Mekke döneminin en sikintili aninda Hz. Hatice ile Ebu Talib'in vefat ettikleri yil.
Peygamberligin onuncu yilinda Müslümanlar iktisâdî ablukadan yeni çikmislardi. Ebû Tâlib agir hasta yatiyordu. Ebû Talib Peygamberimizi bir amca olarak düsmanlarina karsi korumus ve Abdülmuttalib'in nüfuzunu kullanarak müsriklere ezdirmemeye çalismisti.
Hatta Ebu Talib mahallesindeki müsriklerin kusatma sirasinda bile gece gündüz demeden Peygamberimizin kaldigi yerlerde nöbet tutturuyordu. Ancak müslüman olmamisti. Peygamberimiz ise kendisine çok iyiligi geçen amcasinin müslüman olmasini arzu ediyor, böylece ona sefâat etmeyi umuyordu.
Bunu saglamak için hastaligi agirlasan ve ölüm Isaretleri, yüzünde belirmis olan Ebû Talib'in yanina girdi:
"Ey amcacigim: Ölümünden önce sehadet kelimesi getir ki, yarin mahserde Cenab-i Hakk'in yaninda senin müslümanligina taniklik yapayim" dedi.
Fakat Ebu Talib câhiliye âdetlerinin etkisi ve câhiliye kompleksi içinde davranmaktan kendini kurtaramadi. "Ben Abdü'l-Muttalib'in dini üzere ölüyorum. Kureys'in "ölümden korktu çekindi de yegeninin dinini kabul ediverdi demeyeceklerini bilsem, senin dinine inanirdim yegenim" gibi laflar söyledi.
Hadis âlimleri, onun iman etmeden gittigini ve Peygamberimizin buna çok üzüldügünü kaydederler. Ancak Ibn Ishâk gibi tarihçiler onun ölürken o zaman henüz müsrik olan Abbas b. Abdü'l-Muttalib tarafindan sehadet kelimesini söyl ediginin isitildigini naklederler. Su kadar var ki, Islâm âlimleri hadisçilerin görüsünü tercih etmekle beraber yine de meseleyi Allah'in Ilmine havale etmislerdir.
Ebû Tâlib'in ölümünden üç gün sonra da Hz. Hatice, ruhunu teslim etmisti. Hz. Hatice annemiz, sevgili Peygamberimizin vefakâr hayat arkadasi idi. O, dünyada Peygamberimize Ilk iman eden kisi olmak bahtiyarligina kavusmus, en sIkintili zamanlarinda Rasûlüllah'i teselli etmis, desteklemisti. Peygamberimiz aci, tatli basina gelen bütün islerde onu hemen yani basinda bulmustu. Peygamberimiz, bu örnek Islâm kadinini kendi elleriyle kabrine indirdi.
Peygamberimiz, Hz. Hatice'yi takdirle ve rahmetle anardi. Onun hatirasina, çok hürmet ederdi. Hz. Ali'nin naklettigine göre Peygamberimiz, Hz. Hatice hakkinda söyle buyurmustur:
"Bu ümmetin kadinlarinin en hayirlisi Hatice'dir" (Müslim, Sahih, VII, 336).
Onuncu yilda pespese gelen bu Iki ölüm olayi Peygamberimizi ve müslümanlari çok üzdügü için bu yil Islâm tarihçilerince "hüzün yili, gam ve keder yili" olarak ifade olunmustur. Ebû talib, Kureys'in iskencesine karsi Peygamberimizi koruyor; Hz. Hatice ise teselli ediyor, sevgili esine daima yardimci oluyordu. Bu Iki seçkin Insanin ölümünden sonra Kureys müsrikleri Rasûl-i Ekrem'i güç durumlarda birakmak için baski ve zulümlerini daha da arttirdilar.
Iki musibetin, böyle bir biri pesi sira gelisi nedeniyle Peygamberimiz (s.a.s): "Bu ümmet üzerinde, su günlerde toplanan Iki musibetten, ben, hangisine en çok yanacagimi bilemiyorum!" demekten kendilerini alamiyorlardi.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) amcasi Ebû Talib'in vefatindan sonra günlerce evinden dIsari çikmamis ve hep evinde oturmustu. Pek az dIsari çiktigi olmustu.
Ebu Talib'in ölümünden sonra müsrikler için engel kalmamisti. Artik Peygamberimiz (s.a.s)'e çok rahat saldirabiliyorlardi .
Kizlarindan birisi, hemen kosup Peygamberimizin basindaki tozu topragi, aglaya aglaya yikarken, Peygamberimiz, "Kizim aglama! Aglama! muhakkak ki, Allah babani, koruyacak, savunacaktir. Kureys müsrikleri; Ebu Talib, ölmedikçe bana hoslanmadigim bir seyi yapmaga, pek muvaffak olamamislardi" buyurarak, Ebû Talib'in ölümüne üzüldügünü belirtmistir .
Hüzün Yılı
Üç senelik müşrik ablukasından kurtulmanın sevincini acı olaylar takib etti. Acı hâdiseler zincirinin ilk halkası, Resûl-i Ekremin dört yaşındaki en büyük oğlu Kasım`ın vefâtı oldu.
Gönlü şefkat şelâlesini andıran Peygamber Efendimiz, büyük oğlunun vefâtından çok müteessir oldu. Derin teessürünü ciğerpâresinin cenazesini götürürken, karşısında dim dik duran Kuaykıan Dağına,
“Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanmaz yıkılırdın” hitabıyla ifâdeye çalışıyordu.
Mübârek gönülleri henüz Kasım`ın vefat hüznünden kurtulmamışken, bir acı hâdise daha vuku buldu. Diğer oğlu Abdullah da vefat etti.
Allah`ın kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinatın Efendisi, bu acı hâdiseler karşısında yine de göz yaşlarını tutamıyordu.
Hz. Hatice, hakiki sahibine iâde ettiği bu ciğerpârelerini kastederek,
“Yâ Resûlallah! Onlar, şimdi nerededirler?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya,
“Onlar, Cennettedirler” diye cevap verdi.
Bu acı hâdiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri yaşlıydı. Müslümanlar da onun bu hüznünü paylaşıyorlardı. Ama şirk cephesinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmaları haysiyetiyle, insanlığın gereği olan başsağlığı dilemek şöyle dursun, Efendimizi daha da üzmek için ne lâzımsa yapıyorlardı. Hatta içlerinden As bin Vâil ve Ebû Cehil gibi azılılar işi daha da ileri götürerek,
“Artık, Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de ölünce adı sanı unutulacaktır”285 diyecek kadar küstahlık gösteriyorlardı.
Resûlünü, hiç bir zaman yardım ve tesellisinden uzak bulundurmayan Cenâb-ı Hak, bu dedikodular üzerine de Kevser Sûresini inzâl buyurarak, müşriklerin dedikodularını ağızlarına tıkadı ve Peygamber Efendimizi şöyle teselli etti:
“Şüphesiz ki Biz sana kevseri(286) verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Asıl nesli kesik olan, sana düşmanlık edenin tâ kendisidir.” (Kevser: 108/1-3)
Evet asıl, adı sanı toprağa karışıp kaybolan Ebû Cehiller, Ebû Lehebler oldu. Resûl-i Kibriyanın (a.s.m.) adı ve dâvâsı ise, asırlardır inananların gönlünde bayrak bayrak dalgalanmakta ve Kıyamete kadar da dalgalanmaya devam edecektir.
Allah`ın kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinatın Efendisi, bu acı hâdiseler karşısında yine de göz yaşlarını tutamıyordu.
Hz. Hatice, hakiki sahibine iâde ettiği bu ciğerpârelerini kastederek,
“Yâ Resûlallah! Onlar, şimdi nerededirler?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya,
“Onlar, Cennettedirler” diye cevap verdi.
Bu acı hâdiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri yaşlıydı. Müslümanlar da onun bu hüznünü paylaşıyorlardı. Ama şirk cephesinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmaları haysiyetiyle, insanlığın gereği olan başsağlığı dilemek şöyle dursun, Efendimizi daha da üzmek için ne lâzımsa yapıyorlardı. Hatta içlerinden As bin Vâil ve Ebû Cehil gibi azılılar işi daha da ileri götürerek,
“Artık, Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de ölünce adı sanı unutulacaktır”285 diyecek kadar küstahlık gösteriyorlardı.
Resûlünü, hiç bir zaman yardım ve tesellisinden uzak bulundurmayan Cenâb-ı Hak, bu dedikodular üzerine de Kevser Sûresini inzâl buyurarak, müşriklerin dedikodularını ağızlarına tıkadı ve Peygamber Efendimizi şöyle teselli etti:
“Şüphesiz ki Biz sana kevseri(286) verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Asıl nesli kesik olan, sana düşmanlık edenin tâ kendisidir.” (Kevser: 108/1-3)
Evet asıl, adı sanı toprağa karışıp kaybolan Ebû Cehiller, Ebû Lehebler oldu. Resûl-i Kibriyanın (a.s.m.) adı ve dâvâsı ise, asırlardır inananların gönlünde bayrak bayrak dalgalanmakta ve Kıyamete kadar da dalgalanmaya devam edecektir.
Ebû Talib`in Vefatı
Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke`de umumî bir sürûr meydana gelmişti. Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka bir musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.
Resûlullah Efendimizin, Peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp, şefkat ve himâyesinde büyüten, kendisini korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan onun Müslüman olup ebedî sâadete ermesini de candan arzu ediyordu.
Ebû Tâlib`in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Kureyş müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe bin Ebî Rebiâ, Şeybe bin Rebiâ, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları yanına gelerek şöyle dediler:
“Ey Ebû Tâlib, sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım. Birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım.”
Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi. Resûlullah, gelip Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasına oturdu.
Ebû Tâlib, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimize hitaben,
“Ey kardeşimin oğlu” dedi. “Bunlar kavmimin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmişlerdir. Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
“Olur, ey amcam” dedi. “Onların benden almalarını ve kabul etmelerini istediğim bir tek kelimedir ki, onlar, o kelime ile top yekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler.”
Ebû Tâlib, hayret içinde
“Bir tek kelime mi?” dedi. Peygamber Efendimiz,
“Evet, bir kelime” buyurdu. Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?
Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimize hitaben,
“O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım” dedi.
Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifâde etti:
“Lâ ilâhe illallah deyin ve Allah`tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!”
Bu mukaddes sözü duyan müşrikler hep birden ellerini çırptılar,
“Yâ Muhammed,” dediler, “sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu?”
Sonra da birbirleriyle konuştular:
“Vallahi, bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin.”287
Cenâb-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur`ân`ı Keriminde bize şöyle haber verir:
“Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey!” Onların ileri gelenleri, `Haydi yürüyün` diyerek oradan ayrıldılar. `İlâhlarınıza bağlılıkla direnin. Sizden istenen şey budur.”` 288
Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke`de umumî bir sürûr meydana gelmişti. Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka bir musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.
Resûlullah Efendimizin, Peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp, şefkat ve himâyesinde büyüten, kendisini korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan onun Müslüman olup ebedî sâadete ermesini de candan arzu ediyordu.
Ebû Tâlib`in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Kureyş müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe bin Ebî Rebiâ, Şeybe bin Rebiâ, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları yanına gelerek şöyle dediler:
“Ey Ebû Tâlib, sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım. Birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım.”
Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi. Resûlullah, gelip Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasına oturdu.
Ebû Tâlib, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimize hitaben,
“Ey kardeşimin oğlu” dedi. “Bunlar kavmimin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmişlerdir. Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
“Olur, ey amcam” dedi. “Onların benden almalarını ve kabul etmelerini istediğim bir tek kelimedir ki, onlar, o kelime ile top yekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler.”
Ebû Tâlib, hayret içinde
“Bir tek kelime mi?” dedi. Peygamber Efendimiz,
“Evet, bir kelime” buyurdu. Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?
Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimize hitaben,
“O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım” dedi.
Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifâde etti:
“Lâ ilâhe illallah deyin ve Allah`tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!”
Bu mukaddes sözü duyan müşrikler hep birden ellerini çırptılar,
“Yâ Muhammed,” dediler, “sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu?”
Sonra da birbirleriyle konuştular:
“Vallahi, bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin.”287
Cenâb-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur`ân`ı Keriminde bize şöyle haber verir:
“Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey!” Onların ileri gelenleri, `Haydi yürüyün` diyerek oradan ayrıldılar. `İlâhlarınıza bağlılıkla direnin. Sizden istenen şey budur.”` 288
Resûl-i Ekremin, Amcasını İslâma Dâveti
Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimize,
“Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde,
“Ey Amca!” dedi. “Gel, bari sen `Lâ ilâhe illallah` de de, onunla sana âhirette şefaat edebileyim.”
Fahr-i Kâinatın bu candan ve samimi arzusuna ne yazık ki, amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.
“Yeğenim,” dedi, “vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip, sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü; ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için, söyleyemeyeceğim.”
Fakat, buna rağmen, sevgili Peygamberimiz, amcasını İslâma dâvetten ve teşvikten vazgeçmedi. Mübârek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının îmânsız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akibetin ızdırabıyla çarpıyor ve devamlı,
“Ey amca, `La ilâhe illallah` de ki onunla âhirette sana şefaat edebileyim” diyordu.
Yine böyle bir dâvet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Talib`in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah bin Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de,
“Yâ Ebû Talib! Sen, Abdülmuttalib`in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?” dediler.
Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve kelime-i tevhidi amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib kendisinin Abdülmuttalib`in dini üzere olduğunu söyledi.289
Buna rağmen Peygamberimizin mübârek gönlü, kendisini çok seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkibete uğramaktan derin ızdırab duyuyor ve
“Ey Amca, şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım”290 diyordu.
Nihâyet, Ebû Talib, makbul bir îmâna nâil olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu.291
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerime ile Resûlullahın şahsında bütün mü`minlere hitap etti:
“Sen, sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.” 292
Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek ve nazik kalbi, amcasının vefatıyla fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübârek dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Allah ona rahmet etsin. Mağfiretini ihsan buyursun.”
Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib`in başucunda bulunuyordu. Hz. Abbas o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize,
“Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söyledi” dedi.
Resûl-i Kibriyâ, gözyaşları arasında,
“Ben işitmedim” buyurdu.293
Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan kalbi teessür içinde olan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenâzesinin arkasından da şöyle duâ etti:
“Amca, Rabbim seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın.”294
Bu sırada yine mevzu ile ilgili şu âyet-i kerime nazil oldu ve mü`minlere değişmez bir ölçü verdi:
“Akrabâ bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah`tan af dilemek, ne Peygambere ve ne de îmân edenlere uygun düşmez.” 295
Amcasının vefatı Resûl-i Ekremi hem üzdü, hem de derinden derine düşündürdü. Zira kendisine o âna kadar zahirî hâmilik eden, müşriklerin şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan o idi.
Gerçekten en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti. Bu himâye sebebiyle Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimize fazla ilişememişlerdi.
Ama şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahîren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama, Cenâb-ı Hakkın muhafaza ve himâyesi de hiç bir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı.
Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimize,
“Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde,
“Ey Amca!” dedi. “Gel, bari sen `Lâ ilâhe illallah` de de, onunla sana âhirette şefaat edebileyim.”
Fahr-i Kâinatın bu candan ve samimi arzusuna ne yazık ki, amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.
“Yeğenim,” dedi, “vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip, sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü; ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için, söyleyemeyeceğim.”
Fakat, buna rağmen, sevgili Peygamberimiz, amcasını İslâma dâvetten ve teşvikten vazgeçmedi. Mübârek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının îmânsız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akibetin ızdırabıyla çarpıyor ve devamlı,
“Ey amca, `La ilâhe illallah` de ki onunla âhirette sana şefaat edebileyim” diyordu.
Yine böyle bir dâvet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Talib`in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah bin Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de,
“Yâ Ebû Talib! Sen, Abdülmuttalib`in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?” dediler.
Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve kelime-i tevhidi amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib kendisinin Abdülmuttalib`in dini üzere olduğunu söyledi.289
Buna rağmen Peygamberimizin mübârek gönlü, kendisini çok seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkibete uğramaktan derin ızdırab duyuyor ve
“Ey Amca, şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım”290 diyordu.
Nihâyet, Ebû Talib, makbul bir îmâna nâil olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu.291
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerime ile Resûlullahın şahsında bütün mü`minlere hitap etti:
“Sen, sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.” 292
Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek ve nazik kalbi, amcasının vefatıyla fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübârek dudaklarından şu cümleler döküldü:
“Allah ona rahmet etsin. Mağfiretini ihsan buyursun.”
Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib`in başucunda bulunuyordu. Hz. Abbas o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize,
“Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söyledi” dedi.
Resûl-i Kibriyâ, gözyaşları arasında,
“Ben işitmedim” buyurdu.293
Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan kalbi teessür içinde olan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenâzesinin arkasından da şöyle duâ etti:
“Amca, Rabbim seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın.”294
Bu sırada yine mevzu ile ilgili şu âyet-i kerime nazil oldu ve mü`minlere değişmez bir ölçü verdi:
“Akrabâ bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah`tan af dilemek, ne Peygambere ve ne de îmân edenlere uygun düşmez.” 295
Amcasının vefatı Resûl-i Ekremi hem üzdü, hem de derinden derine düşündürdü. Zira kendisine o âna kadar zahirî hâmilik eden, müşriklerin şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan o idi.
Gerçekten en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti. Bu himâye sebebiyle Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimize fazla ilişememişlerdi.
Ama şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahîren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama, Cenâb-ı Hakkın muhafaza ve himâyesi de hiç bir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı.
Ebû Talib`in Îmânı Meselesi
Ebû Tâlib`in îmânı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şiâ âlimleri îmânlı gittiğine kâildirler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisi ise, îmân etmediğini söylemektedirler. Bununla birlikte Peygamber Efendimizle iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dâir bazı emareler şiirlerinden anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Ehl-i Teşeyyu (şialar), îmânına kâil; ehl-i sünnetin ekserisi ise, îmânına kâil değildir. Fakat, benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun -o gayet ciddi- o şahsî şefkatı ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himâye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib`in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiyye gibi hissiyata binâen makbul bir îmân getirmemesi üzerine Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cenneti, onun hasenâtına mükâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bâzı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennemi, hususî bir nevi Cennete çevirebilir…”296
Ebû Tâlib`in îmânı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şiâ âlimleri îmânlı gittiğine kâildirler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisi ise, îmân etmediğini söylemektedirler. Bununla birlikte Peygamber Efendimizle iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dâir bazı emareler şiirlerinden anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Ehl-i Teşeyyu (şialar), îmânına kâil; ehl-i sünnetin ekserisi ise, îmânına kâil değildir. Fakat, benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun -o gayet ciddi- o şahsî şefkatı ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himâye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib`in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiyye gibi hissiyata binâen makbul bir îmân getirmemesi üzerine Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cenneti, onun hasenâtına mükâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bâzı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennemi, hususî bir nevi Cennete çevirebilir…”296
Hz. Hatice`nin Vefatı
Ebû Tâlib`in vefatından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi`setin 10. yılı, Ramazan ayında 65 yaşında iken fani dünyadan ebedî âleme göç etti.
Namazını bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyâde hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itâati, kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkatı, îmânının kuvveti, sadakat ve faziletiyle onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken Risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübrâ`ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki, vefâtından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdirle, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yâdederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.
Günün birinde Hz. Hatice`nin kızkardeşi Hâle`nin sesini duyunca hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Vâlidemiz; “Allah`ın kendisine ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini” söylemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe`nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice`nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti. Habib-i Kibriyânın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.) içtenlikle,
“Yâ Resûlallah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah`a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice`nin menkıbelerini her zaman anlatmanı istiyorum”297 diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.
Yine, Resûl-i Ekremin Hz. Hatice Validemizi dâimâ takdir ve muhabbetle yâdettiğini ve Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat Hz. Âişe`nin (r.a.) şu ifâdelerinden öğreniyoruz:
“Nebinin (a.s.m.) kadınlarından hiç birini, Hz. Hatice`yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Halbuki; onu Resûlullahın yanında görmemiştim bile! Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice`nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstererek,
`Sanki yeryüzünde Hatice`den başka kadın yok mu?` derdim. Resûlullah da,
`Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi` diye iyiliklerini sayar ve `Ondan çocuklarım var` buyururdu.”298
Resûlullah Efendimiz Hira`ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz de ona yiyecek taşırdı.
Bu sırada bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek, “Yâ Resûlallah! İşte şu uzaktan sana doğru gelen Hatice`dir. Yanında içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki, onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak”299 dedi.”
Hz. Ali de Rasulullah`dan şöyle işitmiştir:
“Kendi zamanımdaki kadınların hayırlısı İmrân`ın kızı Meryem`di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice`dir”300
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübârek kalbleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bi`setin bu 10. yılını “senetü`l-hüzün (hüzün yılı)” olarak isimlendirdi.
Ebû Tâlib`in vefatından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi`setin 10. yılı, Ramazan ayında 65 yaşında iken fani dünyadan ebedî âleme göç etti.
Namazını bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyâde hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itâati, kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkatı, îmânının kuvveti, sadakat ve faziletiyle onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken Risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübrâ`ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki, vefâtından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdirle, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yâdederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.
Günün birinde Hz. Hatice`nin kızkardeşi Hâle`nin sesini duyunca hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Vâlidemiz; “Allah`ın kendisine ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini” söylemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe`nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice`nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti. Habib-i Kibriyânın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.) içtenlikle,
“Yâ Resûlallah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah`a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice`nin menkıbelerini her zaman anlatmanı istiyorum”297 diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.
Yine, Resûl-i Ekremin Hz. Hatice Validemizi dâimâ takdir ve muhabbetle yâdettiğini ve Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat Hz. Âişe`nin (r.a.) şu ifâdelerinden öğreniyoruz:
“Nebinin (a.s.m.) kadınlarından hiç birini, Hz. Hatice`yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Halbuki; onu Resûlullahın yanında görmemiştim bile! Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice`nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstererek,
`Sanki yeryüzünde Hatice`den başka kadın yok mu?` derdim. Resûlullah da,
`Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi` diye iyiliklerini sayar ve `Ondan çocuklarım var` buyururdu.”298
Resûlullah Efendimiz Hira`ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz de ona yiyecek taşırdı.
Bu sırada bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek, “Yâ Resûlallah! İşte şu uzaktan sana doğru gelen Hatice`dir. Yanında içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki, onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak”299 dedi.”
Hz. Ali de Rasulullah`dan şöyle işitmiştir:
“Kendi zamanımdaki kadınların hayırlısı İmrân`ın kızı Meryem`di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice`dir”300
Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübârek kalbleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bi`setin bu 10. yılını “senetü`l-hüzün (hüzün yılı)” olarak isimlendirdi.
Müşrikler Eziyet ve Hakaretlerini Arttırıyor
Ebû Tâlib`in vefâtına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında sevgili Peygamberimize arka çıkacak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib`in hayatında cür`et edemedikleri bir çok taşkınlık ve insafsızca hareketlerde bulunmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiç bir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının, bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken, göz yaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.
Şefkat menbaı Peygamberimiz dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine yüce Yaratıcısına güvendi, yine Ona döndü ve ağlayan mâsum yavrusunun gözyaşlarını mübârek eliyle silerek, “Ağlama kızım ağlama, Allah babanı koruyacaktır” dedi.
Sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti:
“Ebû Tâlib`in ölümüne kadar müşrikler bana böyle eziyet ve hakarete cür`et etmemişlerdi.”301
Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâmın en büyük bir düşmanının dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifade etmesine sebep olmuştu.
Ebû Leheb`in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimizden uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb`in akrabalık bağından gelen sun`î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekremin halkı Allah`a îmâna dâveti karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilân etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna kadar bu düşmanlığından vazgeçmedi.
Ebû Tâlib`in vefâtına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında sevgili Peygamberimize arka çıkacak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib`in hayatında cür`et edemedikleri bir çok taşkınlık ve insafsızca hareketlerde bulunmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiç bir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının, bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken, göz yaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.
Şefkat menbaı Peygamberimiz dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine yüce Yaratıcısına güvendi, yine Ona döndü ve ağlayan mâsum yavrusunun gözyaşlarını mübârek eliyle silerek, “Ağlama kızım ağlama, Allah babanı koruyacaktır” dedi.
Sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti:
“Ebû Tâlib`in ölümüne kadar müşrikler bana böyle eziyet ve hakarete cür`et etmemişlerdi.”301
Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâmın en büyük bir düşmanının dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifade etmesine sebep olmuştu.
Ebû Leheb`in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimizden uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb`in akrabalık bağından gelen sun`î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekremin halkı Allah`a îmâna dâveti karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilân etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna kadar bu düşmanlığından vazgeçmedi.
285. İbni Hişâm, Sîre: 3/34; İbni Sa`d, Tabakât: 1/133
286. “Kevser” Cennette bir havuzdur. Resûl-ü Ekrem Efendimizin ümmeti onun başına gelip içecektir. Yahut çok hayır demektir ki, peygamberliğine, Kur`ân`a, Şeriata ve benzerlerine şâmildir. “Kevser” pekçok hayır demektir. İlim, amel, iki âlemde şeref gibi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır. “O Cennette bir nehirdir. Rabbim onu bana vaadetti. Onda pek çok hayır var. Suyu baldan tadı, sütten beyaz, kardan soğuk, kaymaktan yumuşaktır. İki kenarı zeberceddir. Bardakları gümüştendir. Ondan içen bir daha susuzluk duymaz.” Bâzı âlimlere göre ise “Kevser” Resûlullahın (a.s.m.) evlâdı, etbâı yahut ümmetinin âlimleri yahut Kur`ân`dır.” (Bkz.: Hasan B. Çantay, Kur`ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm: 3/1226.)
287. İbni Hişâm, Sîre, 2/57; İbni Sa`d, Tabakât, 1/211-212
288. Sa`d Sûresi, 5-6
289. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220
290. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220
291. İbni Hişâm, Sîre: 1/60
292. Kasas Sûresi, 56
293. İbni Hişâm, Sîre: 1/59
294. Süheyli, Ravdü`l-Ünf: 1/260.
295. Tevbe Sûresi, 113
296. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat s. 398-399
297. Buhari: 2/315; Müslim: 7/138; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/58
298. Müslim, Fezâilü`s-Sahabe, 74; Tirmizi, 62
299. Müslim, Fezâilü`s-Sahabe, 71
300. Müslim, 69; Tirmizi, 62
301. Taberî, Tarih: 2/229
286. “Kevser” Cennette bir havuzdur. Resûl-ü Ekrem Efendimizin ümmeti onun başına gelip içecektir. Yahut çok hayır demektir ki, peygamberliğine, Kur`ân`a, Şeriata ve benzerlerine şâmildir. “Kevser” pekçok hayır demektir. İlim, amel, iki âlemde şeref gibi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır. “O Cennette bir nehirdir. Rabbim onu bana vaadetti. Onda pek çok hayır var. Suyu baldan tadı, sütten beyaz, kardan soğuk, kaymaktan yumuşaktır. İki kenarı zeberceddir. Bardakları gümüştendir. Ondan içen bir daha susuzluk duymaz.” Bâzı âlimlere göre ise “Kevser” Resûlullahın (a.s.m.) evlâdı, etbâı yahut ümmetinin âlimleri yahut Kur`ân`dır.” (Bkz.: Hasan B. Çantay, Kur`ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm: 3/1226.)
287. İbni Hişâm, Sîre, 2/57; İbni Sa`d, Tabakât, 1/211-212
288. Sa`d Sûresi, 5-6
289. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220
290. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220
291. İbni Hişâm, Sîre: 1/60
292. Kasas Sûresi, 56
293. İbni Hişâm, Sîre: 1/59
294. Süheyli, Ravdü`l-Ünf: 1/260.
295. Tevbe Sûresi, 113
296. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat s. 398-399
297. Buhari: 2/315; Müslim: 7/138; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/58
298. Müslim, Fezâilü`s-Sahabe, 74; Tirmizi, 62
299. Müslim, Fezâilü`s-Sahabe, 71
300. Müslim, 69; Tirmizi, 62
301. Taberî, Tarih: 2/229
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder