7-9 Ekim 1683 Ciğerdelen Muharebesi (Juliusz Kossak fırçasından)
Geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan Batı menşe’li Annales gibi ekollerin etkisiyle, Osmanlı tarihçiliğinin ekseni de sosyal ve iktisadî tarih diyebileceğimiz bir çizgiye kaymış ve bu süreçte siyasî ve askerî tarihçilik ötelenmişti.
Bu eski dönemlerde bizde yapılan askerî tarih çalışmaları daha ziyade hamasî tavrın hakim olduğu bir kimlikteydi.
Osmanlı’nın fütühâtçı tarafının tebarüz ettiği bu tavırda, daha ziyade muharebeler ve büyük komutanlara odaklanılmakta ve savaşın lojistiğinin sağlanması, organizasyonunun yapılması, sıhhî tedbirlerin alınması, silah teknolojisinin mahiyeti ve değişimi, askeri birliklerin terkibi ve savaş taktikleri gibi hususlar, ekseriya göz ardı edilmekteydi. Batıda ise -biraz zayıflamış da olsa hâlen varlığını devam ettiren- Avrupa merkezci bakış açısına sahip çalışmalar hâkimdi. Halbuki savaşların doğası ve “sürekli savaşa hazırlıklı olma hâli”, devletleri ve toplumları inanılmaz derecede şekillendirmekteydi.
Osmanlı’nın fütühâtçı tarafının tebarüz ettiği bu tavırda, daha ziyade muharebeler ve büyük komutanlara odaklanılmakta ve savaşın lojistiğinin sağlanması, organizasyonunun yapılması, sıhhî tedbirlerin alınması, silah teknolojisinin mahiyeti ve değişimi, askeri birliklerin terkibi ve savaş taktikleri gibi hususlar, ekseriya göz ardı edilmekteydi. Batıda ise -biraz zayıflamış da olsa hâlen varlığını devam ettiren- Avrupa merkezci bakış açısına sahip çalışmalar hâkimdi. Halbuki savaşların doğası ve “sürekli savaşa hazırlıklı olma hâli”, devletleri ve toplumları inanılmaz derecede şekillendirmekteydi.
“Osmanlıların kurduğu hanedana dayalı imparatorluk, dünya tarihinin askerî yönden en dehşetli, bürokratik açıdan en verimli ve kültürel açıdan en debdebeli imparatorluklarından birisidir.”
|
19 Ağustos 1691 Salankamen Muharebesi
Son dönemde bilhassa Macar menşe’lilerin başını çektiği bir grup Batılı ve yerli tarihçi tarafından yapılan çalışmalarla birlikte, askerî tarihçiliğin yeniden canlanarak popüler hâle geldiğine şahit oluyoruz. Osmanlı fütühâtının ve mağlubiyetlerinin, farklı birçok faktörün bir araya getirilerek açıklanabileceğini savunan bu “yeni askerî tarih” anlayışı ve yaklaşımı, Avrupa cephesinde Osmanlıların 15 ve 16. yüzyıllardaki askeri başarılarının yanı sıra, 17. yüzyılda uğradıkları başarısızlıkları da açıklayabilecekleri iddiasını taşıyor. Bu yeni anlayışın en önemli temsilcilerinden biri olan Gabor Agoston, 2005’te Barut, Top ve Tüfek: Osmanlı İmparatorluğu`nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi’ni yayınladığında Türk tarihçilerinin dikkatini çekmiş ve Osmanlı savaş tarihinin farklı alanlarına Türk tarihçilerin ilgilerini teksif etmeyi başarabilmişti. Bu sefer, Agoston’un muhtelif zamanlarda kaleme aldığı askeri tarihe dair bazı makaleleri tercüme edildi ve Osmanlı’da Savaş ve Serhad adıyla Türkçeye kazandırıldı.
Prof. Dr. Feridun Emecen ve Caroline Finkel’in birer takrizle süslediği kitap, toplam 9 makaleden oluşuyor. Kitapta ilk olarak Osmanlı fetihleri ele alınmış, daha sonra ise Osmanlı muharebe taktiklerine değinilmiş. Bu kısımda Agoston, Osmanlıların sayısal üstünlüğü ve Yeniçelerin kavî savunma duvarının hemen her muharebede muhakkak önemli olduğuna dikkat çekmekle birlikte, Osmanlıların muvaffakiyetlerini ve muvaffakiyetsizlerini, bu iki faktörün ve ayrıca Osmanlı klasik savaş taktiği olan hilal şeklinde yayılma, sahte ric’at (geri çekilme) ve düşmanı kıstırıp imha etmenin ötesinde, farklı birtakım âmilleri de göz önünde bulundurarak analiz etmektedir.
“Osmanlı fütûhâtının sürat ve azameti; başlı başına Osmanlı askeriyesi, stratejisi, savaş ekonomisi ve maliyesinin evrimini incelemeyi tecviz etmektedir.”
|
Kitabın sonraki bölümlerinde, 1453 ile 1826 arasındaki Avrupa’da vuku bulan Osmanlı savaşları ve bunların sonucunu belirlemede, savaşan tarafların toplumsal, iktisadi, mali ve askeri yapılarına değinilmiştir. 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyılda Osmanlı mağlubiyetlerinin, Osmanlıların askeri teknolojideki gerilikleri yahut silah üretiminde varsayılan kusurlardan kaynaklanmadığı anlatılarak, yenilgileri anlamak için “değişen savaş stratejilerinin, geniş cepheye yayılmanın getirdiği lojistik kifayetsizliklerin, Akdeniz bölgesini vuran ekonomik daralmaların ve iç dinamiklerin göz önüne alınması gerektiği” vurgulanmaktadır. Mesela, contre-marche (kontr-marş) denen yeni harp stratejisi ile Hıristiyan tüfekli piyadelerin ateş gücü artmış ve ayrıca Otuz Yıl Savaşları (1618-48) askeri teknolojiyi kamçılamıştır. Osmanlı ise bu teknolojiyle nisbeten geç bir dönemde tanışabilmiştir.
Kitapta “16. yüzyıl Avrupa tarihinin Osmanlı-Habsburg-Valois çatışması layıkıyla bilinemeden kavranamayacağı” ve “Avrupa savaş maslahatının gelişimiyle ilgili meselelerin pek çoğunun da ancak Osmanlı askeri yayılmasının ışığında anlaşılabileceği”ne vurgu yapılmakta, Avrupa’daki askeri değişimleri doğru şekilde anlamak için Osmanlı’nın ihmal edilmemesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Osmanlı-Habsburg askerî güç dengesinin mahiyeti, Osmanlı serhatleri ve bilhassa Macaristan’daki Osmanlı-Habsburg serhaddi, kitapta ele alınan ve çeşitli açılardan incelenen diğer konulardır. İkinci el kaynakların yanında zengin arşiv belgeleriyle de desteklenen eserde Avrupa merkezli, oryantalist görüşlere ciddi tenkitler vardır.
“Askeri kölelik kurumu (kul-devşirme sistemi) Âl-i Osman’ın en itibarlı ve en sadık payandalarını meydana getirdi. Bu unsurlar en büyük kriz döneminde devletin parçalanmasını önlediler.”
|
Bununla birlikte, Osmanlı’nın sürekli Avrupa’dan teknoloji ithal eden bir yapı olarak sunulması hâli, kitabın tenkid edilebilecek noktalarından bir tanesidir ve üzerinde daha fazla çalışmayı gerektiren meselelerdendir. Osmanlıların 15. ve 16. yüzyıllardaki üstünlükleri ve muzafferiyetlerinden bahsedilirken bile, bunu Avrupa askerî teknolojisini yakından takip edebilmesine bağlanması, herhalde pek sıhhatli olmasa gerektir. Ayrıca, kitapta yer alan, İslâm’ın ateşli silah kullanımını yasakladığı yönündeki -aslında- “şâz” olarak addedilebilecek bir görüşün hâkim paradigma gibi sunulup başta Osmanlı’nın ve akabinde diğer İslamî imparatorlukların “İslâm’ın aşırı muhafazakarlığına” mahkum olmadıklarını ifade etmek de yersizdir.
Muhteşem Süleyman ve “Françe Vilayetinin Kralı” Fransuva (I. François)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder