1998 yazında PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan gergin ve hırçın bir ruh haline bürünmüştü. Bir sürü esrarengiz toplantı yapıyordu. Ani bir kararla PKK’nın Suriye’deki iki eğitim kampının dağıtılmasını ve militanların ülkenin farklı bölgeleriyle Kuzey Irak’a gönderilmesini emretti.
Suriye Öcalan’dan topraklarındaki PKK eğitim kamplarını kapatmasını ya da ülke içindeki hareketlerini sınırlamasını ilk kez istemiyordu. 1991 yılında, Öcalan’ın Iraklı Kürt temsilcilerle toplantılar düzenlediği gerekçesiyle, Suriye tarafından kısa bir süre gözaltına alındığı biliniyor. Ayrıca 1992’de, Suriye PKK’nın Bekaa’daki askeri eğitim tesislerinde faaliyeti durdurmuş, 1997’de ise Öcalan’dan, Bekaa Vadisi’ndeki Bar Elias kasabasında toplantı amacıyla kullanılan evleri boşaltmasını talep etmişti. Fakat bu sefer Türkiye, Suriye’ye ilk kez ciddi anlamda baskı yapıyordu. Yaz sonuna yaklaşıldığında, Türk yetkililer gerekli görülürse PKK liderini tasfiye etmek için askeri güç kullanılabileceği yönünde mesajlar vermeye başladılar.
PKK komuta kadrosundan Şemdin Sakık’ın yakalanması Ankara’yı cesaretlendirmekle kalmamış, Sakık büyük olasılıkla, örgüte Suriye tarafından sağlanan desteğin yeni ayrıntılarını da açıklamıştı. Bu esnada Türkiye, Güneydoğu’da bariz bir askeri üstünlük sağlamıştı ve Suriye nezdinde de aynı üstünlüğe sahip olduğunun farkındaydı. Ağustos ayında atanan yeni askeri kadronun göreve başlamasıyla Türkiye’nin söylemi daha da sertleşti.
Suriye, Abdullah Öcalan’ı Ülkeden Gönderiyor
Eylül ortasında Türk Silahlı Kuvvetleri Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Türkiye’nin Suriye sınırındaki askeri üsse bizzat gelerek, Şam’ı, Türkiye’nin iyi niyetini suistimal etmekle suçladı: “Artık sabrımız kalmadı.” Birkaç gün sonra Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Ankara’nın kendini savunmak zorunda kaldığını ima ederek, ilan edilmemiş bir savaştan söz etti. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1 Ekim 1998’de, TBMM’nin açılışında yaptığı “Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha tüm dünyaya ilan ediyorum” sözleri ve Türkiye’nin askeri birliklerini güneye kaydırması, Suriye hükumetinin Öcalan’ın varlığının büyük bir soruna dönüştüğünü anlamasına yetmişti.
PKK Avrupa Komitesi (resmi adı ERNK Cephesi) üyeleri, durumu Abdullah Öcalan’la görüşmek ve toplantı yapmak için derhal Suriye’ye hareket ettiler. PKK’nın esas Avrupa sözcüsü -Suriye kökenli olan- Akif Haşan, Şam’ın baskılara daha fazla dayanamayabileceği yönünde Öcalan’ı uyardı.
Öcalan’ın sorunu, kendisinin belki de hiçbir önemi olmadığını kabul edememesiydi. Uzun zamandır destek gördüğü Suriye’nin kendisini kapının önüne koyacağına ihtimal vermiyordu. Yirmi yıla yakın bir süredir Suriye topraklarındaydı ve bu zaman zarfında hem Türkiye’ye baskı yapılabilmesine hem de Suriyeli Kürtlerin bulundukları çevreden uzaklaştırılmalarına vesile olmuştu. Yakın zamanda ise, Iraklı Kürtlere yönelik PKK saldırıları bölgenin istikrarsızlığında etkili olmuş ve Irak Kürt devletinin oluşumu olasılığını zayıflatmış, bölgedeki ABD etkisini de sınırlandırmıştı; bu gelişmelerin ikisi de Suriye’nin çıkarınaydı. Ancak Şam yönetimi bu tür militan gruplara sağladığı destekte dikkatli davranıyordu ve temel ilkesi bu grupların Suriye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek hiçbir şey yapmamalarını sağlamaktı. Oysa şimdi Türk hükümeti ciddi biçimde Suriye’nin bütünlüğünü tehdit edecek mesajlar vermeye başlamıştı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, Öcalan’ı feda etmenin en akıllıca hareket olacağını düşünmeye başladı.
Ekim başlarında Mısır Suriye’yi, Türkiye’nin askeri tehditlerinde ciddi olduğu yönünde uyarınca, Suriye yetkilileri Öcalan’a, tatsız bir seçimle yüz yüze kaldıklarını ve en doğrusunun Öcalan’ın ülkeyi terk etmesi olduğunu söylediler. Öcalan daha sonra Suriyelilerin kendisine, “Ya Türkiye ile aramızda savaş çıkar veya biz seni yakalar ve Türkiye’ye teslim ederiz; tercih yapmak zorundasın,” dediklerini anlatacaktı.
Öcalan 9 Ekim 1998’de, Abdullah Sarıkurt adına düzenlenen sahte bir pasaportla ülkeden sessizce ayrıldı; tıpkı 19 yıl evvel sessizce geldiği gibi. Öcalan’ın ülkeyi gerçekten terk ettiğine Ankara’nın inanabilmesi birkaç gün aldı. Öcalan’ın şoförü Suriye’nin kuzeyini kat ederken, PKK mensupları da da yavaş yavaş, Öcalan’ın ülkeden ayrıldığı haberini öğreniyorlardı. Pek çoğu Öcalan’ın ortadan kaybolduğunu duymuşlardı, ama herkes gibi bunun ne anlama geldiği ve Öcalan’ın nerede olduğu hakkında kafaları karışıktı.
Öcalan’ın durumu kritikti. Altı hafta önce Suriye’den kaçmıştı, ama kendisine sığınma hakkı verecek ülke bulamadığı için hâlâ firardaydı. Başlangıçta PKK’ya sempatiyle yaklaşılan Yunanistan’dan sığınma alacağını tahmin ediyordu, dolayısıyla 9 Ekim günü Şam’dan tarifeli bir uçakla doğruca Atina’ya gelmişti. Ancak Atina’ya vardığında -sonraları kendisinin ifade edeceği biçimiyle- Yunanistan “son derece kötü yüzünü” göstermiş ve Öcalan’a ülkeyi terk etmesi için üç saat mühlet vermişti.
Aynı gece, aşırı milliyetçi lider Vladimir Jirinovsky sayesinde Moskova’ya uçma izni alabildi. Fakat Rusya Parlamentosu’nun Öcalan’a sığınma hakkı tanıması yönündeki güçlü eğilime rağmen, Rus hükümeti yetkilileri Öcalan’ın kalmasını istemiyorlardı. Türkiye ABD’nin aracılığıyla, Öcalan’ın Moskova’da korunmakta olduğu istihbaratını almıştı. Türkiye’yle karşı karşıya gelmekten kaçman Rus yetkililer bir yandan Öcalan’ın varlığını inkâr ederken, bir yandan da PKK liderine Rusya’dan gitmesi gerektiğini açıkça anlattılar.
İtalya Öcalan’a Kucak Açıyor
Abdullah Öcalan’ın Rusya’dan sonraki durağı İtalya’ydı. İtalya Komunist Partisi başkanı telefonu eline almış ve kendisi de bir zamanlar Komünist Parti’de yer almış olan Başbakan Massimo D’Alema’yı arayarak Öcalan’ın İtalya’ya gelmesi için izin almıştı.
12 Kasım günü Öcalan Roma’ya geldi ve gerçek kimliğini ibraz ederek sığınma talebinde bulundu. Tutuklanarak cezaevine konacağından emindi, zira İtalya’ya varışından hemen evvel edindiği bilgiye göre ülkeye girişi engellenmeyecekti, ama serbest de kalamayacaktı. Göğüs ağrıları olduğunu söylediği için ağır güvenlik önlemleri altında derhal hastaneye sevk edildi.
Öcalan’ın geliş haberi yavaş yavaş duyulmaya başladı ve birkaç saat içinde de haber patladı. Kürtler onu korumak için seferber olurken, Türkler de kendilerinin terörist lider addettiği bir adamı Avrupa’nın korumayacağını düşünüyordu.
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, “Apo’nun yakalanması PKK’ya indirilmiş en ağır darbedir,” derken haber bültenlerinde çok neşeli görünüyor ve ekliyordu: “İtalya’nın Apo’yu barındırmasına ihtimal vermiyoruz.”
Öcalan’ın Roma’ya gelişi sadece İtalya’da değil, bütün Avrupa’da ve ABD’de de derin bir ikilem yaratmıştı. Türkiye Öcalan’ın acilen iadesi konusunda ısrarlı çağrılarda bulunurken, Washington da Roma’ya, PKK liderine siyasi sığınma vermemesi için baskı yapıyor, birçok Avrupa ülkesiyse Öcalan’ın kendi topraklarına gelmemesinden rahatlamış görünüyordu.
Günler geçip de Öcalan İtalya’da sıkı güvenlik önlemleri altında tutulmaya devam ettikçe, Türkiye’nin tavrı kızgınlığa dönüşüyordu. Ankara’daki İtalyan Büyükelçiliği önünde gösteriler düzenlendi. İtalyan ürünlerinin boykot edilmesi çağrısı yüzünden kârlı savunma sözleşmeleri tehdit altına girdi.
İtalyan yönetiminin Öcalan’ın sınır dışı edilmesi hususunda gösterdiği isteksizliğin Türkleri hayal kırıklığına uğrattığı açıktı. Ama bütün bunların haricinde, iadenin önündeki asıl engel, İtalyan yasalarının, idam cezasının mevcut olduğu ülkelere suçluların iadesine izin vermemesiydi. Türkiye idam cezasının geçerli olduğu bir ülkeydi. Öcalan’ın İtalyan yetkililerce reddedilen siyasi sığınma talebi, olayı daha da karmaşık hale getiriyordu. Bir nokta çok açıktı: İtalyanların, muhtemelen iyi niyetle ve akşam yorgunluğu neticesinde verdikleri giriş izni yüzünden, işler sarpa sarmıştı.
Roma bir süre sonra Öcalan’dan kurtulabilmek için Almanya’nın yardımını istedi. PKK liderinin İtalya’da resmen tutuklanmasının gerekçesi sekiz yıl önce Almanya tarafından çıkartılmış bir tutuklama izniydi: Bu, suçlunun mahkemeye çıkartılması için Almanya’ya verilmesini gerektiriyordu. Fakat Almanya Öcalan’ı dava etmek gibi bir niyetinin olmadığını söyledi. Alman yetkililer PKK’nın kendi topraklarındaki örgütsel faaliyetlerini de göz önünde bulundurarak, Öcalan’ı mahkemeye çıkarmanın ülkelerindeki 2,5 milyonluk Kürt ve Türk toplulukta şiddet eylemlerine yol açacağından endişe ettiklerini açıkça belirttiler.
İtalyan yöneticiler başka bir plan üretemedikleri için Öcalan’ı bir tür ev hapsinde tutuyorlardı. Öcalan Roma’nın uzak semtlerinden birinde PKK yandaşlarınca kiralanmış üç katlı bir binaya nakledilmişti. İki kat İtalyan polisleri ve güvenlik cihazlarıyla doldurulmuş, üçüncü kat ise terör örgütü liderine ve ziyaretçilerine ayrılmıştı.
Roma pek çok yönden hoş bir yerdi ve villadaki hayat gayet güzeldi. Öcalan özgür değilse de, istediği kişilerle bağlantı kurmakta serbestti. Öyle de yapıyordu. Suriye ve Kuzey Irak’taki militanları arayarak PKK’yı telefonla yönetmeye devam etti. Kimin nereye gideceği, toplantılardan hangi kararların çıkacağı gibi emirleri, bulunduğu yerden veriyordu. Birbiri ardına gelen konuklarını villada ağırlıyordu. Geleceğini tartıştığı Avrupa’daki PKK yetkilileri, görüşlerini öğrenmek isteyen gazeteciler, zor durumdaki bir lidere iyi niyetlerini göstermek isteyen bir dizi yabancı ve Kürt…
Ancak İtalya’nın Öcalan’ın sığınma talebini değerlendirmekte gecikmesi endişe uyandırıyordu. Öcalan İtalya’da durumun çok daha kolay olacağını düşünmüş, kendisine bir siyasi liderden çok bir suçlu gibi davranılmasına çok şaşırmış, hatta bundan üzüntü duymuştu. Bütün dikkatlerin Kürt meselesine yoğunlaştığı Avrupa’da bulunmaktan mutlu değildi. İçinde bulunduğu kötü durumdan ötürü neredeyse bütün Kürtlerin onu savunmak üzere seferber olmaları da işe yaramıyordu. PKK lideri, Suriye’nin kendisine koymuş olduğu genel kurallar haricinde, hareketlerinin kısıtlanmasına alışkın değildi.
Öcalan’ın morali iyiden iyiye bozulmuştu; değişken ve tutarsız açıklamalar yapıyordu. PKK’nın yayın organı Serxwebun’un iddiasına göre, başını ABD ve İsrail’in çektiği uluslararası komplolardan söz ediyordu. Bir an İtalya’dan kaçmaya karar verdiğini söylüyor, hemen ardından, kalacağını ve PKK’yı gerçek bir siyasi harekete dönüştüreceğini duyuruyordu. PKK’nın başından çekilebileceğini duyuruyor, ama sonra bundan da vazgeçiyordu. Silahlı mücadelenin bırakılacağını söylüyor, ancak PKK için yeni ve tutarlı bir siyasal proje ortaya atmıyordu. Haftalar geçtikçe, kendisini kabul etmeye hazır bir ülke bulma konusunu giderek daha fazla dillendirmeye başladı.
16 Ocak 1999’da, Öcalan son kez fikrini değiştirdi. PKK bir uçak kiraladı ve Öcalan Moskova’nın hemen dışındaki bir havaalanına uçtu. Gelişi, PKK’nın temsilcileri ile Rus yetkililerin müzakeresi neticesinde kabul edilmişti. Öcalan, anlaşmaya göre altı ay kalmasına izin verileceğine inanıyordu, fakat Rusya hemen sözünden dönüp Öcalan’ı Suriye’ye geri dönmeye zorladı (muhtemelen, Moskova’daki PKK’lılar ya durumu yanlış anlamış, ya yanlış kişilerle görüşmüş ya da meselenin zaman içinde çözüleceğini düşünmüşlerdi). Bir hafta boyunca Tacikistan’da Rus Güvenliği’nin kontrolünde tutulduktan sonra ayın 29’unda St. Petersburg’a uçuruldu. Burada Öcalan’ı, görünüşe göre eskiden beri PKK sempatizanı olan emekli bir Yunan deniz amiralinin ayarladığı özel uçak bekliyordu. Uçak Öcalan’ı Yunanistan’a götürdü.
Yunanistan Ateşle Oynadığının Farkına Varıyor
Yunanistan, bir risk olmadığı sürece PKK’ya karşı destekleyici bir tutum içindeydi. Ne var ki, risk belirince, Yunanistan duraksadı. Öcalan’ın geri döndüğü haberi hükümeti paniğe soktu, hatta söylentiye göre Başbakan Kostas Simitis haberi duyduğunda fenalaştı. Korkmakta haklıydı. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Öcalan’ı barındıran herhangi bir komşu ülkenin askeri bir hamleyle karşı karşıya kalabileceğini ima etmişti. Türkiye’yle Yunanistan arasında Kıbrıs ve Ege Adaları nedeniyle süregelen gerilime istinaden, Atina pek cazip bir hedef olabilirdi.
Yunan yetkililer Öcalan’a ülkeyi terk etmesini söyleyip, bu konuda cesaretlendirmek için, Hollanda’dan sığınma hakkı sağlayacaklarına dair hem kendisine hem de Yunanistan’daki destekçilerine söz verdiler. Bu, Öcalan’ı yeniden uçağa binmeye ikna etmek için yeterli olduysa da, Öcalan Beyaz Rusya, Minsk’e indikten sonra, beklenen uçak hiç gelmedi. Öcalan sonradan, “dondurucu soğukta dört saat boyunca” beklediğinden yakınacaktı.
1 Şubat’ta gece yarısından hemen sonra, kendisini getiren uçakla gerisin geri Atina’ya döndü. Yunan güvenlik yetkilileri girişine izin vermeyip Öcalan’ı apar topar Korfu Adası’na gönderdiler. Kenya’ya gitmesi ve orayı, bir Afrika ülkesinden siyasi sığınma elde etmek için üs olarak kullanması tavsiye edildi. Gerekli izin alınıncaya kadar, Yunanların koruması altında büyükelçinin villasında kalacaktı. Bu çılgınca bir fikirdi: Öcalan da sonradan tüm bu olan bitenin komplo olduğunu savunacaktı. Öyle olmasa bile bu plan, Yunanistan’ın Öcalan’ı başından savabilmek için nasıl çaresiz kaldığını, bir yandan da onu Türkiye’ye teslim eden ülke olmayı hâlâ istemediğini gösteriyordu. En azından buna mutlak surette mecbur kalmadıkça.
2 Şubat’ta bir Yunan uçağı Öcalan’ı Kenya’ya götürdü. Pasaport kontrolünden geçirilen Öcalan büyükelçinin villasında siyasi sığınma başvurusunu hazırladı. Bu sırada Türk ve Amerikan istihbarat servisleri -belki diğerleri de- Öcalan’ın kesin yerini tespit etmeye çalışıyordu. Zor olmadı. Bilgiler Öcalan’ın kısa bir süre Yunanistan’da kaldığını gösteriyordu, Nairobi’de sürekli olarak cep telefonunu kullanmış ve büyükelçinin villanın bahçesinde yürüyüşe çıkmıştı. Hatta gelişini takip eden iki gün içinde bir Kenya gazetesi, “Bu adamı tanıyor musunuz?” başlığı altında Öcalan’ın fotoğrafını yayınladı.
5 Şubat’ta, bir Yunan hükümet yetkilisi elçiliği arayıp şifreli sözcüklerle Öcalan’ın ülkeyi terk etmek zorunda olduğunu söyledi. Hollanda’dan sığınma sağlanacağına dair yeni sözler verildi. Atina’nın, büyükelçilikteki görevliler ve binayı terk etmeye yanaşmayan Öcalan üzerindeki baskısı artmıştı. 12 Şubat’ta Kenya Hükümeti, Yunan Büyükelçiliği’ni, Öcalan’ın oradaki varlığından haberdar oldukları ve gönderilmesini istedikleri yönünde bilgilendirdi. Görünen o ki, Ağustos ayında ABD Büyükelçiliğinin bombalanmasının ardından Nairobi’de mevcudiyetlerini güçlendiren Amerikan istihbarat servisleri, Öcalan’ın varlığına dair kanıtlar sunmuştu. Kuşkusuz, aynı bilgiler, belki daha da evvel Ankara’ya da ulaşmıştı.
Abdullah Öcalan’ın Yakalanışı ve Türkiye’ye Getirilişi
Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliği’nde olduğu ve Hollanda’ya siyasi sığınma talebinde bulunacağı bilgisi kendisine ulaşan Türk istihbaratı çoktan hazırlıklara başlamıştı. Bu istihbarat bilgileri içinde belki de en kritik olanlardan biri, Öcalan’ın Hollanda’ya Falcon 900B tipi bir uçakla götürülecek olduğuydu. Hemen aynı tip bir uçağın Türkiye’de olup olmadığına bakıldı. Türkiye’de aynı model tek bir uçak vardı ve o da eski Devlet Bakanı ve işadamı Cavit Çağlar’a aitti.
Çağlar’ın uçağı da Türkiye’de bu renklere boyandı ve aynı işaretler uçağa eklendi. Uçak, doğrudan Kenya’ya değil, 10 Şubat’ta özel eğitimli güvenlikçiler ve istihbaratçılar dışında bir de askeri doktorla birlikte Uganda’ya hareket etti. Bunun nedeni ise, Hollanda’dan söz konusu kuyruk numarasına sahip asıl uçağın, beklenmedik bir şekilde Kenya’ya girmesi, Kenya hava sahasında aynı tip ve aynı kuyruk numarası ile iki ayrı uçağın dikkat çekip, operasyonun bozulabileceği endişesiydi. Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye getirecek ekip, kendilerini muz tüccarı olarak tanıtarak operasyon gününü beklemeye başladı.
10 Şubat’ta Uganda’ya giden uçağa, 14 Şubat akşamı Kenya’nın başkenti Nairobi’ye gitme emri verildi. Çünkü Hollanda’daki uçak yola çıkmıştı. Ne var ki, diğer uçağın Kenya’ya ulaşmasına daha saatler vardı. Abdullah Öcalan’ın yakalanış hikayesinde, tüm süreç boyunca Öcalan’ın yanında olan Yunanlı ajan Savas Kalendiris şöyle anlatıyor:
Kenya Dışişleri Bakanlığı Yunan elçiyi çağırdı. Tüm iletişim araçlarımız devre dışı bırakıldı. Elçiliği ablukaya aldılar. Elçimiz bakanlığa gitmeyi reddetti. Kenyalı yetkililer gerekirse elçiyi güç kullanarak götürmek üzere binaya geldiler. Gitmek zorunda kaldık. Bakanlıkta uydudan çekilen görüntüleri gösterip “Öcalan’ın elçilikte olduğunu biliyoruz” demişler. Kenyalılar Öcalan’ı bir uçakla Hollanda veya Finlandiya’ya göndermeyi önerdiler. Elçi Atina’yı aradı, onlar da anlaşmamızı önerdiler. Kenyalı yetkililer, akşam saat 19.00’a kadar süre verdiler ve “Bu saatten sonra elçiliğe suikastçiler girebilir, sizi öldürüp Öcalan’ı kaçırabilirler, bundan sorumlu değiliz haberiniz olsun” dediler.Elçi Öcalan’a öneriyi açıkladı. Yalnızca iki saatimiz vardı. Öcalan “Hadi gidelim, ne zamanımız ne de seçeneğimiz var. Arkadaşlarıma daha fazla yük olmak istemiyorum” dedi. Plana göre diplomatik plakası bulunan elçilik aracına binecektik. Araçla uçağın yanına kadar gidecek, ben araçtan inip uçağın içini kontrol edecektim. Uçak güvenliyse Öcalan’la birlikte uçağa binecek ve gitmek istediği ülkeye gidecektik. Ancak Kenyalılar bizi kendilerine ait 3 araca bindirdiler. Elçi ilkinde, Öcalan ortadakinde ve ben de 3’üncü otomobildeydim. Şoförler Kenyalıydı. Öcalan’ın bulunduğu otomobil yolda bizden ayrılınca şoförden Öcalan’ın bindiği otomobili takip etmesini istedik ancak bunu reddedip, havaalanında buluşacağımızı söylediler. Havaalanına varınca bir saatten fazla Öcalan’ı aradık ama bulamadık. Taksiyle elçiliğe döndük ve olayı Atina’ya bildirdik. Sonraki gün televizyondan Öcalan’ın kaçırıldığını öğrendik.
Yunanlı ajan bir saat boyunca boşuna beklemişti. Çünkü araçlar başından beri Türk ajanlarının ya da onlar için çalışan kişilerin kontrolü altındaydı. Arabayı doğruca havaalanının ayrı bir bölümüne sürdüler. Öcalan, daha sonra, bir şeylerin yanlış gittiğinin önceden farkına vardığını, ancak yapacak bir şey olmadığını söyleyecekti. Yine de neler olduğunu tam olarak bilmiyordu ve bir görüşe göre, son dakikaya kadar gerçekten de Hollanda’ya uçtuğunu sanıyordu. Böylece, uçağa bindi. Uçak, saat 20.00 sıralarında Türkiye’ye doğru hareket etti. Öcalan’ın elleri ve gözleri bağlandı, ağzına tıkaç sokuldu, vücudu kayışlarla bağlandı ve muhtemelen kendisine sakinleştirici verildi. Uçakta bulunan bir askeri doktor sağlığını kontrol etti.
Uçaktaki Türk istihbarat ajanları en azından yolculuğun bir kısmını filme aldılar ve daha sonra bunu parçalar halinde televizyon kanallarına dağıttılar. Tekrar tekrar gösterilen bir parçada, maskeli Türk ajanları Öcalan’ın gözlerindeki bağı çözüp ağzındaki tıkacı çıkarıyorlar. Öcalan zorlukla göz kapaklarını aralıyor ve yavaşça hareket ediyor. O anda bir ajan konuşuyor: “Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin.”
Öcalan Türkiye yolundaydı.
Operasyon planları yapılırken, Öcalan’ı getiren uçağın Bandırma’daki askeri havaalanına inmesi planlanmıştı. Ne var ki yoğun sis nedeniyle Bandırma’ya inemeyen uçak zorunlu olarak İstanbul’a yönlendirildi. Ancak İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki yetkililere, operasyonun son derece gizli olmasından dolayı böyle bir uçağın geleceği konusunda bilgi verilmemişti. Nitekim, kule ilk başta yaklaşan uçağa iniş izni vermedi. Bunun üzerine, dönemin Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri devreye girdi ve uçağın soru sorulmadan, Atatürk Havalimanı’na inişi sağlandı.
Uçak havalimanına indiğinde, kapılar hiç açılmadı, içindekiler aprona ayak basmadı. Yalnızca, Ulaştırma Bakanlığı’ndan gelen emir doğrultusunda, uçağa yakıt ikmali yapıldı ve Bandırma’daki sisin kalkması beklendi.
Sisin dağıldığı haberi üzerine uçak yeniden Bandırma’ya doğru yola çıktı. Uçak Bandırma’ya yaklaştığında, dönemin Genelkurmay Başkanı bizzat Bandırma üssünün komutanını arayarak, kendisine “Bir uçak birazdan üsse inecek. İçindeki paketi bizzat, aprona giderek sen teslim al” talimatı verildi. Ancak operasyonun gizliliği nedeniyle üs komutanı bile sözü edilen “paketin” ne olduğunu bilmiyordu. Komutan, ancak uçak Bandırma’ya inip de kapısı açıldığında “paketin”, Öcalan olduğunu öğrendi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder