinden Hermann Göring’in babası Heinrich Göring’ten başkası değildi.  Göring özellikle, bu ülkeden hammadde elde edip Almanya’ya ihraç etme projeleri oluşturmak amacıyla, buralarda yerleşim yerleri ve geniş çiftlikler açmak isteyen Alman yerleşimcilerinin, Alman sömürge yönetimi adına hızla bölgeye yerleştirilmesini, Almanya’dan gelip yatırım yapmak isteyenlere çok büyük olanaklar sağlanmasını teşvik ediyordu
Namibya’nın Almanya sömürgesi olmasının hemen ardından 1884 yılında, Franz Adolf Eduard Lüderitz’in girişimiyle bölgede ilk Alman kolonisi kuruldu. Almanlar kendi sömürgeci devlet politikalarına uygun olarak da, Almanya’dan çeşitli vaatlerle 1891 yılında 539, 1896 yılında 2.025, 1904 yılında 4.500 Alman göçmeni geniş çiftlik olanaklarının sağlandığı bölgelere yerleştirildiler. 1914 yılına gelindiğinde, Alman göçmenlerin sayısı 14.000’e kadar ulaşacaktı.
Sömürgeleştirme başladığında Namibya’nın yerel halkları Herero, Nama, Orlam ve Ovambo kabileleriydi. Bu kabilelerin en büyükleri ise 80.000 nüfusa sahip Herero’lar ve yaklaşık 20.000 nüfusu olan Nama’lardı.
Namibya’nın yerel halkı, daha ilk Alman kolonisinin kurulmasından itibaren onlardan rahatsızlık duymaya başlamıştı. Almanlar yerli kadınlara sürekli tecavüz ediyor ama ceza almıyorlardı. Koloni hukukuna göre, yedi siyah ancak bir Alman’a eşit kabul ediliyordu. Çeşitli gerekçelerle yerlilerin topraklarına haksızca el konuluyor, Alman göçmenlere veriliyordu. Köle ticaretinin artması da işin cabasıydı.

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı ile ilgili görsel sonucu

Herero ve Nama’ların İsyanı

Başlarda Almanlar, siyasi ve ekonomik taleplere ve baskılara karşı direnen yerel halkları toptan ortadan kaldırmak yerine, önemli ve tehlikeli gördükleri önderleri yok edip, kendi ucuz iş gücü gereksinimlerini karşılayacak ve kontrol edilebilecek sayıdaki yerli halk üzerinde sistemli bir baskı kurarak onlara boyun eğdirmeyi yeğlediler. Bu onlar açısından aynı zamanda zorunlu bir durumdu. Çünkü yerliler sayıca kendilerinden oldukça fazlaydılar.
Fakat 1903 yılında Almanya’nın Afrika’daki sömürgelerine ulaşımını rahatlatacak Otavi Demiryolu’nun yapımı sırasında Herero’ların topraklarına usulsüzce el koymaya başlaması, yerliler için bardağı taşıran son damla oldu.
İlk isyan 1903 yılında Nama’lar, şefleri Hendrik Witbooi önderliğinde başladı. Ardından 1904 yılı Ocak ayından itibaren de Herero’lar, Büyük Şef Samuel Maharero öncülüğünde bu isyana katıldılar. Çıkan çatışmalarda 120 ila 150 arasında Alman yaşamını yitirdi.
Almanlar artık, Herero’ların ve Nama’ların yok edilmesinin, kendi sömürgeci çıkarlarına uygun düşeceğine karar vermişlerdi. Bölgeye deneyimli bir komutanı, 11 Haziran 1904’te Doğu Afrika’da Wahehe İsyanı’nı bastıran General Lothar von Trotha’yı askeri vali olarak gönderdiler.
Emrindeki 14.000 asker, 36 top ve 14 makinalı tüfekle (dönemin en gelişmiş silahları) yerlileri yok etmek, kalanlarına boyun eğdirmek ve sonuçta yerlileri istedikleri gibi kullanmak için askeri bir harekat başlatan General Lothar, harekatın hedefini askerlerine şöyle anlatıyordu:
İlgili resim
Almanların egemen olduğu her yerde, silahlı veya silahsız sığır çobanı olan ya da olmayanlarını (yerli halkı kastediyor) kesinlikle vurun. Bundan sonra kadın ve çocuklar da benim için önemsizdir. Bunların hepsinin Almanların yatırım yaptıkları bölgelerden zorla çıkarılmasını istiyorum. Eğer olmazsa hepsini vurun, öldürün.
Gerçekten General Lothar’ın harekatı tam da dediği gibi oldu. 11-12 Ağustos tarihinde Almanlarla yerliler arasındaki Waterberg Savaşı’nda, ağır silahlı Almanlara karşı hiçbir şansı olmayan yerliler büyük katliama uğradılar. Almanların harekatı gerçekleştiren kuvveti olan Schutztruppe’nin yaptığı askeri harekatta, zamanın en iyi donanımlı Alman askerleri, her türlü askeri teknolojiyi kullanarak, Herero’ların tamamını fiziki olarak yok etmek için, kadın, çocuk ve yaşlı demeden katlettiler. Herero’lar yalnızca Alman askerlerini hedef alırken, Alman askerleri için sivil ya da asker ayrımı söz konusu değildi.
Schutztruppe tarafından gerçekleştirilen soykırımdan kaçmaya çalışan binlerce Herero ve Nama’nın kaçabilecekleri tek yol (daha sonraki askeri bilgilerden ortaya çıktığı gibi, esasında Almanlar bu yolu bilerek açık bıraktılar) Omaheke Çölü’ydü. Ama çölde de yerlileri bir sürpriz bekliyordu. Almanlar, bilinen bütün su kaynaklarını önceden zehirlemişti. Sonraki yıllarda çölde devriyeye çıkan Alman askerleri, üslerine bu kuyularının başında çok sayıda insan iskeleti bulduklarını rapor edecekti.
Omaheke Çölü’nün diğer tarafındaki İngiliz Bechuanaland bölgesine ancak 1.000 kadar yerli ulaşabildi. Çölden kurtulup da geri dönebilenler ise yine Alman avcı kuvvetleri tarafından katledildiler. Çünkü General kendilerine karşı savaşan hiç kimsenin sağ kalmasını istemiyordu. 2 Ekim 1904 tarihinde kendi eliyle yazdığı Almancada “yok etme emri” anlamına gelen “Vernichtungsbefehl”de Herero’lara şöyle sesleniyordu:
Ben, Alman birliklerinin büyük generali, bu mektubu Herero halkına gönderiyorum. Herero’lar artık Alman uyruğu değillerdir. Onlar katil ve gaspçılar, yaralı askerlerimin kulaklarını, burunlarını ve bedenlerinin diğer kısımlarını kestiler. Şimdi ödlek bir şekilde, savaşmaktan kaçıyorlar. Halklara sesleniyorum; Her kim şeflerinden birini getirirse 1000 Mark alacak, her kim ki Samuel’in başını getirirse 5000 Mark alacak. Herero’lar bu toprakları terk edecekler. Eğer terk etmezlerse bunu “Groot Rohr” (toplar) aracılığıyla yapacağım. Alman sınırları içindeki her Herero, silahlı ya da silahsız, sığırı olsun ya da olmasın vurulacaktır. Bu saatten sonra kadın çocuk gözetmeksizin hepsini bu topraklardan süreceğim ve vurulmalarını emredeceğim. Hererolara söyleyeceklerim bunlardır.
Askeri harekat sırasında, ileride esir köle iş gücü olarak çalıştırılması amacıyla da geri kalanlar içinden 15.000 Herero ve 2.000 Nama esir alındı.  Daha sonra da bu esir alınan insanları, İngilizlerin Güney Afrika sömürgesinde yaptıkları gibi, toplama kamplarına kapattılar (toplama kampı uygulaması ilk defa İngilizler tarafından sistemleştirildi.)
Bu toplama kampları içinde en bilineni Köpekbalığı Adası (The Shark Island) toplama kampıydı. Kamplardaki yaşam koşulları öylesine kötüydü ki, 1905 yılında her gün bu kamplarda 10’dan fazla yerli yaşamını yitiriyordu. Günde 18 saatten fazla çalıştırılıyorlar, yemek olarak ise bazen pişirmeye bile gerek duyulmadan önlerine konulan pirinci yemeye zorlanıyorlardı. Yine kampta ölen hayvanların leşleri de yemek olarak yerlilere veriliyordu. Bu nedenle kamplarda dizanteri kol geziyordu. Hastalıktan ya da açlıktan bitkin düşenler, çalışmayı reddedenler ise Alman askerler tarafından su aygırı derisinden yapılma “sjombak” denilen kırbaçlarla acımazsızca kırbaçlanıyordu. Köpekbalığı Adası’ndaki toplama kampından sağ kurtulmayı başaran bir yerlinin, 3.500 kişiden ancak 193’ünü geri dönebildiğini söylemesi bu kamplardaki ölüm oranlarının ne kadar yüksek olduğunu göstermeye yeterlidir.

Almanya’ya Gönderilen Kafatasları

20. Yüzyılın İlk Soykırımını Almanlar Namibya’da Yapmıştı ile ilgili görsel sonucu

Ama belki de tüm bunlar içinde en acı verici olanı, kendi insanlarına yapmak zorunda bırakıldıkları muameleydi: Ölenlerin cesetlerindeki kafataslarını etlerinden sıyırarak temizlemek! Bu kafatasları Almanya’daki üniversitelere Aryan ırkının üstünlüğünü kanıtlayacak bilimsel çalışmalar yapmak için gönderiliyordu. Kafataslarının gönderilmesini isteyen kişi, II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler üzerinde acımasız deneyler yapacak olan Josef Mengele’nin hocası Alman antropolog Eugen Fischer’dı. Almanya’ya gönderilen 300 kafatasından çok azı, iki ülke arasında yapılan anlaşma sonucu ancak 2011 yılında defnedilmek üzere Namibya’ya geri gönderildi.
1911 yılına gelindiğinde 80.000 Herero’dan yalnızca 15.130 kişi, 20.000 Nama’dan ise, kaçabilenler dahil, ancak 9.781 kişi sağ kalmayı kalabilmişti. Diğerleri, Alman sömürgecileri tarafından soykırıma uğratılmıştı.
Ünlü soykırım araştırmacısı ve demograf R. J. Rummel, konuyla ilgili olarak yaptığı araştırmalarda, Güneybatı Afrika’da (Namibya’da) Almanlar tarafından soykırıma uğratılanların sayısının, esasında yukarıda verilen sayılardan daha fazla olduğunu, esas sayının 132.000 kişiyi kapsadığını ve kadın, erkek ve çocuk binlerce Herero ve Nama’nın Almanların soykırımından kurtulamadığını belirtmektedir.
Almanlar tarafından askeri olarak yok edilemeyen binlerce yerli ise, daha sonraları her türlü kuramlarının bu soykırımlarda çökmesiyle birlikte, uygulanan bu soykırım stratejisinin ve yine sömürgeciliğin kurbanı oldular ve sosyal, ekonomik ve kültürel şartlara dayanamayarak zamanla önemli ölçüde telef oldular.
Almanların, Güneybatı Afrika’da ekonomik çıkar amaçlı sömürgecilik serüvenleri, Birinci Dünya Savaşı’nın yoğunluğu sırasında son buldu. Araştırmacılara göre Almanların yaşlı, kadın ve çocuk demeden Güneybatı Afrika yerlilerine karşı askeri güç kullanarak yürüttükleri Namibya Soykırımı, 20. yüzyılın ilk soykırımını ve ileride Nazi Almanya’sının yararlanacağı. Güneybatı Afrika’daki Alman sömürgeciliğinin yarattığı soykırım amaçlı toplama kampları uygulamasının da temelini oluşturdu.
Konu üzerindeki araştırmaların verilerinden ortaya çıkan durum ise, Almanların, 20 yüzyılın ilk soykırımını yaptıkları Namibya’daki deneyimlerini daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında da uyguladıkları ve yarım yüz yıl sonra soykırımcı anlayışlarını sürdürdükleri şeklindedir. Namibya Soykırımı ve holokost uygulamaları arasındaki gözlemlerden çıkan sonuçlar da hesaba katıldığı zaman, konuyla ilgili iddiaların gerçek olduğu daha da net olduğu gözükmektedir.
1985 yılında Birleşmiş Milletler (BM), hazırladığı Whiteker Raporuyla, Alman Askeri Kuvvetlerinin Nama ve Herero’lara karşı Güney Batı Afrika’da (Namibya’da) 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptıklarını geç de olsa resmen kabul etti. Rapora göre 65.000 Herero (toplam nüfusun % 80’i) ve 10.000 Nama (toplam nüfusun % 50’si) yerlisi Almanlar tarafından soykırıma uğratıldı.


Giacomo Matteotti Olayı, İtalyan Faşizminin Dönüm Noktasıydı

Giacomo Matteotti

İtalya’da 1924 seçimleri faşist terörün ve hilekarlığın egemenliği altında geçti. Anayasal oyunun kurallarına uyar görünen Benito Mussolini ve Faşist Parti, el altından yasaları çiğniyor ve diktatörlüğünü hazırlıyordu. Yasal olarak çıkan gazetelere bile el konuyor, basımevleri yağmalanıyor, işçi sendikaları merkezleri ve kooperatifler ateşe veriliyor, İtalyan sokaklarında her gün Mussolini karşıtlarının kimliği belirsiz kişilerce öldürülmüş cesetleri bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen, 6 Nisan 1924 seçimlerinde, faşistlerin tam bir başarı elde ettiği söylenemez. Seçmenlerin % 37’si oy kullanmamıştı; muhalefet ise oyların % 35’ini almış durumdaydı. Ama yine de faşistler zafer türküleri okumaktan geri kalmadılar. Çünkü Faşist Parti toplam 535 sandalyeli mecliste 355 sandalye kazanmıştı. Paralel listelerdeki 19 milletvekili de bu sayıya dahil edildiğinde, faşistler 1924 seçimlerinde 374 milletvekili ile İtalya Parlamentosu’nda atık ezici çoğunluğa sahiptiler. Bir önceki seçimde yalnızca 37 milletvekili çıkarmayı başaran bir parti için muazzam bir başarı…
Parlamento açıldığında muhalif partiler Mussolini’yi, “anayasaya aykırı” davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçladılar. 29 Mayıs’ta sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti çok sert bir konuşma yapmış, seçimlerde yapılan yolsuzlukları bir bir açıklamıştı. Meclisin “yasadışı” olduğunu ilan ediyor ve seçimlerin yenilenmesini istiyordu. Matteotti, bir sosyalist toplantısında da şöyle diyecekti: “İtalyan deneyinin dışında, faşizmin, uluslararası bir yanı vardır. Savaşın zararlarını kendi ödemek zorunda kaldığımı görünce, burjuvazi başkaldırmış, korunma yolunu faşist diktatörlüklerde bulmuştur. Özgürlüklerinizi bütün gücünüzle savununuz!”

Giacomo Matteotti’nin Öldürülmesi

Mussolini hükümetinin güvenoyu almasından yalnızca üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te evinden çıkan Matteotti, Roma’nın göbeğinde altı faşist tarafından kaçırıldı.  Görgü tanıklarının ifadeleriyle,  Matteotti’nin kaçırılması olayında kullanılan arabanın izini süren polis, aracın Faşist Parti yöneticilerine ait olduğunu belirlemişti.  Araçta kan izleri vardı ama ortada bir ceset yoktu.
Matteotti’nin kaçırılması, faşizmin karşılaştığı en büyük bunalımı doğurmuş, faşist iktidarın düşmesi beklenmeye başlamıştı. Uzun süre Matteotti’nin cesedinin bulunamayışı bu bunalımı daha da arttırdı. Sonunda Matteotti’nin cesedi 18 Ağustos’ta Roma’nın 23 km. uzağındaki Ouartarella Ormanı’nda bulundu (Bu nedenle bu bunalım dönemine Ouartarellista adı verilir).
Bu cinayet, bütün İtalya’da büyük bir nefret dalgasının kabarmasına yol açtı. Basın da buna katıldı. Sonunda, faşizmle “dirsek temasında” olan liberaller dahi kuruntularından kurtulup faşizmin gerçek yüzünü görmeye başlamışlardı. Faşist Parti içinde bile bölünmeler oluyordu. Sonunda katiller yakalandı ve bunlarla ilişkide olan Faşist Parti’nin ileri gelenlerinden Marinelli ve Cesare Rossi tutuklandı. Faşizm yanlısı gazeteler bile faşizme saldırıyordu. Bunun üzerine Roma dışındaki faşist milisler eyleme geçirildi ve Bologna’da büyük bir toplantı yapılarak faşist ruh canlandırılmaya çalışıldı. Dışardan Roma’ya faşist birlikler getirildi.
Sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti’nin öldürülmesi, başlangıçta faşizmi önemli ölçüde tehdit edecek, doğmakta olan diktatörlüğün gelişmesini bıçak gibi kesecek bir darbe gibi göründüğü halde, aslında rejimin faşizme mutlak bir biçimde dönüşmesine yol açan bir olayla sonuçlanacaktı.
Matteotti cinayeti, parlamentoda da söz konusu edildi ve faşizmin tarihinde karşılaştığı en büyük muhalefet eylemine yol açtı. 13 Haziran tarihli meclis toplantısına, olayı protesto için katılmayan muhalefet, 24-25 Haziran günü tartışmaya katıldı. Albertini, Abbiate, Carlo Sforza sert bir biçimde cinayeti eleştirdiler; cinayetten, hükümeti ve Mussolini’yi sorumlu tuttular. Mussolini ise, cinayeti faşizm düşmanlarının hazırladığını ve kendisinin olayla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürüyordu!
Matteotti’nin katillerinin duruşması 1926 yılında komik bir biçimde sonuçlandı: Mussolini temize çıkartıldı. Karara göre, öldürme olayında bir kasıt yoktu! Matteotti, karşılıklı dövüş sırasında öldürülmüştü! Katilleri, Faşist Partisi sekreteri Farinacci savunmuş ve katiller 5 yıl hapis cezası ile kurtulmuşlardı. Zaten iki ay sonra da İtalya Kralı Victor Emmanuel tarafından affedilip cezaevinden çıkacaklardı.

Antifaşist Cephenin Basiretsiz Politikası

Faşizmin bunalıma düştüğü bu dönemde senatodaki iktidar grubu Mussolini’yi kurtarmak için güven oylaması istemiş ve Mussolini güvenoyu alarak iktidarda kalmıştı. Kral da Mussolini’yi desteklediğini bildiriyordu. Mussolini, bu arada, iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak durumunu güçlendirdi. Muhalefet ise Federzioni’nin Mussolini’yi yıkarak iktidarı ele geçireceğini ummaktaydı.
İtalyan sosyalistleri ise hâlâ yasallığa ve Anayasaya bağlı kalmakta kararlıydılar. Üçlü yasal öneriyle şunları istiyorlardı: Hükümetin istifası, milislerin kaldırılması ve yeni seçimlere gidilmesi. Sosyalistler hâlâ krala güven besliyorlar, onu Mussolini’den uzak durmaya teşvik ediyorlar, kendisini aydınlatmak için gazetelerde yazı üstüne yazıyorlardı! Ama kral, sosyalistlerin umutlarını bir kez daha boşa çıkaracaktı…
Bu durum karşısında komünistlerin dışında kalan muhaliflerin yaptığı tek eylem, meclisi boykot ederek oturumlara katılmamak oldu!  Parlamentonun yasal hukuk düzeninin dışına çıktığını ve faşist milisler dağılıp yasal anayasa düzeni işletilinceye kadar, parlamentoya katılmayacaklarını belirterek tıpkı eski çağın pleb’leri gibi Avertino’ya çekildiler. Bu eylem ile bir hükümet bunalımı yaratılabileceği umulmuştu. Mussolini ise alayla, “Rakiplerimiz ne haldeler, ne yaparlar? Genel grev, hatta mahalli grevler mi düzenliyorlar? Ordu içinde isyan çıkarmaya mı çalışıyorlar? Hiçbiri değil; basın kampanyalarıyla yetiniyorlar!” diyordu.
Avertino eyleminden önce Torino’da, 18 Haziran’da, Piero Gobetti yönetimindeki bir grup, muhalefetin birleşmesini ve birlikte eyleme geçilmesini önermişti. Bu grup, “Avertino davranışı” gibi kişiliksiz ve pasif bir politikanın tersine, aktif ve savaşçı bir davranış istemekteydi.
Matteotti olayının yarattığı hava, bazı başkaldırıları da birlikte getirdi. Örneğin, Haziran ayının sonlarına doğru, Floransa’da, faşizme karşı gizli bir dernek kuruldu. “İtalia Libera” diye anılan bu dernek, 16 Haziran’da yayınladığı bir bildiri ile faşizmin iktidardan ayrılmasını istedi. Bildiride faşizm, cinayetle suçlanıyor ve faşistleri parayla besleyenler ağır bir dille suçlanıyordu. Bu bildiri üzerine öteki muhalif çevreleri bu derneği desteklemeye karar verdi. Dernekte çeşitli düşüncelere bağlı kişiler vardı. Hepsinin ortak amacı, İtalya’yı faşizmden kurtarmaktı. Bu maksatla çeşitli gösteriler ve toplantılar düzenlendi. Özellikle 4 Kasım’da Milano’da yapılan gösteriler çok parlak oldu; ama gösteriler, faşistler tarafından sayısız insanın yaralanması ve dövülmesi ile sonuçlanacaktı. Bütün çabalara rağmen bu örnek, faşizme karşı silik bir başkaldırıdan öteye gidemedi.
Olayların sonunda sistem bir sarsıntı geçirdiyse de muhalefet, protesto eylemlerinden öteye gidemedi ve antifaşist bir cephe birliği oluşturulamadı. Ayrıca muhalefetin parlamentodan çekilmesiyle, Mussolini parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelmiş, faşizme kendini toplama ve yeniden saldırıya geçme olanağı verilmişti. Sokak çeteleri yeniden başkaldırıyor, bir an için kazanılan üstünlük, yeniden faşizme geçiyordu.
Diktatörlüğe gitmenin tam zamanı olduğunu anlayan Mussolini, 3 Ocak 1925’te mecliste verdiği ünlü söylevinde, suratındaki maskeyi bütün bütüne attı ve gerçek niyetini açığa vurdu. Polis, Mussolini’ye karşı bir dizi uydurma suikastler düzenliyor, bu suikast girişimlerine dayanarak da Mussolini, “olağanüstü durum” yasaları çıkararak muhaliflerini ezme, demokratik partileri, sendikal örgütleri kapatma, bütün özgürlükleri ortadan kaldırma ve diktatörlük yetkileriyle yasa gücünde kararnameler çıkarma olanağını elde ediyordu.
Mussolini birkaç ay sonra, 22 Haziran 1925’te, Augusteo’da toplanan faşist kongre önünde “faşizmin yırtıcı totaliter iradesinin erişmek istediği devleti” şöyle tanımlayacaktı: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”
Gerçekten de 1925-1926 yıllarında çıkarılan yeni yasalarla İtalya’da artık yalnızca faşizmin sözü geçiyordu. Meclis oturumlarını boykot etmek gibi parlak mücadele yöntemleri İtalya’da faşizmin yükselişini engelleyememişti.

1648 İngiliz Devrimi ve Oliver Cromwell


1648 İngiliz Devrimi bir yönüyle gittikçe gelişen ve zenginleşen orta sınıf (burjuvazi) ile saray ve aristokrat sınıfı arasındaki siyasal güç mücadelesinin bir sonucu olsa da, ideolojik temelini din öğesi oluşturmuştur. Birçok yazar, bu nedenle 1648 Devrimi’ni “püriten devrim” diye adlandırmaktadır. Kralın değişik eğilimler taşıyan düşmanlarının birleştikleri tek nokta, Anglikan Kilisesi’ne karşı olmalarıdır.
16. yüzyıla gelindiğinde  topluma egemen olmaya başlayan kapitalist ilişkiler nedeniyle İngiltere’de feodal düzen çökmek üzereydi.  Denizaşırı sömürgelerin yağmalanmasıyla başlayan süreç bütün Avrupa gibi İngiltere’de de olağanüstü bir servet birikimi ve burjuva sınıfının güçlenmesini sağlamıştı. Burjuvalar karşısında iktisadi olarak sürekli gerileyen, ancak hâlâ yasal ve toplumsal ayrıcalıkları tekelinde bulunduran ve bu ayrıcalıkları kıskançlıkla korumak isteyen feodal aristokrasi ile gelişen burjuvazi arasında bir denge sağlamak artık olanaksızdı. Feodal hiyerarşi içinde “eşitler arasında birinci” olan Kral’ın çevresinde aristokrasinin toplanmasının nedeni buydu.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)