Stanley Kubrick’in sinema tarihine geçen kült bilimkurgu filmi 2001: Bir Uzay Destanı’nın açılış sahnesini bilen bilir: Tarih öncesi bir zamanda modern insanın ataları olmaya aday bir grup insansı maymun çorak, taşlık bir arazide yerleri eşelemektedir. Günün birinde içlerinden biri üzerinde hiç et kalmamış bir hayvan iskeletenin önünde umutsuzca durmaktayken bir aydınlanma yaşar.
Eline aldığı en büyük kemikle diğer kemiklere vurmaya başlar. Bunların kırıldığını gördükçe heyecanlanır ve darbelerinin şiddetini artırır. Bir yandan da iskeletin sahibi hayvanın toprağa düşüş anı gözünde canlanır. Kendisi insanlık tarihinin alet kullanan ilk bireyidir. Filmin kalanından bahsetmeye gerek yok. Ancak Homo sapiens denen filmin gerçek hayattaki ilgili sahnesi de bundan farklı olmasa gerek.
Zira söz konusu olan hangi tür olursa olsun şu veya bu seviyede bir alet kullanmanın büyük avantaj sağlayacağı muhakkak. Paleontolojinin geleneksel bakış açısıyla alet yapan, yani doğal bir nesneyi ilk işlevinden farklı bir amaçla kullanmayı akıl eden insanın elde ettiği en büyük avantaj daha büyük bir beyin oldu.
Çünkü dinlenme halindeyken bile vücuttaki enerjinin %20’sini tüketen ve en yakın akrabası şempanzelerinkinin iki katı olan insan beyninin işlevlerini sürdürebilmesi için gerekli kaloriyi meyve veya yaprak haricinde, daha sağlam bir yerden alması gerekiyordu. Ete erişimle özdeşleştirilen taş aletlerin kullanımı işte böyle bir beyni mümkün kıldı. Nitekim insansı türlerden modern insana geçişte et tüketimine özel bir rol biçilir.
Bir yandan ulaşması zordur ve enerji gerektirir; diğer yandan risklidir, hayatınıza malolabilir. Fakat terazinin diğer ucunda sahip olduğu vitaminler, aminoasitler ve kolay emilebilir demir gibi özel içeriğiyle konsantre bir besin alma şeklidir de.
Ancak Current Anthropology’nin Şubat sayısında yer bulan bir makale ibreyi etten farklı bir doğrultuya çeviriyor ve bütün tablo değişiyor. Araştırmacılar savlarının merkezine bu sefer eti değil “yağ”ı yerleştiriyor. Kaynak bir kez daha avlanmış büyük hayvanların bedenleri, ancak senaryoda insan avcı değil leşçi!
Leşçillik en yakın kuzenlerimiz şempanzelerde bile görülmezken bunu türümüze yakıştıramamış olabilirsiniz. Oysa Doğu Afrika’da tespit edilen taş aletler ve insan etoburluğunun tarihine işaret eden bulgular da bizi avcılıktan çok leşçillik ihtimaline götürüyor. Şimdiye kadar keşfedilmiş en eski taş alet 3,3 milyon yıl öncesine ait; tıpkı üzerinde kesici alet izi taşıyan ilk kemikler gibi.
Bunu 2,6 milyon yıl öncesinden bir diğeri izliyor; ve yine aynı döneme tarihlenen, kesik izleri taşıyan kemikler söz konusu. Ancak alet kullanımının sistematikleşmesi ve kesikli kemik miktarında patlama yaşanması ancak 2 milyon yıl önce başlamış; bu da ilk taş aletlerin ancak çok nadir durumlarda et tüketimine yardımcı olduğunu düşündürüyor.
Ayrıca 3,3-2 milyon yıl aralığındaki bu aletlerin, ucu özellikle sivriltilmiş ve tutma alanı bulunan sonraki aletlere kıyasla çok daha ilkel olduğunu belirtelim. Araştırmanın yağı etin önüne geçiren savı da zaten bu daha ilkel dönemi kapsıyor. Fakat araştırmacılar insanların hangi dönemde hangi besini tükettiklerinin cevabını bu sefer sadece aletlerin niteliğinden yola çıkarak değil, beslenme biyolojisinin mantığından da faydalanarak cevaplıyorlar.
Buna göre 4 milyon yıl geriye, iki ayakları üzerinde doğrularak yürümeye başlayan Australopithecusların zamanına gidiyoruz. Bu canlılar artık geniş düzlüklerle bölünmeye başlamış olan Afrika ormanlarının ağaçlarında şempanzeler kadar ustalıkla hareket edemiyorlar; gel gör ki yerde de mükemmel sayılmazlar. Köpek dişleri küçük hayvanları yakalayıp yiyebilecek boyutta değil; fazla küçük.
Fakat beyin boyutları diğer kuyruksuz maymunlara göre biraz daha büyük. Şu halde kendilerini ve beyinlerini ayakta tutmayı nasıl başarmış olabilirler? Yale, Oxford ve Arizona Üniversitelerinden araştırmacıların birlikte kaleme aldığı çalışmaya göre yırtıcılardan arta kalan hayvan parçalarındaki, özellikle de bacak kemiğindeki yağlı iliği tüketerek.
Bunu yapmak için ya çenesi kemik kırabilecek kadar güçlü bir sırtlan olmanız gerekir ya da yerleri eşelerken bulduğu taşları birşeyleri (burada kemikleri) kırmak için kullanacak kadar akıllı bir insansı maymun. Ki bu her durumda her ikisini de leşçil yapar…
Bu dönemde sistematik et tüketimi ihtimalini dışlayan mantık ise yaban hayvanının genellikle yağsız nitelikteki etini metabolize etmenin zorluğu ve içerdiği bakteriyel patojenlerin olası zararlarıyla ilişkili. Bu ihtimaller özellikle de öldüğü anda çürümeye başlayan leş eti söz konusu olduğunda daha da önem kazanıyor.
Oysa kemiğin içinde saklı duran iliğin bakteriyel kontaminasyona uğrama şansı yok. Bu da henüz ateşin kontrollü biçimde kullanılmadığı bir dönemde kalori bakımından zengin kemik iliğini, bu insansıların beynini besleyebilecek ve 2 milyon yıl öncesinin sofistike taş aletler yapan, büyük beyinli Homo erectus aşamasına çıkarabilecek mükemmel bir kaynak konumuna yükseltiyor. Hikayenin bundan sonraki kısmını biliyoruz.
Diyet yelpazesinin ilikten ete, küçük hayvanlardan büyük avlara doğru genişleyip, kaplumbağa, timsah ve balık gibi kaynakları da kapsayacak ve nihayetinde bizi diğer türlerden ayıran en önemli özelliğimize dönüşecek kısmına: Biz modern insanlar her şeyi ama her şeyi yiyebiliriz, öyle de yapıyoruz.
Kaynak
“A taste for fat may have made us human, says study”, 5 Şubat 2019;
https://news.yale.edu/2019/02/05/taste-fat-may-have-made-us-human-says-study.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder