Arabistan İsrail oğullarının kırk yıl boyunca dolaştıkları yerdir. Bu vahşi
bölgenin ne kadar kuru ve ıssız olduğunu çoğu kişi bilir. Arabistan hâlâ vahşi
bir yerdir ancak burada dolaşan insanlar artık İsrail oğulları değil Araplardır.
Bizim gibi şehirlerde yaşayan Araplar olduğu gibi koyun ve keçi sürüleriyle
göçebe yaşayan Araplar da bu bölgede bulunurlar. Arapların ataları İsrail
oğullarınkiyle aynı kişidir. Yani Hz. İbrahim, Yahudilerin olduğu kadar
Arapların da atasıdır. Hz. İbrahim’in küçük kardeşi İshak ile alay ettiği için
evden kovduğu Hz. İsmail Arapların atası olarak kabul edilir.
Müslüman olan Araplar korkunç insanlardır. Gezginler Arabistan’dan
geçmeye Arapların onları soyup öldüreceğinden dolayı korkarlar. Gururlu bir
millet olan Arapları şimdiye kadar kimse kontrolü altına alamamıştır. Bu
bölgede birisinin diğerine “Türbanın yanlış bağlanmış,” demesi bile hakaret
kabul edilir ve cinayet için yeterli bir nedendir. Acımasız, kindar bir millet
olan Araplar yanlarında taşıdıkları hançerleri düşmanlarına karşı kullanmakta
acımasızdırlar.
Hz. Muhammed de bir Arap olup onun soyundan gelmek bu bölgede gurur
vesilesidir. Peygamberin soyundan gelenler başlarına yeşil sarık bağlarlar ve
bu sarığı bağlayan kişi dilenci bile olsa büyük saygı görür.
Şehirlerde yaşayan Araplar kadınlarını Suriye’deki gibi eve kaparlar. Fakat
çadırlarda yaşayan Arap kadınları yalnızca görmek için ufak delikler bulunan
çarşaflarla örtünerek dışarıda dolaşabilirler. Arabistan’da fakir kadınlar beyaz
veya mavi kumaşla örtünürken zengin kadınlar kendilerini muhteşem ipek
şallara ve kumaşlara sararlar. Arap kadınları güzelleşmek için göz kapaklarını
koyu renge, tırnaklarını ise kırmızıya boyarlar, kulaklarına ve burunlarına da
altın halkalar takarlar.
Göçebe Arapların çadırları kara keçi yününden yapıldığından siyahtır. Bu
çadırların bazıları üç odalı olacak kadar büyüktür. Bu üç bölüm erkekler,
kadınlar ve hayvanlar içindir.
Araplar yere oturur ve yemeklerini elleriyle yerler. Büyük bir sinide
getirilen didiklenmiş koyun eti ve pilav yemeği bir anda saldıran Araplarca
bitirilir. Sofrada oturanlar doyana kadar bazen on dört çeşit yemeğin
sunulduğu olur. Çok hızlı yemek yiyen Araplar diğerlerini beklemeden
sofrayı terk ederler. Araplar yemeklerde su, yemek sonrası ise küçük bir
fincan koyu kahve ile tütün içerler. Yemek ve içmekten fazla hoşlanmayan
Arapların karakterlerinin en güzel yanı da budur.
Arabistan’da üç büyük bela veya zorluk vardır. Hiç nehir bulunmadığından
ve küçük dereler sıcaktan kuruduklarından Arabistan’da su ihtiyacı çok
büyüktür. Çölde ikinci büyük bela ise çekirgelerdir. Sürüler halinde dolaşan
bu hayvanlar vahalardaki tüm yeşillikler tüketirler. Bölgedeki üçüncü büyük
zorluk, üçüncü bela ise yakıp kurutan sıcak rüzgârlardır. Bir gezgin bu
rüzgârların geldiğini fark ederse kendini yere atıp yüzünü örtmelidir aksi
halde kum burun deliklerinden ciğerlerine kadar dolar. Bazen atlar ve
insanlar bu kum fırtınalarında boğulurlar.
Arabistan’ın en meşhur hayvanları eşekleri, atları ve develeridir. Bunlardan
ilk iki tanesi İngiltere’de bulunsa da Arabistan’dakiler kadar iyi değillerdir.
Arap eşekleri güzel ve iyi huylu hayvanlardır. Arap atları ise güçlü, hızlı,
itaatkâr ve nazik canlılardır. Deve ise Arabistan’a tam uygun bir hayvandır.
Ayakları yakıcı kumlara uygun olan bu hayvanların tabanları etten çok
kauçuktan yapılmışa benzer. Dikenli çöl bitkilerini yiyebilecek ağız yapısına
sahip bu hayvanların hörgüçleri yağdan oluşur ve erzak çantası görevi
görürler. Develer çok az yiyecek ve üç günde bir su içerek seyahat edebilirler.
Tek hörgüçlü Hecin devesi hızlı bir deve çeşididir ve develer arasında yeri
farklıdır. Bir Hecin devesi ile sıradan bir devenin farkı yarış atıyla araba atı
arasındaki fark gibidir.
Arabistan’da yetişen en ünlü ürünler ise kahve, hurma ve sakızdır. Kahve
bitkisi bir çeşit çalıdır ve tepeler bu beyaz çiçekli, koyu yeşil yapraklı ve
kırmızı meyveli çalılarla kaplıdır.
Hurmalar palmiye benzeri ağaçlarda yetişir ve Arapların temel gıdasıdır.
Araplar hurma olmayan ülkeleri küçük görürler. Hurma ve kahvenin yanında
Arabistan’daki ağaçlardan akan güzel kokulu değişik sakızlar vardır.
Yukarıda bahsettiğim gibi Arabistan’da yetişen güzel bitkiler de vardır,
dolayısı ile bu coğrafya tamamen bir çöl değildir. Çöl kuzeyde bulunur, onun
tam altında ise kayalardan oluşan “Taşlık Arabistan” vardır ve bu bölge de en
az Arap Çölü kadar berbat, verimsiz bir yerdir. En güneyde ise “Mutlu
Arabistan” bulunur. Mutlu Arabistan en kaliteli kahvenin ve pek çok kokulu
baharatın yetiştirilip üretildiği bölgedir. Arabistan’ın en önemli kentleri
Mekke, Medine ve Mocha’dır. Mekke’nin dünyadaki en kutsal kent olarak
bilinmesi Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed’in bu kentte doğmuş
olmasından gelir. Yılın belli zamanlarında dünyanın her yerinden gelen
Müslümanlar bu kentteki tapınağı ziyaret etmek için burayı arı kovanına
çevirirler.
Doğudaki şehirlerin içinde en canlı olanı camları caddelere bakan ve
hacıları konuk etmeye çalışan evlerin bulunduğu Mekke’dir. Hacılar Hz.
Cebrail’in Hz. Muhammed’in evi için getirdiğine inandıkları siyah büyük bir
taşa ibadet ederler. İbadetlerinde Müslümanlar bu taşı yedi kere öptükten
sonra taşın duvarında bulunduğu binayı tavaf ederler ve yakınlardaki bir
kuyuda yıkanırlar. Bu kuyunun suyunda yıkanan Müslümanlar günahlarından
temizlendiklerine inanırlar.
Müslümanların diğer insanlar gibi öldüğüne ve bir daha dirilmeyeceğine
inanmak istemedikleri peygamberleri Hz. Muhammed Medine’de gömülüdür.
Yüce Tanrımızın bir keresinde tepesinde konuştuğu Sina Dağına çıkan
rahibin hikâyesi enteresandır. Dağa çıkmaya karar veren rahip yollarda pek
çok haydut olduğu için kendisini korumak amacıyla bir Arap şeyhiyle
anlaşmıştı. Şeyh bu bölgede bir çeşit şef gibidir. Şeyh Süleyman kırmızı
gömlekli, mor cüppeli ve kırmızı başlıklı yakışıklı bir adamdı. Şeyhin
ayakları ve bacakları çıplaktı, gözleri parlak, derisi esmer ve sakalları siyahtı.
Belinde büyük bir hançer, tabanca ve kılıç taşıyan şeyh yanında yolcuyu
korumak için bir grup adam getirmişti.
Kafile develerle yola çıktığında onları kayaların arasından izleyen çocuklar
İngiliz’e eşlik eden adamların çocuklarıydı. Daha sonra yolda rastladıkları on
iki yaşındaki keçi çobanı ise Süleyman’ın oğluydu. Babası oğlunu görmekten
mutluluk duymuş ve onu rahibe tanıtmıştı. Çocuk saygı göstergesi olarak
İngiliz rahibin elini öptü. Sina Dağına çıkış oldukça zordu, bazen yolcunun
devesinden inip yürümesi hatta bazen emeklemesi gerekiyordu. Araplar bir
tepeyi göstererek “Bu Sina Dağı” dediklerinde rahip çok mutlu olmuştu.
Burası Tanrı’nın dumanlar, karanlıklar ve bulutlar arasından sesinin
duyulduğu yerdi.
Bu ıssız yerde bir bina görmek ne kadar garip olurdu! Fakat
dağın yamacında bir yüksek duvarlı bir Rum Ortodoks manastırı vardı.
Binanın çevresindeki yüksek duvarlar onu haydutlara karşı korumaktaydı ve
kapısı duvarların üstündeydi. Buraya ancak yukarıdan uzatılan bir iple
çekilerek çıkabiliyordunuz. Duvarın üstüne çekildikten sonra karşınıza çıkan
merdivenler sizi manastıra götürüyordu. Manastıra ulaşan rahip halı ve
yastıklarla kaplı küçük bir odaya keşişleri beklemek üzere alındı.
Bu keşişler çölün ortasında çok kutsal bir yaşam sürdüklerine inanıyorlardı.
Et yemiyorlar gece yarısı kilisede dua etmek için uyanıyorlardı. Aslında
Tanrı insanların kendisine hizmet için kendilerini çölün ortasındaki bir binaya
kapatmaları yerine dünyaya faydalı olmalarını isterdi. Bir gün keşişler
yolcuya kendisine Yanan Çalının yerini göstereceklerini söylediler.
Bu noktayı bilmeleri imkânsızdı, ancak keşişler biliyormuş gibi davranıyorlardı.
Rahip ve keşişler kiliseye girdikten sonra ayakkabılarını çıkararak birkaç
merdiven inip üç kandilin aydınlattığı yuvarlak bir odaya girdiler. Keşişler
buranın “Yanan çalının” bulunduğu yer olduğuna inanıyorlardı.
Yolcunun manastırda hoşuna giden iki şey sık ağaçların ve güzel çiçeklerin
bulunduğu bahçe ve kuyudan çıkan berrak ve serin suydu. Böyle bir bahçe ve
böyle bir suyu bulmak rahip için çölün ortasında gerçekten de güzel bir
sürpriz olmuştu. Yolcuyla beraber gelen Araplar keşişlerin misafirlerini
doyurmak için çevredeki bir çobandan aldıkları koyunla yaptıkları yemekten
çok hoşlandılar. Süleyman çok yediğinden ötürü hastalandı. Rahip ona
iyileşmesi için ilaç verdi.
Araplar şeflerini iyileştiren yabancıya müteşekkir
kaldılar ve onu “iyi hekim” diye çağırmaya başladılar. Süleyman şükranlarını
sunmak için yolcunun çadırına kahve cezvesini getirerek onunla kahve içmek
istedi. Bu hareket bir Arap şeyhinin yabancıya bahşettiği büyük bir onurdu.
Çöller vahşi hayvanlar yüzünden değil insanlar yüzünden tehlikeliydi.
Süleyman’a kendi topraklarından bir yabancıyı geçirdiği için kızgın olan bir
Arap kabilesi vardı ve bu adamlar para istiyorlardı. Araplar parayı çok
severler bu da kötülüklerin başıdır.
Kızgın Araplar kayaların arasından kendilerini tehdit ettikçe yolcular paniğe kapıldılar, ancak şeyh Süleyman çok sakindi. Süleyman yolcuya bütün gece yol almasını böylece düşmanın ulaşabileceği alandan çıkmasını istedi. Yol boyunca kimse birbiriyle konuşmadan seyahat edildi ve kafile gece yarısı Kızıl Deniz kenarında kampını kurdu.
Sabahın erken saatlerinde denize yıkanmaya giden rahip
dönüşte bir silah sesi duydu. Ses küçük bir palmiye ağacı korusundan
geliyordu. Koşarak çadırların olduğu yere geldi, silah sesi bir daha duyuldu
ve bir daha. Yolcular ve Araplar bir araya gelip düşmanın koruluktan çıkıp
kendilerine saldırmasını beklemeye başladılar. Ancak Süleyman yoktu. Şeyh
düşmanlarla konuşmak için palmiye koruluğuna girmişti. Rahip koruluktan
çıkan kırk tane Arap haydut saymasına rağmen Süleyman’ı görememişti.
Daha sonra koruluğa gittiklerinde Süleyman’ın cansız bedeniyle
karşılaşacaklardı.
Rahip yerde kanlar içinde yatan Süleyman’ı gördüğünde yaşam dolu
Arap’ın acı çekerek öldüğünü anlamıştı. Süleyman üç yerinden vurulmuştu,
pek çok yerinde bıçak izleri vardı ve başı ise neredeyse kopacak şekilde
kesilmişti. Şeyhin elleri ise kollarından koparılmıştı. Rahip yolculuk sonrası
Süleyman’a yeni elbiseler almaya söz vermişti, ancak Süleyman artık hiçbir
zaman vücuduna yeni bir şal saramayacak veya başına yeni bir sarık
takamayacaktı.
Adamları şeyhlerini bir kumaşa sarıp bir devenin sırtına
koydular ve yakındaki bir tepeye götürdüler ve burada onu gömdüler.
Süleyman’ın mezarı taşlardan kare şeklinde yapılmış bir yerdi ve
kazılmamıştı. Adamları şeyhi bu karenin içine yatırdıktan sonra üstünü tekrar
taşlarla örttüler. Onların inancına göre günü geldiğinde toprak onun kanını
ortaya çıkaracak, cinayeti artık saklamayacak ve Süleyman’ın katledilmiş
cesedi ortaya çıkıp katilinden intikam alacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder