bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


30 Haziran 2018 Cumartesi

McCarthy Döneminde Bir Direniş Öyküsü: Ring Lardner Jr.


“Amerikan Karşıtı Etkinlikler Kurulu”nun (HUAC) önüne çıktığı sabah, senatör Joe McCarthy,Ring Lardner Jr.’a şu standart ama ürpertici soruyu sormuştu: “Siz yaşamınızı geçirdiğiniz Hollywood’da, Komünist Partisi’ne üye oldunuz mu?” Gülümseyen yüzünü ve rahat davranışını dikkatle izleyen ve yazarın başka birçok ünlünün yaptığı gibi, arkadaşlarını ihbar ederek yakasını kurtaracağını sanan kurul, ondan çok ters bir yanıt alacaktı: “Sizin sorularınızı istediğiniz gibi yanıtlayabilirim ama sabah olunca da kendimden nefret ederdim.”
Hollywood’da adı söylence olmuş bir senaryo yazarıydı Ring Lardner Jr. 1947 yılında Cumhuriyetçi senatör Joe McCarthy’nin öncülüğünü yaptığı soruşturmalarda, kızıllıkla suçlanan Ring Lardner Jr., kurulun sorularını yanıtlamaktan kaçındığı için hapse atılmıştı. Amerikan-Karşıtı Etkinlikler Kurulu’na çağrılan diğer 9 arkadaşıyla aynı kaderi paylaşan yazar, kara liste döneminde, “Hollywood 10’ları” adıyla anılan yazar ve yönetmenler topluluğunun en ünlü adlarından biriydi. 31 Ekim 2000 günü yaşama gözlerini kapayan Ring Lardner Jr., “Hollywood 10’larının” son halkasıydı.
HUAC ve McCarthy’cilik, binlerce değerli aydının, devlet görevlisinin ve sinema sanatçısının yaşamını söndüren, bir simge dönemin dramını içerir. Silahsızlanma girişiminin, en az bir kuşak etkisizleştirildiği, ırk eşitliğinin çelmelendiği, işçi örgütlenmesinin yozlaştırıldığı bir acılar döneminin öyküsünü belirler bu dram. Hollywood’un o yıllar yalnızca liberal tutumuyla ünlenen ünlü senaristi Philip Dunn, o kayıp yılların bireysel tanımını şöylece yapmıştır:
McCarthy ve yandaşlarının iftira saldırısında, beni birçok şeyden daha çok öfkelendiren en önemli öge, Ring Lardner Jr.’un yaratımının kesinlikle engellenmesiydi. Hollywood o deha yazarın kara listeye alınmasıyla, tüm görkemine veda etmek zorunda kalmıştı.
Bir cesaret anıtı olarak ün yapan “Woman of the Year” adlı filmin senaryosunu, seçkin bir yetenek olan oyuncu Katharine Hepburn’la birlikte yazan Ring Lardner Jr., Hollywood’da Marksist olduğunu hiç kimseden saklamamıştı. Hollywood’da sinema emekçisini geniş bir yelpazede içinde toplayan sendikacılık girişiminde de önderliği üstlenen yazar, sıcacık kimliğiyle de ünlendi. Yazdığı tüm senaryoların, stüdyo kodamanlarınca değişmeye zorlandığını vurgulayan yazar, içerikteki taşlamaların ve sosyal gülmecenin tanınmaz duruma getirildiğini belirtiyordu. Büyük iş düzeninin ve kapitalizmin ikilemindeki olguyu, filozofça kabullendiğini söyledi hep. Kâr amacıyla, tüm yaratım, dayatmacılığın ve kötüye kullanımın kurbanı oluyordu.
1990’da yayımlanan “Amerikan Solu’nun Ansiklopedisi-Encylopedia of the American Left-Garland Books”un editörü olarak, yazar Lillian Hellman’la, onun gibi kara liste kurbanı olan ve kurula yanıt vermekten kaçındığı için hapsi boylayan sevgilisi Deshiell Hammet hakkında bir sunu yazısı yazmasını isteyince, Hellman’ın tüm oyunlarının ikinci yazarının Hammet olduğunu açıklayıverdi. Çok şaşırtıcı bir ifşaattı bu. Bu ayrıntı edebiyat çevrelerinde büyük tepkiler doğuracaktı. Çok şakacı bir adamdı Rind Lardner Jr. Ama bu şakacılığı hemen ayırdedilebilecek bir özellik değildi. Poker oynayanların asık suratıyla, sanki dünya yıkılmış gibi bir yüzle yaptığı espriler, ilk şaşkınlığı aştıktan sonra herkesi kahkahalara boğardı.

McCarthy Dönemimin Kurbanları

Hollywood’da McCarthy’nin yüzlerce kurbanından çoğu, eski işlerine dönemedi. Düzinelercesi, iftira ve yalanın yıprattığı iç yapılarıyla bunalıma düşüp intihar etti. FBI direktörü J. Edgar Hoover’in ürettiği bir yalanla, “Hollywood 10’larının”, Sovyetlere atom sırlarını ilettiği haberleri Daily Mirror adlı gazetede çıktıktan sonra, bir yığın yazar ve aktörün tabancayla canına kıydığını biliyorduk. Ring Lardner Jr., takma adlarla yazarlığını gizlice sürdüren daha dirençli bir avuç yazar arasında yer almayı başardı. Cadı Kazanı dönemi biterken de, savaş karşıtı bir film klasiği olan M*A*S*H*’le beyaz perdeye büyük bir dönüş yapacaktı. Usta yazar, senaryo dalında Oscar almıştı.
19 Ağustos 1915’te doğan yazarın babası da çok ünlü bir gazeteciydi. Spor yazarı olan baba ayrıca, yazdığı sportif romanlarla efsanevi bir ün yapmıştı. Alkole yenik düşen babasını 48 yaşında yitirdi Ring Lardner Jr. Geride kalan dört oğuldan biri İspanya’da faşizmle savaşırken, bir diğeri 2. Dünya Savaşı başlangıcında, üçüncüsü de kalp sektesinden can vermişti. Üçü de gazeteci olan kardeşlerinin ölümünün ardından, Hollywood’a gitti. 1930’ların son bölümünde, tüm Hollywood’u sarsan bir eylemciliğin öncü adıydı. Figüranlardan yönetmenlere, yazarlara, ressamlara ve el emekçilerine kadar çok kapsamlı bir direniş cephesi oluşturmuştu. O sıralar, ABD’deki büyük ekonomik bunalımı yenmeye kararlı olan Başkan Roosevelt’in ortaya attığı “Yeni Uğraş-New Deal” adlı program, yüzlerce işsiz tiyatro ve sanat adamına “Federal Tiyatro” kurma olanağı sağlarken, Ring Lardner Jr. ve arkadaşları aynı olanakla, büyük sinema yeteneklerini bir araya getirdi.
Clifford Odets, Elia Kazan, Jules Dassin, John Garfield ve çocuk aktör Sidney Lumet, o dönemin önemli adlarıydı. Sık sık sansüre uğrayan kaliteli filmlerin çoğunu, içerdiği siyasallık ya da açıklık savıyla engellemek istediler ama birçok yapım gösterime çıkarak olaylar yarattı. Seksüel açıdan çok cesur diyalogların yer aldığı filmlerde ünlü oyuncu Mae West, gişe rekorları kırarken, tutucu politikacılar ve din adamları diş bilemeye başlamıştı. Mae West’in “She Done Him Wrong”, Charlie Chaplin’in “Modern Times” ve Frank Capra’nın “Mr. Smith Goes to Washington” adlı filmleri, kurulu düzenin paniğe kapılmasına yol açtı.
Hollywood, büyük bir örgütlenme çağına adım atmıştı o günlerde. Boris Karloff, Marx Kardeşler, Lucille Ball, Eddie Cantor, James Cagney ve Frederick March, sendikalaşma eyleminin ilk aktörleri olarak göze çarptı. Ring Lardner Jr. Da boş durmadı. Az para alan ve film yazılarında adları bile geçmeyen tüm senaryo yazarlarını da örgütlemeye başlamıştı. O sıralar büyüyen anti-faşist eğilimler ve 2. Dünya Savaşı’na katılma olayı, tüm Hollywood eylemcilerinin işini kolaylaştırıverdi. Hemen hemen bir gece içinde, adil toplum inancı, eşitlik sloganı sadece bir gişe zaferi olmakla kalmamış, aynı anda bir yurtseverlik ülküsüne dönüşmüştü. “Meet Dr. Christian” adlı bir senaryo yazan Ring Lardner Jr. baktığı hastalardan para almadığı için elit çevrelerden tepki gören doktorun filmiyle, büyük ün yaptı. 1942’de senaryosunu yazdığı “Women of the Year” adlı filmde, kadın feminizminin cesur bildirisini öyküleyen Ring Lardner Jr., Katherine Hepburn’le Spercer Tracy’i Holywood yıldızlarına dönüştürecekti.

İhbarcı ve Hain: Ronald Reagan

28 yaşına bastığı o yıllarda, “Tomorrow The World” adlı Nazi karşıtı filmiyle, faşist koşullanmayı öyküleyen yazar, “The Cross of Lorraine” adlı yapımda, Fransız köylülerinin Nazi istilacılara karşı verdiği savaşı anlattı.
Ring Lardner Jr. yakın arkadaşı ve yoldaşı olan yazar Albert Maltz’la, duyarlı bir öyküyü kaleme aldı. 1946’da siyasal nedenle makaslanarak gösterime giren “Cloak and Dagger” adlı filmde, atom bombasını keşfeden bir Amerikalı bilginin, bu bombanın tüm sırlarının hiçbir ülke denetimine girmemesine karar verişini ele alan yazar, 1947’de yazdığı “Forever Amber” adlı filmiyle, Katolik kilisesinin tepkilerini üstünde topladı. Din adamlarına göre, film bir açıklık ve cinsellik sömürüşüydü. Bu filmden sonra 17 yıl, kendi adıyla yazması kesinlikle yasaklanmıştı.
Kızıl komünist avına çıkan politikacılar, stüdyo kodamanları ve FBI şefi J. Edgar Hoover, tüm Hollywood’daki radikalleri temizlemeye girişiverdiler. Daha sonraları, başkanlığı döneminde en tutucu başkan olarak ünlenen Ronald Reagan, “Beyaz Perde Aktörleri” derneği başkanı seçilir seçilmez, FBI polislerinin köstebeği olarak çalışmayı önerdi. FBI’nın, T-10 koduyla görev verdiği Ronald Reagan, yıllarca aktör arkadaşlarını uyduruk raporlarla ihbar etmeyi onurlu bir iş sayacaktı.

Büyük Rezaletin Parçası Olan Yüksek Mahkeme

1948 başlarında Ring Lardner Jr. aktör ve yönetmen 9 arkadaşıyla birlikte McCarthy karşısında ifadeye ve itirafa çağrılmıştı. “Sen bir komünist misin ve hangi komünistleri tanıyorsun?” sorularını soruyordu engizisyon. Humprey Bogard, Katherine Hepburn, Gene Kelly, Vincent Price, Danny Kaye, Robert Young, Edward G. Robinson ve düzinelerce diğerleri, kurulun toplantı yaptığı yapının dışında, protesto mitinglerine başladı. Ürkünçlüğün doruğa çıktığı bir ortamdı. Korku sarmıştı her yönü. O gerilim günlerinde, ilk adımda celp alan 11 kişiden biri olan senaryo yazarı Bertolt Brecht, bulduğu ilk uçakla Amerika’yı terk etmeyi seçecekti.
Sonradan “Hollywood 10’ları” adıyla anılan gruptakilerin hepsi Yahudi kökenliydiler. Hiçbiri orduda görev yapmamış kişilerdi. İlk sıralarda, sorgulamaya çıkanların siyasal inançlarıyla horlanmasını kınayan sinema patronları, siyasal baskıya boyun eğerek, onlara artık iş vermeyeceklerini açıkladılar. Stüdyonun finansman işlerini elinde tutan bankalar ve politika adamları yepyeni bir baskı döneminin odaklarıydı artık. Estirilen terörü devlet görevlilerine, ünlü gazetecilere ve ordu komutanlarına kadar yayan McCarthy, kendisini yanıtlamayı reddedenlerin hepsini hapse yolladı. “Hollywood 10’ları”, 5 ay ile 1 yıl hapis cezası almış, Ring Lardner Jr. da 9 ay hapse mahkum edilmişti. Ring Lardner Jr. ve arkadaşlarının, anayasal haklarının çiğnendiği savunusunu reddeden Yüksek Mahkeme, sahnelenen büyük rezaletin bir parçası oldu.
10’lardan yalnızca ünlü film yönetmeni Edward Dmytrky, sonradan tavır değiştirdiğini açıklayarak kara listeden çıkma açıkgözlülüğünü gösterdi ve hemen işine başlayıverdi. Yönetmen Dmytrky, suçlanan arkadaşlarının hepsinin bir komünist olduğunu ve onları kınadığını açıkladıktan sonra, hiçbir utanç duyusu duymaksızın Hollywood’da yaşamına devam etti. Ring Lardner Jr., adıyla senaryo yazamayacağı için, takma adlarla ve gizli biçimde serüvenini sürdürmeye çalıştı. Daha sonraları “The Front” adlı filmde de anlatıldığı gibi, yazarın bu gizemli üretimi, trajikomik ayrıntılarla doludur. Bir ara “hayalet yazarlık-ghost writing” yanısıra, BBC için de senaryolar yazan Ring Lardner Jr., romanlar ve oyunlar yazmaya da koyuldu. Hapiste olduğu dönemde de “The Ecstacy of Owen Muir” adlı bir gülmece romanı yazan yazar anti-militarist ve anti-kapitalist kurgulu bu yapıtıyla, tüm kurulu düzeni alaya almıştı. Bu roman para hırsının, ihbarcılık sayrılığının, çıkar savaşının ve Kilisenin ağır biçimde taşlandığı öğelerden oluşur. Romanında ananın oğulu, babanın kızı ihbar edip hapse yolladığı bir kurguda, bencilliğin ve çıkar tutkusunun anatomisini sergiler yazar.
Hapisten çıkar çıkmaz takma adlarla sanatını sürdürmüş olan Ring Lardner Jr., 1964’te yazdığı “Foxy” adlı müzikalle büyük beğeni topladı. 1965’teki “Ali for Love” adlı yapıtında, anti-nükleer bir seks gülmecesiyle ilgi toplayan yazar, 1976’da şimdi bir klasik sayılan “The Lardners” adlı biyografisini yayımladı. Bir duyarlılıklar antolojisiydi bu yapıtı. Ölümünden az önce, yeni bir biyografisinin yayımını bekliyordu. “I’d Hate Myself In The Morning-Sabah Olunca Kendimden Nefret Ederdim” adlı bu yapıtın adı sorgulama sırasında, ondan isim vermesini isteyen McCarthy’e söylediği tümceden alınmıştı. “Sizin sorularınızı istediğiniz gibi yanıtlayabilirim ama sabah olunca da kendimden nefret ederdim” demişti Ring Lardner Jr.

Alçak Gönüllü Bir Erdem Savaşçısı

Onun yazı görkemi hep senaryo yazılarında izlenir. En iyi ürünlerini hep beyaz perde için yaratmıştır. Birçok senaryosunun, yönetmenlerce kuşa çevrilmesinden yakınmıştır hep. Norman Jewison’un yönettiği “The Cincinnati Kid” adlı filmi örnek gösterirdi sık sık. Senaryosunu yazdığı son film, Muhammed Ali’nin başrolü oynadığı biyografik bir yapımdı. Muhammed Ali başta olmak üzere, bu yapım bin türlü sorunla uğraşmak zorunda kaldı. 1986’da yazdığı özel bir senaryoyu, tutkuyla kaleme aldı. “Abraham Lincoln Tugayı” olarak ünlenen Amerikalı gezgin ve kaşiflerin öyküsü olan bu senaryo, ABD’nin kuruluş yıllarında, ülkenin batı kesimindeki ıssız toprakların ve ormanların haritasını çıkaran gezginlerin, doğayla olan savaşımını irdeledi. “Weawers” adlı devrimci Kanadalı ve ABD’li folk şarkıcı grubunun ve ünlü halk şarkıcısı Pete Seeger’in de katıldığı projede, yazarın senaryosu bir kutlama şenliğinin gösterisi olarak sahnelenmişti.
Ring Lardner Jr., 1950’de Amerikan Komünist Partisi’nden istifa etti. Ama yaşamının sonuna kadar, yüreğindeki insancıl dünya ülküsünü asla bırakmadı. Ekonomik israfın, tüketim sayrılığının ve çevresel yıkımın önüne set çekecek adil bir düzeni düşledi hep. Hollywood’un en büyük senaristlerinden biriydi o. Namus ve insancıllığın, hiçbir çıkara değişmeyen, alçak gönüllü bir erdem savaşçısıydı.

Süveyş Krizi ve Sonuçları


1954 yılının sonunda Cemal Abdülnasır yönetimindeki Mısır’ın dış politikası, iki temel sorunla karşı karşıyaydı: Sudan Sorunu ve Süveyş Sorunu. 1953 yılında Sudan’a özerklik tanıyan bir İngiliz-Mısır antlaşması imzalanmıştı. Bu özerkliği izleyecek bir bağımsızlık sonunda Mısır, Sudan’ın kendiliğinden Mısır’la birleşmek isteyeceğini düşünmekteydi. İngilizler ise Sudan’da yapılacak seçimlere umut bağlamışlardı ve İngiliz taraflısı tutucu Umma Partisi’nin iktidara geleceğini düşünüyorlardı. Ama Sudan’da seçimi Mısır yanlısı partiler kazandı. Bu seçim sonuçları İngilizleri ne kadar şaşırttıysa İsmail El Azeri’nin başkanlığında kurulan yeni Sudan hükümetinin tam bağımsızlık kararı alması da Mısırlıları o ölçüde şaşırtmıştı…
Süveyş sorununa gelince, bu bölgedeki üslerle ilgili görüşmeler 1953 yılında başlamış ve 1954 yılının ilk aylarına kadar devam etmişti. Nasır İngilizlerin, Süveyş’te 7 bin İngiliz askeri bulundurma konusundaki isteklerini kesinlikle reddetti. Üsler, sadece, bir saldırı durumunda kullanılabilecekti. Sonunda bu konuda İngiltere’yle bir uzlaşmaya varıldı. Bu uzlaşma gereğince İngiltere Süveyş’teki bütün askeri birliklerini çekecek; üsler 7 yıl için İngilizlere kiralanacak ve burada sadece İngiliz şirketlerine bağlı sivil bir ekip bulundurulacaktı.
1955 yılının Nisan ayında başkan Nasır, daha sonra, “Bloksuzlar” adını alacak olan tarafsız ülkelerce düzenlenen Bandung Konferansı’na katıldı. Nasır bu konferansta Nehru ve Sukarno gibi Asyalı, Tito gibi Avrupalı önderlerle yakın ilişkiler kurdu. Bu konferanstan sonra Mısır’ın “Üçüncü Dünya” ülkelerinin yanında olmayı seçmesi, ülkenin Batılı devletlerle olan ilişkilerinde bir kötüleşmeye yol açtı. Bu sırada İngiltere, Irak, Türkiye, İran ve Pakistan arasında imzalanan Bağdat Paktı (bu pakt 24 Şubat 1955’ten önce Türkiye ve Irak arasında imzalanmış; İngiltere 4 Nisan 1955’te, Pakistan ise 23 Eylül 1955’te bu pakta katılmıştı. 3 Kasım 1955’te de İran bu pakta katıldı) Batılı ülkelerle Mısır arasındaki gerginliği daha da arttırdı. Nasır, Bağdat Paktı’na kesinlikle karşı çıktı. Mısır ve Suriye, özellikle Türkiye ve Irak’a karşı sert bir kampanyaya giriştiler. Bu pakt “batı emperyalizminin bir vasıtası, İsrail çıkarlarına hizmet eden bir araç” olarak gösterildi.
Irak ve Türkiye’nin Bağdat Paktı’na dayalı bir Ortadoğu savunma örgütü kurma girişiminin başta Mısır olmak üzere Arap devletlerinin birçoğu tarafından tepkiyle karşılanması, doğaldı. Çünkü Süveyş konusunda İngiltere’yle imzalanan anlaşmanın parafe edilmesinden sonra Mısır, kendi önderliği altında bir Arap devletleri bloku kurmak üzere yoğun diplomatik eylemlerde bulunmaktaydı. Oysa Arap dünyasının liderliği için Irak’la çekişen Nasır’a göre Bağdat Paktı, onun Arap dünyası liderliğine karşı apaçık bir meydan okumaydı. Bu pakt Arap dünyasının liderliğini Kahire’den Bağdat’a taşımakta ve kendisini Arap dünyasında güçsüz bir konuma düşürmekteydi. Mısır Ulusal İstikamet Bakanı Salah Salim 1955 yılının Ağustos ve Eylül aylarında Irak başkenti Bağdat da dahil olmak üzere, Arap başkentlerine giderek görüşmelerde bulunmuştu. Ancak Nasır’ın koyu bir Batı taraflısı olan Irak başbakanı Nuri Said Paşa’yı ikna edemeyeceği de açıktı. Zira Irak’ın pakta katılma amacı da tam Nasır’ın düşündüğü gibiydi: Batının ekonomik ve askeri yardımını alarak bölgedeki en güçlü Arap devleti olmak.
1955 yılının Şubat ayında İsrail’in, Gazze’deki Mısır ordusu kampına bir saldırıda bulunarak 38 kişiyi öldürmesiyle Ortadoğu bunalımında yeni bir dönem başladı. İsrail’de Ben Gurion başbakan olmuş ve Gazze harekatını bizzat o düzenlemişti. Arap-İsrail Savaşı sona ermiş olabilirdi ama sınır bölgelerinde Mısır ve İsrail askerleri arasında yer yer ufak çaplı çatışmalar halen daha sürüyordu. Zor durumda kalan Nasır, Mısır ordusunu donatmak üzere modern silahlar bulmak, hem de ivedilikle bulmak zorundaydı. Ben Gurion tehlikesine karşı ordusunu donatması şarttı.
Gazze olayından birkaç gün sonra başkan Nasır, Kahire’deki Amerikan büyükelçisiyle görüşerek ona Mısır’ın top, tank ve jet uçaklarına ihtiyacı olduğunu söyledi; büyükelçiden bu mesajın en kısa zamanda Amerikan Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’e iletilmesini istedi. Dulles, Nasır’ın “Bloksuzlar” ile birlikte hareket etmesini affedemiyor; bunu komünizmle mücadele konusunda bir ihanet sayıyordu. ABD ve İngiltere’nin Mısır’a silah satma konusunda isteksiz davranması Sovyetler Birliği’ne büyük bir avantaj sağladı. Bunun üzerine Nasır, silah satın alınması konusunda Sovyetler Birliği’ne başvurdu. 1955 Eylül’ünde de ilk Sovyet-Mısır ticaret anlaşması imzalandı ve Varşova Paktı üyesi olan Çekoslovakya üzerinden Mısır’a Sovyet yapımı silahlar gelmeye başladı. Tüm bu gelişmeler Mısır ile Sovyetler Birliği’nin giderek yakınlaşmakta olduğunun işaretleriydi.
Nasır’ın Sovyetler Birliği’ne yönelmesi, Batıda ona karşı duyulan düşmanlığı daha da arttırdı. Cezayir devrimci eyleminin Mısır tarafından düzenlendiğine inanan Fransa da Mısır’a karşı açıkça cephe almıştı. Arap dünyasında görülen Batı aleyhtarı bütün eylemlerin arkasında Nasır’ın bulunduğu sanısı gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı. Ürdün’deki Arap lejyonu başkomutanı, İngiliz asıllı General Glubb’un işine, Ürdün hükümetince birdenbire son verilmesinin ardında bile Nasır’ın parmağı olduğu düşünülüyordu.

Assuan Barajı ile Gerginleşen İlişkiler

Ama Batılı ülkeler, Mısır’ı kendi çizgileri içinde tutma umudunu bütünüyle kaybetmiş değillerdi. Ellerindeki silah, ekonomik baskıydı. Nasır rejimi Nil üzerinde bir baraj yapmayı planlamaktaydı ve Assuan Barajı(Asvan) projesi, Mısır’ın kalkınma programının temelini oluşturuyordu. 111 metre yüksekliğinde ve 3.8 kilometre uzunluğundaki bu devasa baraj, Yukarı Nil üzerinde Mısır’ın Sudan sınırına yakın bir yerde inşa edilecekti. Baraj, Nil Vadisi’nin sulamasını düzenleyecekti ki, Mısır’ı her yıl olan su baskınlarına bağımlılıktan da kurtarmış olacaktı. 1956 yılı Şubat ayında yapılan bir anlaşmayla, Dünya Bankası Mısır’a 200 milyon dolarlık bir kredi açmayı kabul etmişti. Ama bu kredi, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin para değerlerinde meydana gelebilecek değişiklikleri karşılamak amacıyla, 70 milyon dolar vermeleri şartına bağlıydı. Assuan Barajı’nın bir milyar dolara mal olacağı ve bunun 400 milyonunun yabancı döviz olarak ödeneceği hesaplanmaktaydı.
Mısır’ın isteği, İngiltere ve Amerika’nın 200 milyon dolar borç vermesiydi. Nasır ne bir hibe ne de bir yardım; sadece borç istiyordu! Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere bu konuyu görüştükten sonra, ilk yıl yapılacak çalışma masraflarının karşılanabilmesi için Mısır’a 70 milyon dolar sağlayacaklarını açıkladılar. Nasır, bu kararı olumsuz karşıladı. Ona göre 10 yıl sürecek baraj projesine, sadece bir yıllık bir parayla başlamak olanaksızdı. Çünkü böyle kısa bir süre içinde herhangi bir politik değişiklik ortaya çıkarsa baraj projesi suya düşebilir ve bir taş yığınından ibaret kalabilirdi…
O yılın Mayıs ayında Nasır’ın komünist Çin’i resmen tanıması, Dulles yönetimindeki Amerikan dış politikasının Nasır’a karşı daha da sertleşmesine sebep oldu. Amerika ve İngiltere Mısır üzerindeki baskılarını yoğunlaştırdılar. Assuan Barajı finansmanıyla ilgili mali koşullardan başka yeni birtakım koşullar öne sürdüler. Bu koşullardan birincisi, Mısır’ın Sovyetler Birliği’nden artık silah almayacağını açıklamasıydı. İkincisi ise Nasır’ın Ortadoğu’daki liderliğini kullanarak bir Arap-İsrail barışının sağlanmasına çalışmasıydı.
Batılı ülkelere göre Başkan Nasır, Assuan Barajı hayalini gerçekleştirmek istiyorsa, ilk iş olarak, bölgedeki gerginlik nedenlerini ortadan kaldırmalıydı. “Kahire Dosyası” adlı kitabında Hasaneyn Heykel, Batılıların Mısır’ı karşı karşıya bıraktıkları açmazı şöyle anlatır:
Amerikan politikası böylece daha aydınlanmış oluyordu. Barajın yapımı için verilen yardım karşılığı Mısır, silah satın almanın kendisine ağır bir ekonomik güç yüklediğini bahane ederek Sovyetler Birliği’yle ilişkilerini kısıtlamak zorunda kalacaktı. Baraj için çabalarını yoğunlaştırmak istiyorsa da her şeyden önce İsrail’le barışa varacaktı.
Nasır bu önerilerin hiçbirini kabul etmeyince Dulles 19 Temmuz’da son sözünü söyledi: Washington yönetimi, Mısır’ın ekonomik kapasitesinin bu barajın yükünü karşılayamayacağını anladığından hiçbir yardım yapmamaya karar vermişti! ABD Nasır’a bir ders vermek istiyordu ama Nasır Batılıları şaşkınlığa düşüren başka bir girişimde bulundu. Onların vermek istemediği yardımı Sovyet Rusya’dan sağlayacağını açıkladı. 1956 Haziran ayında yeni Sovyet Dışişleri Bakanı olan Dmitri Şepilov Mısır’a gelmiş, Assuan Barajı’nın inşası ve finansmanı için Mısır’a teklif sunmuştu. Ve Nasır şimdi Sovyetlerin bu teklifini kabul ettiğini tüm dünyaya duyuruyordu. Batılı ülkeler tam bir şok içindeydi ama bu yalnızca bir başlangıçtı.

Süveyş Kanalı Millileştiriliyor

Bu açıklamadan bir hafta sonra 26 Temmuz 1956’da Başkan Nasır, Süveyş Kanalı Şirketi’nin millileştirildiğini ve elde edilecek gelirin Assuan Barajı’nın yapımında kullanılacağını, ancak kanaldan geçişlerin yine 1888 İstanbul Sözleşmesi’ne uygun olarak süreceğini açıkladı. Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi gerçekten umulmadık bir meydan okuma ve Süveyş Krizi’nin ana nedeni idi. Çünkü İngilizlerle Fransızların Süveyş Kanalı’nı Mısır’dan geri almaya, hatta bu amaçla gerektiğinde savaşmaya bile kararlı oldukları bilinmekteydi. Mısır Osmanlı egemenliği altında iken Sokullu Süveyş Kanalı’na niyet etmiş, onun bu düşü İngilizler tarafından gerçekleştirilmişti. Kanal, Asya’dan ticari mallarla petrolün, Afrika kıtasını dolaşmasına gerek olmadan, Avrupa’ya en kısa sürede ve daha az maliyete taşınmasına olanak sağlamasının yanı sıra Hindistan’a ulaşmada kilit nokta konumundaydı. Akdeniz’deki gücünü korumak isteyen İngiltere için Süveyş Kanalı yaşamsal bir öneme sahipti. Süveyş Kanalı elinde olduğu müddetçe, kendi etki alanlarındaki nüfuzunu da sürdüreceğine inanılıyordu.
Nasır’ın bu açıklamayı yaptığı gece İngiliz Başbakanı Sir Anthony Eden Londra’da başbakanlık konutunda Irak Kralı Faysal onuruna bir yemek vermekteydi. Sofradan kalkılmak üzereyken içeri giren bir sekreter Eden’e bir kağıt uzattı. Başbakan kağıdı okudu. Yüzü sararmıştı. Konuklarına Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini söyledikten sonra soğukkanlılığını kaybederek öfkeyle bağırmaya başladı: “Bunu nasıl yapabilir? Nasıl yapar bunu?” Eden, daha sonra konuklar arasında bulunan Irak Başbakanı Nuri Said Paşa’ya dönerek ne düşündüğünü sordu. Nuri Said Paşa Eden’e şu yanıtı verdi: “Vurun, hemen vurun ve sert vurun! Yoksa çok geç kalırsınız!” Nuri Said, millileştirmenin Arap dünyası üzerinde yaratacağı etkileri açık bir dille ortaya koydu. Ona göre Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi Arap dünyasında başkan Nasır’a karşı beslenen sevgiyi daha da artıracak ve bölgede Nasır’ı lider duruma getirecekti.
İskenderiye’de kanalın millileştirildiğine ilişkin söylevini verdikten sonra Nasır, birkaç gün dinlendi. Millileştirme konusunda alınan karar, Mısır halkında başkan Nasır’a karşı büyük bir sevginin doğmasına yol açmıştı. 29 Temmuz Pazar günü İngiliz Başbakanı Eden, Fransız ve Amerikan hükümetlerinin temsilcileriyle görüştü. ABD Dışişleri Bakanı Dulles, Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararını Lima’da plajda iken öğrenmişti ve hala Güney Amerika’da bulunuyordu. Bu yüzden üçlü toplantıya katılmadı. Bu toplantı üç ülkenin (ABD, İngiltere ve Fransa’nın) Süveyş konusunda alacakları tavrı saptamak üzere düzenlenmişti. Nasır ise büyük bir sükûnetle olup bitenleri izlemekte ve beklemekteydi. Üçlü toplantı haberinin açıklanmasından sonra bir sinemaya giderek, Cyd Charisse’nin oynadığı “Las Vegas’ta Buluşma” filmini seyretti.
Başbakan Eden’in sinirleriyse, Nasır’ın tersine son derece gergindi. Bu arada Peru’dan uçakla dönerken Londra’da iki gün kalan Dulles, Eden’le ve İngiliz başkentinde bulunan Fransa Başbakanı Christian Pineau ile görüşmüş ve Nasır’a karşı harekete geçme konusunda İngiliz başbakanının çok sert ve uzlaşmaz bir tavır aldığını görmüştü. Dulles, Eden’in sağlık durumundan kaygı duyduğunu açık açık söyledi. Bu üçlü görüşmelerde Süveyş Kanalı’ndan en çok yararlanan 22 ülkenin Londra’da bir toplantıya çağrılmalarına karar verildi. Bu arada İngiltere ve Fransa, Mısır’a karşı birçok ekonomik tedbir almışlardı. Mısır’ın dış ülkelerdeki fonları dondurulmuş, Süveyş Kanalı Şirketi fonlarının da Mısır’a transferi yasaklanmıştı.

İngiltere-Fransa-İsrail Gizli Görüşmesi

16 Ağustos’ta Londra’da Lancester House’da 22 ülkenin katılımıyla başlayan Londra Konferansı yaklaşık 3 ay sürdü.  Konferansı’n ardından kurulan Beşli Komite’nin Dulles Planı’nı kabul ettirmek için Nasır’la yaptığı görüşmeler sonuç vermedi. Fakat Nasır ne kadar kararlıysa İngiltere ve Fransa da o derece de kanalı geri almakta kararlıydı. İngiltere, Fransa ve İsrail  Sevr’de yaptıkları gizli bir toplantı ile Süveyş Krizi’nin nasıl sona erdirileceği konusunda fikir birliğine vardılar. Plana göre İsrail bir bahaneyle Mısır’a saldıracak,  İngiltere ve Fransa savaşın durdurulması için iki ülkeye de ültimatom verecekti. İsrail bu ültimatoma uyacak ama elbette Nasır önderliğindeki Mısır bunu kabul etmeyince (Nasır’ın bu ültimatomu reddedeceği konusunda en ufak kuşku yoktu) İngiltere ve Fransa askeri güçlerini devreye sokacaktı.
Bu görüşmelerden sonra İsrail 29 Ekim günü Sina’ya bir çıkarma yaptı.  Yalnızca bir gün sonra 30 Ekim’de, İngiltere ve Fransa tıpkı planladıkları gibi eş zamanlı olarak Mısır ve İsrail’e ültimatom vererek, her iki tarafın da çatışmalara son vermesini ve kanalın her iki yakasından 15 km’lik bir alanın gerisine 12 saat içinde çekilmesini istedi. Mısır tam da düşünüldüğü gibi ültimatomu kabul etmeyince 31 Ekim günü İngiliz ve Fransız uçakları Mısır havaalanlarını bombalamaya başladılar. 5 Kasım’da İngiliz ve Fransız birliklerinin Port Said Limanı’na askeri bir çıkarma düzenlemesiyle Süveyş Krizi bir savaşa dönüşmüş oldu
Başkan Nasır Süveyş saldırısını şöyle tahlil eder:
Emperyalizm Süveyş Savaşı’nda gerçek yüzünü açığa vurdu, üslerini belli etti ve işbirlikçilerini de gösterdi. Emperyalizm Mısır halkı üzerine silahlı saldırıya geçti. Çünkü Mısır halkı bağımsızlığını gerçekleştirmeye ve uzun zaman emperyalizm tarafından sömürülen, bütün geliri ve değeri emperyalizmin tekelinde bulunan bir ulusal gelir kaynağıyla kalkınmaya çalışmıştı. Mısır halkı Süveyş Kanalı’nı geri almakla emperyalizmi ve onun tekellerini can damarlarından vurdu ve silahlı çatışma da dahil, bu konudaki ısrarının sonuçlarını inatla göze almakla büyük saldırgan güçlerin karşısında durabileceğini kanıtladı. Bağımsızlığını korumaya azmetmiş, onu nüfuz bölgelerine sürüklemeye çalışan bütün emperyalist oyunları reddetmiş ve Bağdat Paktı’na karşı onu yerle bir edinceye kadar bütün Ortadoğu’da amansız bir direnmeye öncülük etmiş olan halkımız, üçlü silahlı saldırıya karşı koymakta tereddüt etmedi. Bu saldırıya Arap ulusunu yıldırmayı ve parçalamayı öngören entrikaların yaratmış olduğu emperyalist üsten, yani İsrail’den, halkımız üzerine dünyanın en büyük iki devleti girişmişti. Süveyş Savaşı’nda emperyalizmin uğradığı acı yenilgi silahlı emperyalist serüvenler çağını sona erdirdi.
Süveyş’te çarpışmalar birkaç gün sürdü. Bu saldırı Arap ülkelerinde derin etkiler yaratmıştı ve bu ülkelerde Amerika ve İngiltere aleyhinde yapılan gösteriler birbirini izliyordu. Akdeniz’e giden petrol boruları havaya uçuruluyor; Arap devletlerinden çoğu saldırgan ülkelerle diplomatik ilişkilerini kesiyordu.
İngiltere, Fransa ve İsrail üçlüsünün hesaba hiç katmadıkları şey, ABD’nin beklenmedik biçimde kabaran barış damarıydı. ABD, Birleşmiş Milletler’e sunduğu son derece sert bir karar taslağı ile İsrail’in derhal ateşkes çizgisinin gerisine çekilmesini isterken, Büyük Britanya ve Fransa 31 Ekim’de çatışmaya girdikleri zaman, ABD Başkanı Eisenhower aynı gün yaptığı bir televizyon konuşmasında şunları söylüyordu:
Bu devletlerin her birinin, böyle kararlar almaya ve hareket etmeye hakları olduğu gibi, bizim de eğer mantığımız bunu emrediyorsa kabul etmeme hakkımız vardır. Bu eylemlerin hatalı olduğuna inanıyoruz. Çünkü uluslararası anlaşmazlıkların çözülmesi için kuvvet kullanılmasının akıllıca ve doğru bir araç olduğunu kabul etmiyoruz.
Bu elbette ki ABD yönetiminden hiç beklenmeyen bir açıklama ve hareket tarzıydı. Ama Arap dünyasında ABD’ye yönelik protestoların şiddeti ve tüm Arap dünyasını Sovyetler Birliği’nin hegemonyasına kaptırma olasılığı Washington’u buna zorlamıştı. Başkan Eisenhower İngiltere Başbakanı Eden’a yazdığı mektupta bu olasılığa dikkat çekiyordu:
…Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları ve bir dereceye kadar tüm Asya ve Afrika halkları, Batı’ya karşı öyle birleşebilirler ki, korkarım üzerinde bir kuşak, hatta Rusların zarar verme yeteneğini de göz önünde tutarsak bir yüzyıl geçmeden, bu düşmanlığın üstesinden gelinemez.
Sonunda Batılı ülkeler arasında tam bir uzlaşma olmadığını gören ve bu avantajı kullanmak isteyen Sovyetler Birliği diplomatik yollardan duruma müdahale etti. Kremlin her tarafa telgraflar yağdırmaya başladı. Dışişleri Bakanı Şepilov, Güvenlik Konseyi başkanına; Başbakan Bulganin Eden’e, Mollet’ye, Eisenhower’a ve İsrail Başbakanı Ben Gurion’a ayrı ayrı mesaj gönderdi. Sovyetler Birliği, saldırının derhal durdurulmasını ve askerlerin geri çekilmesini; yoksa Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkabileceği tehlikesinin göz önünde bulundurulmasını istiyordu. Her mesaj farklı unsurlar içeriyordu. Örneğin İngiltere’ye gönderilen mesajda şunlar yazılıydı:
İngiltere, her çeşit tahrip edici modern silahlara sahip daha güçlü ülkeler tarafından saldırıya uğrarsa kendisini ne durumda bulacaktır? Bu ülkeler, şimdilik deniz veya hava kuvvetlerini Britanya kıyılarına göndermekten ve diğer silahları –örneğin, roketler– kullanmaktan kaçınıyor.
Başbakan Eden dehşet içinde kalmıştı. Zira Sovyetler Birliği üstü kapalı da olsa İngiltere’yi nükleer silah kullanmakla tehdit ediyordu. İsrail Başbakanı Ben Gurion’a gönderilen mesaj ise çok daha sertti. Çünkü İsrail’in saldırgan tutumunun “bir devlet olarak İsrail’in mevcudiyetini tehlikeye soktuğu” belirtiliyordu.
Süveyş saldırısı tarafsız ülkelerde de sert bir biçimde kınandı. İngiliz Milletler Topluluğu’nun çözülmesi olasılığı, sterlinin değerinin giderek düşmesi ve Sovyetler Birliği’nin uyarı notaları, İngiltere’yi Süveyş harekatından vazgeçirmek zorunda bıraktı. İngiltere 3 Aralık 1956’ya kadar Mısır’dan tamamen çekildi.

Süveyş Krizi’nin Sonuçları

İngiltere ile Fransa Mısır konusunda iki yanlış hesap yapmışlardı. Bunlardan birincisi Mısırlıların Kanal’ı kendi başlarına yönetemeyecekleri, ikincisi ise çatışma başlar başlamaz Mısır’da Nasır aleyhtarı bir ayaklanmanın ortaya çıkacağıydı. İki hesap da tutmadı. Mısırlılar Kanal’ın yönetimini büyük başarıyla sürdürdüler. Savaş Nasır’a yalnızca Mısır’da değil tüm Arap dünyasında ve Üçüncü Dünya ülkelerinde büyük prestij sağladı; sömürgeci devletleri dize getiren bir kahraman olarak tartışmasız biçimde Arap dünyasının yeni önderi oldu. 1964 yılından öldüğü 1970 yılına kadar Nasır, dünya nüfusunun yarısını temsil eden Bağlantısızlar Hareketi’nin Genel Sekreteri oldu.
Onun kişiliğinde somutlaşan Arap milliyetçiliği ve bu akım etrafında Arapların tek bayrak altında birleşme düşüncesi tüm bölgede tırmanışa geçti. Suriye’deki Baascıların da etkisiyle 1958 yılında Mısır ve Suriye’nin birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulması Nasır’ın Arap dünyası üzerindeki öncü rolünü de pekiştirdi. Ne var ki Nasır arkasında kurumsal bir yapı bırakmadığı için Ortadoğu’yu bir Arap milliyetçiliği düşüncesi etrafında birleştirme hedefi hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bu zafer aynı oranda, Ortadoğu’da Nasır gibi darbe ile iktidara gelen benzer subay gruplarıyla aralarındaki bağların güçlenmesini sağlarken, bu oluşumları kendilerine tehdit olarak gören özellikle Körfez monarşileri ile bu devletler arasında bir rekabetin başlamasına neden oldu.
Karşısına çıkan büyük güce askeri yönden yenik düşen ve hatta tüm hava gücünü yitiren Mısır, politik yönden önemli zaferler kazanmıştı. Süveyş Kanalı’ndaki İngiliz üssü, dolu depolarıyla Mısır’ın eline geçmiş, ayrıca Mısır’da İngiliz ve Fransızlara tanınmış birçok ekonomik ayrıcalık da millileştirilmişti. Böylece Mısır’daki İngiliz ve Fransız denetiminin son kalıntıları da ortadan kaldırılmış oluyordu.
Bölgesel düzeyde ise Süveyş Savaşı kanalın denetimi açısından yarar sağlamamış, üstelik savaş başladığında kanaldaki birçok gemiyi batıran Nasır kanalın kapanmasına neden olmuştu. Bu Nasır’ın eline başka bir koz daha vermişti: Kanalın temizliği geciktirilerek Avrupa’ya petrol akışını yavaşlatılabilirdi. Nitekim kısa süre sonra Avrupa’da petrol sıkıntısı başgösterdi.
Öte yandan Nasır’ın bu zaferi Cezayir’de Fransız sömürgecilere karşı savaşan Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne büyük bir moral ve güç kaynağı oldu. Ve Fransa Cezayir’i tek etmek zorunda kaldı. Hem kendi ülkesinde hem de ABD’de iyice gözden düşen İngiltere Başbakanı Anthony Eden ise savaştan üç ay sonra 1957 yılının başlarında görevinden istifa etti. Yakındoğu’da, özellikle Ürdün’de milletvekillerinin Mısır ve Suriye ile ittifaka yönelmeleriyle İngilizler bölgeden tamamen geri çekilmek zorunda kaldı.
Sovyetler Birliği tarafından nükleer silahlarla tehdit edilmek, Avrupa’nın nükleer silahlara gereksinim duymadığı, çünkü her zaman Amerika’nın desteğine güvenebilecekleri yargısını yerle bir etti. Süveyş Krizi sırasında ABD’nin müttefikleriyle kopuk bir politika izlemesi sonucu hissedilen güven kaygısı Birleşmiş Milletler’in iki daimi üyesini farklı arayışlara yöneltti. Fransız Le Populaire gazetesi sonradan Fransa’nın benimsediği bir tutumu şöyle ifade ediyordu: “Fransız hükümeti, kuşkusuz kısa zamanda nükleer silah üretme kararını alacaktır… Sovyetlerin roket kullanma tehditleri, bütün hayalleri yok etti.” Süveyş Krizi sonucu nükleer ülkeler kulübüne yeni ülkeler katıldı.
Süveyş Krizi sonrası İngiltere bölgeden tamamen çekilirken, onun yerini ABD aldı. ABD ilk kez küresel güç olmanın gerçekleri ile karşılaştı. Büyük Britanya ve Fransa’nın, Ortadoğu’daki tarihi rollerinden kovulmasının ardından bölgedeki güç dengesinin sorumluluğunun kendi omuzlarına yüklendiğini anlamıştı. Bölgede oluşan boşluğun Sovyetler Birliği tarafından doldurulacağını düşünen Eisenhower 5 Ocak 1957’de sonradan Eisenhower Doktrini olarak anılan doktrini onaylaması için Kongre’ye bir mesaj gönderdi. Temelinde komünizmin tüm Ortadoğu’ya yayılmasını engellemek olan üç katlı bu doktrin uyarınca ABD bölgeye hem askeri hem de ekonomik yardım yapmayı vaat etmekteydi. Ayrıca komünist tehdidi altındaki ülkeler ABD’den yardım talep ettikleri anda ABD bu devletlerin yardımına koşacaktı. Bu durum aynı zamanda Mısır-Sovyet yakınlaşmasına da bir tepki niteliğindeydi.
Bunalım sırasında İngiltere ve Fransa’yı atom bombasıyla, İsrail’i haritadan silmekle tehdit eden Sovyetlerin saygınlığı Arap dünyasında olağanüstü arttı. Deneme amaçlı Mısır’a yapılan Çek silah satışları, Atlantik İttifakı’nı bölen bir Sovyet stratejik hamlesine dönüştü ve Üçüncü Dünya ülkelerinin pazarlık gücünü arttırmak için Moskova’ya yönelmelerine neden oldu. Kruşçev önderliğinde Sovyetler Birliği Küba’daki  füze krizine kadar Soğuk Savaş’ın bu döneminde kendini aşırı derecede güçlü hissetti.


Aztekler: Orta Amerika’nın Barbar İmparatorluğu


Kolomb öncesi Amerika Kıtası uygarlıkları içinde tarihsel açıdan en ilginci kuşkusuz Aztekler’dir. Çünkü Aztekler, Yeni Dünya’nın uygarlığa en geç geçen halkı olmasına karşın kısa sürede yörenin egemeni olup, imparatorluk kurup, çağın uygarlığının temsilcisi olacaklardı. Türkmen boylarının yerleşip uygarlaşmak üzere Anadolu’ya girdikleri hemen hemen aynı tarihlerde (on üçüncü yüzyıl başlarında) Aztekler de güneyden gelerek Mezoamerika’da, Meksika Vadisi’ne girmekteydiler. Buradaki Texcoco Gölü kıyılarında tutunup yerleşmeye çalışmaktaydılar.
Bu halk yaklaşık bir iki yüzyıl içinde, Olmekler’den, Teotihuacan’dan, Mayalar’dan beri süregelen uygarlık geleneğini özümleyecek, Mezoamerika’nın “çağdaş” uygarlık düzeyini yakalayıp (yazı gibi birkaç alan dışında) aşacaklardı. Orta Amerika’nın, hatta Yeni Dünya’nın en büyük imparatorluğunu kuracak olan Aztekler yine de barbar geçmişlerinden getirdikleri savaşçı bir yaşayış biçimini ve yağmacılık alışkanlığını bırakmayacaklardı. Barbarlık geleneklerini, Orta Amerika uygarlıklarının tanrılara insan kurban etme geleneğini de içeren öğeleriyle birleştirip onlardan toplumsal artının “talan ve kurban” yoluyla sağlandığı bir imparatorluğa dönüşmekte yararlanacaklardı
Asıl adları Tenochualar olan (ya da içlerinde Tenochuaların bulunduğu) kabileler, barbar kültür düzeyinde (demek ki üretime geçmiş, ama kentli yaşayış biçimine geçmemiş) topluluklardı. Aztek adının kökeni ise büyük olasılıkla atalarının yaşadığı Meksika’nın kuzeyindeki Aztlan’dan (Beyaz Ülke ya da Balıkçılların Ülkesi) gelmektedir. Aztekler Meksika Vadisi’nde Texcoco Gölü kıyılarına yerleşmeden (MS 13. yüzyıldan) önce topraksız, yoksul göçerlerdi. Göçtükleri yerlerde buldukları boş, verimsiz topraklarda birkaç yıl mısır ekme fırsatı buluyorlardı. Toprak, döktükleri emeğin karşılığını veremez olunca, başka yer arayan “göçebe tarımcı” halklardı.
Aztek mitolojisine göre, bu göçleri sırasında uğradıkları bir mağarada karşılarına Huitzilopochtli (Büyücü Arıkuşu) çıkmıştı. Bu büyücü tanrı, sözünü dinlemeleri koşuluyla, onlara öncülük etmeyi önermiş, onlar da öneriyi benimsemişlerdi. Arıkuşunu kabile (ya da kabileler konfederasyonu) tanrısı edinmişlerdi. Çünkü bu “Vızıldayan Kuş” (Arıkuşu) kendilerine yerleşebilecekleri toprakları gösterme sözü vermişti. Öyle ki bu öykü, lbranilere “vaat edilmiş ülke”ye götürme sözü veren Abram’ın ve Musa’nın tanrısını anımsatmaktadır Aztekler de tanrılarının sözünü yerine getirmesini istiyorlarsa, onun sözünden dışarı çıkmamalıydılar: Önce kendisinin bir yontusunu yapıp, göçerken önlerinde taşımalılardı. Karşılaştıkları topluluklarla vur-kaç savaşlarından öte (büyük çaplı) savaşlara girişmemeliydiler. Zamanı gelince, yerleşecekleri yeri gösterecekti. Burası, bir kaktüsün üzerine tünemiş, gagasından bir çıngıraklı yılan sarkan kartalın görüneceği yer olacaktı. İbranilerin “vaat edilmiş ülke” mitosu gibi tam bir yerleşme ideolojisi!
Aztekler’in hem savaşçı hem din adamı olan önderler kesimi, onları bir buçuk yüzyılı bulan göçleri boyunca bu masalla yönlendirmişler ama sonunda, tanrılarının sözünü ettiği kaktüsü ve kartalı görmüşlerdi. Ya da daha doğrusu, yerleşmeyi düşündükleri bir yere vardıklarında kabilelerine, yılan ve kartalı gördüklerini söylemişlerdi! Günümüzde Meksika bayrağının ortasında bulunan bu üçlü kompozisyon Aztek mitolojisinden kalma bir anıdır.

Azteklerin Yüzer Tarlaları

Aztekler’in kendilerine yurt edindikleri bölge bugünkü Meksika’nın orta vadisindeki Göller Yöresi idi. Ne var ki tarıma elverişli topraklar çoktan sahiplenilmiş, Tenochualara, göl kıyısındaki bataklıklar gibi verimsiz topraklar kalmıştı. Tarihe Aztekler olarak geçecek topluluk yine de vazgeçmedi. Gölün ortasındaki kuru iki adacık üzerinde, ileride Aztek İmparatorluğu’nun başkentine dönüşecek Tenochtitlan‘ı kurdu. İki yüzyıl içinde Tenochtitlan, Yeni Dünya’nın en büyük kentine, adacıklar da 250 bin yaşayanıyla büyük kente dönüşecekti.
Nasıl mı?
Tanrılarının kendilerini getirdiği bu verimsiz ülkede hayatta kalmak için üretim sorununu “yüzer tarlalar” teknolojisiyle çözerek!
Aztekler yerleştikleri yerde tutunabilmek için, bir yandan yörenin eski (uygar) topluluklarıyla savaştılar, öte yandan onlarla alışveriş, olmadı, haraç ilişkileri kurmaya çalıştılar. Bu yolda, gölde balıkçılık yapıp kıyısındaki bataklıklarda bahçıvanlık (horti- kültür) yapmaya başlamışlardı. Tarıma elverişli yeterli toprağın bulunmaması sorununa “dâhice” bir çözüm bulmuşlardı: Gölün kıyısında bolca bulunan kamışları kesip, onunla hasır örmüşlerdi. Her biri bir metrekare kadar (8 ayakkare) büyüklüğündeki on binlerce hasırı suyun yüzüne dizmişlerdi. Kıyılarına bağladıkları taş çapalarla “gölden yer” kazanmışlar, hasırların üzerlerine, gölün dibinden çıkardıkları batağı yayarak, onları chinampa denen yüzer tarlalara dönüştürmüşlerdi.
Tüm bu çabalar, Mezopotamya’nın alüvyon ovalarında bataklıklarla ve taşkınlarla savaşarak tutunabilmiş Sümerlilerin uygarlığı yarattıkları koşulları anımsatmaktadır: Karşılaşılan doğal ve toplumsal sorunlara direnme. Onlara yaratıcı çözümler bulma. Bunların yanı sıra bir göçmen psikolojisiyle yeni bir çevrede geleceklerini güvenceye almak için gösterilen insanüstü bir çaba. Toprağa yerleşme kararlılığı ve istenci! Yoğun bir kitlesel (komünal) emek gücünün devinime geçirilmesi. Bu yolda işlerin ve insanların yönlendirilip yönetilmesi. Ve giderek çapı büyüyen girişimlerle, giderek daha karmaşık örgütlerin kurumsallaştırılması!
Gerçekten Aztekler, önceleri tuttukları balık ile yüzer tarlalar üzerinde yetiştirdikleri bahçe ürünlerini (uygar) komşularının taş, kereste, dokuma gibi mallarıyla takas etmişlerdi. Zamanla yöneticileri, gölün ortasındaki iki adacıkta kurdukları Tenochtitlan’ı (aktardıkları toplumsal artılarla) bir kente, sonra da başkente dönüştürmüşlerdi: Bu yolda adacıkları, toprak dolgu yollarla kıyıya bağlamışlardı. Kentin tatlı su gereksinimini (üzerini yol olarak kullandıkları) su kemerleri ile getirilen suyla karşılamışlardı. Gölde ulaşımı tıpkı Venedik gibi kanolarla sağlamışlardı.
Izgara planlı Tenochtitlan’da sarayı andıran büyük yapılar kurulmuş, adanın ortasında piramit kesiti biçiminde yapay bir platform oluşturulmuştu. Üzerine, Güneş Tanrı’ya adanmış küp biçimli bir tapınak oturtulmuştu. Güneş Piramidi olarak bilinen bu piramit, Cholula Büyük Piramidi ve Giza Piramidi’nin ardından dünyanın en büyük üçüncü piramididir. Tapınağa, basamaklandırılarak merdivene dönüştürülmüş bir çift rampadan çıkılıyordu. Platformun üzerinde tapınak yanı sıra Yel Tanrı’ya (Kuetzalcoatl) adanmış silindirik bir piramitle, öteki tanrılara adanmış dikdörtgen tabanlı (bildik biçimli) piramitler de bulunuyordu. Tüm bu dinsel alan “Yılanlar Duvarı” denen bir surla çevrilmişti.
Bütün bunların, yalnızca (on binlerce de olsa) yüzer tarlalarda yetiştirilen ürünlerin, gölde yakalanan balıkların komşularla takasından sağlanabilecek kazançla yapılamayacağı ortada. Aztekler komşularıyla alışveriş ilişkileri yanı sıra giderek daha fazla savaşçı ilişkiler geliştirmişlerdi. Göçebe barbarlıktan en geç çıkan bir topluluk olarak, savaşçılık geleneklerini ve yeteneklerini komşularını haraca bağlama yolunda kullanmışlardı. Kral İtzcoatl döneminde Aztekler (MS 1428-1440) bölgedeki bütün diğer kabileleri egemenlikleri altına aldılar.
Sıradan bir ahlak anlayışıyla savunulamayacak böyle bir yaşayış biçimini örtmek için, dinsel ideolojik bir kılıf hazırlamaları kaçınılmaz olmuştu: Güneş Tanrı için kurbanlarının yüreğiyle ve kanıyla besleyerek güneşin solmasını önlemeye çalışmak! Tanrılara insan kurbanı sunmanın, simgesel kurban biçimleri verilerek unutulmak üzere olduğu bir dönemde Aztekler, bu işi daha da abartmışlardı. Tanrıya beşer onar sundukları kurbanların saysını artırıp yüzer biner insan kurban etmeye geçmişlerdi. Açtıkları (sözde) kurban sağlama gibi kutsal amaçlı savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları toptan kurban etmekteydiler. Böyle bir tutum komşuları üzerinde, giderek tüm Orta Amerika’da terör (korku ve yılgınlık) yaratacaktı. (Bu konuyu merak edenler, Aztekler’de insan kurbanı uygulamalarını anlatan yazıyı okuyabilirler.)
Aztek devleti böylece giderek bir “talan ve kurban” imparatorluğuna dönüşecekti. Çünkü her yıl düzenli olarak çevrelerindeki topluluklara açtıkları akınlar, yalnızca kurban değil (belki daha çok) talan ve haraç sağlama amacına yönelikti. Bir başka deyişle, insan kurbanı bahanesi, Azteklerin başlıca “toplumsal artı aktarma” yolu olmuştu. Ele geçirdikleri ülkelerde haraç toplayan savaşçı kışlaları kurmuşlardı. Buralarda alışveriş noktaları oluşturup oralara tacir kolonileri yerleştirmişlerdi. Öyle ki Azteklerin son imparatoru II. Montezuma (1503-1520) arşivindeki haraç alınan ülkeleri (resimlerle) gösteren ruloya göre, imparatorluk 371 haraç bölgesine sahip olmuştu. Ayrıca yine onun döneminde 14 Aztek kentinin nasıl vergi ödeyeceği, hangi kentin hangi ürünü hangi miktarda ödeyeceği oldukça ayrıntılı kurallar silsilesi ile belirlenmişti. Bu artı aktarımı düzeneğiyle, pazar ekonomisi, Tenochtitlan’da kurulan pazar yerinde alışverişlerin (para gibi kullanılan) kakao taneleri ile yürütüldüğü noktaya ulaşmıştı.

Aztek Devleti ve Toplumu


Aztek uygarlığı, Yeni Dünya’nın en karmaşık uygar toplumu noktasına ulaşmış olmasına karşın ötekileri gibi metal üretim ve savaş araçlarına, tekerleğe (çoğu gibi) yazıya sahip değildi. Belki bu nedenlerle, İspanyollarca ortadan kaldırılana dek Eski Dünya uygarlıklarının teknolojik düzeyine ulaşamayacaklardı. Bir kentin öteki kentleri ve köyleri savaşla ele geçirip haraca bağlamasından öte bir (ekonomik, toplumsal, siyasal) bütünleşme geliştiremeyeceklerdi. İmparatorluklarını, kimi topluluklara boyun eğdirip kimi kent devletleriyle askeri bağdaşıklıklar kurarak yaratacaklardı.
Aztek İmparatorluğu’nun öteki halklar üzerinde kurdukları egemenliğin ürünü olan imparatorluğun başında (Tenochua kökenli) Aztek imparatoru bulunuyordu. İmparator dört kişilik bir “Seçiciler Kurulu” tarafından seçiliyordu. Bu kurul, fetih sırasında bir konfederasyon oluşturmuş görülen (çevre halkların deyişiyle) dört Çiçimeka (Göl Barbarı) kabilelerinin şeflikten devlete geçiş evresinin kalıntısı olmalı. Ya da söz konusu dört kabilenin şeflerinin soylarının temsilcileri olabilirler. Bu, içinde geçmişlerinden söz edilen bir “tür yazısız resimli tarih” niteliği taşıyan, “kodeks” denen “kitaplarından” çıkarılabiliyor. Gerçekten, Tenochuaları oluşturan dört kabile, kodekslerinde (totemleri, amblemleri, tuğları ya da sancakları denebilecek olan) simgesel resimlerle gösterilir. Bunlar (Mısır nomelerinin sancaklarıyla karşılaştırılabilecek nitelikte şekiller olup) iç içe iki çember, ne olduğu anlaşılamayan karmaşık bir şekil, kuş ve yılandır.
Aztek imparatorluğunda egemen halk Tenochualar idi. Egemen sınıfı ise Tenochua kökenli (soylu sayılan) dinciler (bürokrasisi) ve yine soylu sayılan savaşçılar (komutanlar) oluşturuyordu. Bunun böyle olduğu, sondan bir önceki Aztek egemeni Ahuitzotl’un, yönetimi (1486-1503) sırasındaki reformundan çıkarsanabilir: Bürokrasiyi soylu olmayan yetenekli kişilere de açarak geliştirme girişiminde bulunmuştu. Kendisinden sonraki egemence benimsenmediği için girişim sonuçsuz kalmıştı.
Dincilerden ve savaşçılardan oluşan yönetici katmanın altında yönetilen köylü katmanı bulunuyordu. Bu iki sınıf arasında bir toplumsal katman oluşturacak nicelikte ve nitelikte görünmeyen zanaatçılar ve tacirler kesimi durmaktaydı. Bunlar yine de Aztek toplumunun seçkin kesimleri arasındaydı. Zanaatçılar, saraya ve tapınaklara “bağımlı emekçiler” idi. Seçkinlerin sağladığı hammaddelerle, saraya ve tapınaklara zanaat yapıtları üretiyorlardı. Bazı zanaatlarda, tüm emperyalist ülkelerde görülebileceği gibi o alanda ünlü halkların zanaatçıları kullanılıyordu. Öyle ki Mezoamerika uygarlığının en ünlü zanaatçılarını Tenochtitlan’a getirmişlerdi. Örneğin metal (başlıcası altın) işleri Mixtek kökenli zanaatçılarca yapılıyordu. Zanaatçı kesimi, Eski Dünya loncalarını andıran örgütler içinde toplanmıştı.
Tacir kesimi, zanaatçılardan daha saygın bir konumda görünüyor. Tacirler de (zanaatçılar gibi) seçkinlere, tapınaklara, saraya hizmet ediyorlardı. Onlara, lama kervanlarıyla, prizmatik obsidyen bıçaklar, yeşim gibi değerli taşlar, kakao, kuetzatl kuşu tüyleri gibi lüks sayılabilecek mallar getiriyorlardı. Güçlü bir kesim oluşturmuşlardı. Gittikleri ülkelerden, mal yanı sıra imparatora bilgi getiriyorlardı. Açıkçası ajanlık yapıyorlardı. Tacirler için özel yasalar çıkarılmıştı. Kendi mahkemeleri vardı. Yolda ölen tacire (bir tür şehit sayılıp) devlet töreni düzenleniyordu.
Bu sınıfların dışında kalan sıradan insanların tamamı Macehualtin (özgür halk) olarak adlandırılırdı. Hem bu sınıfın hem de seçkinler sınıfının toprak sahibi olma hakkı vardı. Asiller çoğu kez zaman özel arazilere sahiptiler; her aile reisine ortak bölgelere ait bazı araziler tahsis edildiği için, Macehaultin’ler ortak mülkiyetin parçası olan arazilere sahiplerdi.
Toplumun özgür sınıflarının yanında bir de özgür olmayan ya da bağımlı üç sınıf daha bulunurdu. Tecpanpouhqué (saray hizmetkârları) çoğu kez Azteklerden farklı ırktan olan insanlardı ve devlet kurumlarının sürekli hizmetçisi ya da memurları idi. Onlar genellikle çok yüksek, hatta çoğu zaman, Macehualtin’lerden bile yüksek sosyal statüden yararlanıyorlardı. Mayequé’ler (sağ elini kullananlar) toprağı olmayan bağımlı çiftlik işçileriydi. Onlar eski isyankâr ya da rejim düşmanları ve bunların torunlarıydı. Azteklere karşı isyan ettikleri için toprak edinme hakları yoktu. Son olarak borçlarını ödeyemedikleri için köle durumuna düşmüş insanlar, Tlacotin’ler (Satılanlar) vardı. Fakat her yıl 20 bin dolayında (çoğu savaş tutsağı) kişinin kurban edildiği bir düzende, köleler önemli bir sayıya ulaşmış olmasa gerek. Olsaydı, savaş tutsaklarını kurban ederek harcamamanın (ideolojide) bir kılıfı bulunurdu.
Uyruk halkların ne köylüleri ne öteki katmanları Aztek bürokrasisince ve Aztek savaşçılarınca doğrudan yönetildi. Bağlı halklar kurban alınıp haraca bağlandıktan sonra kendi başlarına bırakıldılar.

Aztek Uygarlığının Kültür Yapısı

Aztek uygarlığı hakkı bilgi veren kaynakların sayısı, İspanyol sömürgecilerin büyük katliamı sırasında yapılan talanlar nedeniyle oldukça sınırlıdır.
Aztek uygarlığının maddesel kültürü, Mezoamerika’nın iki binyıllık uygarlık birikimini özümlemelerinin ürünüydü. Yörenin en son uygarlaşan halkı olmakla birlikte (daha doğrusu tarihte sık görülen bir örnekle bu yüzden) uygar kültür kalıtını özümlemeyi aşmışlardır. Ona katkıda bulunmuşlardır. Örneğin yüzer tarlalar, onların maddesel kültür alanındaki yaratıcılıklarından yalnızca biridir.
Maddesel kültür alanında Aztekler (piramitlerinde, tapınaklarında, top alanlarında görüleceği gibi) kamusal ve dinsel mimarlıkta Mezoamerika geleneğini yetkinlikle izlemişlerdi. Kesme taşı daha yoğun kullanmışlardı. Evleri (çoğu örnekte buhar banyolu olan konutlar) bile kesme taştan yapılmıştı. Duvarları kum-kireç karışımıyla sıvanmıştı. Üzerlerine çok renkli resimler çizilmişti.
Ancak öteki Yeni Dünya ülkelerinde bulunmayan saban, tekerlek, çömlekçi çarkı, metal araçlar ve silahlar onlarda da yoktu. Aztek savaşçılarının kılıçları örneğin tahtadandı. Ama kıyıları ustura kadar keskin olabilen obsidyen bıçakla desteklenmişti. Obsidyenin kırılganlığı nedeniyle kılıçları kısa sürede körelse de yenilenmesi (yeni keskin obsidyen bıçaklar kakılarak yenileştirilmeleri) güç olmasa gerekti.
Aztekler, maddesel kültür alanında gösterdikleri yaratıcılığı, tinsel kültür alanında gösterebilmiş görünmezler. Örneğin yörede egemenlikleri altına aldıkları Mayalar yazıyı bin yıldır kullanagelmekteydiler. Mayalar, ideografik-piktografik bir kayıt dizgesini yaratıp kullanmakla kalmamış, onu ideografik-fonetik karışımı (Mısır hiyeroglifleri benzeri) bir yazıya doğru geliştirmeye başlamışlardı. Öyle ki bu olanak, seslerin simgelenebildiği bir yazı kavramına yaklaşıldığını gösterir. Eski Dünya’da Hint-Avrupa dilli Hititler, böyle bir gelişkinlik düzeyine ulaşmış kendilerininkinden bambaşka bir dili (Sami dilini) kayıtta kullanılan çiviyazısını benimseyip dillerine uyarlayabilmişlerdi. Aztekler bunu başaramadılar. Maya yazısının glif (oyma) karakterlerinin, “o dili, o kültürü bilmeyenlerce anlaşılamayacak kadar çok anlamlı, bulanık, çok özel bir yazının imleri” olduğu söylenebilir. Ama düşüncelerin, nesnelerin, olayların, olguların, yargıların ya da onların seslerinin çizilen imlerle simgelenebildiğini görmüş olmalılar. Eski Dünya’da benzeri bir konumda bulunup, Sümer yazısından esinlenerek kendi (bambaşka karakterli) yazılarını geliştirebilen Mısırlıların gösterdiği başarıyı Aztekler gösterememişlerdir. Ya da kim bilir, belki resimli anlatılarıyla bu yola girmişlerdi, ama bu yolda sonuna kadar gitmelerine sömürgeci İspanyollarca fırsat bırakılmamıştı.
Gene de Aztekler, Mayaların yazı kavramından ve yazıyla birlikte gelen tarih bilincinden etkilenmiş görünürler. Bu etkiyle, geçmişlerini, geçmiş başarılarını, mitoslarım deriler üzerine çizdikleri dizi resimlerle (yazısız) göstermişlerdir. Ama resimlere tekil olgulardan soyutlanmış genel anlamlar (simge değeri) yükleme başarısını gösterememişlerdir. Örneğin ayak resimleri, ancak bir topluluğun ayırt edici giysili kişisinin resmi yanında gösterildiğinde o topluluğun bir yerden bir yere gittiği, göçtüğü anlamını veriyordu. Bir yerin ele geçirilmesini ise “yanan bir tapınak” resmiyle göstermişlerdi. Evlenme (gerçekte olduğu gibi) kadının ve erkeğin giysilerinin uçları birbirine bağlanmış bir resimle anlatılmıştı.
Azteklerin, yazılı denemese de “çizili” kayıt geleneklerinden zamanımıza (yakılmaktan kurtulan) birkaç yapıt kalabildi. Bunlar Codex Barbonicus, Codex Boturini, Codex Mendoza gibi belgelerdi. İçlerinde, egemenlerinin, tanrılarının başından geçenlerin (tarihlerinin ve mitoslarının) anlatıldığı “resimli roman” gibi yapıtlardı. Ayrıca, imparatorluğa hangi uyrukların ne kadar haraç ödeyeceğini gösteren arşiv niteliğinde kayıtlardı.
Azteklerin sözlü edebiyat geleneği, hiç değilse bir bölümü İspanyolların gelişinden sonra Latin abece’siyle yazıya geçirilmiştir. Bunlar Huehuetlatolli (Yaşlı Adamın Öyküleri), Icnocuicatl (Derin Düşünce Ağıtları) ve Chilam Balam (eski inançlar ve bilicilikler (kâhinlik] kitabı), Xochicuicat/ (aşk şiirleri), Xopancuicatl (doğa şiirleri), Yaocuicatl (savaş türküleri), Teocuicatl (dinsel şarkılar), Teotlatolli (tanrılar için tanrısal sözler) gibi derlemelerdir.

İki Farklı Aztek Takvimi


Mayalardan örnek alınarak hazırlanan Aztek takviminde iki farklı zaman birimi vardı:  Tonalpohualli ve Xiuhpoalli. Günleri saymaya yarayan ve dini amaçlarla kullanılan Tonalpohualli toplam 260 günlük bir döngüye sahipti. Her yıl 20 günden oluşan ve Trecena denilen 13 farklı periyoda bölünmüştü. Yirmi tane on üç günlük periyodun her biri önemli yer noktalarının biriyle ve belirli bir tanrıyla ilgiliydi. Her bir periyod ilk gününün ardından adlandırılırdı. Ayrıca bu 20 günün her birinde tanrıların insanlarla olan ilişkileri iyi, kötü ya da belirsiz olarak gösterilir ve Aztekler önemli işlerini takvimdeki iyi günlerden birinde yapmaya çalışırdı.
Aztek takviminin ikincisi olan Xiuhpoalli ise güneş yılının günlerinin hesaplandığı bir sisteme sahipti. Bu takvim her biri 20 günden oluşan 18 aya (Veintena) bölünmüştü. Eski yıl ve yeni yıl arasında Nemontemi (gereksiz) denilen 5 günlük sürenin eklenmesiyle bu takvim toplam 365 günden oluşurdu. Her haftanın 5 gün sürdüğü bu takvimde, her ayının son günlerinin birinde büyük festivaller düzenlenir ve kurban törenleri yapılırdı. Güneş yılının başlangıcı yılın başlangıcı her bölgeye göre farklılık gösterirdi. İkiz kentler olan Tenochtitlan ve Tlalteloco’nın takvimleri bile bu açıdan farklıydı.
Her iki takvimin birbiriyle kesiştiği 52 yılda bir “Yeni Ateş Töreni” adı verilen bir festival düzenlenir; evdeki tüm eski eşyalar ya da tanrı heykelleri yenileriyle değiştirildi. Ayrıca imparatorluk sınırları içinde yanmakta olan tüm ateşler söndürülür; Süreyya Burcu’nun Colhuacan Dağı’nın tepesine yükseldiği anda, tanırlara sunulan kurbanın göğsünde başrahip yeni bir ateş yakar ve bu ateş imparatorluktaki bütün tapınak ve evlere dağıtılırdı. Aztekler’de bu 52 yıllık dönemlerin her biri günümüzdeki anlamıyla birer yüzyıldı.
Aztek dinine gelince, karma bir nitelik gösterdiği söylenebilir. Kendi göçebe tarımcı kabile dönemleri tanrıları arasına, yerleştikleri yörenin ve tüm olarak Mezoamerika’nın uygar halklarının tanrılarını (benimseyip) katmışlardı. Boyun eğdirdikleri halkların tanrılarını da panteonlarına almışlardı. Ki bu, Eski Dünya’da imparatorluğa doğru yürüyen devletlerin de bildiği bir din politikasıydı.
Ancak Yeni Dünya’da siyasal örgütlenme (Aztekler ile) imparatorluk çapına ulaşmasına karşın, imparatorluğa koşut (silik bir girişim dışında) tektanrıcı bir dinsel ideoloji geliştirilememiştir. Bunun nedeni, fethi ve siyasal bütünleşmeyi izleyen ekonomik ve toplumsal bütünleşmeleri gerçekleştirememeleri olabilir. Bunun da nedeni, toplumsal artının, ekonomik yolla (alışverişle) değil, haraç olarak çekilmesine bağlanabilir. Bu durumda haraç veren halklar, alanın tanrısını (hele bir de kurban alıyorsa) tek tanrı olduğu söylense bile benimsemekte pek istekli olmayacaklardır.
Aztek mitolojisine göre göçebelik döneminden beri dincilerin tanrısı, Kutup Yıldızı (Venüs gezegeni) ile özdeşleştirilen Kuetzalcoatl (Tüylü Yılan-Arı Kuşu) insan kurbanına (sözde) karşı çıkmış bir tanrıydı. Yazının bulucusuydu, uygarlığı getiren bir kültür kahramanıydı. Ne var ki Kuzey’den gelen (savaşçıların tanrısı) olan Tezcatlipoca (Tüten Ayna Tanrısı) kendisine insan kurbanı sunulmasını istedi. Ve insan kurbanına karşı çıkan Kuetzalcoatlı ne yazık ki (timsah gözyaşları!) yenilgiye uğrattı. Artık her şeyi, bu ara geleceği de, tüten aynasından görebilen bu tanrı belirliyordu. Egemenlerin seçimini bile o yapıyordu. Egemenler de elbette, kendilerini seçen tanrının hatırını kırmayıp ona istediği insan kurbanını sunacaklardı! Bu öykü de Aztek toplumunun iki egemen katmanının birbirleriyle geçmişteki ve uygarlaştıktan sonraki ilişkileri kabaca yansıtılıyor olabilir. Ancak tarih ile mitosun ayrıntılarına girilince, bire bir yansıtmadan söz etmek olanaksızlaşır. Gerçekten, kurbanlık tutsakları sağlayanlar savaşçılarsa da göğüslerini açıp yüreklerini söken dincilerdir. Dincilerin, tanrıları gibi, insan kurbanını istemedikleri sonucunu çıkarmak ağırbaşlı bir yorum olmaz.
Aztek toplumu, Orta Amerika uygarlığı ve genel olarak Yeni Dünya uygarlıkları (evrenin art arda yok oluşları mitosunda yansıyan) geleceğe duyulan güvensizliği ve karamsarlığı onaylarcasına yok oldular. İnsanlığın geleceğine ilişkin karamsar bilicilikleri (kehanetleri) doğru çıkarırcasına, Aztek uygarlığının sonu, Eski Dünya uygarlığının temsilcisi Hernan Cortes’in elinden oldu.


Prag Baharı Nasıl Kışa Döndü?


Prag’ın Wenceslas Meydanı; tarih 21 Ağustos 1968… On binlerce Çek meydana tepeden bakan süvari heykelinin etrafında toplanmış, Rus tankları ise meydana toplanan kalabalığı yarıp ilerlemeye çalışıyor. Zırhlı araçlardaki bazı Rus askerlerinin sabrı taşmış, ama yine de sinirlerine hakimler; kalabalığa değil havaya ateş ediyorlar. Kitleler rüzgarda sallanan sazlar gibi dalgalanıyor, fotoğrafçılar telaşla koşuşturuyor. Sonra işler karışmaya başlıyor…
Bazı Rus tanklarının arkasına bağlanmış benzin bidonları tutuşturuluyor. Yorgun troleybüsler devriliyor, son görevlerini barikat olarak yapıyorlar. Tetikteki parmaklar iyice geriliyor. Sovyet askerlerinin hedefi, Vinohradska Caddesi’ndeki Çek Radyosu binası. Oysa burada toplanmış olan on binlerce insan da sabahın köründen beri sansürsüz haber veren son kanallarını korumaya çalışıyorlar. Sonunda ipler kopuyor ve 15 Çek, burada radyoyu korumak için yaşamını feda ediyor. Radyo, son dakikalara en önemli mesajlarını sıkıştırmaya çalışıyor: “Sabırlı olun, provokasyona gelmeyin… Biz yalnızca insancıl bir sosyalizm istiyoruz…”
Radyo susuyor… Sekiz ay süren Prag Baharı, yanan araçların dumanları arasında sona eriyor, bahar kışa dönüyor. Tekrar gelmesi için yaklaşık yirmi yıl beklenecek…
1968 Ağustos’unda Varşova Paktı’na üye ülke askerlerinin Çekoslovakya topraklarına girmesine neden olan gelişmeler, aynı yılın Ocak ayında Alexander Dubçek’in Komünist Partisi Birinci Sekreteri olmasıyla başladı. Klement Gottwald önderliğindeki komünistler, 1948’de yaptıkları bir darbeyle Çekoslovakya’da iktidarı ele geçirmişler ve aradan geçen 20 yıl içerisinde hiçbir muhalefete izin vermemişlerdi.  Komünistlerin rejimi yeniden şekillendirmesi sürecinde iktidarda olanların tüm siyasal niyetleri, hedefleri ve eylemleri, bunlara uygun olan siyasal davalarla birlikte yürüdü.

Devrim Kendi Çocuklarını Yer

Bunların önemli bir kısmı, özellikle Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde gerçekleşen Moskova Duruşmaları gibi kurgulanmış ve hazırlanmış davalardı. Devlet Mahkemesi Kasım 1948 ile Ocak 1953 arasında 27 bin kişiyi mahkum etti. 1953’de 6 bin 600, 1954’de ise 4 bin 496 kişi suçlu bulundu. Prag’daki en üst mahkemenin 1968’de yaptığı açıklamaya göre, 1948 sonrasında 83 bin kişi siyasal davalarda çeşitli cezalara çarptırıldılar. Siyasal tutukluların önemli bir bölümü cezalarını çekmek üzere Tabor Nucenych Praci’ye (Zorla Çalıştırma Kampları-TNP) gönderildiler.
Fransız Devrimi’nden yaklaşık 50 yıl sonra (1835) kaleme aldığı “Danton’un Ölümü” adlı dramasında, Karl Georg Büchner’in çok güzel bir sözü vardır: “Devrim Saturn gibidir, kendi çocuklarını yer…” Çekoslovakya’da yaşanan da tam buydu. Bu dönemde yapılan yargılamalar içinde en göze çarpanı kuşkusuz Çekoslovakya Komünist Partisi Genel Sekreteri Rudolf Slansky idi. Düzmece bir yargılama sonrasında 20 Kasım 1952’de Slansky ve 11’i Slansky gibi Yahudi olan 13 komünist önder ve bürokrat Troçkist-Titocu-Siyonist bir karşı-devrimci komploya karışmaktan suçlu bulundular. Slansky’nin de içinde bulunduğu 11 kişi idam edilirken 3 kişi de ömür boyu hapse çarptırıldı. İşin trajikomik yanı, devrim düşmanlarının nasıl bulunacağını göstermeleri için Sovyet danışmanları ülkeye çağıran Slansky’den başkası değildi.
Ancak 1953 yılında yaşanan ekonomik bunalımın ardından ilk muhalefet işaretleri yine partinin içinden gelmeye başladı. Çünkü komünist olmayan muhalefetin ardından parti içinde düşman olarak lanse edilenlerin tasfiye edilmesinden sonra bile ekonomik durum düzelmemiş, parti kitlelerden daha da uzaklaşmıştı. Ülke çapında yönetime ve Sovyetlere karşı başlayan protesto gösterileri, SSCB’nin desteğini alan Çekoslovak Komünist Partisi tarafından sert önlemlerle bastırıldı. Ancak 1960’lı yıllarda ekonomik krizin derinleşmeye başlamasıyla, bastırılan muhalefet daha da güç kazandı.
Parti içinde gelişmekte olan muhalefet 1967’de kendini daha fazla şekillendirmenin adımlarını atıyordu. Çeşitli çevrelerde ve komisyonlarda yapılan tartışmalar dalga dalga yayılma eğilimi gösteriyordu. Merkez Komitesi’nin Ekim 1967’de yaptığı toplantının gündeminde ekonomik reformlar ve Çekler ile Slovaklar arasındaki sorunlar vardı.
Slovaklar Prag yönetiminin milliyetçiliğinden ve merkeziyetçiliğinden rahatsızlık duyuyorlardı. 9,4 milyonluk Çek nüfusuna karşı, 4,2 milyon Slovak azınlık vardı. Devlet Başkanı Novotni’nin uygulamaları tüm Slovak azınlığı Çek muhalefeti ile ittifaka itti. Slovak muhalefeti esas olarak Novotni’nin şahsını hedef alıyor ve Slovaklara eşit haklar verilmesini talep ediyordu. Çek muhalefetinin tersine, demokratikleşme Slovaklar için ikincil planda idi. Çek muhaliflerle belki her konuda anlaşamıyorlardı ama Novotni karşıtlığı ortak noktalarıydı.

Prag Baharı’nın Başlaması


Sonunda muhalefetin baskısıyla, yıllardır ülkeyi Stalin taraftarı bir anlayışla yöneten Antonin Novotni, 5 Ocak’ta Birinci Sekreterlikten ayrılmak ve yalnızca devlet başkanı sıfatıyla yetinmek zorunda kaldı.  Alexander Dubçek’in Birinci Sekreter olması yenilikçi kanadın büyük zaferiydi. Dubçek, Çekler ile Slovaklar arasında bir denge olarak görüldüğü için, bu göreve biraz da itilerek gelmişti. Komünist Partisi tarafından kabul edilen reform programları ile rejimi köklü bir şekilde değiştirmeyi değil, daha liberal ve ılımlı bir hale getirmeyi amaçlıyordu.
Fakat Novotni karşıtları da bu süreçte üçe bölünmüştü: Bir yanda bürokrat merkeziyetçi yapı yerine Dubçek’in deyişi ile “insalcıl sosyalizm”den yana olup sosyalist demokrasinin yapısal olarak yerleşeceği bir süreci hedefleyenler, diğer yanda Parti’nin konumuna dokunmayacak, toplumun şekillenmesinde değişikliklere yol açmayacak olan reformlarla yetinilmesini isteyenler ve bunların karşısında hiçbir reformdan yana olmayan, Parti’nin ve var olan yapının güçlendirilmesini isteyenler.
Parti içi yönetim değişikliği toplum içinde de kendini gösterdi. Her tarafta bir özgür tartışma, eleştiri, sorgulama ve değişim rüzgarı esmeye başladı. Bu aynı zamanda Prag Baharı’nın da fiili başlangıcını oluşturuyordu. O ana kadar özellikle aydınlar ve Parti bürokrasisinin üst kademelerinde süren tartışmalar, 1968’in ilk günlerinden itibaren işçiler arasında da yaşanmaya başladı. Yıllardır süren sansür yumuşamış, Prag Radyosu’nda yapılan yayınlarda Gottwald dönemindeki siyasi duruşmalar ve “temizlikler”  açıkça eleştirilmeye başlanmıştı. Basın-yayın organları üzerindeki denetim, askeri sırların ve devlet sırlarının açığa çıkarılmasını engelleme göreviyle sınırlandırıldı.
Yine Mart ayında yaşanan en büyük gelişmelerden biri, Yüksek Mahkeme’nin tüm Stalin dönemi duruşmalarının yeniden gözden geçirileceğini duyurmasıydı. Bu arada, çoğu Mart ayının ilk yarısı içerisinde gerçekleştirilen değişikliklerle başta içişleri bakanı ve başsavcı olmak üzere statüko yanlılarının çoğu görevden alındı; hem parti, hem de devlet kurumları içerisinde reform yanlıları kilit görevlere getirildi.
Yazdığı mektupla tüm bu değişimlerin ülkede anarşiye neden olacağını söyleyen Novotni, 22 Mart’ta diğer görevlerinden de istifa etti ve yerini eski generallerden Ludvik Svoboda’ya bırakarak siyasetten çekildi.
Bu olaylara 6 Nisan’da yeni bir gelişme eklendi: Reformist Oldrich Cernik başbakanlığa getirildi. Ordu kademesi de yapılan tüm reformları destekleyeceğini açıkladı.
Artık içeride reformistlerin önü açılmıştı. Ama bir de dışarıdakiler, yani hesap verecekleri sözde “kardeş” komünist partileri vardı…
Ne var ki, ekonomide arzu edilen liberal yaklaşımlar ve hele düşünce ve ifade özgürlüğü, hem Çekoslovakya’daki tutucu kesimler hem de diğer Doğu Avrupa ülkeleri ve Rusya’daki iktidarlar tarafından büyük bir endişeyle izleniyordu.
Bu koşullar altında, ülke içerisindeki reform karşıtları ülke dışındaki “kardeş partiler” ile temaslarını hemen artırmışlardı. Slovak Parti şefi Vasil Bilak ile arkadaşları Alois Indra ve Drahomir Kolder, durumu uzaktan ama yakın bir ilgiyle izleyen Brejnev’e gönderdikleri gizli mesajlarla telaş yarattılar. Komünist partileri arasında Temmuz sonunda Slovakya’nın sınıra yakın Cierna kasabasında yapılacak olan mutabakat arama toplantısında ortaya çıkabilecek herhangi bir uzlaşmayı önlemek için çağrıda bulundular: “Karşı devrimi önleyin, her ne pahasına olsun…” Bizzat Brejnev’e ve Rusça yazılan bu mektup, kendi yurttaşlarına karşı dış güçleri askeri istila hareketine teşvik etmekten başka bir anlam taşımıyordu. 1968 yazında hâlâ Slovak Parti şefi olan Bilak, Ağustos ayında bu görevden uzaklaştırılacağını düşünerek, müdahaleyi çabuklaştırmak için elinden gelen her şeyi yaptı.
Bürokratlaşmış ve baskıcı Doğu Avrupa komünist partileri, 1968’de aynı derecede reform ihtiyacı içerisindeydiler; ama bunu yapmaya cesaretleri yoktu. 23 Mart’ta Dresden’de yapılan bir toplantıda, Sovyet Bloku ülkelerinin parti temsilcileri Dubçek’i reformlardan vazgeçirmeye çalıştılar, ama başaramadılar. Bu dönemde Brejnev, “bekle gör” politikası izlerken, özellikle Doğu Alman parti şefi Ulbricht ile Polonya parti şefi Gomulka, şiddetle müdahale taraftarıydı.
1956 yılında Macar Devrimi sırasında Sovyet tanklarının acısını yaşayan Macarlar orta bir yol izliyor, Romenler ise Çekleri destekliyor, çoktandır bağımsız bir yol izleyen Yugoslavlar da onları destekliyorlardı.
Diğer yandan Ruslar da tereddüt içerisindeydiler. Soğuk Savaş’ın sürmesine rağmen giderek gelişmekte olan yumuşama adımlarını kesmek de işlerine gelmiyordu.
Çekoslovakya Komünist Partisi Merkez Komitesi 5 Nisan’da yaptığı toplantıda yeni bir Eylem Programı’nı kabul etti. Eylem Programı, insancıl sosyalizmin uygulamaya konduğunu gösteriyordu:
Komünist Partisi öncü rolünü toplumun üzerinde egemen olarak değil, onun özgür ve ilerici sosyalist gelişmesine kendini adamış bir şekilde hizmet ederek gerçekleştirir. Parti otoritesini dayatamaz, bunun parti faaliyeti yoluyla tekrar tekrar kazanılması gerekir.
4 Mayıs’ta Dubçek, başbakan Çernik ve meclis başkanı Smirkovski’nin de dahil olduğu bir heyet Moskova’ya giderek SBKP önderleri ile görüştüler. Sovyet liderleri gelişmelerden duydukları hoşnutsuzluğu dile getirdiler. Çekoslovak heyeti ise ekonomik yardım isteğinde bulundu. Ancak Piyasa Sosyalizmi adı altında Çekoslovak ekonomisindeki tüketim malları üretimine doğru bir kayışa muhalefetini ifade eden SBKP önderleri toplantıda anlaşma sağlanamaması üzerine ekonomik yardımı da vermeyeceklerdi.
1968, birçok gelişmenin yanı sıra dünya komünist partileri arasındaki son bağların da kopmak üzere olduğu yıldı. Çekoslovakya Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Haziran ayı başında yaptığı toplantı sonucunda Çekoslovakya’nın sosyalizme doğru “bağımsız bir yol” izleyeceğini açıklaması, SSCB ile aralarındaki kopmanın işaretiydi. Artık herkes kendi yoluna gidecekti. Ne var ki Çekoslovakya, Çin değildi. Her şeyi tarttıktan sonra, Ruslar ve uydu rejimler güç kullanmaya karar verdiler. Ama askeri harekâta geçmeden önce, son bir deneme yapmak zorundaydılar… İşte 29 Temmuz günü yapılan buydu: Slovakya’nın Cierna kasabasında, Çek liderlerini reformlardan vazgeçirmeye çalıştılar.
Dubçek ağır baskı altında, reformlardan vazgeçme sözü vermek zorunda kaldı; ama toplantıdan sonra, yine ayak sürüyerek politika değişikliği konusunu Çek Komünist Partisi’nin Eylül ayında yapacağı kongreye bırakma eğilimi sergiledi. Diğer taraftan, Cierna toplantısı yapılırken Varşova Paktı’nın başka temsilcileri de yine Slovakya’da, bu kez Bratislava’da toplanıp konuyu kendi açılarından görüşüyor, burada da Antonin Kapek, tıpkı Bilak gibi istilacılara davetiye gönderiyordu…

Prag Baharı’nın Sona Erişi

20 Ağustos gecesi 23:30’da yaklaşık 7.000 Sovyet tankı, sayıları 600.000’i bulan Sovyet, Doğu Alman, Polonya, Macar ve Bulgar askeri ile birlikte Çekoslovakya sınırını geçmeye başladı. Gece yarısından sonra da Prag Havaalanı’na her dakika bir uçak inerek kuvvet yığmaya başladı. Çek ordusu direnmedi, çünkü çok fazla kan dökülmesinden çekinen Savunma Bakanı Dzur ve Başbakan Çernik silahlı direniş için hiçbir emir vermemişti. İstila kendi hızıyla ilerleyecek, kan dökülmeyecekti. Ne var ki, Çek halkı sabah saat 04’ten itibaren durumdan haberdar oldu ve sabahın ilk saatlerinde, Sovyet tankları Prag’a girerken on binlerce insan sokaktaydı.
KGB ve onunla işbirliği yapan StB görevlilerinin ilk işleri, yanlarında askerler olduğu halde, Dubçek ve hükümet üyelerini tutuklamak, diğer yandan da radyo ve iletişim tesislerini işgal etmek oldu.
Parti ve hükümet yetkililerinin tutuklanması kolay oldu; ama halkın savunduğu radyo binasına girmek için kan dökmek zorunda kaldılar. Yönetimden direnmeme kararı gelmesine rağmen halk direndi. Ağustos ile Eylül ayları içerisinde 100 ölü, 800 yaralı verildi. Radyo işgal edildikten sonra gazeteler, sonra da bildirilerle halk gelişmelerden haberdar edildi. Bu arada bütün yol tabelaları ve sokak isimleri söküldü, işgalcilere zorluk çıkartacak her şey yapıldı.
Batılı ülkeler Varşova Paktı’nın Çekoslovakya’yı işgalini kınadılar; ama tepkileri bundan ibaret kaldı. Dünya çapında güçler dengesinin altüst olması anlamına gelecek bir karşı müdahaleyi akıllarından bile geçirmediler. Yumuşama süreci, Çekoslovakya’nın işgaline rağmen kendi mantığı içerisinde sürecekti…
Halk direnirken Prag’da iki önemli gelişme oluyordu. Bunlardan birincisi Dubçek, Svoboda, Çernik ve Dzur’un diğer bazı reformist liderlerle birlikte Moskova’ya kaçırılmalarıydı. Üç gün sonra liderler Moskova’da nispeten yumuşak bir tavırla karşılandılar ve müzakere masasına oturtuldular. Ülkelerine dönüp eski çizgiye gelmeleri için sürekli baskı altında bırakıldılar ve bir süre sonra ülkelerine iade edildiler. Ama niçin? Bunun yanıtını almak için tekrar Prag’a dönmemiz gerek…
İşgalcilerin planı, işbirlikçilerini meşru bir zeminde iktidara oturtup durumu kontrol altına almaktı. Ne var ki böyle bir zemin yaratamadılar. Parti kongresi işbirlikçi rejimi kabul etmek bir yana, tam tersi bir karar aldı. Çekoslovakya’da karşı devrim olmadığı; ülkenin işgal kuvvetleri ve hainler hükümetini kabul etmeyeceği yönündeki bu karar, bildiri şeklinde basılarak ve gazetelerde yayınlanarak derhal tüm halka duyuruldu.

Haysiyetsiz İşgalcilersiniz…

Çekoslovakya Komünist Partisi’nin resmi yayın organı olan Rude Pravo gazetesi 27 Ağustos’ta işgalcilere şöyle sesleniyordu:
Boşuna yoldaşlar, iyi kalpli olabilirsiniz ama buraya işgalciler olarak geldiniz. Ülkemizin topraklarını kirlettiniz. Evlatlarımız sizden nefret ediyor ve edecekler de. Ve biz babalarsa, düşkün ve iktidarsız ama onurumuzu yitirmeden seyrediyoruz. Bu saldırıyı da atlatacağız, ihanetin ve alçaklığın bizi aşağılamasının üstesinden geleceğiz. Eğer yüreklerimizden “sevgi” ve “barış” sözcüklerini söküp atmak zorunda kalıyorsak bunun suçunu kendinizde arayın. Sizler haysiyetsiz işgalcilerisiniz.
Bu durumda, işbirlikçilerin ülkeyi yönetme şansı olmayacağı açıktı. İşte bu nedenle, uçak ve trenlerde itile kakıla Moskova’ya götürülen Dubçek ve arkadaşlarına yapılan muamele, orada, birden değişmişti. Tabii ki baskı altında kaldılar; ama bir süre sonra ülkeye iade edildiler. Halkın işgale karşı kesin direnişi onları bir süre daha yönetimde tuttu.
Çek halkının direnişi devam etti. 16 Ocak 1969’da Jan Palach, Wenceslas Meydanı’nda kendisini yakarak Sovyet işgalini protesto etti. Bu olay bütün dünyada yankılandı. Nihayet işgal güçleri 17 Nisan 1969’da Dubçek’i görevden alarak yerine kendi kuklaları olan Gustav Husak’ı getirdiler. Ertesi yıl partiden de ihraç edilen Dubçek tam 18 yıl boyunca Slovakya’da bir kereste fabrikasında çalışmak zorunda kaldı.
Bu arada Komünist Partisi’nin yönetimine de işbirlikçilerini tayin ederek Eylül 1969’da Merkez Komitesi’ne reformları iptal ettiren bir karar çıkartabildiler. Ama tüm bunlar boşunaydı: Doğu Avrupa’nın bürokratik diktatörlükleri, 20 yıl sonra birbiri ardına ve önlenemez bir biçimde çökmeye başlayacaktı. Alexander Dubçek de 1992’de şüpheli olduğu ileri sürülen bir trafik kazasında ölmeden önce, 1991’de son Sovyet askerinin ülkesini terk ettiğini görecekti.
Prag Baharı adıyla anılan ve bir sürecin siyasal, ekonomik ve toplumsal şekillenmesinin yol açtığı gelişmeler, resmi sosyalizmin, Marksizmi içine düşürdüğü bunalımın bir kez daha dışa vurulduğu anlardan biriydi. Sosyalizmin sorunlarına fikri düzeyin ötesinde, fiilen işçi ve tüm çalışan kitleler tarafından sokaklarda, fabrikalarda ve tüm üretim birimlerinde ortaya konulduğu ölçüde çözümlerin arandığı bir dönemdi bu. Prag Baharı, bürokratik sistemlerin sorunlarının açığa çıkması açısından, tarihsel süreçteki önemli bir örneği oluşturdu.
Çekoslovakya’nın işgali sırasında, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 1. Sekreteri olan Leonid Brejnev, kendi adıyla anılan bir doktrin ortaya atarak işgali meşrulaştırmaya çalışmıştı. Buna göre, her komünist parti yalnızca kendi halkına değil, tüm sosyalist ülkelere ve tüm dünya komünist hareketine karşı sorumluydu. Bunu unutan her sosyalist rejim, tek taraflı ve karşı devrimci bir hale geliyordu.
Ne var ki Varşova Paktı’nın Çekoslovakya’yı işgaliyle “dünya komünist hareketi” kavramının bir efsaneden ibaret olduğu giderek ortaya çıkıyordu. Uzun zamandır Moskova ile çatışma halinde olan Çin, Yugoslavya ve Arnavutluk, bunun geçici bir anlaşmazlık olmadığını ilan ediyorlar ve Sovyetler Birliği ile uzlaşma köprülerini atıyorlardı. Keza, Kuzey Kore ve bir ölçüye kadar da Küba, farklı yollardan ilerlemeye başlıyorlar ve Moskova ile uyduları Çekoslovakya’nın işgali sonrasında yalnız kalıyorlardı.



Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)