bilgievlerim: Sümer Çivi Yazısının Tarihsel Gelişimi
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


8 Haziran 2020 Pazartesi

Sümer Çivi Yazısının Tarihsel Gelişimi






Milattan Önce 3800-2400 döneminde Sümerler ve Mısırlılar mühür ve işaretleri kullanmaya başlarlar… Yazılı tarih MÖ 3000 dolaylarında başladı. O binyılın başlarında, zaman ve mekânda yayılacak kadar önemli yalnızca iki husus vardı: Büyük adamların başarıları ve sığırların, tahılın ve koyunların sahipliği. Sümer kentlerinde büyük bir epik edebiyat biçimlenmeye başladı ve fasulyeleri sayma işini üstlenmek üzere de bir bürokrasi oluştu. Yazının doğuşu, insan ruhunun kutlanmasından değil, şu sözleri kesinlikle söyleyebilmek için oldu: Bu benim, senin değil. Ama muhasebeciler mallarının kaydını tutmak üzere yapay kodlarını geliştirdikçe, öykücülere de bir armağan verdiler: Kahramanlarını ölümsüzleştirme olanağı.




         Çad Ennedi Dağları’nda Manda Guéli Mağarası’nda Prehistorik Kaya Resimleri

İlk günlerinden beri, edebiyat ticaretle bağlantılıydı. Mağara duvarlarındaki resimlerden beri, insanlar nesnelerin hesabını tutabilmek için işaretler geliştirdiler. Bu işaretlere yazının tohumları diyebiliriz, çünkü bir işaret İşte bir işaret değil, başka bir şey anlamına gelir. Ama işaretler zaman ve mekânın ötesine geçemez. İşaretleri yapan orada durup açıklamazsa, bunlar sessizdir: Bu çizgi bir sığırdır; bu da bir antilop; bunlar da çocuklarım.




Sümer diyarında, işaretlerin kullanımı bir adım daha attı. Erkenden, değerli kaynaklara (tahıl ya da süt ya da belki yağa) sahip olan bir Sümer tahıl torbasını bağlar, düğümün üzerine bir kil parçasını top eder sonra da üzerine mührünü basardı. Kare ya da silindir şeklindeki mühür belli bir tasarımı içerirdi. Kil topağı kuruduğunda, sahibinin işareti (Bu benim!) kile kilitlenmiş olurdu. İşaret sahibinin varlığını gösterirdi. O yokken, tahıla göz kulak olurdu.
Bu mühürler, mağara ressamının işaretleri gibi, paylaşılan bilgiye dayanırdı. Mührü gören herkesin, işaret Bu İlşu’ya ait mesajını vermeden önce, bunun kimin varlığını işaret ettiğini bilmesi gerekirdi. Ama mağara ressamının işaretinin tersine, bir mühür belirleyiciydi. Bir işaret kadın ya da koyun, adam ya da sığır anlamına gelebilirdi. Bir mühür -eğer anlamını biliyorsanız- yalnızca bir Sümer’i gösterirdi: İlşu. Artık bunu açıklamak için İlşu’nun orada olması gerekmiyordu. Mekâna karşı zafer kazanmak için bir adım atılmıştı.



                               Sümer Çiviyazısının bulunduğu kil tablet örnekleri
Belki de eşzamanlı olarak, başka türden bir işaret de kullanılmaya başladı. Mağara ressamları gibi, Sümerler de sahip oldukları sığırların (ya da tahıl çuvallarının) hesabını tutabilmek için işaretler ve çeteleler kullanıyordu. Varlıklarını sayan çeteleler genellikle küçük kilden silindirlerde (“sayaçlar”) saklanıyordu. Bu sayaçlar çiftçiler sığır sahibi olduklarından beri, belki de yüzyıllardır, kullanılıyordu. Ama MÖ 3000 öncesinde bir aralar en zengin Sümerler (hesabı tutulacak çok, pek çok sayacı olanlar) sayaçlarını ince bir kil levhanın üzerine yatırdılar, levhayı sayaçların etrafına sardılar ve ek yerine bir mühür bastılar. Kil kuruduğunda, bu bir tür zarf oluşturdu.
Ne yazık ki, zarfı açmanın tek yolu kili kırmaktı, bu durumda da artık kullanılamıyordu. Zarfın içinde kaç sayaç olduğunun hesabını tutmanın en iktisadi yolu, zarfın üzerinde, içeride kaç sayaç olduğunu gösteren yeni bir çetele oluşturmaktı.

Artık, “zarfın” dışındaki işaretler, içerideki, üzerinde sığırları gösteren işaretler olan sayaçları temsil ediyordu. Diğer bir deyişle, dışarıdaki işaretler temsil ettikleri nesnelerden iki kademe uzaklaşmıştı. Nesne ve işaret arasındaki ilişki giderek daha soyut bir hale geliyordu. Bir sonraki aşama, basit işaretin tamamen ötesine geçmekti. Sümer kentleri büyüdükçe, sahiplik giderek daha karmaşık bir hale geldi. Daha çok çeşit nesnelere sahip olunabiliyor ya da başkalarına aktarılabiliyordu. Artık muhasebecilerin işaretten başka şeylere gereksinimi doğmaya başlamıştı. Çeteleler kadar piktogramlara -sayılan nesnelerin betilerine- gereksinim vardı.




Kullanılan piktogramlar giderek basitleşti. Bir kere, bunlar genellikle kil üzerine çiziliyordu, bu da fazla ayrıntıya izin vermiyordu. Üstelik her sefer bir sığır gerektiğinde, gerçekçi bir sığır resmi çizmek zaman kaybıydı, hele tablete bakan herkes ilkel bir kafası ve kuyruğu olan bir karenin sığır anlamına geldiğini anlıyorsa; bir çocuğun çöpten figürünün, ne kadar ilkel olursa olsun anne olduğunun anlaşılması gibi, çünkü ne de olsa anne oradaydı işte. Bu hâlâ bir işaretleme sistemiydi. Daha yazı adını hak edecek hale gelmemişti. Diğer yandan, bu giderek daha karmaşıklaşan bir işaretleme sistemiydi.

Derken mühür yeniden ortaya çıktı, bu kez tamamen yeni bir mesaj içeriyordu. Bir zamanlar mührünü yalnızca tahıl ya da yağını işaretlemek için kullanan İlşu, artık bunu solundaki komşusundan sağındakine inek satışını piktogramlarla gösteren bir tabletin altına vurabilirdi. Birbirlerine tamamen güvenmeyen bu ikisi, onun satışta hazır bulunmasını istemişti; o da alış-verişin tanığı olarak tabletin altına mührünü vurmuştu.
Tabletin dibindeki İlşu’nun mührü artık İlşu buradaydı hatta Bu İlşu’nun anlamına gelmiyordu. Mühür diyordu ki, Burada bulunan İlşu bu alışverişi izledi ve eğer sorunuz varsa açıklayabilir. Bu artık yalnızca bir işaret değil, okuyucuya bir söylevdi.




Bu noktaya kadar Sümer ”yazısı” işe karışan herkesin hafızasına bağlıydı; gelişmiş bir simgeler sisteminden ziyade, parmağa atılmış bir düğüm gibiydi. Ama kentler ticaret yaptı, ekonomi büyüdü ve artık o kil tabletlerin alış-verişe konu olan malların sayıları ve cinsinden daha fazlasını içermesi gerekiyordu. Çiftçiler ve tüccarlar tarlalara ne zaman ve ne tür tahıl ekildiğini; hangi hizmetçinin hangi işe gönderildiğini; rahibenin yanlış saymasına karşı önlem olarak, ilahî nimet karşılığında Enlil tapınağına kaç adet sığır götürüldüğünü; yanlış sayar da yeniden isterse diye krala ne kadar haraç gönderildiğini kaydetmesi gerekiyordu. Bu düzeyde bilgiye erişebilmek için, Sümerlerin nesnelere değil, sözcüklere karşılık gelecek simgelere gereksinimi vardı. Sığır için bir piktogram gerekiyordu ama aynı zamanda gönderdi ya da satın aldı için de simgeler gerekiyordu. Buğday için bir piktogram gerekiyordu ama aynı zamanda ekildi ve bozuldu için de simgeler gerekiyordu.




Simge gereksinimi arttıkça, yazılı kodlar iki güzergâhta ilerleyebilirdi. Simgeler çoğalabilir, her biri başka bir sözcüğü gösterebilirdi. Ya da piktogramlar fonetik bir sisteme evrilir, simgeler sesleri gösterebilirdi, sözcüklerin kendisi yerine sözcük parçalarını; bu yolla, sınırlı sayıda simgeyle sınırsız sayıda sözcük oluşturulabilirdi. Ne de olsa, ne zaman bir Sümer sığır karşılığı olan piktogramı görüp Sümerce sığır sözcüğünü söyleyecek şekilde dudaklarını hareket ettirse, sesler devreye giriyordu. Sığır karşılığı piktogramın eninde sonunda sığır sözcüğündeki ilk sesi temsil eden bir simgeye dönüşmesi çok büyük bir adım değildi. Bu daha sonra hepsi sığır sesiyle başlayan birçok sözcüğün başlangıç simgesi olarak kullanılabilirdi.





Son 600 yıl içinde, Sümer piktogramları bu ikinci yolu benimsedi ve fonetik simgelere dönüştü. Çivi şeklinde ucu olan bir kalemle ıslak kile çizilen bu simgelerin, kesiğin tepesinde dibine göre daha geniş olan belli bir şekli vardı. Sümerlerin yazılarına ne ad verdiklerini hiç bilmeyeceğiz, dünyayı değiştiren bir teknolojiyi en erken dönemlerinde fark etmek neredeyse olanaksızdır ve Sümerler de kendi yeniliklerini fark etmemişlerdi. Ama 1700 yılında, eski Pers dili uzmanı olan Thomas Hyde adlı bir bilim adamı bu yazıya hâlâ kullandığımız çiviyazısı (cuneiform) adını verdi. Latince “çivi şeklinde” anlamına gelen bu isim, yazının önemini göstermek için bir şey yapmıyor. Hyde, kil üzerindeki güzel şekillerin bir tür kenar süsü olduğunu sanmıştı.

Mısır’da, piktogramlar Sümer diyarında olduğundan biraz daha geç kullanılmaya başladı. Mısır bir imparatorluk olduğunda yaygınlaşmıştı bile. Narmer Paleti’nde, Kral Narmer’in başının hemen yanında bir kedi balığı piktogramı vardır; bu, Narmer’in, portresine yazılı adıydı.
Bugün hiyeroglif olarak adlandırdığımız Mısır piktogramları, bir sayı sayma sisteminden evrilmemiş gibidir. Olasıdır ki, Mısırlılar piktogram tekniğini kuzeydoğudaki komşularından öğrendiler. Ama ilk piktogramlara olan benzerliğini kaybeden Sümer çiviyazısının tersine, Mısır hiyeroglifleri tanınabilir biçimlerini uzun süre korudu. Hiyeroglifler nesnelere değil seslere karşılık gelen fonetik simgeler olduktan sonra bile nesneler olarak tanınıyordu: Ellerini kaldırmış bir adam, bir çoban değneği, bir taç, bir doğan. Hiyeroglif yazısı karışık bir şeydi. Simgelerden bazıları piktogram olarak kaldı, bazıları da fonetik simgelere dönüştü; bazen bir doğan simgesi bir ses oluyordu, bazen de yalnızca bir doğan. Bu yüzden, Mısırlılar belirteç denen bir şey geliştirdiler, bir hiyeroglifin yanına yerleştirilen ve bir simge mi yoksa bir piktogram mı olduğunu gösteren bir işaret. Ancak ne hiyeroglif yazısı ne de çiviyazısı tam anlamıyla fonetik bir biçime, yani bir alfabeye evrilebildi.





Sümerlerin böyle bir şansı olmadı. Bu yazı gelişmesi tamamlanamadan yerini Sümerleri fethedenlerin yazısı olan Akadça aldı. Diğer yandan hiyeroglifler resim olarak karakterlerini yitirmeden daha binlerce yıl varlığını sürdürdü. Bu herhalde Mısırlıların yazıya karşı olan tavırlarına bağlıdır. Mısırlılar için yazı ölümsüzlük getirir. Çizgilerin kendilerinin yaşam ve güç taşıdığı sihirli bir biçimdir. Bazı hiyeroglifler büyülü bir yere yazılmak için fazla güçlüydü; istenmeyen güçleri ortaya çıkartmamaları için yalnızca daha güçsüz bir yere yazılabilirlerdi. Bir kralın, bir anıt ya da heykele hiyeroglifle kazınan adı, ona ölümünü aşan bir mevcudiyet sağlardı. Bir kralın kazınmış adındaki yüzünü kazımak, onu ebediyete kadar öldürmek demekti. Daha pratik olan Sümerlerin yazılarında böyle bir amaçları yoktu.

Mısırlılar gibi Sümerlerin de bir kâtipler tanrısı vardı: Aynı zamanda (anlayabildiğimiz kadarıyla) tahıl tanrıçası da olan tanrıça Nisaba. Ancak Mısırlılar yazının bir tanrı tarafından bulunduğuna inanıyordu: Kutsal kâtip, kendi sözlerinin gücüyle kendi kendini yaratmış olan Thoth. Thoth yazı tanrısıydı, ama aynı zamanda da bilgelik ve sihir tanrısıydı. Dünyayı ölçer, yıldızları sayar ve yargılanmak üzere Ölüler Salonu’na getirilen her insanın yaptıklarını kaydederdi. Tahıl torbalarını saymakla uğraşmazdı.
Yazıya karşı bu tavır hiyerogliflerin resimli biçimini korudu çünkü resimlerin böylesi bir gücü olduğuna inanılıyordu. Gerçekte, fonetik olmak bir yana, hiyeroglifler anlamlarının anahtarına sahip olmayanlar için çözülemez olmak üzere tasarlanmıştı. Bu bilginin muhafızları olan Mısırlı rahipler, bu aracı ellerinde tutabilmek için bilgilerinin sınırlarını kolluyorlardı. O zamandan beri, okuyup yazmak bir güç edimi olmuştu.




Gerçekten de, hiyeroglifler sezgisel olmaktan o kadar uzaktı ki, bunları okuma becerisi daha Mısır bir ulus olmayı sürdürürken bile kaybolmaya başlamıştı. MS 500 yılında, Yunanca konuşan Mısırlıların simge ve anlam arasındaki ilişki üzerine uzun açıklamalar yazdıklarını görürüz. Örneğin Horapollo, Hieroglyphika başlıklı çalışmasında, simge ve anlam arasındaki ilişkiyi çözmek için umutsuzca (ve yanlış) çabalayarak akbaba olarak çizilen hiyeroglifin çeşitli anlamlarını açıklar. Horapollo, “Anne, bakış ya da sınırlar ya da ön bilgi demek istediklerinde,” der,
”Bir akbaba çizerler. Anne, çünkü bu hayvan cinsinin erkeği yoktur… akbaba bakış anlamındadır, çünkü akbaba, diğer hayvanlara göre daha keskin bir görüşe sahiptir… sınırlar anlamına da gelir, çünkü bir savaş patlayacağı zaman, üzerinde yedi gün uçarak, savaşın gerçekleşeceği yerin sınırlarını çizer. [Ve ] önbilgi, çünkü… kıyımın ona yiyecek olarak sağlayacağı ceset miktarını hesaplamaya çalışır.”

Hiyeroglif bilgisi bir kez tamamıyla kaybolunca, Mısırlıların yazısı, Napoléon’un Nil Deltası’nda inşa ettirmeyi umduğu bir kale için temel kazan askerleri, üzerinde aynı şeylerin hiyeroglifle, daha sonraki bir Mısır yazısıyla ve Yunanca yazılı olduğu 350 kg ağırlığında bir bazalt parçasını buluncaya kadar karanlıkta kaldı; Rosetta Taşı olarak bilinen bu taş, dilbilimcilere yazının kodunu çözmeleri için gereken şifreyi sağladı. Böylece yüzyıllardır edebiyata malzeme sağlayan askerlik kurumu, en eski şiirlerin ve kahramanlık öykülerinin anlamını kurtaracak aracı da sağlamış oldu. (Büyük edebiyat hiçbir zaman savaştan bağımsız olmadı, tıpkı kendisini ticaretten de kurtaramadığı gibi.)



                                                   Rosetta Taşı – British Museum

Hiyeroglifler sihirli ve esrarlı doğalarını koruyabiliyordu, çünkü gündelik kullanım için Mısırlılar daha yeni ve kolay bir yazı geliştirmişlerdi. Hiyeratik yazı hiyeroglifin basitleştirilmiş biçimiydi, özenli resimsel simgeler aceleyle çiziktirilmiş birkaç çizgiye indirgenmişti (W. V. Davies’in sözleriyle, hiyeroglif yazının ”elyazısı haliydi.”) Hiyeratik yazı iş, bürokrasi ve yönetim için tercih edilen el yazısı oldu. Varlığı başka bir Mısır buluşuna bağlıydı: Kâğıt. Çizgiler ne kadar basit olursa olsun, kil üzerine hızla yazılamıyordu.

Kil yüzyıllar boyu hem Sümer hem de Mısır için geleneksel yazı malzemesiydi. Boldu ve yeniden kullanılabiliyordu. Düzgün yüzeyli bir kil tabletine yazılıp güneşte kurutulan yazı yıllarca saklanabilirdi; ama tabletin yüzeyini sadece ıslatmak, bunun üzerine yeniden yazı yazılması, yazılanların düzeltilip değiştirilmesi için yeterli oluyordu. Değiştirilmemesi gereken yazılar, korunması için pişirilebilirdi, bu da yazılanları sabitler, tahrif edilemez bir arşiv sağlardı.




Ancak kil tabletler ağırdı, havaleli olduğu için saklamaya uygun değildi ve bir yerden diğerine götürmek zordu, bu da bir mesaja yazılabilecek olanları kısıtlıyordu. (Bunu, kelime işlemcilerin neden olduğu laf kalabalığının tersi olarak düşünün). MÖ 3000 dolaylarında, Mısırlı bir kâtip Mısır evlerinde yapı malzemesi olarak kullanılan (yumuşatılan, çapraz şekilli dizilen, özü ezilen ve ince levhalar halinde kurumaya bırakılan kamışlardan üretilen) papirüsün yazı yazılacak bir yüzey olarak da kullanılabileceğini keşfetti. Bir fırça ve mürekkeple, hiyeratik yazı papirüs üzerine gayet hızlı bir şekilde yazılabiliyordu. Böylesi bir malzeme için hammaddenin bulunmadığı Sümer diyarında kil tabletler daha yüzyıllar boyunca kullanıldı.

Diğer yandan, kâğıdın taşınması çok daha kolaydı. Mesajlar rulo haline getirilip, insanın ceketinin altına ya da cebine konabiliyordu. Nil vadisinin birbirinden çok uzak bürokratları kuzey ile güney arasında böylesi basit iletişim yöntemlerine gereksinim duyuyordu; Nil vadisinden yukarı 20 kg kil tabletlerle yolculuk eden bir habercinin elverişsiz bir durumda olduğu açıktır.
Mısırlılar bu yeni, verimli teknolojiyi benimsediler. Hiyeroglifler mezarların taş duvarlarına, anıtlara ve heykellere kazınmayı sürdürdü. Ama mektuplar, emirler, tehditler ve talimatlar papirüs üzerine yazılıyordu, bu da ıslandığında eriyor, eskidiğinde çatlıyor ve biraz daha zaman geçince dağılıp toz oluyordu.




Her ne kadar Sümer kralı Zimri-Lim’in ailevi sorunlarını güneşin kavurduğu Mezopotamya kentleri arasında gidip gelmiş dayanıklı kil tabletlerden izleyebiliyorsak da, papirüsün icadı sonrası firavunların ve memurlarının gündelik yaşamları hakkında çok az şey biliyoruz. Üzüntüleri ve acil mesajları kayboldu; kâtiplerinin titiz tarihleri, silinen elektronik mesajlar gibi, hiçbir iz bırakmadan yok oldu. Böylece 5000 yıl önce, yalnızca ilk yazıya değil, geri dönüp insanı ısıran teknolojik ilerlemeye de tanık olduk.
Sümer çiviyazısı öldü ve gömüldü. Ama Hiyerogliflerin hatları günümüze kadar yaşadı. Daha sonraki, Sina Yarımadası’nın çeşitli yerlerinde görüldüğü için Protosinaitik dediğimiz bir yazı, simgelerinin neredeyse yarısını Mısır hiyerogliflerinden aldı. Protosinaitik de, harflerinin bazılarını bunu alfabelerinde kullanan Fenikelilere ulaştırdı. Yunanlar Fenike alfabesini aldılar, yan çevirdiler ve Romalılara, dolayısıyla da bize aktardılar; böylece Mısırlıların sihirli simgeleri, gerçekten de, bildiğimiz ölümlü buluşlar ölümsüzlüğe ne kadar yaklaşabildiyse, o kadar yaklaştı.
Kaynakça:
  • Bilgievlerim İlk Kayıtlardan Roma’nın Dağılmasına – Susan Wise Bauer
  • Steven Roger Fischer, A History of Writing (2001), s. 25-26. Fischer “bu kuramın önde gelen oluşturucusu” olarak Denise Schmandt-Besserat’ı gösterir ve bu kuramın (yazının kökeni hakkındaki hemen hemen tüm kuramlar gibi) tartışmalı olduğuna dikkat çeker.
  • Aktaran, W. V. Davies, Egyptian Hieroglyphs: Reading the Past (1987), s. 47.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)