bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


20 Haziran 2018 Çarşamba

Animizm Nedir?



Animizm ya da diğer adıyla canlıcılık, doğada insan ruhuna az çok benzeyen başka ruhların da bulunduğunu kabul eden ilkel insanların dinidir. Bu inanca göre evrendeki bütün varlıkların, bitki ve hayvan gibi canlıların, denizlerin ve göklerin hatta yağmur ve yıldırım gibi doğa olaylarının giz dolu etkisi olan birer ruhları vardır.
İlkel çağlarda insanlar açıklayamadıkları, aciz kaldıkları ve korktukları doğa olaylarını kişiselleştirerek anlamaya çalışmışlar; korku kaynaklı bir beklenti ile birlikte onun içinde bulunduğuna inandıkları ruhlara saygı göstermişlerdir. Tıpkı insanlar gibi bu ruhlar da iyi ya da kötü karaktere sahip olabilir ve yeterince saygı görmezlerse kötülük yapabilirler. İnsan, gücünün dışında kalan bu bilinmeyen güçleri denetleyemez ama onlardan yardım isteyebilir ya da dualarla öfkelerini yatıştırabilir.
Animizm ilk başlarda fetişizm olarak adlandırılmıştır. Fetişizm sözcüğü dinler tarihine ilk olarak De Brosses tarafından 1760’da yayınlanmış olan “Fetiş Tanrıların Dini Üzerine” adlı yapıt ile girmiştir. Fetiş (fetiche) sözcüğü Portekizce Feitiçio’dan, o da Latince Facticius sözcüğünden gelmektedir: Büyü gücüne sahip perili nesne anlamına gelen bu terimi Portekizli gemiciler zencilerin dinsel eşyası ile büyücülük aletlerini anlatmak için kullanıyorlardı. De Brosses’un düşüncesine göre fetişlere tapınmanın bütün dinlerin kökünde bulunması gerekirdi.
Büyük Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) da Pozitif Felsefe Dersleri”nin birincisinde ünlü Üç Durum Yasası’nı (Üç Hal Kanunu) formülleştirdiğinde bu Fetişizm terimini benimsemiştir. Auguste Comte’a göre insanlık birbiri ardınca üç durumdan geçmiştir. Teolojik durumda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen fakat daha kudretli iradelerle izah eder.  Metafizik durumda insan olayları soyutlamalar (tecrit, abstraction) ve doğa kuvvetleriyle izah eder. Ve Üç Durum Yasası’nın sonuncusu olan pozitif durumda ise insan olayları başka olaylarla izah eder.
Animizm sözcüğü ilk olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz antropolog Edward Burnett Tylor’ın “Primitive Culture” adlı yapıtında kullanılmıştır. Latince Anima (ruh, hayvan) sözcüğünden gelir. Bu inancın teorisini kuran Taylor ilkel dinleri, bütün insan toplumlarının sonraki evrimleri ne olursa olsun bu inanç evresinden geçtiklerini ileri sürerek açıklamaya çalışmıştır.
Şunun da altını çizmek gerektir ki Animizmi, kendisine yakın dinsel görüşlerden belirli olarak ayırmak olanaksızdır. Örneğin Totemizm inancının temel tezlerinden birkaçı Animizmde de bulunmaktadır: Mana fikri, tabu fikri ve yarı insan-yarı hayvan efsanevi atalar fikri. Öte yandan bütün çevrelerdeki bütün dinlerde Totemizmin olduğu kadar Animizmin kalıntılarına da rastlanmaktadır.
Burnunla birlikte Avusturalya yerlilerine göre daha olgun, fakat daha eski uygarlığa sahip toplumlarla kıyaslandıkları zaman daha ilkel gibi görünen birçok toplumların dinini de Animizm deyimiyle tarif edebiliriz: Örneğin Müslüman olmayan zenci Afrika toplumları, Polinezya toplumu, Kuzey ve Güney Amerika’nın şimdiki Kızılderili toplumu, Eskimo toplumu vb.

Animizmin Temel İnançları

Bu ilkel insanların can ve doğa hakkındaki inançlarını, büyü usullerini, dinsel törenlerini incelemek yerinde olur.
İlkel insanlara göre can yahut ruh bedene, bedenin bazı parçalarına; Avustralya yerlilerine göre de özellikle böbreklerdeki yağ tabakasına sıkı sıkıya bağlıdır. Zaten can, beden ölmeksizin bundan bir zaman için ayrılabilir. Bu takdirde beden üzerinde uzaktan dahi olsa, sanki bedenin içindeymiş gibi etki yapar. Frazer bir eserinde bu dış canı özellikle incelemiştir. Ona göre “can çalınabilir, yenilebilir, geri getirilebilir ve bazı durumlarda da yamanabilir, onarılabilir ve yerine başkası konabilir.” Cherokee Kızılderililerinden bir şef bir savaş sırasında canını bir ağacın tepesine yerleştirmişti. Düşman durmaksızın ona ok atıyor ama şef ne ölüyor, ne de yaralanıyordu. Fakat hasmı, savaşta yapılan bu büyüyü anladığından, dallara doğru ok attırdı. Bunun üzerine kabile şefi düşüp öldü.
İlkel insana göre, kişilik onun şahsiyetinin çevresinde bitmez. İlkel zihniyete göre bu kişilikte bedenin kendisiyle beraber onun üzerinde biten (yetişen) ve ondan çıkan salgılar (ifrazlar) veya bedenin dışarıya attığı saç, kıl, tırnaklar, gözyaşı, idrar, gaita maddeleri, sperm, ter gibi maddeler de dahildir. Onun için birçok toplumlarda herkes saçlarının, tırnak parçalarının yahut gaita maddelerinin kötü niyetler besleyebilecek bir başkasının eline geçmemesine büyük özen gösterir. Bunları elinde tutmak, o insanın canını da elinde tutmak demektir. Kişinin kılları, salgıları vs., tıpkı ayakları, elleri, yüreği ve kafası gibi, kendi benliğinden bir parçadır. Kelimenin tam anlamıyla bunlar da ona ait bulunmaktadır.
Kişiliğin bu elemanlarına, bedenin örneğin üzerinde oturulan iskemle gibi bir eşya veya yer üzerinde bıraktığı izleri ve özel olarak ayak izlerini de eklemek gerektir. Bir çocuğu kudretli bir büyücünün bıraktığı izler üzerine yerleştirerek, çocuğun da onun kuvvetinden bir şeyler edineceği sanılır Kişinin gölgesi, sudaki aksi, resmi de yine onun kişiliğine dahil nesnelerdendir. İlkel insanlarda genel olarak resminin yapılmasından ya da fotoğrafının çekilmesinden korku duyması da bundan ileri gelmektedir.
Kişinin adı da kişiliğe dahil bir nesnedir. Eskimolar üzerine çok derin incelemeler yapmış olan Rasmussen’e göre bir insan bir bedenden, bir candan ve bir addan meydana gelmedir.
Giyecek eşyası da kişiliğe ait şeylerdendir. Terli bir erkeğin urbasını giymiş olan bir kadın gebe kalabilir. Bir insan tarafından sık sık kullanılan kap-kaçak ve başka eşya da onun kişiliğine dahildir ve bazı toplumlarda o insan öldü mü, bunlar yakılır.
Yaşamın özü olan can, bedeni kesin olarak terk ettiğinde ölüm meydana gelir. Bununla birlikte daha karmaşık bir düşünce olan ve ruhun bedenden ayrılarak ölüler ülkesinde yaşayabileceğine inanan ruh göçü de Animizmden doğmuştur. Bu düşünceye göre ölen bir kimsenin ruhu bir maymunun, bir incir ağacının, bir sineğin bedenine girebilir. Ölen kimsenin yaşayanları kıskanıp onlardan öç almaması için bu cesede özen göstermek gerektir. Ölüler yiyip içmek ister, saygı görmek isterler. Levy-Bruhl’ün düşüncesine göre ilkel zihniyete göre ölü hem “mevcut”, hem “namevcuttur” ya da aynı anda birkaç yerde birden hazır bulunur. Bu zihniyet ölülerin iki yerde birden hazır olabileceklerini kabul ederek, bunların başka bir alemde oturmakla beraber, bazı hallerde yaşayanlara görünebileceklerine inanmaktadır.
Ölüler alemi tıpkısı tıpkısına canlılar aleminin zıddıdır, karşıtıdır. Orada her şey tersinedir. Bizim gecemiz onların gündüzü olduğundan, yeryüzüne geceleyin gelirler; geceleyin onlarla karşılaşmak tehlikelidir. Bununla beraber ölülerin toplumu da canlılarınki gibi klanlara bölünmüştür. Ölülerin tekrar bir bedene girdikleri gerçekleştiği gibi, büsbütün kaybolup gittikleri de olur.
Animizmde düşle gerçek devamlı olarak birbirine karışmış haldedir. Örneğin Afrika’nın Ekvator bölgesinde, düşte yapılan bir yolculuk gerçekten yapılmış sayılır. Kızılderililerde düşte kendisini bir yılanın soktuğunu gören kimse, gerçekten yılan sokmuş gibi aynı tedaviyi görmek zorundadır.
Dış alemi vücuda getiren hayallerde ya ruhsal kuvvetler vardır, ya da bu hayaller ve ruhsal kuvvetlerin egemenliği altındadır. Levy-Bruhl’e göre ruh kelimesi çok açık ve kesin olmakla beraber, ilkel insanların çevresinde daima faaliyet halinde olan bu etkileri ve bu hareketleri anlatabilmek için bulabildiğimiz en rahat kelimedir.
Kreglinger’e göre ilkel insanların bütün dinsel hayatı mana ile tarif edilir. Bu insanların bütün tapınış usullerinde ki amaç, ya mana ile temasa hazırlıksız oldukları zaman kendilerini ondan korumak; ya da dinin sırrına erdikleri zaman tersine olarak bu kutsal cevherden mümkün olduğu kadar fazlasını benliklerine sindirmektir. Rahip manaya sahip olan kimsedir, onun için bunu dilediği gibi kullanabilir. Tapınak ise mananın büyük miktarda toplanıp birleştiği yerdir.
Büyük şefler öylesine mana doludurlar ki, onlarla temas sıradan insanlar için sakıncalıdır. Şefler nereye giderlerse manaları da onlarla birlikte gider ve bedenlerinden toprağa geçebilirdi.  Bu nedenle şefin ayağının değdiği yerlere basmak başkaları için tehlikeli durum yaratabilirdi. Şefin yemek yerken kullandığı kap-kacağa ve gereçlere bulaşabilirdi. Yüksek şefler böylesine yoğun bir manaya sahip olduklarından, bedenleri ve eşyaları tabuydu. Sıradan insanlar büyük şeflerin taşıyabildiği ölçüde kutsal akıma dayanamayacağından, kaza sonucu buna maruz kaldıklarında arınma ritleri gerekmekteydi.

Büyü Animizmin Tekniği ve Stratejisidir

Ruhlara benzetilebilecek olan mistik kuvvetler doğada mevcutturlar ve insan gerekli birtakım sözler söyleyip hareketler yaparak ruhsal varlıklar üzerinde etki yapabildiği gibi doğa üzerinde de etki yapabilecektir. Böyle bir etki de adına büyü dediğimiz nesnenin temelini oluşturmaktadır. Salomon Reinach’ın dikkate değer bir formülüne göre büyü, “Animizmin tekniği ve stratejisidir.” Yüksek sesle ya da makamla söylenen sözlerde bir takım kuvvetler vardır. Bir olayın taklidi yapılmakla, o olayın meydana gelmesine yol açabilir. Bir sefere çıkmadan önce bunun ayrıntıları adeta temsil edilir, oynanır; savaş raksları yapılarak zafer böylece sağlama bağlanır. Bir takım tapınma usullerine uygun olarak su döküldüğü zaman, yağmur yağması sağlanır. Bunun adına taklidi büyü denir.
Kişi ile imgesi arasındaki ortaklığı kullanan büyü çeşidine bazen duygudaşlı büyü denir. İmgeyi yaralamak yahut yok etmekle, kişinin yaralandığı veya yok edildiği sanılır. Bu, bir insanın imgesine acı çektirip kendisine acı çektirme amacını güden sihirin prensibidir. Bunun tipik örneği Voodoo bebeklerine iğne batırarak ona zarar vermeye çalışmaktır.
Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi def ederler, mutluluk getirirler.  Mana taşıyan bu nesneler kişinin yazgısını etkiler. Örneğin başarılı bir avcının taşıdığı muskayı ele geçiren bir başkası o avcı ile aynı güce sahip olurdu. Muska, nazarlık, tılsım gibi günümüzde dahi kabul gören inanışların kökeninde Animizm vardır.
Büyünün bir iyi çeşidi vardır ki bu, şefler, rahipler ve Fetişçiler tarafından yapılır. Bir de kötü şekli vardır ki bunu büyücüler yaparlar. Bu büyücüler hastalığa, ölüme sebep olurlar; bunlar bir çeşit yamyamdır. Kötü bir büyücünün hareketini felce uğratmak için, iyi bir fetişçi bunu bozmak üzere bir karşı büyü yapar. Kongo’da Animizm üzerinde çok ayrıntılı incelemeler yapmış olan Mary Kingsley’nin dediği gibi, “ilacın ruhu, hastalığın ruhu üzerinde etki yapar.”
Büyücü toplumun tehlikeli bir düşmanı olduğundan, onu meydana çıkarmak gerekir. Bu da iyileri koruyup kötüleri vuran bir sınavla (ordalie) meydana çıkarılır. Bu sınav Afrika’nın Ekvator bölgesinde zehirle yapılır: “zehir bir çeşit mistik tepkiye sahiptir”, ancak suçluyu öldürür.
Totemist toplumlarda olduğu kadar Animist toplumlarda da bir mitologyaya, bir efsaneler sistemine rastlanır. Efsaneler veya masallar, tarihsel geçmişle ilgisi olmayan, doğaüstü bir tarihi anlatırlar. Efsane, efsanevi devirdeki atalarla temasa gelmek ve onların etkilerinin devri bir şekilde yenilenmelerini elde etmek olanağını sağlar.

Atalar Kültü

Animizmin en ilgi çekici yönlerinden biri de atalar kültüdür. Atalar kültü ölülerin özellikle de ataların ruhlarının canlı varlıkların günlük yaşamını etkileyebileceği inancından doğmuştur. Ayrıca atalar insanlara ateş yakmayı ya da avlanmayı öğretmiş, yaşamalarını kolaylaştırmış yarı tanrılardır. Atalar kendileriyle aynı kandan gelenleri korur, onlar için tanrılardan yardım ister. Bu nedenle onlara teşekkür edilmelidir. Ancak ataların öbür dünyada yaşayıp bunları yapabilmesi için gereksinimlerinin karşılanması gerekir. Bu kurban keserek ya da mezarlarına yiyecek bırakarak olur. Efsane ataların şerefine yapılan törenler son derece hayret verici gösterileridir. Bu törenlerde çoğu zaman maskeler ve özel urbalar taşıyan oyuncular müziğin sesine uyarak raks ederler. Sırf klanın şimdi yaşamakta olan üyelerinin gerek ölmüş üyeler ile gerekse görünmez kuvvetlerle birleşerek bunlarla haşır-neşir olmaları ve yarattıkları kutsal heyecanın derinliği bakımından bu törenler dinsel mahiyettedir. Bu törenlerin amacı saygısızlığa uğramış ölülerin öfkesini yatıştırmak, canlılardan öc almasını engellemektir.
Animizm insanlara dünyayı incelemek olanağı veren ilk hipotez olmuş; eski çağların ilkel insanlarını olduğu gibi bugünün insanlarını da, kendilerininkine benzer ruhlarla dolu sandıkları doğa üzerinde etki yapmaya kalkışmak bakımından cesaretlendirmiştir. Auguste Comte’la birlikte biz de “Animizmin, insan zihnini içinde bulunduğu hayvanca uyuşukluktan çıkardığını” söyleyebiliriz.
Renkli ve renksiz resmin heykelin, raksın, müziğin; doğrudan doğruya yahut dolayısıyla bütün güzel sanatların kökünde Animist büyücülüğün bulunması olasıdır. İnsanların yaşamında sanatın oynadığı yahut oynaması gerekli muhteşem rol düşünülürse, bu ilkel dinin yüzyıllar boyunca bütün insanlara yaptığı iyilikten dolayı ancak minnet duyulabilir.


Türkçe Ezan ve Anadilde İbadet


Ezanın Türkçe okunması, Cumhuriyet devrimleri içinde laiklik, ibadetin (hutbenin ve namazın) ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesi gibi din reformlarının içinde önem sırasına göre en sonda gelenidir. Hem kronolojik seyir itibariyle hem de önem açısından bu sıra gerçeği yansıtmaktadır. Ezanın ibadetin özüne değil çağrıya ilişkin olması, bu açıklamayı haklı kılsa da, ibadet ve Kuran’ın Türkçeleştirilmesinde uğranılan başarısızlığın rövanşını karşı devrimciler ancak Türkçe ezanla alabilmişlerdi. Ezan sırf bu nedenle, din devrimleri arasında simgesel olarak kıymetli bir yeri hak etmektedir.
İbadet dilinin Türkçe olması yönündeki düşünceler Osmanlı’da ilk kez II. Meşrutiyet döneminde dile getirilmiştir. Türk dünyası içinde ise ibadetin Türkçeleştirilmesine yönelik ilk adımların Rusya’da Türkler tarafından atıldığı söylenebilir. Omsklu Niyazi Mehmet Süleymanof kendi okuduğu hutbelerden oluşan “Türk-i Hutbeler” adlı kitabını Orenburg’daki Vakit Matbaası’nda 1910’da iki cilt olarak yayımlamıştı. Rusya’da yaşayan Müslümanlar arasında oldukça rağbet gören bu hutbeler büyük yankı uyandırmış ve Osmanlı basınına da konu olmuştu.
Osmanlı’da ise II. Meşrutiyet döneminde Galatasaray Lisesi Müdürlüğü yapan Yeni Osmanlılardan Ali Suavi, yayımlamakta olduğu “Ulum” gazetesindeki köşesinde hutbelerin ve namaz surelerinin Türkçeleştirilebileceğini, namazın Türkçe ifa edilebileceğini savunuyor ve ezanın Türkçe okunmasını istiyordu.
Keza aynı şekilde Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp de aynı düşünceler içindeydi. 1918 yılında Yeni Hayat adlı dergideki Vatan adlı şiirinde Ziya Gökalp bu isteğini şöyle dile getiriyordu:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Cumhuriyet’i kuran kadrolar Osmanlı’nın son zamanlarında dile getirilmeye başlanan ibadet dilinin Türkçeleştirilmesine sahip çıktılar. Cumhuriyet ilan edildiğinde bu kadronun hedeflerinden biri de Osmanlı’nın yüzyıllarca Türklüğü ikinci planda tutup değişik ırk ve dinleri bir arada bağdaştırmasının artık olanaksızlığı karşısında, dini de ulusallaştırmaktı. Bu da ibadetin Türkçeleştirilmesi görüşlerini gündeme getirmişti. Batılı uluslar, kutsal kitaplarını dillerine çevirerek, ibadetlerini de yine ulusal dilleriyle yapıp, benliklerini bulduklarına göre, pekâlâ Kuran’ı Türkçeye çevirmek, hutbeleri Türkçe okumak, ezanları, selâları, tekbirleri Türkçe okuyup, namazları da Türkçe kılmak yerinde olacaktı.

İlk Türkçe Hutbe

Tarihsel kayıtların gösterdiğine göre Osmanlı’daki ilk Türkçe hutbe 1911 yılında Bursa Hüdavendigar Cami’nde okunmuş ve bu olay Sırat-ı Müstakim dergisi tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Keza Balıkesir’de yayımlanan Karasi gazetesinin 10 Eylül 1916 tarihli sayısında, Balıkesir İbrahim Bey Cami’nde Hafız İsmail Efendi’nin cemaate Türkçe hutbe okuduğu haberine rastlayabiliyoruz. Cumhuriyet döneminde Türkçe hutbeye geçiş, Abdülmecit Efendi’nin Halife seçilmesi olayıyla başlamıştır. 22 Kasım 1922 günü, Abdülmecit Efendi’yi tebrik için İstanbul’a giden Kırşehir mebusu Müfid Efendi (Kurutluoğlu),  Fatih Cami avlusunda toplanan halka Ayet-Hadis, Allah’a övgü, Peygambere de dua kısımları hariç Türkçe hutbe okumuştur.
1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin imzasıyla yürürlüğe konan talimatla hutbelerin ayet ve hadis metinleri dışında kalan bölümlerinin Türkçe okunması istenmiş ve o tarihten itibaren hutbeler Türkçe olarak okunmaya başlanmıştır. Kısacası ibadetin Türkçeleştirilmesi çalışmaları içinde Türkçe hutbe denemesi hepsinden önce başarıya ulaşmıştır. Osmanlı’da kısmen uygulanmış, Cumhuriyet döneminde kolayca yerleşmiştir. Bugün de tartışmaya neden olmaksızın sürmektedir.
Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi hutbeye göre çok daha şiddetli tepkilere neden olacaktı.  Cumhuriyet’in ilanından yalnızca birkaç ay sonra ilk Ramazan’da iki Kuran tercümesi yayınlanmıştı. Bunu Albay Cemit Sait Dikel’in üçüncü bir çevirisi izledi. Dini konularda ehliyetsiz kişilerce ticari amaçlarla Kuran çevirilerin sayısının giderek artması üzerine 21 Şubat 1925’te Meclis’te yapılan görüşmelerde, “hatalı Kuran çevirilerinin yayınlandığı ve Türkçe tefsirlerin yetersiz kaldığı” gerekçesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı  Kuran-ı Kerim ve temel hadis kitaplarının Türkçeye çevrilmesi konusunda görevlendirildi. Diyanet’e bu amaçla 20.000 TL bütçe aktarıldı. ve Mehmet Akif (Ersoy) ile Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır bu işle görevlendirildi.  Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları özellikle Arap dünyasından büyük tepki gördü. Bu tepkilerin en şiddetlisi, Arap milliyetçisi Muhammet Reşit Ride ve onu destekleyenlerden geliyordu: “Kuran başka dile çevrilemezdi.” Oysa en büyük hadis bilginlerinden kabul edilen İmam Buhari şöyle diyordu: “Arapların Kuran’ı değişik lehçelerle okuması caiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları caizdir.”
Ne tuhaftır ki, Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeye çalışan bu kitle, o dönem yapılan Kuran’ın İngilizceye çevirisini ise şiddetle destekliyordu. Fakat bu kitle amacına ulaşıp Mehmet Akif’i Türkçe Kuran çevirisinden vazgeçirmeyi başarınca görev Elmalılı Hamdi Yazır’a kaldı. Elmalılı Hamdi Yazır, 1926’da başladığı bu Kuran tefsirini (Hak Dini Kur’an Dili) ancak 1938’de tamamlayabilecekti.
Camilerde Türkçe Kuran okunmasındaki ilk somut eylem 22 Ocak 1932’de gerçekleşti. Hafız Yaşar Okur, o gün İstanbul Yerebatan Cami’nde kendisini dinleyen binlerce kişiye Yasin suresinin önce Arapçasını ardından ise Cemil Sait Diker’in çevirisiyle Türkçe mealini okudu. Yerebatan Cami’nde okunan Türkçe Kuran’ı diğer camiler izledi. Özellikle 5 Şubat günü, yani Ramazan’ın son Cuma günü Sadettin Kaynak tarafından Süleymaniye Cami’nde okunan Türkçe hutbeyi binlerce kişi dinledi. (Yerebatan Cami’nde Türkçe Kuran okunması çoğu yerde yanlış yorumlanma nedeniyle ilk Türkçe hutbe olarak dile getirilmektedir. Oysa Bursa’da 1911 yılında okunan hutbe ve 1928 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İstanbul Evkaf Matbaası’na bastırılan “Türkçe Hutbe” kitabı bunun yanlışlığını göstermektedir. Yalnız daha önceki hutbelerin aksine ayet ve hadislerin de Türkçe okunması nedeniyle bir ilktir.) Atatürk gelişmelerden hoşnuttu; ne var ki Cemil Said Diker’in, Kasimiriski’nin Fransızca “Le Koran” adlı çevirisinden hazırladığı ve birçok hatası bulunan Türkçe Kuran çevirisini beğenmemiş ve Diyanet’ten çeviri işlemlerini hızlandırmasını istemişti.

Anadilde Namaz

Anadilde namaz konusunda İslam tarihinde bilinen ilk olay bizzat Hz. Muhammed zamanında gerçekleşmiştir. Dillerinin Arapçaya dönmediğini söyleyen Farslılar, ilk sahabelerden biri olan Selmanı Farisi’den Fatiha suresinin Farsçaya çevrilmiş halini istemişler ve dilleri Arapçaya alışıncaya kadar Fatiha suresini kendilerine gönderilen tercümeden okuyarak kılmışlardır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife de hiçbir koşul olmadan çeviri ile namaz kılınabileceğini söyler. Öğrencisi Muhammed eş-Şeybaninin aktardığı bilgiye göre Ebu Hanife, “şayet biri namazına Farsça tekbir getirerek başlasa ve onda Farsça okusa, bu kişi Arapçayı iyi biliyorsa da namazı caizdir” demiştir.
Tarihi belgelerde anadilde ibadet konusunda başka kayıtlar da bulunmaktadır. Ebu Bekr Muhammed b. Ca’fer en-Narşahi, Tarih-i Buhara adlı kitabında şunları yazar: “Emir Küteybe hicri 94 (miladi 712) yılında Buhara Zerdüşt ateşkegesini yıktırdı. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Farsça yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namaz da bir adamın ‘Niktaniknet – nikünya nikünü’ komutasıyla kılınıyordu.” Bu ifadeden o dönemde yalnızca ezanın Farsça okunduğunu değil, aynı zamanda namazın da Farsça kılındığını anlayabiliyoruz. Keza daha sonra Irak içtihat medresesi için Kuran’ın yanlışsız ve tam çevirisi ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin verdiği fetva (Fetva-yı Gıyasiye) bunu doğrulamaktadır. 819-999 yılları arasında hüküm süren Samaniler de özellikle güçlerinin doruk noktasında oldukları 10. yüzyılda Kuran-ı Kerim’i Taberi tefsiriyle birlikte Farsçaya çevirtmişler ve bu arada Arapçanın yanında Farsça da ibadet edilebilmesi için fetva çıkartmışlardır.
Türkçe namaz konusunun ise, 2. Meşrutiyet’teki bir öneri ayrık tutulursa resmi şekilde ilk defa Cumhuriyet döneminde dile getirildiği söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Meşrutiyet’in ilanında Ubeydullah Efendi, bütün namaz surelerini, tekbirlerini, selâlarını Türkçe ifa için izin istemişse de, Talat Paşa “bunun vakti var” deyip teklifi ka­bul etmemiştir.
Cumhuriyet döneminde de Türkçe namaz kılınması bir kere denenmiş fakat belli kesimin şiddetli tepkisi ile karşılandığından başarılı olamamıştır. Türkçe namaz kılınmasının öncülüğünü Abdullah Cevdet (İçtihat dergisi başyazarı), Nurettin Artam (Çengelköy Kadiri Tekkesi Şeyhi) ve Ayasofya Camii hocalarından Mehmet Cemalettin’in başını çektiği bir grup yapmıştır. Nitekim Mehmet Cemalettin Efendi, İstanbul Göztepe’de bir camide 19 Mart 1926 Ramazan ayının ilk Cuma günü, önce hutbeyi Türkçe okumuş ve sonra da namazı kendisinin hazırladığı Türkçe Kuran çevirileriyle kıldırmıştır. Tekbirleri ve teşbihleri de Türkçe yapan Mehmet Cemalettin Efendi, namazı bitirirken “Selam size ve Allah’ın rahmeti size” demeyi de ihmal etmemiştir. Fakat cemaatten bazı kişiler Mehmet Cemalettin’i Üsküdar müftülüğüne şikâyet etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da hocayı 23 Mart’ta geçici bir süre görevinden alıp İmam Hatip Mektebine atamıştır. Mehmet Cemalettin kendisiyle röportaj yapan Vakit gazetesi muhabirine namazı Ebu Hanife’nin fetvasına dayanarak Türkçe kıldırdığını belirtip şunları söylemiştir:
Türkün dini gibi dili de vardır. Allah hangi milleti kusursuz yaratmıştır da Türkü -haşa- kusurlu yaratmıştır? Ne çare ki, asırlardan beri Türkün başı, dini, dünyevi iki türlü kapitülasyonla derttedir. Türk, çok şükür başını dünya kapitülasyonlarından kurtardı; din kapitülasyonundan da kurtarmanın zamanı gelmiştir. Türk dilinde ibadet olmaz demek Allah’a ve Hz. Muhammed’e bühtandır.
1938’de Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze namazını kıldıran Şerafettin Yaltkaya da  “Allahu Ekber” yerine “Tanrı uludur” ve selam verirken de “Es-selamu aleykum ve rahmetullah” yerine “Esenlik üzerinize olsun” diyerek cenaze namazını kıldırmıştır.  Bu tarihten sonra da Türkçe namaz konusunda fazla bir gelişme yaşanmamıştır.

Türkçe Ezan Çalışmalarının Başlaması

İlk ezan, 15 Haziran 622 tarihinde Bilal-i Habeşi tarafından Medine’de okundu. O tarihe kadar Müslümanlara ibadet vaktinin geldiğini anımsatan bir herhangi bir yöntem yoktu. Fakat Müslümanların sayısının giderek artması bir yöntem bulunmasını zorunlu kıldı. Çan çalınması, ateş yakılması ya da boru sesi gibi yöntemler önerildiyse de gayrimüslim adetlerine benzediği düşüncesiyle hiçbiri kabul görmedi. Sonunda sahabelerden Abdullah ibn-i Zeyd’in bir gece rüyasında duyduğu sözlerle Müslümanların ibadete çağrılmasına karar verildi. Ezanın sözleri işte böyle doğdu. İlk başlarda okunan sabah ezanında “Es- salatu hayrun mine’nnevm- Namaz uykudan hayırlıdır” cümlesi bulunmuyordu. İmam Mâlik’ten rivayetle, “Müezzin, sabah namazını haber vermek için Hz. Ömer’in yanına gider. Onu uyuyor bulunca: ‘Essalatu hayrun mine’nnevm’ der. Bunun üzerine Hz. Ömer, o ibareyi sabah ezanına ilave etmesini emreder.” Böylece ezan günümüzdeki şekline ulaşır.
Türkçe ezan, Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı konularından biridir ve hatta günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır.  Zira Kuran’da ya da hadis kitaplarında bu konuda bir hüküm bulunmadığı için ezanın anadilde okunup okumayacağı konusunda din adamları iki kutba ayrılmış durumdadır. Hanefi ve Hanbeli din bilginleri ezanın Arapçadan başka bir dilde okunmasının caiz olmadığı söylerken, Şafii din bilginleri ise Arapça bilmeyen yabancıların, ezanı orijinal şekliyle okuyabilen birini bulamadıkları takdirde kendi dillerinde okumalarına izin vermişlerdir. Keza günümüzde İran gibi Şii ülkelerde okunan ezanın sözleri bile bizdekinden farklıdır ve Sünni ülkelerde şu an okutulan ezanın Emeviler döneminde tahrif edilen ezan olduğunu iddia ederler.
Ezanın Türkçeleştirilmesi çalışmaları da dini ulusallaştırma çalışmalarıyla birlikte başlar. Türkçe ezanın caiz olduğuna yönelik dayanak noktası ise Ebu Hanife’nin verdiği fetvadır. 1931 yılı Aralık ayında Dolmabahçe’de Türkiye’nin en tanınmış müezzinlerini ağırlayan Atatürk, onlardan ezanın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulunmuştur. İlk olarak ise Tekbir’in Türkçeleştirilmesi konusu ele alınmış, bu amaçla başkanlığını Hasan Cemil Bey’in (Çambel) yaptığı dokuz kişiden oluşan bir hafızlar kurulu oluşturulmuş ve kurul Dolmabahçe Sarayı’nda Türk Tarih Kurumu’nun odasında çalışmalarına başlamıştır. Bu hafızlar şunlardır: Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki, Sultanselimli Hafız Rıza’dır.
Camilerde Türkçe ezan okuyacak kişilerin hem çok iyi Arapça hem de çok iyi Türkçe bilmesi ve musikiden anlaması gerektiği gibi konularda kurul görüş birliğine varmıştı. Ancak ezandaki “Allahu Ekber” kısmının Türkçeye çevirisi konusunda görüş ayrılığı yaşandı. Hafız Rıza  “Tanrı uludur” şeklinde çevrilmesini savunurken, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal “Allah uludur” şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunuyordu. Her iki söylenişi de birkaç kez dinleyen Atatürk, “eskisi unutulsun” diyerek Rıza Bey’in “Tanrı uludur” şeklindeki çevirini onayladı.
Türkçe ezanın sözleri belirlendikten sonra sıra hangi makamda okunacağına gelmişti. Peygamberin zamanında ezan herhangi bir makam olmadan okunurdu. Ama Osmanlının ezana kattığı bir yenilik, ezanı Saba, Uşşak, Hicaz, Segah, Rast, Dügah ve Neva gibi musiki makamlarla okumak olmuştu. Sonunda Konservatuar üyesi İhsan Bey’in ezan için belirlediği beste beğenildi ama müezzinlerinin kısa sürede bunu öğrenemeyeceği anlaşılınca yıllardan beri alışılageldiği biçimde okunmasına karar verildi.

Türkçe Ezanın Sözleri

Türkçe ezan gayrıresmi kayıtlara göre ilk olarak 29 Ocak 1932’de Kuşadası’nda Hafız Sadık Bey tarafından resmi kayıtlara göre ise 30 Ocak 1932 günü, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. O gün ikindi ezanının Türkçe okunacağını duyan binlerce kişi Fatih Cami önünde toplanmış merakla bekliyordu.  Hafız Rıfat Bey ezanı önce Arapça, ardından ise Türkçe okudu. 15 Temmuz 1932 tarihinde son metnine karar verilen ve 1950 yılına kadar okunan Türkçe ezanın sözleri şöyledir:
Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır
Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Ezanın tüm Türkiye’de Türkçe olarak okunması için yapılan çalışmaların Ramazanın birinci günü olan 29 Aralık 1932 tarihine yetiştirilmesi planlanmıştı; ne var ki planlanan günde bütün müezzinlerin hazır olamayacağı anlaşıldı. Bu nedenle bazı yerlerde geçici bir süre için Arapça ezan okunmasına izin verildi. İlk uygulamaların ardından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932’de yayınladığı 636 sayılı genelgeyle ezanın ve kametin Arapça okunması yasaklandı. Son biçimini alan Türkçe ezan metninin 800 nüshası 26 Eylül 1932 tarihinde Türkiye’deki bütün Evkaf Müdürlüklerine gönderildi. Ezanın yanı sıra salanın ve tekbirin de Arapça okunması resmen yasaklanarak Türkçe okunması emredildi ve yasaklar oldukça sıkı denetlenmeye başlandı.
Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere bir genelge göndererek “Türkçe ezan ve kamet suretlerinin memleketin her tarafında bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğunu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağını” belirtti. Böylece 7 Şubat 1933 tarihinden sonra İstanbul’da -Evkaf Müdüriyetinin tebliği ile- bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı. Hatta ABD’nin Detroit kentinde yaşayan Türkler ezanın Türkçe metnini istemişler ve 1933’ün Mayıs’ından başlayarak ezanı Türkçe okumuşlardı.
1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşanan olaylar dışında ezanın Türkçeleştirmesine yönelik büyük bir tepki oluşmadı. Eylemler ya bireyseldi ya da kaçamaktı. Örneğin cezai ehliyeti olmayan delilere ve çocuklara Arapça ezan okutularak yasak delinmeye çalışılıyor, ya da Ticani tarikatı üyeleri milli maçlar sırasında Arapça ezan okuyup yasağı bireysel olarak deliyordu. Ezanın Arapça okunmasının bir genelgeyle yasaklamasından sonra, bu yasağa aykırı davrananlara verilecek cezanın yasal dayanağı  ise ancak 2 Haziran 1941’de çıkarılan 4055 sayılı yasa ile sağlanmıştır. Yasanın gerekçesi şudur: “Arapça zihniyetini eski zihniyete bağlayan, eski ananelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak.” Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesine eklenen fıkraya göre, Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapis cezası alacak ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi.

Türkçe Ezanın Son Bulması

Böylece 18 yıl süresince Demokrat Parti iktidara gelene kadar militan birkaç ses dışında yerleşmiş sayılan Türkçe ezan uygulamasına ciddi anlamda bir tepki olmadı. Ancak, 18 Temmuz 1945 tarihinde Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşuyla başlayan çok partili demokrasi dönemiyle birlikte Türkçe ezan konusundaki muhalefet artmaya başladı. Hatta oy kaygısı nedeniyle CHP içinde bile çatlak sesler ortaya çıkmaya başladı.
Muhalefet yıllarında DP, Arapça ezancılara angaje olmuştu. Ve kapalı kapılar arkasında verilmiş bulunsa da; iktidara gelir gelmez yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vaatti. Nitekim Menderes, 1950 seçimlerini kazanmasının hemen ardından, ezanın Türkçeleştirilmesinin o dönemki gericilikle mücadele zorunluluğundan doğduğunu, şimdi bu tedbirlere gerek kalmadığını söyleyerek değişikliğin sinyallerini veriyordu. Ezan önce hükümette gayrıresmi olarak konuşulmaya başlandı. Hazırlık yapanların Bayar’dan çekindikleri, “Acaba ne der?” dedikleri söylenmiştir. Bayar ki, Atatürk devrimlerine bağlılığını her fırsatta yineleyen bir siyasetçidir. Hakkındaki bu yargı o denli sağlamdır ki, Atatürk devrimlerinden verilen ödünlerin sorumluluğu hep Menderes’e yüklenmiştir. Üstelik Bayar DP’yi kurarken İnönü’ye devrimler konusunda dikkatli olacağı sözünü de vermişti. Nadir Nadi’nin anlattığına göre Bayar, başkanlık ettiği kabine toplantısında Arapça ezan tartışılırken: “Arkadaşlar, kararımızla Atatürk’ün ruhu muazzep olmaz mı” diye sorar. Buna ilk Sağlık Bakanı Nihat Reşat Belger karşılık verir: “Büyük zaferimiz üzerine (14 Mayıs 1950) Atatürk’ün ruhu bu kadarcık kusuru bize bağışlar, efendim” der ve toplantı neşeli bir havada devam eder.
31 Mayıs 1950’de Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, 2 Haziran 1950’de Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı, 14 Haziran 1950’de Başbakan Adnan Menderes hükümetince TBMM’ye ezanın yeniden Arapça okunabilmesi için yasa teklifi verildi. 16 Haziran 1950 tarihinde Meclis’te yapılan oylama sonucunda Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesindeki “Arapça ezan ve kamet” okuyanlar hakkındaki kısmı 5665 sayılı yeni bir yasayla düzenlenerek Arapça ezan üzerindeki yasak kaldırıldı. Böylece ezanın istenilen bütün dillerde okunmasının önü açıldı. Yasanın oylanması sırsında İsmet İnönü ve birkaç arkadaşı hariç tüm CHP milletvekilleri de DP ile birlikte yasağın kaldırılması yönünde oy kullanmıştı.
Türkçe ezan uygulamasına gösterilen direnç, İslamiyet’in yanı sıra Arapçaya da kutsallık atfedilmesinden ve dolayısıyla ibadet dilinin zorunlu olarak Arapça olması gerektiğine inanılmasından kaynaklanmıştı. Oysa tarihi kayıtların da gösterdiği gibi yalnızca ezan değil namaz bile daha Hz. Muhammed’in döneminde başka bir dilde kılınabiliyordu. Günümüzde yaşanan tartışmalarda gericiliğin artmasında Arapça ezana dönüşün bir başlangıç noktası olduğu, bu kararın DP’nin Atatürk Devrimlerini sorgulayan tutumunun bir göstergesi olduğu, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımı olduğu ve karşı devrimcilere verilmiş bir ödün olduğu sıklıkla dile getirilmektedir.


19 Haziran 2018 Salı

Engizisyon Mahkemeleri: Ortaçağ Avrupa’sında Dinsel Terör



Latince “baskıcı soruşturma ve sorgulama” anlamına gelen “Inquisition” sözcüğünden gelen Engizisyon, kuşkusuz tüm Ortaçağ Avrupa’sının ve belki de tüm insanlık tarihinin en acımasız yargı sistemidir. Engizisyon Mahkemeleri, XIII. yüzyılda tarih sahnesine çıkan ve Hristiyanlıktan dönenleri, Kilise tarafından kabul edilen öğretilere aykırı hareket edenleri yargılamak için kurulmuş Katolik inanç temelli mahkemelerinin genel adıdır. Görev yaptıkları süre boyunca Engizisyon Mahkemelerinin kurbanlarının sayısı, Antik Çağ’da Romalılar tarafından katledilen Hristiyanların sayısından kat kat fazladır. Üstelik Engizisyon’un yaratıcı işkenceleri yanında Romalıların yaptıkları işkenceler oldukça sıradan, hatta çok daha insancıl sayılabilir.
Engizisyon Mahkemelerinin kurulmasıyla sonuçlanan sürecin temel nedeni, Ortaçağ Avrupa’sında din adamlarının İncil’den vazettikleriyle tam tersi olan yaşantılarının, sefahate ve lükse olan düşkünlüklerinin yoksullukla boğuşan halkı Katolik Kilisesi’nden soğutarak yeni arayışlara yöneltmesidir. 11. yüzyılın başlarında özellikle de Güney Fransa, Kuzey İtalya ve kısmen Batı Almanya’daki kafir olarak nitelendirilen Cathar, Albigeois, Patarin vb. tarikatlar böylece giderek güç kazanmış, Katolik Kilisesi’ni ve devleti yalnızca dinsel alanda değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasal anlamda da tehdit etmeye başlamıştır. Bu akımlardan ciddi rahatsızlık duyan hem Katolik Kilisesi hem de Kilise ile çerçevesi tam çizilmemiş eşgüdüm içinde davranan siyasi erk kendini önlemler alma zorunda hissetmiştir.
Kilisenin sapkın olarak nitelendirdiği bu kişilere karşı elindeki en güçlü cezalandırma yöntemi kovuşturulan kişileri aforoz etmektir. Bu kovuşturma işi ilk olarak piskoposların sorumluluğuna ve yetkisine verildiğinden “Piskoposluk Engizisyonu – Episcopal Inquisition” olarak adlandırılmıştır. Fakat anılan dönemde kilisenin sapkın grupların üyelerine verebileceği cezaların sınırlı olması, gruplara katılımın tahminlerin ötesinde bir hızla artması, yürütülen mücadelenin başarısının oldukça sınırlı kalmasına neden olur.
12. yüzyıldan başlayarak sapkın inançlar, Kilise’nin çabalarına karşın daha da güçlenerek tüm Avrupa’yı sarmaya başlar. Katolik Avrupa’nın bazı bölgelerinde (İspanya, Güney Fransa, Yukarı İtalya) sapkın inanç gruplarının varlığına ve faaliyetlerine ilişkin olarak kiliseye ulaşan bilgilerin artması üzerine, gelişmeleri izlemek, gerektiğinde müdahale etmek, heretik (sapkın) olarak nitelendirilen kafir tarikatlarının üyelerini yargılamak ve işbirlikçilerini ortaya çıkarmak üzere bir komisyon kurulur. Komisyona ulaşan bilgilerin yoğunluğu, görülmesi gereken dava sayısındaki artış, gereksinimlere yanıt verebilecek bir örgütlenmenin kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Yine Katolik Kilisesi tarafından uygulanan cezaların yetersiz kaldığına olan inancın Papalık nezdinde giderek daha fazla taraftar bulması, Papalığı, kilise hukukunun normlarına uyan, ancak daha etkin faaliyet gösterecek bir örgütlenmeye zorlamıştır.

Engizisyon Mahkemelerinin Kurulması

1183 yılında Papa III. Lucius, Kral Friedrich’in de (Barbarossa) katılımıyla, piskoposlar, teologlar ve kilise mensuplarıyla birlikte Verona Sinodu’nu toplar. Toplantının en önemli gündem maddesi, Güney Fransa’nın kırsal kesimlerinde hızla örgütlenen ve yayılma eğilimi gösteren kafir tarikatlarıyla mücadele yöntemlerinin belirlenmesidir.
1183 yılında Verona Sinodu’nda alınan kararlar, Katolik Kilisesi tarihi açısından bir dönüm noktasına işaret eder. Çünkü artık kafirlik kavramı ve kafirlere uygulanacak cezalandırma yöntemleri daha kapsamlı bir biçimde yeniden yorumlanmaya başlamıştır. Bu döneme kadar gerçek inançtan dönme ile kâfirlik arasında ayrım yapılmamış, yalnızca kâfirler acımasızca cezalandırılmıştır. Ancak artık, kilisenin otoritesini sarsan, papalığın saygınlığına dil uzatan her türlü dogma, kilisenin öğretisinden bir kopuşu/ayrılışı beraberinde getirdiği ve papalığın otoritesini yadsıdığı anlamına geldiği için kafirlik olarak tanımlanacak, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın lanetlenecek ve cezalandırılacaktır.
Engizisyon mahkemelerinin tam olarak hangi tarihte kurulduğu günümüzde dahi tartışma konusu olmakla birlikte temellerinin atıldığı tarih olarak 1184 yılı kabul edilir. Papa III. Lucius’un (1181-1185) Verona Sinodu’nda alınan kararlara istinaden 1184 yılında çıkardığı “Ad abolendam diversarum haeresum praviiatem” adlı ferman, sapkınlarla mücadelenin nasıl yapılacağını belirtir:
  • Kontlar, baronlar ve diğer senyörler, aforoz sırasında Kilise’ye silah yardımı yapılacağına söz verecekler.
  • Tüm yurttaşlar sapkın olduklarından kuşkulandıkları herkesi piskoposlara ihbar edeceklerine yemin edecekler.
  • Piskoposlar şahsen heretikleri yakalamak için yılda iki kez piskoposluğa ait köylere ve kentlere ziyaret düzenleyeceklerdir.
  • Heretik mezhep taraftarları rezil bir şekilde teşhir edilecek ve görevlerinden uzaklaştırılacak.
1233 yılına gelindiğinde Papa IX. Gregorius, Fransa’daki kafir tarikatlarının takibi amacıyla iki ferman yayınlar. 1233 tarihli iki fermandan ilki, engizitörlerin kafir avında görevlendirilmesine, diğeri ise piskoposların kafir grupların takibinde sorumluluklarının belirlenmesine ilişkindir.
Böylece 1233 yılında Piskoposluk Engizisyonu’nun yerine kurulan Papalık Engizisyonu, yeni örgütlenen Dominiken ve Fransisken tarikatlarının tam yetkilendirilmiş üyeleriyle, Papanın sınırsız gücü de arkalarında olduğu halde, resmen kurulmuş olur. Görev alanı, başlangıçta yalnızca vaftiz edilmiş Hristiyanların kilise öğretisine başkaldıranları yargılamakla sınırlı kalsa da, ilerleyen dönemde şeytana tapma, zina, cadılık, bilim adamları, Yahudiler veya Hristiyanlaşmış Yahudiler (Konvertolar) ve kısmen de Müslümanlar veya Hristiyanlaşmış Müslümanlar (Moriskolar) Engizisyon Mahkemelerinin görev alanına dahil edilmiştir.
İspanyol Engizisyonu da 1479 yılında Papalıktan bağımsız olarak, İspanya Krallığınca kurulur. Amaç, aslında dinlerini değiştirmeyip aldatmak amacıyla Hristiyanlığa geçmiş görünen Yahudileri ve İslamları cezalandırmaktı. Papalık Engizisyonu’ndan çok daha sert, çok daha acımasız olmasıyla tarihe geçecekti. İspanyol Engizisyonu kaldırılana dek, saçmalık derecesine varılan nedenlerle binlerce insana işkence yapıp onları ölüme gönderdi. Öyle ki bir kilisenin duvarı (yirminci yüzyıl sonlarında) yıkılınca, üzerlerine duvarın örülmesiyle, iki duvar arasında kalmış çok sayıda kimsenin iskeletleriyle karşılaşılacaktı.
Kilise giderek kuvvetlenen kafir akımlar içinde büyücülüğün ya da cadılığın kök salmasına da seyirci kalmayacaktır. Kafirlik kilisenin ve Tanrı’nın inkar edilmesi ise, büyücülük ve cadılık da şeytanın gücünün yeryüzünde icra edilmesidir. Tanrı’nın varlığını yadsımak, şeytanın yeryüzünde krallığının kabulü demektir; bu nedenle, Engizisyon, büyücülüğü kafirliğin eyleme geçmiş biçimi olarak gördüğü için sıkı takip altına almıştır. Bu inancın doğal sonuçları erken sayılabilecek bir dönemde görülmüştür. Papa IV. Alexander (1254-1261) 1258 ve 1260 yıllarında engizitörlere, doğaüstü güçlerin yardımıyla kilise hukukunca yasaklanmış falcılık, büyücülük, cadılık vb. eylemlerin sahiplerine hadlerini bildirmelerini emreder. Engizisyon’un başlattığı bu cadı avı döneminde binlerce kadın cadı olduklarından kuşku duyulduğu için öldürülür.

Mahkeme Süreci

Engizisyon davaları kamu adına açılır, çünkü suç kamusaldır ve iki temel kurala göre yürütülür. Birincisi, mahkeme bizzat davanın seyrine müdahil olarak suçun işlendiğini kanıtlamakla mükelleftir. İkincisi, engizisyon kavramından, kafirlerin tespiti ve yargılanması amacıyla Papa tarafından kurulmuş ağır ceza mahkemeleri anlaşılır. Engizisyon Mahkemelerinin gerçek amacı cezalandırmak değil, sanığı girdiği yanlış yoldan döndürmek ve ıslah etmektir; sanığı sahip olduğu aykırı düşüncelerden arındırmak, ortağı olduğu eylemlerin yanlışlığına ikna etmek her zaman mümkündür.
Engizisyonun mücadelesinde inquisitio sürecini başlatan en önemli unsur şüphedir. Kilisenin anlayışına göre putperestlik, şeytana ve kafir tanrılarına hizmet amacına yönelik gizlice yürütülen bir faaliyet olması nedeniyle ancak şüphe ile ortaya çıkarılabilir. Engizisyon Mahkemelerinde dava, kişi hakkında “kötü duyumlar” alınması nedeniyle açılmış olabilir. Kötü duyumların anlamı, sorguya çağrılan kişi hakkında kanıtların olmaması, ancak din dışı düşünceler içinde bulunduğundan duyulan kuşkudur. Şayet sorguya çağrılan kişini aile bireylerinden herhangi birinin daha önceden heretik gruplara üyeliği biliniyorsa, “kötü duyumlar” söz konusudur. Bunun, kafir tarikatlarının yoğun olarak faaliyette bulunduğu bölgelerde uygulanan olağan bir yöntem olduğu bilinmektedir.
Zanlıların engizisyon mahkemelerine çıkarılmasına katkıda bulunan bir diğer önemli unsur muhbirlik ve ihbar faaliyetleridir. Bu yöntem, engizitörlerin kafirler, işbirlikçileri ve destekçileri hakkında bilgi edinmesini sağlayabildiği için tercih edilirdi. Muhbirler, noter ve tanıklar önünde verdiği yeminli ifadeyle ihbarda bulunurdu.
Başkalarının sapkın eylemleri hakkında bir şeyler bildiği halde, bunları engizisyon yargıçlarına ve mahkemenin diğer üyelerine anlatmayanlar, bu sapkın grupların eylemlerine ortak olmuş sayılır ve kafirlik suçundan yargılanırdı. Bu durum muhbirliğin kurumlaşmasına en temel nedenidir. Heretik takibata maruz kalan ailelerin mal varlıkların, soruşturma sonucuna göre kolaylıkla el değiştirmesi de muhbirliğin artmasının bir diğer nedendir. Bu süreci fırsat bilen komşular, hatta aile bireyleri dahi ihbar kervanına katılmışlardır.
Şüphe ya da ihbar yoluyla sapkınlıkla suçlanan kişilere yaklaşık 15-30 gün arasında bir süre tanınır, bu sürenin sonunda suçlarını itiraf edip tövbe etmeleri beklenirdi. Bu süre içinde suçlarını itiraf etmeyenler mahkemeye çağrılır, gelmezlerse zor kullanılarak mahkemelere getirilir ve mahkeme süreci başlardı.
Zanlı sorgulanmaya başlamadan önce hangi suçları işlediği, muhbire atfen (ancak muhbirin kimliği verilmeden) kendisine bildirilir, işlediği suç veya suçlara ilişkin ayrıntılar muhbir tarafından mahkemeye verilememiş ise, zanlı genel olarak heretik tarikatlara üye olmak suçundan yargılanmaya başlar. Suçlanan kişinin avukat tutma hakkı vardır. Ancak zaman içinde sapkınları savunan avukatların da sapkınlıkla suçlanmaya başlamasıyla, doğal olarak bir daha sapkınları savunacak avukat çıkmamıştır.
Engizisyon Mahkemelerinde davalar belli bir amaçla açıldığı ve mutlaka sonuçlandırılması gerektiği için, sanıklara ilişkin her türlü kişisel bilgi ve belgenin toplanması ve değerlendirilmesi büyük bir titizlikle yapılırdı. Yargılama sürecinin esas amacı, herhangi bir karara varılmaksızın, zanlının veya suçlunun suçunu itiraf etmesidir ve bunun temel aracı çoğu zaman Engizisyon işkenceleridir.
Soruşturma ilerledikçe işkencenin de katkısıyla, diğer suç isnatları kendisine kabul ettirilir. Fakat çoğu zaman suçlanan kişinin itham edilen suçları kabul etmesi de yeterli gelmez; işkenceden kurtulmak isteyenler zorunlu olarak karısını, çocuklarını, anne babasını ya da yakın dostlarını da suçlamak zorunda kalır.
Engizisyon Mahkemesi’nde bir kez yargılanan birinin beraat etmesi mümkün değildi. En iyi olasılıkla tüm haklarından mahrum edilirdi. Kuramsal olarak, bir tek Papa’nın, karar tebliğ edilmeden önce davanın yeniden görülmesini isteme yetkisi vardır. Bu gibi durumlarda yeniden görülmeye başlanan davanın tüm giderleri sanığa ait olurdu. Heretiklik suçlamasıyla yargılanan bir sanık firar ettiğinde, gıyaben kafirlikten hüküm giyer ve suçu kesinleşirdi. Sorgulamanın sonucunda ya sanığın suçu kanıtlanır, ya masum olduğunu iddia etmesine karşın kafirlikten suçlu bulunur ya da hal ve davranışlarından kafirlik suçu işlediğine karar verilirdi. Kısacası her halükârda sanık heretiklikten yargılanarak cezalandırılırdı. Sanık, mahkemenin nihai kararı açıklanana kadar nasıl bir cezayla hüküm giydiğini öğrenemezdi.
Engizisyon Mahkemeleri tarafından verilen cezalar şöyle özetlenebilir:
  • Ölüm cezası,
  • Hapis cezası,
  • Malların müsaderesi ve evlerin yıkılması,
  • Kamçılama cezası,
  • Resmi kurumlardan men cezası,
  • Hacca gönderme cezası,
  • Kafirlik işareti taşıma cezası
  • Tövbe etme, sürgün, oruç tutma, dua ezberleme, aforoz ve para cezaları gibi uygulamalar.
Engizisyon Mahkemesi’nin nihai kararı sanığa, kalabalığın önünde düzenlenen bir törenle açıklanır. Aynen sorgulama sürecinin başlangıcında olduğu gibi halk ve ruhban kesiminin üyeleri kararın sanığa tebliğ edilişini izlemek üzere toplanırlar. Yargılama sonucu alınan kararın sanıklara Pazar günleri tebliğ edilmesi kuraldandır. Karar açıklama törenine katılan eyalet yetkilileri veya yöresel memurların yemin etmesinin ardından, öncelikle cezaları hafifletilen sanıklara ilişkin kararlar açıklanır. Kimi zaman ağır ceza mahkumiyetleri, kilisenin hizmetinde çalışma cezasına çevrilirken, kimi zaman da kiliseden ihraç cezasıyla kurtulabilmek olanaklıdır. Nedamet getirme hiçbir zaman tam anlamıyla ağır ceza mahkumiyetinden kurtuluşla sonuçlanmasa da, verilecek cezanın hafifletilmesine katkıda bulunabilir. Hafifletilmiş cezalara verilebilecek çarpıcı bir örnek, sanığın giysisinin üzerine çizilen sarı bir haç işaretiyle dolaşması, teşhir edilmesidir. Mahkum sarı haç işaretini cezası bitene kadar herkesin görebileceği bir biçimde sürekli taşımak zorundadır. Elbisenin üzerinde taşınacak sarı haçın büyüklüğü, kullanılacak boya ve benzeri ayrıntılar engizisyon mahkemesi tarafından belirlenir.
Kararın açıklanması aşamasında, cezaevi mahkumiyetlerinin kilisenin hizmetinde çalışma cezasına dönüştürülmesi olanağı her zaman vardır. Üç farklı ağır ceza mahkumiyeti söz konusudur. En hafif cezaevi mahkumiyeti olan “murus largus”da mahkum cezasını diğer mahkumlarla bir koğuşu paylaşarak geçirir. Mahkumiyetin biraz daha ağır bir biçimi olan “murus strictus”ta mahkum tek kişilik hücreye kapatılırken, “murus strictissimus”ta tek kişilik hücre cezasına ek olarak prangaya vurulma söz konusudur. İflah olmayacağı düşünülen inatçı kafirler ise tek kişilik hücrede yaşam boyu prangaya vurulmaya mahkûm edilir. Son anda yakılmaktan kurtulan kafirlerin affedilmesi ise, yaşam boyu tek kişilik hücrede prangaya vurulmaları anlamına gelir.
Engizisyon Mahkemelerinin verdiği ölüm cezası ise üç farklı biçimde uygulanırdı:
  • Diri diri toprağa gömme,
  • Suda boğma,
  • Ateşte yakma.

Engizisyon Mahkemelerinin Hiyerarşik Yapısı ve Engizitörler


Tanrının yeryüzündeki temsilcisi Papa, engizisyonun da tartışmasız lideriydi. Engizisyon Mahkemesi sıradışı bir yargı mekanizması olarak, Papalık hiyerarşisinde yer alan diğer üyeler ve hatta üst düzey tarikat mensuplarından bağımsız, herhangi bir sansür ve denetime bağlı olmadan faaliyet gösterirdi. Engizisyon Mahkemelerinin böyle bağımsız ve olağanüstü yetkilerle donatılmış olarak çalışmasına izin verilmesinin nedeni, şeytanın emrine girerek “‘Katolik Dünya” ülküsüne savaş açmış sapkın tarikatlarla hızlı ve kararlı bir savaş yürütebilmektir.
Engizitörler Papa tarafından atanır ve sadece ona karşı sorumludurlar. Ancak kafir tarikatlarının takibiyle görevlendirilmiş bu ordunun 13. yüzyılın ortasından itibaren Papalığa ulaştırdığı bilgilerin sayısı o denli artmıştır ki, Roma bu bilgileri değerlendiremez hale gelmiştir. Papa IV. Urbanus (1261-1264) bu konuya “yetki devri” yoluyla bir çözüm bulmuştur. Mahiyetinden kardinal Gaetano Orsini’ye farklı bölgelerden gelecek bilgileri değerlendirme ve ülkeler arasında engizisyon faaliyetlerini koordine etme görevi vererek onu başengizitör olarak atamıştır. Zamanla rekabet içine giren kardinallerin de baskısıyla Papalık sahip olduğu büyük gücü paylaştırmak zorunda kalmıştır. Böylece Papalık sarayında birçok yetki engizitörlerin eline geçmiştir.
Engizitörler başlangıçta Dominiken Tarikatının üyelerinden seçilmekle birlikte, zamanla Fransiskenler de Engizisyon Mahkemelerinde görev almaya başlamışlardır. Engizisyon Mahkemelerinin görev alanının genişlemesi ve iş yükünün artmasıyla farklı tarikatlardan, hatta ruhban sınıfından olmayan kesimlerden seçilmiş engizitörlere sıkça rastlanır olmuştur. Farklı geçmişlere sahip olan engizitörlerin seçilme yaşı, Papa V. Clemens (1305-1314) döneminde 40 olarak belirlenmiştir. Zalim ve merhametsiz, enerjik, kariyer düşkünü, hırslı ve fanatik bir yapıda olmak engizitörlüğe seçilecek kişide aranan niteliklerin başında gelmektedir. Temiz bir geçmişe sahip olmak engizitörlüğe seçilmede önemli bir avantaj sağlamakla birlikte, bazı istisnalar da mevcuttur. Örneğin, Dominiken Robert le Bourge tövbe etmiş eski bir Katharosçu olarak 1233 yılında Loire bölgesi engizitörlüğüne aranmıştır. Engizisyon tarihinde, işlediği suçlardan dolayı kilise tarafından yargılanarak cezalandırılan ilk ve son engizitör ise Le Bourge’dur.
Tutkulu bir Aziz Tommaso hayranı olan Eymeric hazırladığı “Directorium Incfuisitorum” adlı eseriyle sapkınlara ilişkin kapsamlı bir incelemenin yanı sıra, meslektaşlarına sapkınlara uygulanacak sorgulama, işkence ve infaz yöntemleri konusunda yeni bilgiler aktarmıştır. Yukarıda sayılan tüm engizitörler içinde, acımasızlığıyla ünlenmiş, İspanya’nın ilk başengizitörü Thomas de Torquemada’ın ayrı bir yere sahiptir. Görevde bulunduğu 9 yıl içinde (1480-1489) sorguladığı yaklaşık 100.000 kişinin 9000’ini işkenceyle sorguladığı tahmin edilmektedir.
Engizitör sınırsız yetkilere sahiptir; herhangi bir kenti ziyaretinden birkaç gün önce, kilise yetkililerinden halka “olabildiğince kısa bir süre içinde toplanarak günah çıkarmaları” talimatını vermelerini isteyebilir. Yine toplu günah çıkarma eylemine katılmayanların “ipso facto” kiliseden ihraç edileceği engizisyonun talimatı olarak halka duyurulmak zorundadır.  Tek başına bu örnek dahi, engizitörlerin ne denli büyük bir güce sahip olduklarını ve bu gücü ne denli kötüye kullandıklarına işaret etmektedir. Papa dışında hiçbir güç onların kiliseyle ilişkisine son veremez. Papanın maiyeti dahi özel izin almaksızın engizitörleri uyaramaz, görevden el çektiremez. Engizitörün faaliyetlerini kısıtlayan ve engelleyen herkes aforoz edilir. Engizitörler hiyerarşik yapılanmada, en az kendileri kadar acımasız kafir avcıları olan piskoposlardan önde gelirler. Papanın, piskoposlara “kardeşim” diye hitap ederken, engizitörlere “oğlum” diye hitap etmesi aralarındaki ilişki hakkında bir fikir vermektedir.

Kutsal Engizisyon Mahkemesi Heyeti

“Kutsal Engizisyon Mahkemesi Heyeti”, bir ya da iki engizisyon yargıcı, bir noter, konuşmaların tutanağını tutan bir kâtip, doktor ve cellattan oluşur. 14. yüzyıldan itibaren davalarda engizitörlere yardımcı olmak üzere ruhban sınıfından gelme hukukçular görevlendirilmeye başlamıştır, Temel görevleri, davalı hakkında düzenlenen iddianame ve kararın sivil hukuk hükümleriyle çelişmesini engelleyecek düzenlemeler yapmaktır. Ancak uygulamada, kendilerine sanık hakkında verilen kısıtlı bilgilerle (tanıkların ismi genellikle gizli tutulur) hazırlanan dosya hakkında objektif, güvenilir görüş bildirebilme olanağına sahip değillerdir, zira muhbirlerin ismi, engizitörler tarafından sanığa uygulanan işkencede gizli tutulur. Pratikte engizisyon mahkemelerinin bir memuru olarak görev yapan hukukçular yalnızca sanık tarafından verilen ifadede yer alan bilgilerin kurallara uygun tutanaklara geçirilip geçirilmediğini kontrol ederler.
Davayı başından sonuna kadar izleyen, sorgulamaya ve işkenceye tanıklık eden noterin esas görevi, sanığı ve tanıkların İfadelerinin kilise hukukunun normlarına uygun olarak alındığını onaylamaktır. Ataması papa tarafından yapılan noter ücretini engizitörden alır. Mahkeme heyerinde yer alan kâtipler, genellikle Dominiken Tarikatı üyesi rahipler arasından atanır. Kâtipler diğer engizisyon mahkemesi üyeleri gibi ketum olmak zorundadır. “Kutsal Mahkeme”nin faaliyetleri hakkında konuşmak ve verilen kararlar üzerine yorum yapmak ağır ceza gerektiren bir suçtur. Her adımlarında engizitörlere karşı sorumlu olan noterler ve kâtipler, davaya ilişkin tüm belgelerin altına attıkları imzalarla yargılama sürecini meşrulaştırmış olurlar.
Mahkeme komisyonunda yer alan doktorun iki görevinden biri, sanığın sorguda işkence nedeniyle “erken ölmesini engellemek, diğeri ise cellatlara işkence sanatlarını icra ederken yardımcı olmak, yeni “teknikler” göstermektir.
Yukarıda anılanlara ilaveten, heyete yardım eden, ikinci dereceden destek hizmet sunan bir yardımcı personel grubu vardır. Bu grupta engizisyon mekanizmasının işleyişini kimlikleri mahkemede “gizli” tutularak kolaylaştıran muhbirler, hapishane gardiyanları, kuryeler ve diğer hizmetli personel yer alır. Gizli muhbirler toplumun farklı kesimlerindendir; krallık sülalesinden, basit köylülere, din adamlarından aristokratlara uzanan toplum kesimlerinden geniş bir katılım olmuştur. ‘Engizisyon Ailesi’ne katılmış bazı saygın vatandaş ve aristokratlar sanığa yargılandığı davada başından sonuna kadar eşlik ederek bir tür gönüllü yardım ile vicdanlarını rahatlatma yoluna gitmişlerdir. Görevleri, hüküm giymiş kâfirle konuşmak, moral vermek, nedamet getirmesini sağlayarak kiliseyle tekrar barıştırmaktır. İnfaza hazırlık sürecinde de devam eden görev, kurbana engizisyondan yakılmaya gidene kadar eşlik edilmesi, ateşin yakılmasına yardım etmek ve ateşi güçlendirmek için çalı çırpı atmak gibi ritüellerle sona erer. Tahmin edileceği üzere, bu “onur” sadece toplum tarafından takdir edilen, liyakat sahibi kişilere verilir. Engizisyonun tam randımanla çalıştığı dönemlerde “onur” peşinde koşan gönüllü yardımcıların sayısı yüzlerle ifade edilir olmuştur.
Peki Avrupa Engizisyon denilen lanetten ne zaman kurtuldu? Engizisyon Mahkemeleri ne zaman kaldırıldı?
Avrupa’nın Engizisyon Mahkemelerinin kaldırılması için yüzyıllar boyunca beklemesi gerekmiştir. Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve pragmatik bilimleri de beraberinde geliştirmesi, kilisenin ve engizisyonun giderek etkisizleşmesine neden oluyordu. Bu gelişmelere paralel olarak Papalık Engizisyonu’ndan ayrı olarak kurulan Portekiz Engizisyonu 1820’de, İspanyol Engizisyonu ise 1834’de kaldırılarak çalışmalarına son verildi. Papalık Engizisyonu ise Vatikan Konsülü’nde alınan kararlar doğrultusunda 1908 yılında “Kutsal Büro”ya (Saint Office) dönüştürüldü. 1965 yılında ise adı “The Congregation for the Doctrine of the Faith- CDF”  olarak değiştirildi.
Dipnot: Engizisyon Mahkemeleri tarafından verilen ölüm cezalarını ya da korkunç işkence yöntemlerini merak eden tarih meraklıları, “Engizisyon İşkenceleri ve Ölüm Cezaları Nasıl Uygulanırdı?” makalemizi okuyabilirler.

Engizisyon İşkenceleri ve Ölüm Cezaları Nasıl Uygulanırdı?



Engizisyon Mahkemelerinin verdiği ölüm cezası üç durumda uygulanırdı:
  • Sanık işlediği suçun temelindeki büyük yanılgının varlığını kabul ederek aman dilemez, ıslah edilmek için çaba göstermezse,
  • Tövbesinden dönerse,
  • İsa’yı yadsımak gibi, Hıristiyanlığa karşı kesin bir inançsızlık içinde bulunduğu kanıtlanırsa.
Engizisyon Mahkemeleri tarafından 17. yüzyılın başına kadar kısmen uygulanan ölüm cezaları, bazen başka yöntemler kullanılsa da “diri diri yakma”, “suda boğma” ve “diri diri toprağa gömme” olarak üç farklı grupta toplanabilir.
“Diri diri toprağa gömme” cezası, özellikle toplumun kutsal saydığı değerleri çiğneyen, geleneklere aykırı davranan, zina, eşin öldürülmesi ve çocukların katli gibi durumlara ilaveten ağır ceza gerektirecek hırsızlık vakaları için de uygulanır. Diri diri gömülmenin Cermenlerden katma bir infaz ritüeli olma olasılığı fazladır. “Suda boğma” Hıristiyanlığın kutsal saydığı değerler açısından daha makbul olmakla birlikte, infazın yapılacağı bölgede nehir, göl veya bataklık olmaması durumunda ritüel “diri diri gömülme” şeklinde gerçekleştirilir. 1585 yılında Frankfurt’ta, kocasını yatakta 64 yerinden bıçaklayarak öldüren bir kadının infazı diri diri gömülmenin bilinen en son örneğidir.
Bir infaz yöntemi olarak “diri diri gömülme” 15. ve 16. yüzyıllarda uygulanmışsa da, “diri diri yakılma” ve “suda boğma” ile karşılaştırıldığında daha ender uygulanan bir yöntemdir.
Çoğunlukla kadınlara uygulandığı bilinen “suda boğarak infaz” kutsal değerlere, özellikle de kilisenin manevi kişiliğine karşı suç işlemiş olanlara, çocuk katillerine, eşlerini aldatanlara (kilisenin kadınlara dair önyargısı nedeniyle doğal olarak kadınlar çoğunluktadır) ve kafirlere karşı uygulanmıştır.
Suda infazda, suyun arındırıcı gücü, suçlunun kötülüklerinden temizlenmesini sağlar. Suda boğma 16. yüzyıl Avrupası’nda çok sık uygulanan bir yöntem olmakla birlikte, 17. yüzyıldan itibaren yaygınlığını kaybetmiş, Prusya ve Saksonya’da (Almanya) yalnızca çocuk katillerine karşı kullanılmıştır.
Bu infazda suçlu, elleri ve ayakları arkadan birbirine bağlanmış halde bir çuvalın içine çıplak olarak konur, ağzı sıkıca bağlanan çuval bir köprüden aşağıya, nehre bırakılır. Cellat suya bırakılan çuval su üstüne çıkmasın diye elindeki uzun sopayı çuvalın üstüne bastırır. Kurtulmak olanaksızdır. Çünkü herhangi bir kişinin bağlarından kurtulup bir şekilde çuvaldan çıkması da cadılık alameti olarak değerlendirilir.
Suda boğma ritüelinin, Roma hukukundan geldiği tahmin edilen bir diğer versiyonunda suçlu, 3 veya 4 adet hayvanla beraber bir çuvala konur ve çuvalın ağzı bağlanır. Çuvala konulacak hayvanlar köpek, horoz, yılan ve maymun olarak belirlenmiş olsa da, maymun ve yılanın temin edilmesindeki zorluklar nedeniyle, maymunun yerine bir kedi, yılanın yerine ise bir yılan resmi konulur. Çuvala, suçlunun yanına bu hayvanların konulmasının nedenleri bugün hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Yılan (baştan çıkaran), maymun (zinaya yönlendiren, şehvet uyandıran) gibi hayvanların Hıristiyanlıktaki simgesel anlamları göz önünde bulundurulduğunda, cezanın ağırlaştırılması amacının güdüldüğü, suçlunun işkence çekerek (suya giren hayvanların çuvalın içinden kurtulmak için çırpınışları nedeniyle) utanç içinde ölmesinin amaçlandığı kesindir. Maymun, özellikle de bir elinde aynayla tasvir edilen dişi maymun, ortaçağda, erkekleri yoldan çıkaran zekâsıyla, şehvetin, iffetsizliğin kaynağı olarak görülen kadınla özdeşleştirilmiştir. Hıristiyan ikonografisinde zincire vurulmuş maymun motifi tutsak edilmiş şeytanı temsil eder.

Tam Anlamıyla İmha: Diri Diri Yakılma

Üçüncü ve bütünüyle mükemmelliyetçi bir infaz yöntemi olan “diri diri yakılma” tam anlamıyla bir imha ve temizle(n)me anlamına gelir. Engizisyon Mahkemelerinin ceza hiyerarşisi içinde en ağırı diri diri yakılmaya mahkum edilmektir. Cadılık, kâfirlik, zehir terkipçiliği, hayvanlarla cinsel ilişki ve kalpazanlıktan hüküm giyenler için yakılma vazgeçilmez bir infaz yöntemidir. Yakılarak infaz 16. yüzyıl boyunca özellikle de kadınlara karşı cadı avının tüm hızıyla sürdüğü bölgelerde yoğun bir biçimde uygulanmıştır. Yakılarak ölüme mahkum olan suçlunun, özellikle odun yığınının yavaş yandığı durumlarda uzun süre acı çekmesini engellemek için, odun yığınına çıkarılmadan önce boğularak öldürülmesi, daha sonra yakılması sıklıkla olmasa da, başvurulan bir yöntemdir.
Suçlunun yakılarak öldürülmesi, üzerinde ayrıntılı bir biçimde düşünülmüş kusursuz bir tasarım olarak karşımıza çıkar. Engizisyon Mahkemesi tarafından ölüme mahkum edilen kişinin cezasının infazı, Pazar günleri ya da diğer (dini) tatil günlerinde, çocuk, kadın, yaşlı, genç kalabalık bir izleyici kitlesi önünde şenlik, bayram havasında, genellikle kasaba ve şehir meclisinin bulunduğu geniş alanlarda gerçekleşir.
İnfaz için Pazar (tatil) günlerinin ya da kutsal günlerin seçilmesinin nedeni, yalnızca katılımın arttırılmasını sağlamak için değildir. Engizisyon Mahkemeleri’nde ve daha sonraki yıllarda devreye giren sivil mahkemelerde, kiliseye karşı işlenen suçlardan dolayı ölüm cezasına çarptırılanların yakılarak infaz edilmesi, suçlular için bir tür arınmayı temsil ettiği için, infaz ritüelinin Hıristiyanlığın kutsal saydığı günlerde veya Pazar günleri yerine getirilmesi, yakılanın, özünde saf ve temiz olan ruhu için yerine getirilmesi gereken son bir görev olarak görülür.
Mahkeme tarafından suçluluğuna hükmolunan kişi, eğer yargılanma aşamasında önemli sayılabilecek itiraflar yapmışsa, yani engizisyonun istediği gibi ifade verebilmişse, yakılmadan önce boğularak öldürülme şansına sahip olabilir. Böyle bir şansa kavuşamayarak  diri diri yakılan suçluların çığlıklarının izleyicileri tedirgin etmemesi amacıyla işkence uygulanırken de yararlanılan “boğma armudu” ya da “işkence maskesi” kullanılır. Çelik ya da bronzdan yapılan “boğma armudu” zanlının işkence görürken bağırmasını engellemek için düşünülmüş basit bir düzenektir; işkence görenin ağzını neredeyse tamamıyla kaplayacak şekilde, kösele ya da vidalarla başın arkasında sabitlenmiş olarak tüm ağız boşluğunu kaplar. Böylece suçlunun çığlık atmasının ya da bağırmasının önüne geçilmiş olur. İşkence maskesi, yüzü önden tamamıyla saran bir blok kısım ve başın arkasında birbirine kavuşan demir halkalardan oluşur. Yalnızca çeneye yerleştirilen ve ağzın -dilin- oynatılmasına engel olan daha basit şekli de aynı amaca hizmet eder.
Bazı engizitörler daha da ileri gidip, sapkın olarak öldüklerini sonradan saptadıkları kişilerin kadavra ve kemiklerini mezarlarından çıkararak atların arkasına bağlayıp şehirlerin içinde sürüklettirip ardından yaktırmışlardır. Ya da bazen suçlunun yanında kurban da aynı cezayı paylaşmak zorunda kalmıştır. Örneğin 17 Eylül 1605 tarihinde Johnne Jak (nam-ı diğer Scott) adlı kişi hayvanlarla cinsel ilişkiye girmekten suçlu bulunup yakılırken yanında başka bir kurban daha vardı: Cinsel ilişkiye girdiği iddia edilen kısrak!
Ölüme mahkum edilenlerin cezasının infazı, infaz kararı engizisyon mahkemelerinde alınmış olmakla birlikte, dünyevi mahkemelerin gözetiminde yapılır. Bu uygulamanın nedeni, kilisenin elini kana bulamak istememesi ve hiçbir üyesinin silah taşıma yetkisinin olmamasıdır.

İtiraf Yöntemi Olarak Engizisyon İşkenceleri

Kilise karşıtı sapkın gruplara karşı yürütülen davalarda işkence uygulanması konusunda 1252 yılında Papa IV. Innocentius, 1265 yılında da Papa IV. Clemens tarafından ferman çıkarılmıştır. Papa IV. Innocentius’un işkenceye onay veren 1252 tarihli fermanı “Ad exirpanda”da şunlar yazar:
Zorunlu kalındığında soruşturmaya alınan tüm sapkınlar; inançlı ruhların katili ve felaketi, kutsal varlıkların hırsızları olarak yanlışlarından dönmeye ve işbirliği içinde oldukları diğer kafirlerin isimlerini vermeye, aynen basit hırsızlar ve haydutların işledikleri dünyevi suçlarda uygulandığı üzere, güç kullanılarak zorlanabilirler.
Engizitörler için işkence, kısa sürede heretiklerin sapkın inançlarının gün ışığına çıkartılmasında, işbirlikçilerinin deşifre edilmesinde ve en önemlisi girdikleri ‘‘yanlış” yoldan döndürülmesinde vazgeçilmez bir araç olmuştur. Engizisyonun insanlar üzerinde sahip olduğu gücü besleyen en önemli kaynak, sorguya çağırılıp işkence görme korkusudur.
Sanığa işkence edilme süresi, engizisyonun gereksinim duyduğun bilgilerin verilmesi, yani amaca uygun bir itirafın yapılmasıyla ya da bedeninin işkenceyi kaldıramayacak duruma gelmesiyle sınırlıdır. Engizisyon, sapkın olduğunu itiraf etmiş bir sanığa işkence uygulamaya devam edilmesini “haklı nedenleri olmayan” bir zalimlik olarak görmektedir. Fakat bu durum pratik uygulamada anlamını yitirmiş, çoğu zaman kurbanlar işkence görürken ölmüştür.
Suçlamaları kabul ettikten sonra, sanığın kafirliğinden tövbe ettiğini ve kilisenin bağışlayıcı, kurtarıcı kollarına sığındığını söylemesine izin verilir. Şayet sanık kendisine sunulan bu olanağı değerlendirir ve söylenenleri harfiyen yerine getirirse, nispeten hafif bir cezayla engizisyondan kurtulmayı umabilir. Ancak engizisyon dava üzerinde daha uzun süre çalışmaya karar verirse, bu sürecin sonucunda ağır bir cezanın çıkması kaçınılmazdır.
Sanığın, ifadesinin işkence altında alındığını ve kendi arzusu ile imzalamadığını iddia ettiği durumlarda, engizisyon, “tövbesini bozan”ın daha önce yeteri kadar işkence görmediğine karar verir, sanık tekrar sorguya alınarak gerçek bir tövbekar oluncaya kadar işkenceye devam edilir. Örneğin Lizbon’daki Maria ed Coceicao davasında sapkınlıktan yargılanan bir kadın işkence sırasında daha fazla dayanamayıp kendine yöneltilen tüm suçlamaları kabul etmiş, fakat işkence sona erdikten sonra her seferinde daha önce söylediklerini inkar edince işkence tam üç kez tekrarlanmıştı.
Suçlarını itiraf etmeyenler için kurtuluş yoktu. Büyücülükle suçlanan Doktor Fian’ın (nam-ı diğer John Cunnigham) davası bu konuda göze çarpan bir örnektir. Aşağıdaki satırlar, büyücü olduğu gerekçesiyle Engizisyon’un pençesine düşen Doktor Fian’ın (nam-ı diğer John Cunnigham) davasına değinen  Pitcairn’in “Criminal Trials” (1833) adlı eserinden alınmıştır:
Bütün tırnakları parmakları boyunca yarıldı ve İskoç­ya’da Turkas, İngiltere’de kerpeten dediğimiz bir aletle çekildi ve her tırnağın altına başları bile girecek biçimde ikişer iğne sokuldu. Hiçbir cadının dayanamayacağı bütün bu işkenceler boyunca Doktor zerrece sarsılmadı; üzerinde bütün işkenceler denendiği halde suçlamaları kabul etmedi.
O zaman, anında emir verildi ve adam yeniden çizme işkencesine alındı, orada uzun zaman kaldı ve bacaklarına o kadar darbe indirildi ki ezilip dövülmeyen en küçük yeri kalmadı; kemikleri ve etleri öyle yaralanıp berelenmişti ki akan kan ve iliğin haddi hesabı yoktu; dolayısıyla bir daha yürüyemedi.
Tüm bu işkence seanslarının sonunda engizitörler hiçbir itiraf alamamalarına karşın Dr. Fian suçlu bulundu. Önce boğuldu ve ardından gövdesi yakıldı.
İşkencenin adı bile yeterince korkutucuydu. Bu nedenle fiziksel işkenceye geçilmeden önce sanık, engizitörler tarafından bir tür psikolojik işkenceye tabi tutulurdu.
Tamamen karanlık bir zindanda uzun süre tek başına bekletilen suçlu, direncinin kırıldığı düşünüldüğünde siyah giysili ve maskeli adamlar tarafından işkence yapılacak odaya götürülürdü. Burada uzun bir masanın ardında, önlerinde sanığa ilişkin kâğıtlar olan esrarlı kişiler yani engizitörler kurbanı beklerdi.
Bir ritüeli andıran bu süreçte sanığa işkence aletleri teker teker ayrıntılı bir biçimde tanıtılır. Kutsal Kitap sorgulama süresince daima engizitörlerin önünde açık durur. Engizitörler kurbana seslerini yükseltmeden, olabildiğince sakin, herhangi bir hakaret unsuru içermeyen bir konuşma yaparlar. Sanığa nedamet getirmesi, tevazu göstermesi, aklıselim olması, yaptıklarından ötürü kiliseden af dilemesi ve suçunu itiraf etmesi durumunda, Mesih İsa’nın yakarmalarını duyacağı anlatılır.
Engizisyonun işkence odasında, resimlerde betimlendiği gibi her türden işkence aleti bulunmaz. İşkence adım adım yürütülmesi gereken, giderek ağırlaşan bir ritüel olması nedeniyle ilk kez işkenceye alınanlar için soğuk, nemli, yarı aydınlatılmış sade bir mekândır yalnızca. Hiçbir penceresi olmayan yer altındaki bu odaların zeminleri ise işkence sırasında dökülen kanları emebilmesi için çoğunlukla kum ya da talaşla kaplıdır.
İlk kez işkenceye alınanlar işkence odasında işkence masası ve kırbaçla tanışırlar; sıklıkla kurban aç ve susuz bırakılır. İşkenceden hemen sonra sanık, doktor tarafından muayene edilerek tedaviye alınır. Sanık soruşturmasının ilerleyen aşamalarında aynı mekânda veya farklı mekanlarda daha ayrıntılı işkence aletleriyle karşılaşır. İşkence, her aşamada şiddetini ve dehşetini giderek artıran biçimde uygulanır.
Filistin askısı, kazığa oturtma, kemikleri parçalama ya da kadın sapkınların göğüs uçlarını sökmek için kerpeten kullanılması gibi sıradan işkencelerin yanında Engizisyon işkenceleri içinde sıradışı olanları da vardı. Çünkü deyim yerindeyse Engizisyon Mahkemeleri işkenceyi adeta bir sanat ya da bilim dalı haline getirmişti. Yine de belirtmek gerekir ki, bölgelere göre biraz değişiklik gösterse de işkence için yaş sınırı belirlenmişti: kadınlar için dokuz buçuk yaş, erkekler için on buçuk.

Sıradışı Engizisyon İşkenceleri

Böğüren Boğa İşkencesi:Engizisyon işkenceleri içinde en acı vericilerinden biri Antik Yunan’dan gelen “Böğüren Boğa” ya da “Sicilya Boğası” adı verilen işkenceydi. Metalden yapılmış olan bir boğanın içine elleri bağlanmış biçimde suçlu çıplak olarak yerleştirilir ve ardından kapak kapatılırdı. Boğa, altında yakılan ateşle iyice ısıtılırken, içindeki sanık acıdan bağırmaya başlardı. Bu da boğanın böğürmesine benzer bir ses çıkmasını sağlardı. Sesin şiddetine göre kişinin ne derece suçlu olduğu anlaşılırdı. Eğer kişi hiç bağırmadan öldüyse, ailesine mahkumun iyi bir Hıristiyan olduğu söylenir ve teşekkür edilirdi!
Ordalia İşkencesi: Bu işkence, sapkın olduğu düşünülen kişinin suçunu itiraf etmesi için ilk uygulanan işkence yöntemlerden biridir. Bu uygulamada, sapkının çok kaynar suya el ve bazı organlarını batırılır ya da kor haline getirilmiş bir demir zorla tutturulurdu.
Strappado İşkencesi:  Bu alet yerçekimi kuvvetini kullanarak insan bedeninin en hassas eklemlerinden biri olan omuz eklemlerini zorlayan bir tür işkence aletiydi. Bu yöntemde kurbanın elleri arkadan bir iple bağlanıyor, ip yüksek bir yere takılan makaradan geçiriliyor ve kurbanın ayağına ağırlıklar takılıyordu. Yavaş yavaş gerilen iple birlikte kurban yukarı doğru kaldırılırken yerçekiminin de etkisiyle omuz giderek geriliyordu. Tepe noktasına gelince ip serbest bırakılıyor, kurban yere doğru düşerken ip aniden gerilince kurbanın omzu çıkıyordu.
Charbonts Ardents İşkencesi: Kor haline getirilmiş kömür üzerinde yürütülme cezası. Bu nedenle bu işkence ateş işkencesi olarak da anılırdı. Bu işkencede suçlunun ayaklarının daha iyi yanması amacıyla ayaklarına yağ sürülürdü.
Garotte: İspanyol Engizisyonu tarafından kullanılan bu alet, demirden yapılmış tasma biçiminde bir boyunluk idi. Boyunluğun tam arkasında kurbanın ensesine denk gelecek vidalar bulunurdu. Boyunluk kurbanın başının hareketsiz kalmasını sağlarken, her germe işleminde arkadaki vidalar ense hizasından omuriliği yavaş yavaş delerek kurbana müthiş acılar yaşatırdı.
Iron Maiden: Almanya kökenli bu işkencenin uygulandığına ilişkin tarihsel bir kayıt bulunmasa da, bu işkence aletinin günümüze ulaşan örneği bulunmaktadır. Bu alet, içinde demir çivilerin bulunduğu ve tabuta benzeyen bir kutudur. Kısa çiviler hayati organlara zarar verecek ama kurbanı hemen öldürmeyerek acı verecek ustalıkla yerleştirilmiştir.
İşkence Tezgahı ya da Tahta At İşkencesi: Adeta bir ata ata benzeyen bu işkence aleti, gerçekte üzerinde işkence görecek olanın bağlandığı yerden çok az yüksekte olan dört ayaklı bir çeşit masaydı. Ayaklara ve ellere bağlanan ipler, celladın birkaç manivelayla kurbanın el ve kollarını ustaca parçalamasını sağlayan bir çıkrık sistemine bağlıydı. Yatırılan kurbanın elleri ve ayakları sağlam iplerle iki makaraya bağlanırdı. İstenilen yanıtlar alınmadığında bu makaralar birbiriyle ters yönde hareket eden manivelalar yardımıyla giderek gerilir ve bu işlem genellikle eklemlerin yerinden çıkması ya da uzuvların kopmasıyla sonuçlanırdı.
Brodequin İşkencesi: Daraltılıp, açılabilen, içi küçük sivri çivilerle dolu olan kızgın demir ayakkabılardır. Mahkumun ayağına geçirilerek sıkıştırılan bu ayakkabılar, kurbanın ayaklarını bir avuç parçalanmış et ve kemik yığını haline getirir, kurban suçlarını itiraf edene kadar iyice daraltılırdı.
Canlıyken Deri Yüzmek: Avrupa’da fazla rastlanmayan bir yöntem olmakla birlikte yine de uygulandığına ilişkin tarihi kayıtlar vardır. 1655 tarihinde Valdoculara yapılan eziyetle sırasında Jacopo Perrin ve kardeşi David’in kol ve bacak derileri, “et çıplak kalana kadar uzun dilimler halinde” yüzülmüştür; Roraslı Paolo Garnier ise önce hadım edilmiş, ardından da canlı haldeyken bütün derisi yüzülmüştür.

Yahudi Şeriatının Temel İlkeleri


Yahudi Devleti, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a göre tanrının, insanlara kurmalarını, topluca yaşamalarını buyurduğu bir topluluktur. Ancak bu devlet, bütün insanların değil, yalnız Yahudi soyunun devletidir. Tanrı Hz. Musa’ya bütün Yahudileri bir araya toplamasını, onları bir devlet bütünlüğü içinde düzenlemesini buyurur. Bu nedenle Musa, bir devlet kurucusudur da.
Tevrat’a göre, Hz. Musa bir yandan kurtarıcı, devlet kurucu, bir yandan da bir din önderi olarak tanrının görevlendirdiği bir kimsedir. Bu nedenle, görevine uygun olarak getirdiği bir takım kurallar düzeni vardır. İbrani dini, bu kurallara göre bütünlük kazanmıştır. Hz. Musa’nın getirdiği genel din kuralları, yani Yahudi şeriatı bütün insanlar için değil, peygamberi olduğu Yahudi ulusu içindir. Günümüzde de İsrail devletinin yazılı bir anayasası olmayıp,  Tevrat başta olmak üzere; Mişna ve Talmud’a bağlı dini esaslara uyulmakta, böylece Yahudilik inanç, adet ve gelenekleri insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde temel alınmaktadır.

İstanbul Efsaneleri



Bir varmış, bir yokmuş… Allah’ın kulu çokmuş. ‘Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; eşek mühürdar, katır silahtar iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; yaranı safa, kızıştı kafa, ak sakal, kara sakal, berber elinden yeni çıkmış bir taze sakal… ‘Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamama girsem sorarmıyım natırı, nadan olan bilmez ahbap hatırı. ‘Dereden geldim, tepeden geldim, sandığa girdim bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor. Şöyle ettim, böyle ettim, hanım yerinden kalktı, yüzüme baktı, çıktık birlikte yola, ne sağa saptık, ne sola… Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yer gitmişiz… Ne dönülür geri, ne gidilir ileri, sana bir masal söyleyeyim bari gel beri…
‘Bir varmış, bir yokmuş. ‘Diyarların en güzeli, efsanelerin sultanı bir Şehr-i İstanbul varmış…


Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)