bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


11 Haziran 2018 Pazartesi

Eski Dünya’nın Efendileri


Devleri Kim Bilmez, kim tanımaz! Kocaman boyları, korkunç güçleri, çoğunlukla kötü huyları, serüvenleriyle dünya mitolojisini, masal dünyasını, eski destanları doldurmuşlardır. Devleri bilmeyen, tanımayan, anlatmayan ırk yoktur denebilir; devlerden yararlanmayan, onları çarpıcı, korkutucu bir unsur olarak kullanmayan masal, efsane, mitos olmadığı gibi.
Acaba devler neden böylesine yaygın bir unsur olup bütün sınırları aşmış, ilkel toplulukları, eski toplumları, büyük uygarlıkları etkilemişlerdir? Acaba çok eski, adeta unutulan çağlarda devler var mıydı? Acaba mitosların arkasında artık insanoğlunun belleğinden silinip yalnız efsanelere, masallara sığınan bir gerçek mi yatıyor? Ya da, Jung’un tanımlamasıyla, devler düşlerimize giren atalardan kalma hatıralar, ilk örnekler, büyük görüntüler midir?
Devlerin varlığını destekleyen görüşlere geçmeden, devlerin izlerinden, fosillerden hatta son yıllarda görülen devlerden söz açmadan, masalları, efsaneleri, mitosları karıştırarak bu yaratıkları tanımaya çalışalım.
Türk mitolojisiyle ilgili bir kitapta şu bilgileri buluyoruz:
”Türk mitolojisinde olduğu gibi, hemen bütün ulusların mitolojilerinde görülen devler, görünüş bakımından çok defa insan uzuvlarından alınarak büyütülmüş, biçimlendirilmiş korkunç yaratıklardır.
Gövdeleri çok büyüktür. Olağanüstü güçlüdürler. Tanrılarla savaşır, kahramanlarla uğraşır, ama sonunda öldürülürler.
Bunlar bir dağı yerinden kaldırıp öbür dağın üstüne koyar, tanrılarla savaşmak üzere göklere doğru tırmanırlar.
Devlerin birden yüze kadar gözleri, ikiden çok elleri, ayakları, başları vardır. Devler en çok doğuda Hint mitolojisinde, Batıda Kuzey Avrupa mitolojisinde görülür. Bunların yanı sıra başka uluslarda, hatta perilerle, aşk hikayeleriyle süslü Yunan mitolojisinde de epeyce yer alırlar. ·
Türklerde dev olaylarının en bilinenlerinden biri Sümer Mitolojisinde görülür:
Sümerler’in Asakhu, Enmeşarru ve Zu adında üç büyük devi vardır. Bunlardan Asakhu hastalıkları verir, karanlıkları temsil eder, bir tanrı ayarındadır. Enmeşarru ise bir dev ve ölüm tanrısıdır. Bu devler ünlü tanrı Enlil’i öldürmüşler ama, sonradan bu tanrı canlanmıştır. “Enuma Eliş” destanında bu üç devin adı vardır.
Kainatın yaratılışı sırasında “Kingo” adında korkunç ve kudretli bir dev türemiştir. Kumarbi efsanesinde geçen “Uuelluri” adındaki dev ise gökle yeri sırtında tutardı. Bu dev, Kumarbi’nin Diyorit taşından yapılmış oğlunu sağ omzu üzerinde büyüttü, az zamanda suların içinde uzanarak boyu göklere kadar ulaştı.
“Alatkak” adındaki dev de Kırgız efsanelerinde yer almaktadır. İran efsanelerinde Hükümdar ve kahramanlarla savaşan korkunç devlerin maceraları, yakındoğu Türkleri arasında da yayılmıştır.
“Div-i Sefit” yani “Ak Dev” ile “Erjenk” bunların ön planda gelenleridir. Ak Dev’in bulunduğu yerde büyü ve sihir yapmakta çok usta devler vardır. Bu dev İran kahramanı Rüstem ile savaşmış sonunda öldürülmüştür. Ak Dev boncuk gözlü, arslan tüylüdür. Eni ve boyu yeryüzünü kaplayacak kadar büyüktür.
Erjenk ise devlerin kumandanıdır. Rüstem bununla da savaşmış sonra öldürülmüştür.
Bir İran minyatüründe Rüstem’in Ak Dev’le mücadelesi
Bir İran minyatüründe Rüstem’in Erjenk’le mücadelesi
Diğer bir İran minyatüründe Rüstem Erjenk’i öldürüyor
Halk ağzında bir de “Dev Anası” dolaşır: Bunun iki uzun, büyük memesi vardır. Biri sağ omuzunda, öbürü de sol omuzunun üzerinde asılıdır. Eğer yolda bir kimse rastlarsa da ona iltifat etmez, memelerini emmezse dev anası onu yok eder. iltifat ederse, onu alır, iyi davranır, korur.
Bir korkunç dev daha vardır ki ona da “Rüzgar Devi” denir. Bu dev gözlere pek görünmez, görünse de ona silah işlemez, rüzgardan daha çabuk havalara uçar. Cadılarla Ejderhalar nasıl tılsımları bozulunca ölürlerse, devler de tılsımları bozulursa ölürler. Rüzgar devi denilen bu devi öldürebilmek için, tılsımını bozmak gerekir. Bunun tılsımı da çok uzaklarda bulunan bir adadır. Bu adayı bulmak çok güçtür. Orada bir öküzün yanında içinde üç güvercin bulunan bir kafes vardır. Önce ada, sonra öküz ve kafes bulunur da içindeki üç güvercin öldürülebilirse, tılsım bozulduğu için, Rüzgar Devi de ölür.”
Mitoslarda yücelen, gerçekten olağanüstü bir tanrı ya da yarı-tanrı özellikleri olan, kahramanlarla savaşan, evrenle ilgili işlere karışan devler halk masallarına girince yüceliklerini kaybederler. Masaldaki dev büyücü sınıfına girer, tılsımlara bağlı kalır. Başka bir deyimle masaldaki dev devliğini kaybeder. Dolayısıyla devlerin altın çağını, tanrılarla, insanlarla epik kavgalarını mitoslarda aramak gerekir. Yunan mitolojisinde·tanrılaşmış devleri sonradan masallara karışan devlerden ayırmak biraz güçtür. Buradaki devler, tanrılar arasındaki ilişkilerin ürünüdür; yine de tanrı derecesine pek ulaşamazlar.
Devler sürekli o­larak tanrılara, tanrıların getirmiş olduğu düzene karşı çıkan, ilkel gücü belirleyen yaratıklardır. Toprak Ana Gea’nın oğulları olan, Uranus’un parçalanmış vücudundan doğan devler (Titanlar, Briareus ve kardeşleri, Kikloplar v.b.) Olimpos dağını bile yağma etmeye kalkarlar ve Zeus’un şimşekleriyle bozguna uğratılırlar. Bir ara Zeus Herkül’ü yardıma çağırır, Yalnız başına bu görevi başaramayan Herkül, devlerin dikkatini dağıtmak için, Afrodit’le Hera’nın güzelliklerini kullanmak zorunda kalır.
Aslında Yunan mitolojisinde devler konusunda zıtlıklar vardır. Devler bazen tanrılara karşı çıkar. onları tehdit eder, ölümsüzlüklerinden yararlanmaya kalkarlar. Bazen, Atlas ya da çocuklarını yiyen Satürn gibi tanrılaşırlar.


Jacob Jordaens’in bu eserinde Odysseus ile dev Polyphemos resmedilmiş

Odysseus ile dev Polyphemos

Louvre Müzesi’nde (Fransa) bulunan bu Antik Yunan vazosunda Odysseus ile dev Polyphemos 
görülüyor


Güneşi arayan Kör Orion (Nicolas Paussin – 1658)
İskandinav ülkelerinde devler, tanrılarla savaşırlar ama, kimi denizde, kimi dağlarda, kimi rüzgarın içinde yaşarlar. Dünyanın ortasında yükselen Yggdrasil ağacının üç kökünden biri Dondurulmuş Devlerin ülkesinden geçer. Evren’in başlangıç noktası da bir devdir: Ymir. Bu dev ilk erkeği ve kadını yarattığı gibi dondurulmuş devleri de yaratmıştır. Ymir’in yaratıkları olan insanlarla devIerin dünyalarını Midgard duvarı ayırır.

Ymir’in resmedildiği bir tasvir
İskandinav mitolojisinde de tanrılaşan devler olur. Genel bir kural olsa gerek, çünkü burada da devlerle tanrılar karışır, kaynaşır ve devlerle insanlar düşman olurlar. Cenneti dondurulmuş devlerden koruyan, dokuz bakirenin oğlu Beyaz dev Heimdall ya da dev oğlu kötü Loki bu çeşit tanrılaşmış devlerdir. Bütün bu aile bağlarına rağmen bazen tanrılar devlerle çarpışmak zorunda kalırlar; o zaman Yüce Tanrı Thor bütün ağırlığını ortaya koyarak işe karışır ve devleri bozguna uğratır.


Thor’un Devlerle savaşı


James Taylor Gray’in eserinde Thor’un Devlerle savaşı
Eski Yunanlılar, İskandinavlar gibi Mayalar ve İnkalar da devlere, tayfundan önce yaratılan ilk ırkın devler ırkı olduğuna inanırlardı. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir deprem dizisinden sonra yeryüzünden silinen Kinametzin devlerinden söz edilir. İkinci dönemde yer alan bu olaydan sonra insanlar dünyaya egemen olur, kalan devleri yok ederler.Yeni Gine yerlilerinin bir mitosunda iyi kalpli ve Tagaro ile kötü ruhlu dev Suke’nin kavgası anlatılır. Devlerin yaşadığı çağda geçen bu olayda Tagaro, Suke’yi bir uçuruma atıp dünyayı son kötü devden kurtarır.


Vatikan Kodeksi’nde yer alan bu tasvirde Meksika’nın dağlık bölgelerinde bir grup yerlinin bir devi yakalayışı ve öldürüşü resmedilmiş
Hitit mitologyasında Tanrılara yardım etmek için devlerle savaşan ve onları bozguna uğratan bir kahramanın hikayesine rastlanır. Yunan tarihçisi Herodotos’a göre eski Mısırlılar’ın ilk kralı dev Herkül olmuştur. Bu dev Kral Yunanlıların Herkül’ünden ayn bir tanrı sayılır.


Bu Eski Mısır duvar çiziminde insanlar tarafından ele geçirilen devler tasvir edilmiş



Bu Eski Mısır duvar çiziminde ise bir firavun dev olarak tasvir edilmiş



Sümerler’den kalma bir çizimde resmedilen devler
Devlere geniş yer veren, hatta onlardan gerçek yaratıklar gibi söz eden ilginç bir kaynak Tevrat’tır
”Ve çaşıtlamış oldukları memleket hakkında İsrael oğullarına fena haber getirip dediler: Çaşıtlamak için içinden memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir; ve içinde gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefilimden (iri adamlar) olan Anak oğullarını, Nefilimi gördük; ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik ve onların gözünde de öyle idik.” (Sayılar, Bap 13, 32-33). “Çünkü Fefalardan artakalan ancak Başan kralı Og vardır; işte onun yatağı demir yataktı; o Ammon oğullarının Rabba şehrinde değil midir? İnsan arşınına göre uzunluğu dokuz arşın ve eni dört arşın idi.” (Tesniye Bap, 3, 1 1).
Dev Golyad’ı öldüren genç Davut’un hikayesi Toltekler’in efsanesine benzer biçimde, insanoğlunun son devi nasıl ortadan kaldırdığını anlatır.
“Ve bundan sonra vaki oldu ki, Gezerde Filistinlilerle cenk çıktı; o zaman Huşalı Dev Sibbekay Rafa oğullarından Sippayı vurdu ve onlar baş eğdiler. Ve yine Filistinlilerle cenk oldu; ve Yairin oğlu Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşi Lahmiyi vurdu, onun mızrağının sapı çulha sapı gibi idi.” (1. Tarihler, Bap 20, 4-5).

Bir Gustave Dore eserinde (1866) Davud’un Golyat’ı öldürüşü
Koca yataklarda yatan, insanlar tarafından savaşlarda yokedilen bu yamyam devlerin kimin tarafından yaratıldığını Tevrat şöyle açıklar:
Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim vardı; bunlar eski zamanda zorbalar, şöhretli adamlardı.” (Tekvin, Bap 6,4).
Başka bir deyişle, devler, Tanrıların ve insan kızlarının oğulları, eski, unutulan çağların dehşet saçan kahramanlarıdır.
Bütün bu mitoslar, efsaneler, dini inançlar sınır tanımayan bir zamanı canlandırıyor. Çok eski çağlarda tanrısal bir ırktan kalma (Tevrat’taki “Tanrının oğullan”) ya da tanrısal ırkla insan oğullarının karışımından doğan devler yeryüzünde yaşıyordu. Bir süre sonra Kral ve Tanrı durumuna gelen bu devler ilkin Tanrılarla mücadele ettiler, sonra birbirlerine saldırdılar, sonunda insanların başına bela kesildiler. insanlarla devlerin karşı karşıya gelmesi devlerin son çağına rastlar. Devler artık, belki Tanrılar tarafından red edildikleri için, ünlerini kaybetmişlerdir ve insanoğlu bu son perişan devlerin hakkından gelir.
Devlerin düşüşü mitoslardan, efsanelerden çok daha açık bir şekilde masallarda anlatılıyor. Bir derginin özel sayısında şöyle yazar:
“Dev, Türk masallarının önemli kahramanlarından biridir. Bazı yerde hem biçim, hem ruh yapısıyle insana benzer, Çokluk çok büyük gövdelidir. Tozu dumana katarak yıldırım hızıyla gider. Bir aylık yolu bir saniyede aşmak onun için işten bile değildir. İnsan eti yemesini sevdiği için, bir yerde insan bulunup bulunmadığını kokusundan anlar. Çoğu zaman, çevresi yüksek ve kalın duvarlarla, dikenli bahçelerle çevrili büyük köşklerde, kendine özgü saraylarda yaşar. En değerli eşyalar,
hiç kimsenin. ele geçiremeyeceği, ama herkesin, hatta padişahların bile özledikleri dünya güzelleri, hiçbir yerde bulunmayan meyve bahçeleri, sihirli güvencinler, her telinden binbir ses çıkan çalgılar, sihirli kılıçlar, başınıza geçirdiğiniz zaman sizi hiç kimseye göstermeyen külahlar, sihirli sarayların kapılarını açan anahtarlar bu devlerin buyruğu altında, onların köşklerinde, saraylarındadır.
Bunların bir memeleri arkalarında, öteki memeleri önlerindedir. Yanlarında size bir dervişin öğrettiği usulle ve iyi sözlerle yaklaşır, arkalarındaki memelerini (anacığım) diyerek emerseniz size bir evlat gibi davranırlar, bir yerinize dokunmazlar. İstediğiniz şeyi verirler. Ne güçlüğünüz varsa giderirler. Devler kendilerine kötülük yapmak isteyenleri ele geçirirlerse, kızartarak yerler. Fakat en sonunda, her zaman, insanoğlu tarafından, bazen de bir rastlantıyla çeşitli yollar ve kurnazlıklarla canları cehenneme gönderilir. DevIerin her zaman yardımcıları vardır. Arap Bacılar, çokluk insan ruhunda ve karakterinde görünen dev oğlanlar ya da kızlar, bu yardımcıların arasındadır.”
Türk masallarında olsun batı ya da doğu masallarında olsun, dev eski kişiliğinden, yüceliğinden çok şeyler kaybetmiştir. Korkunç olmasına korkunçtur, olağanüstü bir yaratıktır ama çokluk gülünçtür. Eski mitoslara renk katan devlerin bir çeşit karikatürüdür. Hem insanlardan ayn yaşar, onlara düşman olur, hem de onlara özenir. İnsanın güçlükle erişebileceği yerlerde oturur ya da gizlenir; yardımcılar kullanır, büyü ile uğraşır; artık gücüne güvenmediği için lüks içinde boğulur. Masallar daha önce çizdiğimiz zamanın son dönemini anlatıyor. Devler çöküyor ve sonunda insan tarafından öldürülüyor. Masallardaki devler artık yalnız çocukları korkutabilir ve birçok masallarda, çocuk hikayelerinde çoklukla küçük çocuklarla uğraşırlar.
Kutsal kitaplardaki devler; çeşitli mitoslarda yer alan devler; Homeros’un tek gözlü Kiklopları; gemici Sinbad’ın arkadaşlarını çiğ çiğ yiyen dev ve bunlara benzer yüzlerce örnek nereye varır, bütün bunların çıkış noktası nedir? Yoksa bütün bunlar, sürekli olarak öne sürülen çok eski zamanlarda dev bir ırkın, garip bir değişiminin varlığını mı açıklıyor?
Devlerin varlığını destekleyen, klasik bilimin kabul etmediği, Nazilerin çok tuttuğu bir kuram vardır: Hanns Horbiger’in Welteilehre’si (Ebedi Buz Doktrini). Kopernik’e meydan okurcasına bütün bilimsel kurallara karşı çıkıp yeni devrimci bir kavramı öne süren Horbiger’in adı, 1925’te yaptığı açıklamayla, dünyanın, ö­zellikle Almanya ve Avusturya’nın dikkatini çekti. Yeni bir siyaset anlayışı kurmakta olan Hitler gibi Horbiger de, altmışbeş yaşına bastıktan sonra, Alman halkını kurtaracak, yükseltecek yeni bir bilimsel anlayışı savunuyordu. Bu savunma ilk başta Nazilerin yöntemlerine uygun biçimde geniş bir örgütle, büyük imkanlarla, binlerce taraftar ve özellikle genç Naziler arasından seçilmiş zorbalarla yapılıyordu. Doktrini açıklayan kitaplar, dergiler, broşürler yayınlamaktan başka Horbiger, halkı galeyana getirebilecek, ulusal ve ırki coşkulan kamçılayabilecek sloganlar da yaratıyordu:
“Kuzeyli atalarımız karların ve buzların arasında yaşadıkları için güçlüdürler… Ebedi Buz Doktrini Yahudi politikacıları kovdu; İkinci bir Avusturyalı, Horbiger, Yahudi bilim adamllarını kovacaktır.”


Horbiger
Horbiger’e başından beri inanan, destekleyen Hitler, yepyeni bilimsel doktrinin havasına kapılarak buna benzer konuşmalar yapıyordu: ”Yahudi ve liberal bilime karşı çıkan kuzeyli ve ulusal-sosyalist bir bilim var!” Aslında Horbiger, Hitler’in klasik anlamda bir politikacı olmadığı gibi klasik anlamda bir bilim adamı da değildi. Viyana Teknoloji Okulunda öğrenimini tamamlamış sonradan kompresör uzmanlığı yapmış ve 1894’te icat ettiği yeni bir musluk sistemiyle servete kavuşmuş amatör bir astronom ve astrofizikçiydi. Tanrı tarafından kutsanan deha mucit Horbiger’in başlıca tutkusu suyun çeşitli durumlarıydı; doktrinini de buz konusunda çalışmalarını yürütürken kurmuştu.
Horbiger’in Ebedi Buz Doktrini, tarihten antropolojiye, astronomiden jeolojiye kadar bütün bilim kavramlarını yok edip, yeni, orijinal, çarpıcı bir görüş getirmek amacındaydı. Bu görüş şöyle özetlenebilir: Horbiger’in kozmogoni kuramına göre Ay dünyamızın ilk uydusu değildir; birçok Ay’lar olmuştur ve her jeolojik çağda değişik bir uydu dünyamızın çevresinde dönmüş, her çağ bu Ay’ın dünyaya düşmesiyle kapanmıştır. Ay dünyamızın çevresinde kapalı bir elips çizerek dönmüyor, tersine dünyaya yaklaşan bir spiral yaratıyor ve bu spiral daralınca Ay dünyanın üzerine düşüyor.


Her çağda, yüzbinlerce yıl boyunca, Ay dünyanın çevresinde dönmüş, yaklaşmış yaklaşmasıyla yerçekimi kurallarını bozup ayçekimi olayına neden olmuştur. Bu dönemlerde, organizmalar olağanüstü büyümüştür. Birinci Zamanın sonundaki dev bitkileri, İkinci Zamanın so­ nundaki dev yaratıkları bu irileşmeye örnek verebiliriz. Üçüncü Zamanda, Ay’ın uzaklarda olduğu bir dönemde, insanlar türüyor ve bu ilk insanlar, İkinci Zamandan kalma devlerin yönetimi altında, uygarlıklar kuruyor. Üçüncü Zamanın sonunda Ay düşünce devlerin çağı da sona e­riyor, arta kalan, bozulan, yamyamlaşan devler insanlar tarafından öldürülüyor. Horbiger’in Efsanevi Tarihi ırkçı kuramdan başka bir şey değilse de dünya mitologyasına bütünüyle bağlı bir sisteme dayanıyor. Horbiger’in doktrini, bunu hala sürdürenler karanlık kalmış birçok tarihi esrarları bu kuramlara dayanarak açıklıyorlar.
Bizim amacımız Horbiger’in görüşünü savunmak değil, oldukça karmaşık bir şekilde ortaya attığı kuramla eski mitos, gelenek ve inançlar arasında görülen bağlantıyı belirtmektir. Daha önce de sözünü ettiğimiz Toltek kozmogonisi dünya tarihini dört ayrı çağa ayırıyor:
– Birinci çağ ve dünyanın yaradılışı. Bu çağ büyük bir tayfunla sona eriyor;
– İkinci çağ ve devler. bu çağ düyayı kasıp kavuran yer sarsıntılarıyla bitiyor;
– Üçüncü çağ ve devleri öldüren insanlar.
– Çağımız olan ve genel bir patlama ile bitecek olan Dördüncü çağ.
Yeni Gine yerlilerinde de benzer motiflere rastlanılmaktadır:
Çok eski zamanlarda insanlara yardım eden devler vardı. Sonradan bu devlerin huyu değişti; insanlar kötüleşen bu devlere kurban kesmek zorunda kaldılar.  Ardından da bu baskıya dayanamayarak isyan edip devleri öldürdüler.
Bu örneği daha önce sıralamış olduğumuz çeşitli mitolojik olaylara ve inançlara eklersek Horbiger doktrininin genel bir çizgiden yararlanmış olduğunu görürüz. Şu var ki Horbiger’in kuramı bilimle sürekli çatışmaktadır;
Alman kompresör uzmanına göre çok eskiden uzayda, güneşten milyonlarca defa büyük bir nes­ne vardı. Bu nesne, kozmik buzlardan bileşik dev bir gezegenle çarpıştı, dev gezegen olağanüstü büyüklükteki güneşin içine saplandı. Aradan yüzbinlerce yıl geçti, dev güneş içinde meydana gelen buharın baskısı altında patladı ve uzayı dolduran yıldızları, gezegenleri yarattı.
Çağdaş bilim evrenin bir patlamanın sonucunda yaratıldığını kabul eder.Bir yoruma göre evrenin bütünü patlayan bir atomun içindeydi, gezegenler ise güneşin kısmi bir patlamasından ortaya çıkmışlardır.
Horbiger 1930’larda öldü, ama yakl􀂀aşık olarak bir milyon kişi hala doktrini izlemekte. Kimi, İngiliz Beliamy gibi, yeni bir antropoloji kurmaya çalışıyor, kimi, Fransız Denis Seurat gibi, devlerin uygarlığını araştırıyor, kimi de, Alman yazarı Elmar Brugg gibi, Horbiger’i kabul etmeyen geleneksel bilime karşı savaşını sürdürüyor.
Ebedi buz Doktrininin yaratacısını bir bilim adamı kabul etmek imkansızdır; Hitler’in ulusal-sosyalizmini ve Nazi örgütünü besleyen kuruluşları etkileyen Horbiger’in kuramı bir çeşit gizemciliği aşamamıştır. Ancak çok sonradan Horbiger’in doktrini gereğiyle araştırıldı, derinleştirildi; devlerin, kayıp ülkelerin esrarengiz uygarlıkların sırrını açıklayabilecek nitelikte bir anahtar olarak kullanıldı.
Devlerden söz eden mitoslardan, efsanelerden, masallardan birkaç örnek verdik, devlerin varlığını bilimsel biçimde açıklamaya yeltenen bir kuramın başlıca noktalarını özetledik; yine de sorun bir açıklığa kavuşamamıştır. Ayrıca da çok önemli bir soru ortaya çıkar: Devlerin gerçek izleri bulunmuş mudur, dünyanın herhangi bir yerinde dev bir insan ırkına rastlanılmış mıdır?

Gustave Dore’un bu eserinde Titanlar resmedilmiş
Dev bir yaratıkla ilgil ilk keşiflerinden biri, 14. yüzyılın ortalarında Dekameron’un ünlü yazarı Boccacio tarafından açıklanıyor. Boccacio, “Geneologia Deorum” (Tanrıların Şeceresi) adlı eserinde, Sicilyada Trapani şehrinin dolaylarındaki bir mağarada keşfolunan tek gözlü dev Polifemo’nun iskeletinden söz ediyor. Kemiklerin, en azından 9-10 metre boyundaki bir dev’e ait olduğunu belirten Boccacio, böylece Agrirento’lu Empedokles’in savını destekliyordu. Agrirenyto’lu Empedokles, M.Ö. 440 yılında, Homeros’a dayanarak çok eski zamanlarda Sicilya’da devlerin yaşadığını öne sürmüştü. Boccacio’dan üçyüz yıl sonra Cizvit bilim adamı Athanasius Kircher de bu kemiklere değiniyor. Aradan yıllar geçince, ünlü kemikler kayboluyor, çağdaş bilim bunlara fil kemikleri etiketini koyup olayı kapatıyor.
Benzer bir olay 1577’de İsviçre’de Willisau’da görülüyor: Bir kazı sırasında kocaman bir iskelet bulunuyor. Zamanın ünlü anatomi uzmanı Doktor Felix Platter uzun incelemelerden sonra kemiklerin 5.80 m boyunda tarihöncesi bir􀀙 adama ait olduklarını açıklıyor. Olayı duyan Göttngen Üniversitesi anatomi profesörü J.F Blumenbach, kemikleri inceledikten sonra bunların aslında tarihöncesi bir file ait olduğunu kesinlikle açıklıyor.
Aynı dönemde benzer iskeletler, kemikler İngiltere’de Gloucester’de ve özellikle Güney Amerika’da keşfediliyor. Güney ve Orta Amerika’da meydana gelen olaylar oldukça ilginçtir; Guatemala’da yaşayan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı sayılan Popol Vuh’un aktardığı olayların yanı sıra Meksika fatihi (1519-1522) İspanyol Hernan Cortes’e yerliler tarafından gösterilen, bazıları Cortes tarafından İspanya Kralına gönderilen dev insan kemikleri bu örneklerdendir.
Yazar Bernal Diaz del Castillo’ya göre:
“Eskiden bu topraklarda gayet uzun boylu erkekler ve kadınlar yaşardı; kötü ruhlu olduklarından büyük çoğunluğu yerliler tarafından öldürüldü.”
Amerika devleriyle karşılaşanlardan biri de ünlü Portekiz gemicisi Macellan’dır. Macellan’ı izleyen Antonia Pigafetta’nın yazdıklarına göre 1520 yılının Haziran ayında San Julian’da gemiciler bir devle karşı karşıya gelmişlerdi:
“Öylesine uzun boyluydu ki başımız beline kadar varamıyordu; sesi de bir boğanınkine benziyordu.”
Macellan bu dev yaratıkların ikisini ele geçirip gemisine aldı; Avrupa’ya götürecekti. Ancak gemi Ekvator’a varmadan ikisi de öldüler.
Devlerle karşılaşan yalnız Macellan değildir. Sir Francis Drake, 1578’de San Julian’da ikibuçuk metre boyunda yerliler gördüğünü hatıralarında belirtmişti. Drake’ten sonra Pedro Sarmiento, Tome Hernandez, Anthony Knyvet ve Sebald de Weer gibi gemiciler Büyük Okyanus kıyılarında kimi 3 kimi 3,60 boyunda yaratıklarla karşı karşıya gelmişlerdi. Bu arada özellikle Patagonya’da sık sık devierin izlerine rastlanılıyor. 1712’de Şili’de Valdivia bölgesini yöneten İspanyol hükümeti Patagonya’nın içlerinde üç metre boyunda bir yerli kabilesinin yaşamakta olduğunu resmen açıklamıştı. 1764 yılında Cabo Virgines’ın yakınlarında bu dev yerlilerle karşılaşan, ünlü İngiliz ozanı Byron’un dedesi Commore Byron izlenimlerini şöyle anlatıyordu:
“Biri bana doğru geldi. Kocaman bir şeydi; masallarda sözü geçen insan yüzlü canavarlara tıpatıp uyuyordu. Ölçüsünü alma imkanını bulamadım. Ama en azından 2.10 metre boyundaydı … ” ·



Java Adası’nda, Güney Çin’de, Transvaal’da ve Doğu Cezayir’de ele geçen dev taş baltalar, kesinlikle saptanamayan tarihöncesi bir çağda, yaklaşık olarak 4 metre boyunda yaratıkların yaşadığını açıklamışlardır. Filipinler’de, Gargayan’da, dişleri 7,5 cm. uzunluğunda ve 5 cm. genişliğinde olan 5,18 m. boyunda bir dev yaratığın iskeleti bulundu; Çin’deki kazılarda elde edilen ve 3 m. boyundaki ilkel insanlara ait olduğu sanılan kemiklerin yaşını, dünyaca tanınmış antropoloji uzmanı . Doktor Pei Wen Chung 300.000 yıl olarak hesapladı; Agadir’de keşfedilen ve en azından 3000 yıl öncesine ait olduğu hesaplanan taş baltaların ağırlığı 8 kiloyu aşıyordu.



Gargayan’da (Filipinler) bulunan iskelete ait bir kemik


1800’ler de ABD’nin Ohio eyaletinde bulunmuş bir iskelet
Yukarıda sözü geçen baltalara benzer aletler, çeşitli tarihlerde, İskoçya’da, ABD’de (Ohio ve Wisconsin) ele geçirildi; kimi 50-70 cm. boyunda, kimi de 30-40 cm. genişliğindeydi. Yine ABD.’de Nevada’da 50-60 cm. boyunda ayak izleri, Tunus’ta, Cheninin’in güneyinde, altı metrelik mezar ortaya çıkarıldı. 1833’te Kaliforniya’da bir dehliz açan bazı askerler 3,65 boyunda bir iskeletle karşılaştılar. 1887 yılında Nevada’da 99 cm lik bir bacak iskeleti, 1891 yılında Arizona’da 3 m. boyunda bir insan mezarı bulundu.

                                             Bu taşlaşmış dev ayak izleri Suriye’de bulundu



Bu taşlaşmış dev ayak izi de Hindistan’da
Şimdi yaşayan ve hareket eden dev yaratıklarla ilgili örnekler görelim:
23 Temmuz 1963 günü Oregon’da Satus Phass ile Toppenish arasındaki ana yolda arabayla giden üç kişi 4 metre boyunda bir yaratığın ilerki yoldan geçtiğini gördüler. Yine Oregon’da Lewis nehrinde balık avlayan iki kişi kocaman bir devle karşılaştılar. Aynı yıl, “Oregon Jo­urnal” gazetesi için röportaj yapan bir gazeteci 40 cm. uzunluğundaki ve 15 cm. genişliğindeki ayak izlerinin resmini çekip yayınladı.
Mitoslardaki, efsanelerdeki, masallardaki devlere karşılık Horbiger’in varsayımı ve Meksika, Patagonya, Amerika devleri ve bütün bunlara ek olarak dünyamızın çeşitli köşelerinde rastlanılan dev izler, devlere uygun aletler ele geçmiştir.

Dr. Robert Schoch Güney Afrika’da keşfettiği dev ayak iziyle görülüyor
Devler gerçekten yaşadı mı? Yoksa yeryüzünün bazı uzak bölgelerindeki çok eski çağların bir kalıntısı olan ayrı bir ırk, bir çeşit değişime uğrayarak hala yaşıyor mu? Yirmi yıl önce Beyrut Müzesi Dergisi’nde yayınladığı bir araştırma yazısında, Doktor Louis Burkhalter şu sonuca varıyordu.
“350.000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bunun şimdiden bilimsel açıdan ispat edildiğini kesinlikle göstereceğiz.”

Kaynak: Dünyamızın Gizli Sahipleri – Giovanni Scognamillo (S. 121-137)

Druidler ve Periler



Kelt Kültürü
Bir soydan çok bir soyla birlikte bir kültür oluşturan Keltler, Kafkas bölgesindeki diğer Hint-Avrupa halkları gibi türedi. Plutarch, Keltlerin Kırım’dan geldikleri görüşünü savunur. Bazıları Balkan yarımadasına dağıldı, diğerleri Alpler’e ulaştı ve sonunda Roma’da toplandılar. Ama oradan kovuldular ve geriye kalanlar Orta Anadolu’ya göç ederek Galatya olarak bilenen ülkeyi kurdular. Diğerleri Danimarka ve Almanya’ya ulaştı, ancak Cermenlerce buradan sürüldüler. Bugünün Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’una girenler daha başarılıydı ve başlangıçta Romalıların Galya olarak bildigi Seine ve Garonne nehirlerinin arasında kalan bölgeye yerleştiler. Diğerleri, bugünkü Kuzey İspanya ve Portekiz’e yerleştiler. İspanya, Portekiz, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’dan Büyük Britanya ve İrlanda’ya geçtiler.
Kelt dilleri Britanya ve Fransa’nın Bretagne bölgesinde günümüze kadar geldi. Aralarında İrlanda’da konuşulan İrlanda Kelt dili ya da İrlanda Gal dili, İskoçya’da konuşulan İskoç Kelt dili, Man Adası’nda konuşulan Manx dili, Galler’in Gal dili, Bretagne ve Cornwall’da Breton (uygulamada yok olan) ve Cornwall dili vardır. Kelt kültürü en iyi biçimde, istilacıların oldukça az karıştığı İrlanda ve Galler’de korundu fakat burada bile büyük değişikliklere uğradı.
Keltlerin, en önemli gelişimini İrlanda’da İS 1. ve 2. yüzyıllarda tamamlayan karmaşık bir sosyal düzeni vardı. C. S. Coon bunu, son dönem arkeolojik araştırmalara dayanarak açıklamıştır. Başta Tüm İrlanda’nın Yüce Kralı, altında Ulster, Munster, Connaught, Leinster ve Maeth büyük eyaletlerinin beş Kralı, onların altında eyalet Kralları, onun altında Bayır ve Tepelerin Kralları, onun altında Soylular’dan oluşan dört sınıf, onların altında çiftlik sahipleri, onun altında işçiler ve zanaatkarlar ve sonunda toprağa bağlı köylülerin olduğu feodal bir sistem vardı. Toprak da buna göre bölünmüştü, yalnızca son sınıf toprak sahibi değildi.
Toprak sahipleri ve köylülerin dışında Druidler adı verilen bir eğitimliler sınıfı vardı. Her şeyi düzenleyen bağımsız bir hiyerarşileri vardı, örneğin Yüce Kral ve diğer kralların, soyluların ve çiftlik sahiplerinin randevularını tutar ve rahip, hakim, doktor, eğitmen, şair, astrolog ve majisyenlik yaparlardı. Yunan alfabesini kullanarak yazı yazdıkları söylenir. Ayrıca, dikey ve yatay kalem vuruşlarıyla yazılan harfler birbirleriyle birleştirilerek yatay bir çizgi üzerine yerleştirilen kadim Ogham Alfabesi’ni kullandıkları da söylenir. Ama klasik yazarların tümü Druid bilgisinin yazarak değil, ezberlenerek öğrenildiği konusunda görüş birliğindedir. Bu nedenle bir Druid’in eğitimi yirmi yıl gibi uzun bir zaman birimi kadar sürebilirdi. Klasik yazarlar Druidlerden söz ettiğine göre, Druidler topluluğuna kadınlar da kabul edilirdi. Diğer rahipliklerde olduğu gibi, birkaç inisiyelik sınıf vardı. Bu sınıflardan ikisi ozanlar ve gezgin kahin-şairler (Bards and Ovates). Bunların, Druid olabilmek için ön koşullar olup olmadığını bilmiyoruz, ancak dinsel bir uygulama olarak şiirin oldukça geliştiği kesindir. Eski Yunanlıların pythoness’leri gibi, Druidess’ler de öte dünyayla iletişim kurmak için medyum olarak kullanılmış kadınlar olabilirler. (Pythoness: Eski Yunanistan’da, yoksul halkın arasından sevilen ve kehanet tapınaklarında inisiyasyondan geçirildikten sonra rahibe olan kadın kahin. Sözcük, antik kehanet merkezi Delphoi kentinin eski adı olan “Pytho” ile bağlantılıdır.)


Kahin-Şair bir gezgin Druid
Druidizm, Hıristiyanlıktan önce Büyük Britanya ve Galya’da da gelişti. Druidlerle kişisel olarak görüşen Julius Caesar (bilindiği gibi İÖ 55’te İngiltere’yi istila etti), Druidlerin, eğitim için Galya’dan Britanya’ya gittiklerini söyler. Bununla birlikte, ana merkezleri gibi görünen Anglesey’de Druidler için bir okul olduğu belirtilir. Resmi din Hıristiyanlık olunca, Druidler Rahip ve Başdruid piskopos oldular. Arkeolojik bulgular Sakson fethi öncesinde Britanya halkının çıplak barbarlar olduklarını gösterir ve Caesar’ın tanımladığı gibi, “çivit otuyla boyanmışlardı,” oldukları belirtilir. Tunç Çağı’ndan Demir Çağı’na geçmişler; muhteşem çömlekler, aletler ve zırhlar yapmışlar ve dokumacılıkta gelişmişlerdi. Kişilerin giysileri rütbelerini gösterir, üzerlerindeki renkler de konumlarını belirtirdi.
Druidler tunç ve altından araçlar kullandı ve kullandıkları altın göğüs zırhları ve gerdanlıkları müzelerde görülebilir. Piskopos asası taşırlar ama çoğu şist’tendir (yaprak kaya).
Druidizm konusu arkeologlar için yarım yüzyıldan fazla bir süredir tam olarak çözülebilmiş değildir. Bunun nedeni, 18. ve 19. yüzyıl romantik yazarlarının Druidleri ısrarla Stonehenge gibi Kiklopik anıtlarla ilişkilendirmeleri ve Stonehenge’in Druidlerin denetimi altında inşa edildiğini öne sürmeleridir. Artık bu görüş ortadan kalktı. Stonehenge ve Avebury’nin ilk araştırmacıları olan W. Stukeley (1687-1765) ve sanatçı ve şair W. Blake (1757-1827), ataerkil dinin yurdunun Britanya olduğu görüşünü savundular ve bu dinin Druidizm olduğuna inandılar.
Çağdaş görüşe göre ise, Druidizm iki gerçeğe dayanan bir ağaç kültüydü;
1- Büyük Britanya ve İrlanda’nın da içinde bulunduğu Avrupa, Hıristiyan çağının başlangıcına dek en çok meşe ağacına rastlanıldığı geniş ormanlarla kaplıydı;
2- Meşe ağacının meyvesi olan meşe palamutu, bu geniş bölgede yaşayanların temel besin maddesiydi.  Klasik toplumlarda da bu kült vardı, çünkü tanrıların kralı Zeus, meşe tanrısıydı. Ancak Antik Yunan ve Roma’da (Demeter ve Dionysos ile kişileştirilmiş) mısır ve şarap kültü buna karşılık gelir ve birçok yönden daha karmaşıktır.
Druid Ayinleri
Druid tapınımının en tuhaf yönü, tohumlarını kuşların yerleştirdiği, ağaçlarda yetişen yan asalaksal bir bitki olan ökseotuna saygı duyulmasıdır. Meşe ağacında görülmez, ancak Druid ayinleri sırasında bulunup altın bir orakla kesilmiş olmalıdır. Ökseotunun kesilmiş dalları izdeşlere dağıtılırdı. Bu kitabın yazarı, 1944’te bu ayini, Hıristiyan Aşai Rabbani ayiniyle karşılaştırarak bir kuram öne surdü. Mesih’in bir dal olduğuna işaret eden Elder’in sözüne dayanmaktaydı. Jesse’nin Ağacı olarak bilinen ve birçok Ortaçağ metinlerinde gerçek bir ağaç gibi betimlenen İsa’nın atalarından kalma ağacı, meşe ağacı simgeler. Bir kuş bu ağacın üzerine ökseotunun tohumunu yerleştirir. Kuş, Jesse’nin Ağacı’na İsa’nın tohumunu yerleştiren Ruhulkudüs’ü simgeler.
Bu kutsal bitkiye yalnızca altın dokunabilir, asma töreninin şarabı kutsamadan sonra Mesih olunca, yalnızca kadehin iç bölümündeki altın yüzeye değmesine izin verilir. Birkaç bitkinin ayinsel önemi olduğu belirtilmelidir. Ökseotunun Cermenlerce de kutsal sayıldığını ekleyebilir ve bazı efsanelerde çarmıhı oluşturan ve gerçek ağaç boyutlarında bir bitki olduğu söylenir. Virgilius ve çağdaş dönemde Sir James Frazer’in bitki kültü üzerine yazdığı kapsamlı yazılarda ökseotunun altın dal olduğu belirtilir. (“Druid” sözcüğü, Kelt dilinde “meşe ağacını bilen” ya da “bulan” anlamına gelir. Druidler’in, meşe ormanlarında yaşamlarını sürdürdükleri için bu adı aldıkları öne sürülür.)
Druidlerin, içine hayvanları ya da insanları koyduğu ve kurban olarak yaktıkları dev sepet işi figürleri yaptıklarından söz edilir. Bunun gibi dev figürler ürettikleri, bunlarla geçit töreni yaptıkları ve sonunda kurban ettiklerine ilişkin hiç kuşku yoktur. Bu uygulama İngiltere’de yüzyıllarca sürdü. Her 5 Kasım’da Guy Fawkes’in içi doldurulmuş kuklalarının yakılması bu uygulamadan gelir. (Guy Fawkes (1570-1606): İngiliz Katoliklerinin, artan baskılara misilleme olarak Parlamento’yu havaya uçurup Kral I. James ile önde gelen bakanları öldürmek amacıyla düzenledikleri “barut komplosu”nun elebaşlarından. Fawkes’m öldüğü yıl olan 1606’dan beri her yıl 5 Kasım’da kutlanan “şükran günü”nde (Guy Fawkes Night) havai fişekler atılır ve komplocuları temsil eden kuklalar yakılır. İnsan kurbanlarının kullanılıp kullanılmadığı tartışılır. Elder, bu düşünceye karşı çıkar, Canney bunun kuraldışı olduğunu düşünür ve kurbandan birkaç damla kan alındığı ve sonra yalnızca kuklasının yakıldığı bazı örneklerden söz eder.


Yılda dört kez büyük Druid şenlikleri düzenlenirdi. Böyle zamanlarda şenlik ateşleri yakılırdı. Mayıs başında Beltane kutlanırdı. Bu, bahar şenliklerinde, halk oyunlarının başlangıcında, Mayıs kral ve kraliçelerinin seçimi, Kilisedeki Aziz Walpurga Günüyle (1 Mayıs) çakışan büyük cadılar bayramı ve sonraları aynı günde çeşitli İşçi ve Komunist parti kutlamalarında sürdürüldü. Ağustos başında Lugnasad kutlanırdı. Ortaçağ’da, 1 Ağustos’ta Lammas (Lammas: “ilk meyve şenligi”: Bugün büyük ölçüde “August Bank Holiday”e dönüşmüştür ki İngilizce’de “bank holiday”, cumartesi ve pazar günlerinin dışında bankaların kapalı olduğu resmi tatil günü anlamına gelir.) ya da Ağustos Gule’si şenlikleri adıyla anıldı. Samhain, Kasım’ın başında gerçekleşir. Bu, Katolik Kilisesince “All Saints” (Tüm Azizler Günü, 1 Kasım) ve “All Souls” (Tüm Canlar Günü, 2 Kasım) kutlamalarına ve Protestanlar arasında Guy Fawkes Günü’ne (5 Kasımı dönüştürülmüştür.
Oimelc, İrlanda’da Earrach olarak bilinir ve Şubat başında (1 Şubat) kutlanırdı; güzel bir anıt mezarı olan Azize Bridgit Günü (Kelt tanrıçalarından biriyle aynı adı taşır) ve mumların kutsandığı gün olan “Purification” ya da “Candlesmas” (2 Şubat) ile aynı güne gelir. Ayrıca, yaz gündönümünden üç gün sonra kutlanan bir şenlik daha vardı ve Hıristiyanlık döneminde Vaftizci Yahya’nın doğumu olarak bilinen bu günde, ateş tekerleği töreni adında, yanan bir yük arabasının tekerleğinin bir tepeden aşağı bırakıldığı, günümüze dek sürdürülen bir gelenek vardı.
Bununla birlikte, Noel’le çakışan, kış gündönümünden üç gün sonra kutlanan bir şenlik daha vardı. S. C. Cox mevsimlerin Druidlerce kişileştirildiğini söyler; Bahar’ın bir gençle, Yaz’ın yetişkin bir erkekle, Güz’ün orta yaşlı bir kişiyle ve Kışın bir yaşlı erkekle… Kış, Aziz Nicholas adıyla bilinen Santa Claus ya da Noel Baba’ya dönüşmüştür.
Druidlerin en tuhaf uygulamalarından biri yılan yumurtasıdır. Bu, ayinlerinde kullandıkları nesnelerden biriydi ve kişisel bir gözlemle Plinius’un “Historia Naturalis”inde (Doğa Tarihi) anlatılır. Küçük bir elma büyüklüğünde, kıkırdaklı ve pürüzlü bir kabuğu vardır. Plinius, yazın birkaç yılanın kıvrılırken vücutlarının salgısıyla karışan tükürükten oluştuğunu söyler. Yılanlar tısladıklarında, bu maddenin bir kısmı havaya karışır. Ardından, yere düşmeksizin, bir kumaşın üzerine düşmesinin sağlanması gerektiği ve yılanlar kişinin peşine düşeceği için, bunun bir nehri geçene kadar at üzerinde uzaklaştırılması gerektiğini anlatır. Bu, ayın belirli bir gününde yapılmalıdır. Söz konusu yumurta, nehrin akıntısına karşı yüzme özelliğine sahiptir.
Bazı saz şairlerinin söylediğine göre, iki grubun birbiriyle yanaşmasına neden olan, iyi olanın suyun öte tarafına taşıyabilmesiyle, bu yumurtanın türlü cenaze oyunlarıyla, Ortaçağ pelota (bir top oyunu) kutlamasıyla ve şükran şarkısını simgeleyen Büyük Perhizden önceki Cumartesi günü dönen topa şiddetle vurulması arasında bağlantı kurduk. Birçok top oyununun aslında dinsel bir önemi olduğu güçlü bir olasılıktır ve bu da onlardan biridir. Yumurta ya da top, can’ı simgeliyor olabilir (daha doğrusu teozofideki “kozal beden”i) ve oyun da bunun için iyiyle kötünün arasındaki çekişmeyi simgeler.
Kral Arthur Efsaneleri
Kral Arthur ve sarayı büyü ve gizemle çevriliydi. Öyküye göre, Büyücü Merlin’in, Aurelius Ambrosius’un yönetimi döneminde Stonehenge’in taşlarını nasıl getirttiğini ve Wiltshire’a (halen bulundukları yer) diktiğini önceden anlatmıştık. Bundan kısa bir süre sonra Aurelius, Saksonların bir entrikası sonucu zehirlenerek öldü ve kardeşi Uther Pendragon tahta çıktı. Uther, Cornwall Dükü Gorlois’in eşi. Igerne’ye aşık oldu. Merlin’in büyüsü yardımıyla Uther, Gorlois’in görünümüne büründü ve Gorlois Uther birlikleriyle uzaktayken Igerne’ye yaklaşmayı başardı. Gorlois öldürüldü ve Uther, Igerne’yle evlendi.
Arthur’un doğumu, Merlin’in büyüsünün sonucudur. Uther, Arthur beş yaşındayken ölür. Yaşı ve doğumunun gizemli olması nedeniyle tahta kimin çıkması gerektiğine ilişin hiç kararsızlık yaşanmamıştır. Londra’ da tüm soyluların ve şövalyelerin katıldığı Noel ve Yeni Yıl kutlamaları sürerken, kilisenin avlusundaki iri bir taşın içinden çıkan bir metal parçası görüldü. Taşın ortasına bir kılıç saplanmıştı ve taşın üzerinde kılıcı taştan çıkartabilen kişinin kral olmayı hak ettiği yazıyordu. Bunu yalnızca Arthur başarabildi. Böylelikle Arthur kral oldu ve Saksonlara karşı, tümünde başarılı olduğu oniki savaşta yer alması gerekti. Merlin’in büyüsü aracılığıyla Arthur, bir gölün sularının derinliklerinde görkemli bir sarayı olan bir büyücü; Göldeki Kadın’dan Excalibur ya da Caliburn adında muhteşem bir kılıç elde etti. Kılıcı sıkıca tutan, üzerinde beyaz ipekli bir kumaş olan bir kol, suyun yüzeyinde belirdi ve Arthur kılıcı alınca suya gömüldü.
Arthur öldüğünde kılıç yeniden göle atıldı ve el yeniden sudan çıkarak kılıcı yakaladı. Arthur’un kız kardeşlerinden biri ve güçlü bir büyücü olan Morgan la Fee kılıcı ve kınını çaldı. Arthur kılıcı geri almayı başardı, ancak kardeşi yeniden çaldı ve göle attı. Kın, onu üzerinde taşıyan kişinin kan kaybetmesini önlemeye yarıyordu. Morgan la Fee, Arthur’ a pahalı bir cüppe gönderdi. Cüppe, giyeni öldürüyordu (Herkül’ün ölümüne neden olduğu söylenen cüppeye benziyordu). Göldeki Kadın, Arthur’u uyardı ve cüppeyi getiren kişiye giydirdi. Bu kişi cüppeyi giyer giymez yanarak kül oldu.


Kral Arthur
Arthur, Cameliard Kralı Leodegrance’in kızı Guenever ya da Guinevere ile evlendi. Leodegrance düğün armağanı olarak Arthur’a, Merlin’in Uther için yaptığı ve Uther’in Leodegrance’e verdigi ünlü yuvarlak masayı verdi. Bu masanın burçlar kuşağını, dünyayı ve Son Akşam Yemeği’ni simgelediği ve oniki sandalyesi ya da rütbesi olduğunu söylenir. Mallory’nin hesabına göre 150 sandalyesi vardı. Masa yüz şövalyeyle birlikte geldi, Merlin de yirmisekiz şövalye daha buldu ve zamanla boş yerler dolduruldu. Üç sandalye boş birakıldı, ikisi özel onurlandırmalar içindi, üçüncüsüne ise “tehlikeli kuşatma” denildi ve Kutsal Kase’yi [Graal Kupası] bulan kişiye ayrılmıştı; oraya başka birinin oturması ölümcül olacaktı.
Gizemli gölle birkaç büyücü ilişkilendirilmiştir. Aralarından Nimue ya da Vivien adında birini delice seven Merlin, ona bazı büyülerini öğretti. Nimue, yanlışlıkla ya da önceden tasarlayarak Merlin’i bir taş ya da ağacın boşluğuna soktu, girişi kapattı ve girişi açamadı ya da açmak istemedi. Merlin İngiliz majisyenlerin en ünlüsüydü ve adı, yalnızca Arthur döneminde değil, Ortaçağ efsanelerinde sık sık geçerdi.


Eski bir gravürde Büyücü Merlin
Şövalyelik efsanelerinde Yuvarlak Masa’nın sayısız şövalyelerinden söz edilir. Bunların arasında, olağanüstü kibar Sir Gawain; bazı öykülerde diger şövalyelerin övmekten kendilerini alamadıkları, başkalarına göre de büyük güçleri olan Sir Kay; son savaşında yaralandığında Kral Arthur’un yanında bekleyen ve kılıcını göle atan kahyası Sir Bedivere; büyük bir kahraman olan, ancak Yuvarlak Masa’nın dağılmasının en büyük nedeni Kraliçe Guenever’le zina yapması olan Sir Lancelot’u; amcası Kral Mark’ın müstakbel eşini İrlanda’dan getirirken ona aşık olan Sir Tristram; Orkney Kralı Lot’ın eşi olan kendi teyzesiyle ilişki yaşayan büyük savaşçı Sir Lamorake ve Kutsal Kase Arayışı’na katılan soylu Sir Galahad yer alır.


Arthur, Yuvarlak Masa Şövalyeleri ve ortada Kutsal Kase
Arthur’un hükümdarlığı böylelikle sona erdi. Sir Lancelot ve Kral Arthur Bretagne’da savaşıyordu ve Arthur yeğeni Sir Modred ya da’ Mordred’i vekili olarak Britanya’da bırakmıştı. Sir Modred, Arthur’u tahttan indirmeye çalıştı ancak Arthur geri döndü. Batı Eyaletlerinde büyük bir savaş başlamıştı. Modred öldürüldü ve Arthur ölümcül yaralar aldı. Gemiyle şimdi Glastonbury, o zaman Ynysgwydrin denilen bölgede bir gölü geçti. Gemide üç peri ya da kader perileri vardı… Ve efsane Arthur’un ölmedigini, bir gün yeniden geleceğini iddia eder. Daha sonra, III. Constantine Britanya’nın hükümdarı oldu.
Mabinogion, İngiliz efsanelerinden farklı olarak ilk Gal efsanelerinin bir derlemesidir. Bu efsanelerde mitolojik yapıda çok tuhaf öğeler vardır. Bir öyküde Kilhwch, hükümdar Vspaddaden Penkawr’ın kızı güzel Olwen’le evlenebilmek için, kuzeni Kral Arthur ve şövalyelerinden yardım ister. Bunu yalnızca hükümdarın birkaç olağanüstü isteklerini yerine getirerek başarabilir ki bu da Arthur’un yanında bulunanların tümünün yok olmasma neden olur. Gerçekleştirmeleri gereken birkaç istekten biri, canavar domuz (bir zamanlar insan olan, ancak sonra büyüyle canavara dönüştürülen) Twrch Trwyth’in kulakları arasında bulunan ustura, tarak ve makası elde etmekti, ancak ülkeyi kırıp geçti ve Arthur’un şövalyelerinin çoğunu öldürdü. Canavarı yakalayabilmek için önceden birkaç büyülü nesnenin ele geçirilmesi ve üç yaşındayken ortadan kaybolan Modron’un oğlu gizemli Mabon’un yardımı gereklidir. Tutsak durumda bulunur. Destansı bir arayış ve daha birçok serüven sonrasında tüm istekler yerine getirilir.
Avrupa’daki diğer toplumların Britanya için, “Ölülerin Vatanı” dediklerine ilişkin kanıtlar vardır. Ağırlığıyla suya batmasına neden olan, görünmez bir kargo yüklü bir feribotun bugünku Manş Denizi’nden geçtiği ve taşıdığı ölülerin ruhunu bıraktıktan sonra, dönüşte suyun yüzeyinde ilerlediğine ilişkin öyküler vardır. Bu öykü yaygın olarak bilinse de bilinmese de (Britanya’nın kutsal bir ülke olmasıyla bağdaşıyor), İngiliz hükümdarlarının, Keltlerin yeraltı dünyası Annwn’in kralıyla karşılaşmalarını anlatan öyküler vardır. Mabinogion’da geçen öykülerden birinde, bir Gal prensi Yeraltı Ülkesi’nin Kralıyla bir yıllığına yer değitirir.
Periler
İngiliz mitolojisinde, Druidlerin majisyen olmaları ve daha sonra folklorda karşımıza periler olarak çıkan ruhlarla ilişkileri olması nedeniyle, perilerle Druidler arasında yakın bağlantı kurulmuştur. Kral Arthur’un sarayında perilerle [ing. fairy, fay; Fr. feel] insanları birbirlerinden ayırabilmek neredeyse olanaksızdır. Arthur’un kızkardeşinin adı Morgan la Fee’dir, yine de Gore’lu Uriens ya da Vrience’in eşi olarak dünyasal bir krallığın kraliçesidir. Merlin, doğumundan ve belki de daha çok Nimue’den ötürü hem peri, hem de insandır.
Shakespeare’in perileri günümüz yorumcularının aklını karıştırır, ancak Ortaçağ’ın başlarında bu ülkenin inançlarını yansıtmadıkları sanılmamalıdır. Bir kral ve kraliçenin yönettiği belirli topluluklar oluştururlar. Kralları Oberon, kraliçeleri Titania’dır. Bir peri sarayı vardır,
Puck, bakan ya da uşaklarından biridir, Mab, ebe peridir, Leprechaun, peri ayakkabıcısıdır. Ariel, bir cadı tarafından tutsak alınan bir peridir, vs.
Periler çoğunlukla çok küçüklerdir. Bazılarının en çok 30 cm boyunda, kimilerininse daha da küçük olduğu, bazı şiirsel tanımlamalara göre, böceklerle aynı ölçülerde oldukları söylenir. En küçüklerine pigwidgeon denir.


Gal folklorunda önemli bir yer tutan ve elf’lere benzediği öne sürülen Klabber’ler. İnanışa göre evlere bacalardan girerlerdi.
Doğaüstü güçleri vardır. Çoğunlukla görünmezdirler. Bazı psişik kişiler onIarı ve diğerlerini özel durumlarda görebilirdi. O zaman bile isterlerse ortadan kaybolabilirlerdi. Bununla birlikte, Doğunun cini gibi, bir yerden başka bir yere hızla yolculuk etme yetenekleri vardı. Güçlü aşağılık kompleksleri olduğundan insanlar gibi hareket ederler, ki bu ülkenin önceki sahiplerinin soyundan geldikleri, ancak yeni gelenlerce kovulan sürgünde olanları simgeledikleri görüşüyle uyumludur. Shakespeare’in perileri düşsel yaratıklardır. Kavgaları atmosferi etkiler ve sis ya da fırtınaya neden olabilir, öte yandan sevindiklerinde daha ılımlı doğa fenomenlerine neden olurlar, örneğin çiğ düşmesi gibi. Fata Morgana, belli durumlarda Sicilya ve İtalya arasında kalan Messina Boğazı’nda ve nadiren başka yerlerde gorünen bir tür seraptır. Buna bir perinin neden olduğu söylenir, o da önceden sözü edilen Morgan la Fee’den başkası değildir.
Periler meyveyle beslenir ve aynı zamanda yedikleri böcek, sümüklü böcek ve kurbağalara karşı savaşırlar. Peri yağı (cadı yağı da denir), Exidia türünden jelatinimsi bir küftür. Periler, şapkalı mantarı sandalye ya da masa olarak kullanırlar. Perilerin mutfak eşyası kullandığı pek görülmez. Taş çağı insanlarının kullandıkları çakmaktaşlarının bazen periler tarafıdan sığır avlamak için mızrak ucu olarak kullanıldığı düşünüldü. Onlara peri sürgüleri [elf-bolts] denirdi.
Periler zaman zaman insanlar için bazı nesneler bıraktılar. Aziz Cuthbert’e. Cumberland’de Edenhall’ın bahçesindeki duvarına bırakılan kadeh resmi de bunlardan biriydi. Resim orada yaşayan Sir Cristopher Musgrave’in ailesi tarafından alındı ve ona Edenhall’ın Uğuru denildi. Batıl inanışa göre, kaybedilecek ya da kırılacak olursa, resmin getirdiği uğur aileden gidecektir.
Periler çimenlerin üzerinde dans ederler. Bazen çimenin üzerinde halkalar görülür ve o bölge daha koyu renkte ve daha verimlidir. Bu peri halkalarının periler dans ettiğinde geçtikleri yerleri işaret ettiğine inanılır. Gerçekte bunun nedeni, mantarların merkezi bir yerden yayılmasıdır ve mantarlardan oluşan halkalar, mantarın çimenin köklerine ulaştığı bölgelerde kuru ya da kahverengi alanlar görülür. Mantarlar öldüğünde dairesel bir çizgide toprağı verimlileştirirler. Gerçekte, bu ülkenin Marasmius türü mantar buna neden olmaktadır.
Perilerin dansının ve diğer kutlamalarının gece gerçekleştiğine inanılır. Horoz öttüğünde yok olurlar. Bazıları perilerin Ay’a taptıklarına inanır. Klasik dönemde Diana’ya Titania denilmiştir. O ve yandaşları ormanlarda avcı olarak yaşarlardı, ancak yaşamları bir açıdan perilerinkine benzerdi. Perilerin avlanmaktan hoşlandıkları söylenir.
Periler doğum yapan kadınları ziyaret eder ve doğum sırasında insanlara, periler tarafından iyi ya da kötü büyü yapıldığı, armağanlar verildiği, ayrıca Cinderella’da olduğu gibi, majik yöntemlerle insanlara yardım eden peri vaftiz annelerine ilişkin birçok öykü vardır. Bazen gelin yatağını kutsar, ancak bazen ölümlülere aşık olurlar. Böyle bir durumda çocuk olsa bile evlilik yürümez.
Periler kızınca sütün ekşimesine, mısırın kavrulmasma neden olurlar ve bazen tencere ve eşyaları fırlatırlar. Bu nedenle, cadılarla ve poltergeist’lar ile özdeşleştirilirler. Aynı zamanda insanları ummadıkları zamanlarda, özellikle de ayak parmaklarından çimdiklerler. Daha da kötüsü, vaftiz edilmemiş çocukları kaçırır ve yerine başka bir bebek bırakırlar. Bırakılan çocuklar müziği ve dans etmeyi severdi, ancak öte yandan, kötü, kavgacı ya da aptal ve bazen doymak bilmeyen bir iştahları olurdu. Bu çocuğun bir peri-çocuk mu olduğu, yoksa başka bir yerden mi geldiği anlaşılmazdı.
Peri-parası’nın birkaç anlamı vardır:
1- Belirli yerlerin perilere ait olduğuna inanılırdı; bir çiftçi böyle bir yeri, perilerin aldığına inanılan, bir miktar para bırakmadan devralamazdı.
2- Periler bazen insanlara para bırakırdı, onlar gittikten sonra bazen yapraklara ya da başka değersiz nesnelere dönüşürlerdi (bu cadıların eski bir numarasıydı)
3- Perilerin kendi para birimleri vardı; Brand’e göre, şimdi Leverian Müzesi’nde bulunan ve Newcastle’da Tyne kıyılarında bulunanlar gibi, “küresel kristalize nesneler”den oluşurdu.
Periler bazen hastalığa neden olabiirdi. Vücudun bir yanının katılaşması etkisi, Ortaçağ’da cüce katılaşması [elf-cake] adıyla bilinirdi. Zambak kökü katılan beyaz şarap içilerek tedavi edilirdi.
Hampshire ve Dorset’te at biçiminde görünen yaramaz bir periye colepexy (coltpixy) denirdi. Konik fosil olarak bilinen fosillere colepexy parmakları ve deniz kirpisi fosillerine ise colepexy kafaları denirdi.
Elemantaller
Peri bilgisi yerli toplumlarının sürgününe ilişkin çok şey içerirken, onların kökenlerine ilişkin başka kuramlar da olduğu unutulmamalıdır. Bazı etkenler onların değişim geçiren tanrılar olduğu, başkalarıysa totem kökenli olduklarını belirtir. Ancak, dünyadaki tüm toplumların, ne insan ne melek ve ne iyi ne kötü olan ruhlara inandıkları unutulmamalıdır. Bu tur ruhlara elemantaller ya da “doğa ruhları” denir ve bunlar insana benzeyen hayaletler olan özlerden farklıdır. Onların, esrarengiz görüntülere, wraith’lere, (Wraith (ing.): Bir kimsenin, ölümünden az önce ortaya çıkan ve kendisine çok benzeyen görüntüsü.) “ağlayan periler”e (banshee) (Banshee (ing.): Özellikle İrlanda’da, ağladığı evden ölü çıkacağına inanılan bir peri türü.) ve öcülere (bogey) olan inançtan sorumlu oldukları söylenir. Onlar klasik dönemin koruyucu ruhları, ataların ruhları ve larvalarıdır.
Öte yandan, bir evi ya da bölgeyi koruyan klasik ruhlarla bir biçimde bağlantılı görünen elementaller, bağımsız varlıklardı. Uzun süre yaşarlardı, ölümlüydüler, ancak bir insanla yaşayarak ölümsüzleşebilirlerdi. Tümüyle iyi ya da kötü değillerdir, ancak bir insanla karı-koca olup böyle olabilirler. Kötülerine gulyabani, ifrit, cin, küçük şeytan ve özellikle de eşya fırlatanlara poltergeist denirdi.
Bu tür en az altı grup elemantal varlık olduğu görülür:
1- Gnomlar (toprak ruhları): Bunların taşlardaki deliklerden göründükleri sanılıyordu; Cornwall ve Almanya’nın madencileri onlardan korkar ya da rahatsızlık duyarlardı. Almanya’da onlara trol, kobold ya da dwerger denirdi. Dişilerine gnomid denirdi. Gnom’lar mağaralardaki çökmeler ya da patlamalardan sorumlu tutulurdu. Kahverengi ya da koyu renk giysiler giydikleri ve çok çirkin oldukları söylenirdi. (Gnom sözcüğü, Grekçe’de “yerin içinde yaşayanlar” anlamına gelen genomos’tan gelir.)
2- Undine’ler (su ruhları): Klasik mitolojide denizin oceanid ve nereid’leri, İskandinavların elle-kadın ya da elle-kız denilen elle-halkı, İngiliz peri masallarının merrowlan (mermaid – denizkızı ve mermen – denizadamı), klasik mitolojinin tatlı suda yaşayan naiade’leri, kuzey mitolojisinin nixi ya da neck’leri ve at biçimine dönüşen kelpy’leri de bu gruba girer. Çoğunun vücudunun üst bölümünün insan biçiminde, belden aşağısının ise balık biçiminde olduğu söylenir. Coğunlukla saçları yeşildir. Denizkızı genellikle güzeldir. Aralarında deniz-keşişleri ve deniz-rahipleri vardı. Deniz-keşişleri başlık takarken, denizrahipleri külah giyerlerdi. Bunların belli balıklara benzediği düşünülür; örneğin denizkızı, dişilerinin yavrusunu bazen suyun yüzeyinde, insanlarda olduğu gibi bu türde de olan, memesine doğru tutarak emzirdiği bir deniz memelisi
olan deniz ineğine benzetilir. Yüzgeçleri kol gibi ve başları insanlarınki gibi yuvarlaktır.




Jorge Angel Livraga’nın “Elemental Doğa Ruhları” adlı kitabından elementaller. (Çizimler Josef Machynka, Viyana Sanat Akademisi)
3- Sylph’ler (hava ruhları): Periler ve büyük olasılıkla daha çirkin görünüşlü geceleri gizlice evlere girip ev işlerine yardımcı olan brownie’ler, çok güzel elfler ve insanlara oyun oynamaktan çok hoşlanan muzip pixie’ler bu gruba girer. Klasik mitolojide, Artemis’in yanında bulunan dağ perileri oread’ları da bu gruba yerleştirebiliriz.
4- Salamander’ler (ateş ruhları): “St. Elmo’nun ateşi” (İspanya’nın Galicia bölgesi inançlarına göre, geceleri görülen ateş. “gemici nuru”) gibi, denizin üzerinde ve gemilerin direk ve diğer donanımlarının üzerinde küre biçiminde beliren acthnici, ayrıca bataklıkların üzerinde beliren bir alev olan ignis fatuus, bataklık alevi de bu gruptandır. [Salamander sözcüğünün, İspanya’nın batısında Castilla-Leon bölgesindeki Salamanca Üniversitesi’nden geldiği öne sürülür. Kimi yazarlar, Ortaçağ’da bu üniversitede ileri düzeyde simya çalışmalarının yapıldığını belirtirler]
5- Dryad’lar (bitki/ağaç ruhları): Klasik dönemlerin dryad ve kardeşleri hamadryad’ları da bu gruptandır; her ağaçta bu ruhlardan birinin oturduğuna ve ağaçla birlikte doğup, onunla birlikte öldüğüne inanılırdı. [Yunan mitolojisinde Orfe’nin (Orpheus) eşi Eurydike bir dryad idi.]
6- Faun’lar (hayvan ruhları); Romalıların fauni, panes sylvan ve Yunanlıların satyrleri, totemci sistemlerin totem hayvanların ruhları bu gruba yerleştirilir; bunlardan cadıların hizmetkarları seçilir. Bir sonraki bölümde görüleceği gibi orman ve kır perileri ya da satyrler klasik mitolojide önemli rol oynarlar. Bunlar, ruhların en üst grubundan olduğuna inandıklarımızla karıştırılmamalıdır, yani:
7- Tanrı ve Tanrıçalar: Sayısız olsalar da bir önceki gruptan daha azdırlar; bazen üzerlerinde yazılar olan heykelleri Kelt bölgelerinde bulunur ve büyük gök tanrısı Hu ya da Hesus, Keltlerin Demeter’i Keridwen, pmarlann koruyucusu Grannos, savaş tanrısı Camulos, ışık tanrısı Lugh, deniz tanrlıarı Llyr ve Manannan, sanatkar Govannon ya da Goibniu, Keltlerin Vulcanus’u Sul, kaplıcaların koruyucusu Brigit, ocak ve sobaların tanrısı Keltlerin Vestas’ı, Keltlerin Herkül’ü Ogmios ve boynuzlu tanrı Cernunnos. Sonuncusu, çatal tırnakları ve boynuzları nedeniyle Hıristiyanların şeytanı ile özdeşleştirilmiştir.
Kaynak: W.B. Crow – Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin Tarihi




İlahi Dinlerde Cinler Hakkında Önemli Bilgi ve Belgeler



Güzelim Senin İçin Araştırdım Lütfen Devamınıda Oku

Cin “Belli başlı dinlerde, zaman, mekân ve sebep-sonuç ilişkisine dayanan maddî dünya ile madde dışı ya da ruhî dünya arasında ilişki sağladığına inanılan varlıklar ya da güçler” diye tarif edilmektedir. Yahudi ve Hıristiyan dinlerinde çoğunlukla iyi varlıklar olarak görülen meleklerin karşısında yer aldıklarına ve kötülüğü simgeleyen şeytan tarafından yönlendirildiklerine inanılmaktadır. Bununla birlikte Batı folklorunda daha zararsız görülen cinler de vardır. Doğuda, eski dinlerde ve yazısız kültürlerde ise bu ayırım daha az belirgindir, cinler kötü olabilecekleri gibi, bazı durumlarda iyi varlıklar da olabilirler.
Cin kavramı Batı’da önceleri “doğa ötesi varlık” ya da “ruh” gibi anlamlar içerirdi. Meselâ Fransızca olan “genie” kelimesi “cin, peri” ve benzeri varlıklar için kullanılmıştır ki, telâffuz bakımından da Arapça “cin” kelimesine yakınlık arzetmektedir.

9 Haziran 2018 Cumartesi

Güneşin Galaktik Çevresi Hakkında Bilmedikleriniz



Güzelim Senin İçin Araştırdım Lütfen Devamınıda Oku

Yıldızlararası ortama ait bir kısım parçalar güneş sisteminin içerisinden geçmektedir. Atomik parçalardan ve az miktarda tozdan oluşan bu galaktik ziyaretçiler, gezegenlerarası ortamda dolaşabilecekleri gibi güneş sistemindeki büyük cisimler ile de çarpışabilir. Her bir parçacık mikroskobik ölçülerde olmasına rağmen, güneş sistemindeki toplam kütleleri inanılamayacak kadar büyüktür. Gerçekten, helyosferdeki gazın yaklaşık %98 lik kısmı -güneş rüzgârının doldurduğu uzay hacmi- yıldızlararası maddeden ibarettir. Bu parçacıklar bir gezegenin çevresi ile nasıl etkileşir? Gezegenin atmosferine önemli etkileri var mıdır? Şimdilik bu soruların cevaplarını kimse bilememektedir.
Bu soruların cevapları ancak, güneşin galaksi çevresindeki yıldızlararası ortamın daha iyi anlaşılması ile verilebilir. Astronomlar yıldızlararası maddenin filament, düğüm, ilmik ve kabuklara benzeyen gaz ve toz bulutları içinde oluştuğunu keşfetmişlerdir. Uzayın çok küçük bir parçasında, birkaç bin ışık yılı genişliğindeki yıldızlararası maddede büyük bir sıcaklık ve yoğunluk farklılığı gözlenir. Astronomlar geçen on yıl içerisinde yıldızlararası ortamın fiziğini ve yapısal doğasını yeni yeni anlayabilmişlerdir. Bununla birlikte, astronomların güneşin 5 milyar yıllık ömrü boyunca geniş bir galaktik çevre ile etkileştiğine dair ellerinde deliller vardır.

Evrende İnsana Özel Bir Ev: Dünya Hakkindaki İlginç Bilgiler



Güzelim Senin İçin Araştırdım Lütfen Devamınıda Oku

Bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte 1960’lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır.

Araştırmalar derinleştirildikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü yaratılışa “İnsani İlke” (Anthropic Principle) adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını gözeten bir amaçla yaratılmıştır.

Rus Şehri Üzerinde ‘Uzay – Zaman Vorteksindeki’ Parçalanma Hakkında Önemli Bilgiler



Rus bilim adamları Federal Uzay Ajansı (FKA/RKA) tarafından hazırlanan raporu inceledikten sonra şok oldular. Bu rapor Dünyamızın “uzay – zaman vorteksinin dokusunun” bu geçen hafta Rusya’nın Ural Dağlarındaki en büyük şehri Yekaterinburg üzerinde (ayrıca Ekaterinburg olarak bilinir) parçalandığını söylüyor.
Dünya gezegenimizin etrafındaki uzay – zaman vorteksinin varlığı ilk kez Genel Görelilik teorisini geliştiren Almanya doğumlu teorik fizikçi Albert Einstein (1879-1955) tarafından öne sürüldü ve son zamanlarda tarihte ilk kez NASA’nın Yerçekimi Sondası B adlı en uzun işletilen projesinde çalışan ABD uzay bilim adamları tarafından onaylandı.
Bu olaya tanık olup fotoğraflarını ve videolarını çeken binlerce Yekaterinburg sakini, Dünyamızın uzay – zaman vorteksindeki bu muazzam yarığa tanık oldu.
Dünyamızın uzay – zaman vorteksindeki bu yarığın şok edici görsel resimleri Batı’ya ulaştığında, onların propaganda medya organları, bu olaya yörüngeye fırlatılan Rus Soyuz roket askeri iletişim uydusunun neden olduğunu ifade ederek hızlı bir dezenformasyon moduna girdiler.

Bu Batılı medya propagandasının sözünü edemediği şey, Yekaterinburg’taki olaylardan saatlerce önce kuzey Rusya’daki Plesetsk Cosmodrome’dan Meridian 4 Uydusu fırlatılmış olsa da, bu Arctic uzay sitesinin Urallara mesafesi 2,500 kilometredir, herhangi birinin onu görebilmesi saçmalığın ötesindedir.
Dünyamızın uzay – zaman vorteksindeki bu yarığın nedeni olarak, Rus bilim adamları Elenin Kuyruklu yıldızını gösteriyorlar, Elenin Kuyruklu yıldızı 10 Aralık 201’da Rus astronom Leonid Elenin tarafından keşfedildi. Leonid Elenin dört adet mükemmel şekilde hizalanmış “nesne”yi izliyordu (soldaki resim). Çinli bilim adamları bunların “uzay gemileri” olabileceği uyarısını yaptılar.
Önceki “Tapınak Şövalyeleri ‘Son’ Dünya Savaşı İçin ABD – İran’ı Birleştirmeye Hazırlanıyor” raporumuzda, Elenin Kuyruklu Yıldızı ve ona eşlik eden 2010 SO16 and 2005 YU55 ile ilgili sayısız linki sıraladık, bunların hepsi Dünyamıza yaklaşıyor.

Bu muazzam uzay – zaman bozulmalarının ilk gözlemlerinden bu yana [Bakınız 19 Ocak raporumuz: Süperfırtınalar Gezegeni Çarparken Grönland Gündoğumu Dünyayı Şok Ediyor] Süperfırtınalar Dünyada yıkıcı hasarlara neden oluyor, öyle ki ABD Devlet Bakanı Hillary Clinton geçen hafta dünyamızın kendisini besleme yeteneğinin “büyük tehlike altında” olduğu uyarısını yaptı.
10 Aralık 2010 “ Gizemli Nesne Dünya’ya Yaklaşırken Muazzam Deprem Korkusu Artıyor” raporumuzda belirttiğimiz gibi, Rus bilim adamlarının en büyük korkuları 11 Mart 2011’de gerçekleşti, tarihteki en büyük depremlerden biri Japonya’yı vurdu.
Dünya’nın üst düzey sismik bilim adamlarından biri olan Cornell Üniversitesinden Dr. Mensur Omerbashich, PhD, Elenin Kuyruklu Yıldızının daha da büyük felaketsel olaylara neden olma olasılığının bulunduğu uyarısını yaptı. “~M6+ depremselliğinin nedeni olarak “Astronomik hizalanma” raporunda şunları okuyabiliriz:
Burada, depremselliğe neden olan Dünya kütlesel rezonansının büyütülmesinin gelgitsel olarak başladığı jeorezonatör kavramımı deneysel olarak gösteriyorum. Bu amaçla, 2010 yılının tüm kuvvetli (~M6+) depremlerinin, Dünya’nın güneş sistemimiz içinde uzun (t>3 gün) astronomik hizalanmaları sırasında gerçekleştiğini gösteriyorum. Sonra bunun 2000’li yılların tüm çok kuvvetli depremleri (~M8+) için de doğru olduğunu gösteriyorum. Son olarak, geçmiş yüzyılın en kuvvetli depremleri (M8.6+) Dünya’nın çoklu uzun hizalanmaları sırasında gerçekleştiği gösteriliyor, oysa ki en kuvvetli (M9+) olanların yarısı Dolunay sırasında gerçekleşti. C/2010 X1 (Elenin) kuyruklu yıldızını kullandım, çünkü 2007’den bu yana en kuvvetli depremsellik açısından sağlamlığa katkıda bulunmaktaydı. Elenin, Ağustos – Ekim 2011’e kadar Dünyanın çok kuvvetli depremselliğini şiddetlendirmeye devam edecek. Keşiflerime dayanan depremlerin yaklaşık tahmini uygulanabilirdir. Bu gösteri hiperrezonatör kavramımı kanıtlıyor”
Şimdiki zamanlarımızı çevreleyen başa çıkılmaz doğal felaketler nedeniyle çok fazla korku olsa da, Oxford Üniversitesi Felsefe Bölümünden Nick Bostrom’a göre belki de bir teselli nedeni vardır. Ona göre deneyimlediğimiz her şey bir bilgisayar simülasyonundan başka bir şey olmayabilir.
Bostrom “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz?” başlıklı teorik raporunda şunları söylüyor:
“Bu çalışma aşağıdaki önermelerden en az birinin doğru olduğunu savunur: (1) insan türleri muhtemelen “insan sonrası” aşamaya erişmeden önce, nesli yok olacak; (2) herhangi bir insan sonrası uygarlığının, kendi evrimsel tarihlerinin dikkate değer sayıda simülasyonlarını çalıştırmaları olası değildir (veya varyasyonlarını); (3) bir bilgisayar simülasyonunda yaşıyoruz. Bu bir gün ata – simülasyonlarını çalıştıran insan sonrası olacağımızın önemli şansı bulunduğu inancının hatalı olduğunu izler, şu sıralarda simülasyon içinde yaşıyor olmadıkça. Bu sonucun diğer birkaç çıkarımı da tartışıldı”
By: Sorcha Faal
© May 10, 2011 EU and US all rights reserved. WhatDoesItMean.Com.daki orijinal kaynağı belirtildiği sürece bu rapor tüm içeriğiyle kullanılabilir.

6 Haziran 2018 Çarşamba

%100 Beyin Gücü Hakkında Önemli Bilgiler


Bir düşünsenize, insanoğlu tüm islerini tek parmakla yapıyor olsa idi, o zaman 10 parmakla donatılmış olarak doğmazdık. Eğer beyin hücrelerimizin sadece %10’u mutlu, seviyeli bir yaşantı sürdürmeye yetse idi, kafamız tam 10 kati daha fazla hücre ile dolu olmazdı. Aslında, insanoğlu dünyada beyin kapasitesinin % 100’ünü kullanmayan tek varlıktır. İnsanoğlu ayni zamanda, beraber yasadığı diğer canlılar ile sürekli uyumsuzluk halindeki tek varlıktır.
Yunuslar da benzer bir beyin ile donatılmışlardır, ancak onlar beyin kapasitelerinin tümünü kullanarak yaşamlarını akilli, eğlence sever, çevreleri ile uyumlu varlıklar olarak devam ettirmektedirler. İnsanların da daha fazla beyin kapasitesinin kullanımı ile daha mutlu, daha uyumlu bir yasam sürebileceğini söylemek yanlış olmaz. Siz hiç, beyninin % 100’ünü kullanan birisinin suç, savaş, açlık, salgın hastalık, ön yargı ve çevre katliamı ortamlarında olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Başka bir deyişle, bizler de ayni diğer canlılar gibi mükemmel yaratılmışız; ancak, onlar gibi tüm potansiyelimizi kullanamıyoruz. Neden? Belki, bizler diğer canlılar gibi enerji kaynağına nasıl bağlanacağımızı artik bilemiyoruz ya da kendi özgür irademizi kullanma konusu umurumuzda değil. Belki de özgür irade, sadece bedeninin tepkilerine cevap veren % 10 kullanımlı insanlar için çok karmaşık bir ifade.


Bu potansiyelin kullanılmamasının nedeni ne olursa olsun, burada da kullanmazsan kaybedersin gerçeği ortaya çıkmakta ve normal bir insan yanlış kullanım veya kullanıl-mama yüzünden günde 100.000 beyin hücresini kaybetmektedir. Bu potansiyel değerlendirilmedikçe de, kişinin durumu zamanla daha kötüye gitmektedir. Sizce neden Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkların oranı dünyanın doğum oranı ile ayni oranda büyümektedir. Peki, çözüm ne?
Gerçekten de beynimizin tam kapasitesini kullanabilir, bu sayede yasam kalitemizi yükseltebilir miyiz? Tabii ki yapabiliriz. Hafıza kaybına uğramak yerine hafıza sihirbazı, en basit problemlerden bunalan kişi yerine yaratıcı bir dahi, mutluluktan uzak, tekdüze yasam tarzı yerine diğer canlılar ile tam ve değişken bir uyum içerisinde olmayı öğrenebiliriz.
Aslında yaşam düşündüğümüzden daha zor. Parasızlık, kötü geçen çocukluk ya da çevremizdeki diğer insanlar, dış etken olarak insanin kişiliğini etkiler. Ama tüm olumsuzluklara rağmen, kötü başlangıç yapıp sonra da istikrarlı, mutlu bir yasam kuran insanlar da vardır. Bu kişiler, kendini yetiştirmenin ve sürekli geliştirmenin faydalarını fark etmiş, öğrenmiş insanlardır. Kişi, kendini tanıma sürecini geliştirdikçe, aslında içinde bulunduğu konumu veya durumu ile ilgili gerçeğin, tamamen kendi bilinçli, içgüdüsel veya tepkisel seçimlerinden kaynaklandığı fark eder.


Aklın ve vücudun tam ve doğru kullanımı ile kişinin kendini daha iyi hissetmesi, dolayısı ile ruhsal gelişimi, daha bilinçli bir yasam tarzı seçmesini sağlar.
Birçok insan tekdüze günlük hayata takılmakta, sadece tepkisel davranışlar sergilemekte böylelikle çevresindeki birçok olasılıkları ve seçenekleri görememektedir. %100 beyninizi harekete geçirmek için aşağıdaki beyin jimnastiği testini yedi gün boyunca deneyin ve bu kısa süre içerisinde ne kadar yol aldığınızı görün.




Testteki her bölüm beyninizin baksa bir bölgesini çalıştırmaktadır.
1. Vücudunuzu değişik yeni yöntemler ile sınayın. Normalde hangi elinizi kullanıyorsanız bir günlüğüne saçınızı taramak, dişlerinizi fırçalamak, çayınızı karıştırmak gibi basit işlemlerde elinizi değiştirin. Gözünüzü kapatın ve eşyaları hissederek odanızın içinde dolasın. Sesleri dinleyin, çevredeki kokuları duymaya çalısın. Yere düsen eşyaları ayağınız ile almaya çalısın, kapıyı, buzdolabını ayağınız ile kapatın. Okuduğunuz kitaptan bir sayfayı yan tutarak, bir sayfayı da ters tutarak okumaya çalısın.
2. Normalde sorgulayıp, eleştireceğiniz bir kişi hakkında onu onurlandıracak bir iltifat bulmaya çalısın. Kişi hakkındaki yargınızı sorgulayıp, kendinizi onun yerine koyup durumu tekrar gözden geçirin.
3. Buzdolabınızı açıp, birkaç saniye içindekileri gözden geçirin. Kapatıp içinizden tekrarlayın. Ayni şeyi bir oda içindeki eşyalarda, bir mağaza vitrinindeki kostümlerde, duvarda asili detaylı bir resimde deneyin. Adetleri, büyüklükleri, renkleri hatırlamaya çalısın.
4. Her gün beş dakika kendinizi başka bir insan yerine koyun. Sizin su anda olduğunuz durumda o kişinin neler hissedebileceğini, neler düşünebileceğini hayal edin.
5. Kendinizi moralsiz veya keyifsiz hissettiğinizde, hayatta en çok istediğiniz şeyin ne olduğunu hatırlayıp, başarılı olmanız için ne yapmanız gerektiğini tekrarlayın. Ne zaman negatif bir düşünceye kapılırsanız, kafanızda yarattığımız bu küçük pozitif filmi tekrarlayın.
6. Gün içerisinde her saat başı, birkaç saniye için önceki saat içerisinde ne olduğunu düşünün. Günün sonunda, tüm günün bir değerlendirmesini yapın. Hatırlayamadığınız küçük parçalar sizin gün içerisindeki çok fazla bilinçli olmadığınız dakikaları gösterir.
7. Günlük hayatınıza adaptasyon ve esneklik kazandırmak için her gün farklı bir şey yapın. Alışverişinizi değişik dükkândan yapın. Eve geliş yolunuzu değiştirin. Evde ekmek veya kek pişirin. Farklı bir spor yapın. Kendinizi yeni bir komsuya tanıtın.
Her gün ayni şeylerin yapılması beynin hep ayni bölümlerinin kullanılmasına, diğer bölümlerin körelmesine yol açar. Unutmayın çeşitli, farklı uyarımlar, beyin kapasitesinin kullanımı için en önemli anahtardır. Ayni zamanda sizi yoran, sizi zorlayan, rahatsız eden alışkanlıklarınızı bırakmanızı da kolaylaştırır.
İstediğiniz rüyayı görmeyi veya uyandığınızda gördüğünüz rüyayı hatırlamayı istemez misiniz?





Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)