bilgievlerim
Logo Design by bilgievlerim.blogspot.com
TÜRKİYE CANIM FEDA TÜRKİYE CANIM FEDA

Çevirci -Translate - Перевести


13 Temmuz 2018 Cuma

UÇAN HALI


Evvel zaman içinde, iki kardeş varmış. Büyüğünün adı, Ahmet; küçüğünün adı ise Mehmet'miş. Anaları, babaları öldükten sonra kalan malları aralarında pay­laşmışlar. Mehmet, biraz akılsızmış. Ahmet, anasından babasından kalan mallaria bir dükkân açmış, Mehmet de orada burada yemiş, içmiş, gezmiş. Paralarını har vurup, harman savurmuş,
Sonunda, bütün parasını bitirmiş ve Ahmet'e gidip:
- Hiç param kalmadı, Bana biraz para verir misin? demiş. Ahmet, kardeşine acıyıp paraları vermiş. Meh­met, parasını bitirince gene gelip istemiş. Ahmet vermiş, o harcamış, Bu şekilde, uzun bir süre devam etmiş, Ah­met, bakmış ki kurtuluş yok dükkânını kapatmış. Mısır'a gitmek üzere köprüye gitmiş ve gemiye binmiş.
O sırada, Mehmet yine para istemek için Ahmet'in dükkânına gitmiş. Dükkânın kapalı olduğunu görünce, komşularına sormuş ve ağabeyinin Mısır'a gittiğini öğren­miş. Hemen köprüye koşmuş ve Mısır'a giden gemiyi sor­muş. Onu aramak için, gemiye binmiş. Ahmet, kardeşine görünmemek için gemide sakianmış. Gemi, yelken aça­rak yola koyulmuş. Ahmet, gemi hareket ettikten sonra saklandığı yerden çıkmış. Bir de bakmış ki kardeşi karşısın­da duruyor.
Ahmet'in canı çok sıkılmış, ama yapacak bir şey ol­madığı için birlikte Mısır'a kadar gitrnişier.
Mısır'a vardıklarında gemiden inip, limanda dolaş­maya başlamışlar.
Ahmet, kardeşine:
- Mehmet, sen burada bekle. Ben, iki at bulup gele­yim, demiş ve oradan kaçmış.
Mehmet beklemiş, beklemiş ve Ahmet'in gelmedi­ğini görünce yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere, tepe düz gitmiş. Sonunda, bir dağın eteğine varmış, Üç kişi, kavga ediyormuş,
Yanlarına yaklaşmış:
- Neden kavga ediyorsu­nuz? diye sormuş.
Onlar:
- Biz, üç kardeşiz, Babamız ölünce, bize  bir külah, bir kırbaç ve bir de halı bıraktı.  Bunları, ara­mızda nasıl paylaşacağı­mızı konuşurken, kavga çıktı, demişler.
Mehmet:
-Bu yüzden kavga etmeye utanmıyor musunuz? demiş.
Onlar:
- Külah, kamçı ve halı sihirlidir, Külahı giyen, görün­mez olur. Halıya oturup, kırbaçla vurunca istediğin yere gidebilirsin, demişler.
Mehmet:
- Ben, bir ok yapacağım, Siz de bana bir ağaç bu­lun. Oku uzağa fırlatacağım. Hanginiz, oku bulup getirir­se bunları ona veririm, demiş.
Adamlar, hemen bir ağaç bulup getirmişler. Meh­met, ağacı kesip biçmiş, yontmuş ve bir ok yapmış. Son­ra oku bütün gücüyle atmış. Kardeşlerin üçü birden, okun arkasından koşuşmuşlar. Onlar gider gitmez, Meh­met külahı başına takmış ve halının üzerine oturup kam­çıyı vurmuş.
Halı, diie gelmiş:
- Emret! demiş, Mehmet:
- Beni ağabeyimin yanına götür, demiş.
Halı şimşek gibi fırlayıp, havalanmış. Bir şehre gelince süzülüp, yere inmiş. Mehmet, halıdan inmiş ve şehirde dolaşmaya başlamış.
Bir tellal:
- Padişahımız, geceleri kaybolan kızının nereye gitti­ğini öğrenen cesur bir delikanlıyı kızıyla evlendirecek! Başaramayanların  başını vurdurarak cezalandıracak! diye bağırıyormuş.


Mehmet, hemen ortaya çıkmış:
- Ben öğrenebilirim, demiş. Onu, hemen padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, onu kızının odasına sak­lamış. Gece olunca, kız odasına girip yatmış, Mehmet, saklandığı yerden kızı gözetlemeye başlamış.
Kız, bir iki saat sonra kalkmış ve Mehmet'in yanına gelmiş. Elindeki iğneyi, Mehmet'in ayağına hafifçe ba­tırmış, Mehmet, sesini çıkarmayınca da uyuduğunu san­mış. Kız, bir şamdan alıp, odasındaki gizli bir kapıdan çık­mış. Mehmet de kalkıp, gizlice onu takip etmeye başla­nmış. Kız, bir Arap'ın başında taşıdığı altın bir tepsinin üze­rine oturmuş, Mehmet, külahını takıp, görünmez olmuş, Tepsinin üzerine sıçramış ve kızın yanına oturmuş. Tepsi sallanınca, Arap:
- Aman efendim, ne yapıyorsunuz? Az daha düşeçektiniz! demiş.
Lalacığım, kımıldamıyorum bile, demiş.
Arap, yürü­dükçe başına ağırlık çökmüş:
-  Efendim, bu gece ne oluyor? Çok ağırsınız, boy­num kopacak, demiş.
Kız:
- Her akşam nasılsam, yine öyleyim, demiş.
Neyse, az sonra bir bağa gelmişler. Ağaçların bütün dalları altınlar ve elmaslarla doluymuş. Mehmet, ağaç­tan bir dal koparıp, cebine koymuş, Ağaçlar, bağırarak:
- İnsanoğlu canımıza kıydı! demişler. Arap:
- Aman sultanım! Bu gece bize neler oluyor? diye sormuş.
Kız:
-  Lalacığım, bu akşam odama bir keloğlan koydu­lar. Neler oluyor bilemem ki! Her halde onun rüzgârına uğradık, diye cevap vermiş.
Gide gide bir bağa daha varmışlar. Buradaki ağaç­lar, gümüşler ve zümrütlerle doluymuş. Mehmet, yine bir dal koparıp cebine koymuş. Bütün ağaçlar, yeri göğü inleterek:
- İnsanoğlu canımıza kıydı! diye bağrışmışlar.
Kız ve Arap, bir köprüye varmışlar, Mehmet, tepsi­den atlamış ve köprünün kenarından bir parça koparıp cebine sokmuş.-Yine yerler zangır zangır sallanarak, bağrışmış, Uzatmayalım, kız ve lala bir saraya varmışlar.
Mehmet, arkalarından saraya girmiş. Sarayın kapısına dizilen hizmetçiler, kızı karşılamışlar ve inmesine yardım etmişler, Hizmetçiler elmas, inci ve zümrüt işlemeli bir çift terlik getirip kızın önüne koymuşlar, Mehmet, terliğin te­kini alıp cebine sokmuş, Kız, teriiğin bir tekini giymiş, son­ra da ötekini aramaya başlamış. Bulamayınca, hizmet­çiler hemen bir çift daha getirmişler. Mehmet, gene
bunlardan birini daha alıp cebi­ne sokmuş,
Kız sinirlenmiş:
- Aman terlik filân flk istemem! diyerek yürüyüp içeriye girmiş,
Bir odanın kapısını m açmışlar, Mehmet, kızın arkasından odaya girmiş.  Odada, bir dudağı  yerde  bir dudağı gökte bir Arap oturuyormuş.
Arap:
- Sultanım! Nerede kaldın? Ne zamandan beri seni bekliyorum. Niçin böyle geç geldin? diye sormuş. Kız:
—Aman efendim, bu akşam bize bir hal oldu. Biz de ne olduğunu bilemiyoruz. Babam, bu akşam odama bir keloğlan koydu. Buraya gelinceye kadar, neler oldu, neler! diye anlatmaya başlamış.
Arap:
- Endişelenmene gerek yok. Baksana ortada bir şey yok. Ne olacak sanki? demiş.
Arap, hizmetçilerine emir vererek, sultana bir şerbet getirilmesini istemiş. Hizmetçiler, elmaslar, billurlar içinde bir kupa şerbet getirmişler. Kıza verecekleri sırada, Meh­met kupaya vurduğu gibi kupayı yere düşürüp kırmış.
Arap hizmetçi, şaşırarak:
- Aman bu gece bize neler oluyor? diye bağırmış. Bunun üzerine kız:
- Efendim, şerbet falan istemem! Bu akşam, başıma bir iş gelmeden bir an önce şuradan gideyim, demiş, Arap, yine emirler verip yemekler getirtmiş. Kız ile Arap, sofraya oturmuşlar ve yemek yemeye başlamışlar, Meh­met de onlarla beraber yiyormuş.
Arap:
- Sultanım, tabağın bu kenarından ben yiyorum, şu kenarından da sen yiyorsun, diğer kenarından yiyen kim acaba? diye sormuş.
Sormuş, ama kız nereden bilsin! Neyse yemeyi ye­mişler, arkadan hoşaf gelmiş, Mehmet, kızın önündeki kaşığı alıp cebine sokmuş. Ne olduğunu anlayamayan hizmetçiler, bir kaşık daha getirmişler, O da ortadan kaybolunca bir üçüncü kaşığı kızın önüne koymuşlar. Üçüncü kaşık da yok olunca, kız hoşafı içmekten de vazgeçmiş.
Bu gece acayip olaylar olduğunu gören Arap:
- Efendim, sahiden de bu gece ortalıkta bir şeyler dönüyor; vakit geçirmeden saraya dönün, diyerek lala­yı çağırmış.
Kız, yine lalanın başında taşıdığı tepsiye binip gitmiş, Mehmet, orada kalmış, Arap'ın odasında asılı duran kı­lıcı almış ve bir vuruşta Arap'ın kafasını vücudundan ayırmış.
Arap, peri padişahıymış, Ölünce, sarayın içinde bir gürültü, bir patırtı kopmuş:
- Eyvah, insanoğlu padişahımızın canına kıydı! diye çığlıklar ortalığı kaplamış.
Mehmet, bu gürültüleri duyunca hemen saraydan çıkmış ve sihirli halısına oturmuş. Kamçıyı halıya vurunca,
halı:
- Emret, demiş. Mehmet:
- Beni hemen sultanın odasına götür, demiş,
Kızdan önce gelip, sanki hiç oradan ayrılmamış gibi yi­ne yatağına yatmış. Aradan epeyce zaman geçtikten sonra, kız gelmiş. Oğlanın, hala uyuduğunu görünce:
- Seni gidi kel seni! Beni bu akşam çok rahatsız ettin, diyerek elindeki iğneyi oğlanın ayağına batırmış. Oğlan­dan ses çıkmadığını görünce, uyuduğunu sanmış. Ses­sizce yatağına girip, yatmış.
Sabah Mehmet'i, padişahın huzuruna çıkarmışlar, Padişah:
- Oğlum, ne gördün? Söyle bakalım! demiş. Mehmet:
- Efendim, gördüklerimi burada söyleyemem. Bütün halkı, meydana toplayın, Sultan hanım, bir kafesin için­de yanımda dursun. O zaman, bütün gördüklerimi anla­tıp, herkese duyuracağım, demiş.
Padişah, onun dediği gibi herkesi toplamış. Meh­met, sarayın balkonuna çıkmış ve yüksek sesle, kızın odasına girdiği andan başlayıp, sabah oluncaya kadar neler gördüyse hepsini birer birer anlatmış.
Kız, onun söylediklerini yalanladıkça sözlerini ispatla­mak için cebine soktuğu şeyleri teker teker çıkarmış ve halka göstermiş, Ahmet de oradaymış, Kardeşine gö­rünmemek için, bir ağacın arkasına saklanmış, Meh­met, uzaktan ağabeyini görmüş. Sözlerini bitirince de hemen kalkıp ona doğru koşmuş, Ahmet, kardeşinin ne­ler anlattığını duyamıyormuş, Kendisi hakkında bir şeyler söylediğini sanmış ve korkup, kaçmaya başlamış. O kaçmış, öteki kovalamış. Sonunda, Mehmet ağabeyini yakalamış. Onların koşuştuklarını gören padişah, adam­larını yollamış ve onları yanına getirtmiş.
Padişah:
- Neden kaçıyordun? dîye sormuş,
Ahmet, kardeşinden çektiklerini padişaha bir bir an­latmış, Padişah, kızının nereye gittiğini öğrenen Mehmet ile kızını evlendirmek istemiş,
Mehmet:
- Kızınız ile ağabeyim evlenmen, O bunu hak ediyor, demiş,

Padişah, kızını Ahmet ile evlendirmiş. Kırk gün, kırk gece düğün dernek kurmuş, Mehmet, ağabeyinden ayrılmamış ve ölünceye kadar onun yanında kalmış.

Keloğlan ve Devanası




Çok, çok eskiden üç oğlu olan bir padişah yaşarmış. Padişahın, sihirli bir aynası varmış. Her sabah yatağın­dan kalkar kalkmaz, aynaya bakarmış. Aynaya baka­rak, o gün neler olacağını öğrenirmiş, Bir gün, aynaya bakmayı unutmuş. Aynaya bakmadığı aklına gelince, odasına geri dönmüş. Ama ayna yerinde yokmuş! Te­lâşla, her yeri aramış, Ama bir türlü bulamamış. O gün, üzüntüden eli ayağı tutmaz, ne iş yapacağını bilemez olmuş.
Düşünüp dururken, oğulları gelip:
- Baba, derdin nedir? Bugün, çok dalgınsın, demişler, Padişah:
-  Oğullarım, bugün aynamı kaybettim. Bu yüzden üzgünüm, demiş,
Oğulları:
-Eğer, izin verirseniz gidip aynanızı bulalım, demişler ve babalarını teselli etmişler,
Çocuklar, babalarının izniyle aynayı bulmak için yo­la çıkmışlar. Giderlerken yanlarına, bol bol para almış­lar.
Gide gide bir üç yol ağzına gelip, durmuşlar. Her yo­lun başında, bir dikili taş varmış. Sağdaki taşın üzerinde, "Bu yol, bir hana gider", ortadaki yolun başında "8u yol bir hamama gider." ve soldaki yoiun başında da nBu yoldan giden dönemez." yazıyormuş.
Büyük kardeş, han yoluna. Ortanca kardeş, hamam yoluna. Küçük kardeş de giden dönmez, yoluna sap­maya karar vermiş. Birbirlerinden ayrıldıktan sonra, kimin geri dönebildiğini anlamak için yüzüklerini bir taşın altı­na saklamaya karar vermişler, Kim önce dönerse yüzü­ğünü, taşın aitından alacakmış. Aralarında sözleşerek, yüzüklerini bırakıp yola çıkmışlar,
Küçük oğlan, gide gide bir dağ başına varmış. Bak­mış ki, bir dev anası oturmuş helva yapıyor. Oğlan, kork­tuğu halde deve yaklaşmış ve nazik bir şekilde:
- Kolay gelsin anacığım! demiş ve devin elini öpmüş. Dev anası:
- Oğlum, sen bana çok nazik ve saygılı davrandın. Bana, 'anacığım' demeseydin seni yerdim, demiş. Oğlan:
-  Sen de bana 'oğulcuğum' demeseydin, ben de seni kılıcımla keserdim, diye karşılık vermiş.
Dev anası:
- Oğlum, nereden gelip nereye gidiyorsun? Buraya neden geldin? diye sormuş,
Oğlan:
- Anacığım, ben padişahın oğluyum. Babamın ay­nası kayboldu, onu arıyorum, demiş.
Dev anası:
- Oğlum, o aynayı devler çaldı. Şu dağın arkasında bir bağ vardır; aynayı çalan devler, orada yaşarlar. Sen şimdi oraya git. Gittiğin zaman, devleri göreceksin. Eğer, gözleri açıksa uyuyorlar demektir, O zaman hiç korkma, aynayı al. Ama bağın içindeki elmaslarla ve yakutlarla donatılmış ağaçlara sakın dokunma! Sonra yakalanırsın, demiş.
Oğlan, dev anasına teşekkür ederek yola çıkmış, Gi­de gide dev anasının söylediği bağı bulmuş, Biraz yak­laşınca, devierin yattığını görmüş, Devlerin gözleri, ateş gibi yanıyormuş, Oğlan, uyuduklarını görünce aynayı aramaya başlamış. Sonunda aynayı bulup, tam oradan ayrılacakken dalları elmaslarla ve yakutlarla dolu ağaçları görmüş.
Karanlıkta ışıl ışıl parlayan ağaçlara yaklaşıp:
- Nasılsa mışıl mışıl uyuyorlar, beni nereden görecek­ler? Şu dallardan bir tane koparayım, diyerek elini uza­tınca devler uyanmış. Oğlanın etrafını sarmışlar.
Onu yakalayıp:
-  Sen, ne cesaretle buraya  gelip, aynamızı ve ağaçlarımızı çalmaya kalkarsın? diye gürlemişler.
Hepsi, çok öfkeliymiş, Oğlan, korkudan zangır zangır titreyerek yalvarmaya başlamış,
Devler:
-  Eğer, Arap'ın kılıcını bize getirirsen, seni bırakırız, demişler,
Oğlan, hemen kabul etmiş ve dev anasının yanına
dönmüş, olanları anlatmış.
Dev anası:
-  Oğlum, ben sana demedim mi? Niçin onların ağaçlarına dokundun? Şimdi ne yapacaksın? demiş.
Oğlan:
- Aman anacığım! Bana yardım et! diye yalvarmış. Dev anası:
- Biraz ileride büyük bir saray vardır. Sarayın bir kapı­sı açık, bir kapısı kapalıdır. Kapalı kapıyı aç, açık olanı da kapat ve içeriye gir, Kapının sağında bir aslan göre­ceksin; önünde et durur. Solunda da bir köpek göre­ceksin, Onun önünde de ot var. Otu aslana, eti de kö­peğe vererek doğru yukarı çık, Arap, odasında yatar ve kılıcı duvarda asılıdır. Kılıcı hemen oradan al ve çıkıp bu­raya gel. Ama sakın kılıcı kınından çekme, demiş.
Oğlan, dev anasına teşekkür etmiş ve yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere, tepe düz gitmiş ve sonunda saraya ulaşmış. Kapalı kapıyı açmış, açık kapıyı kapat­mış. Aslana otu, köpeğe eti vermiş ve yukarı çıkmış. Arap'ın yattığı odaya girerek, duvarda asılı duran kılıcı alıp saraydan dışarı çıkmış ve koşmaya başlamış.
Yarı yola gelince:


- Artık, beni yakalayamaz! Bakalım şu kılıcın içinde ne var? deyip kılıcı, kınından çıkarmış.
O anda Arap, oğlanın yakasından yakalayıp:
- Seni gidi seni! Benim sarayıma gelip kılıcımı alırsın ha? Ben, şimdi sana gör bak neler yapacağım! diyerek oğlanı alıp, sarayına götürmüş.
Dev anası, daha önceden oğlanı uyarmış. Arap onu yakalarsa, kırk gün boyunca çeşitli şeyler öğretirmiş. Sonra da "Öğrendin mi?" diye sorarmış. Dev, oğlanı sa­kın "öğrendim" dememesi için sıkı sıkı tembih etmiş.
Arap, oğlana türlü beceriler ve kılıktan kılığa girme­nin yollarını öğretmiş,
Sonra da:
- Öğrendin mi? diye sormuş, Oğlan, her seferinde de:
- Öğrenmedim, diye cevap vermiş. Aradan kırk gün geçtikten sonra, Arap:
- Haydi oradan! Ben de seni, adam sandım. Senin, hiç bir şey öğreneceğin yok! Bana peri padişahının kızı­nı getirirsen, seni bırakırım, demiş.
Oğlan, canını kurtarmak için, kabui etmiş ve dev anasının yanına dönmüş; olanları dev anasına anlatmış.
Dev anası:
- Arap'ın istediği kız, bir şehirde oturur. Ama o şehir­de hiç erkek yoktur. Oraya kimse giremez. O kız, tılsımlı­dır. Kızın oturduğu şehre, bir erkek girecek olursa tılsımı bozulur.
İşte, bu yüzden de şehirde sadece kızlar yaşıyor. Hem, devler ji hem de Arap bu kıza âşıktır, Yıllardır onu  ellerine  geçir­li mek için  uğraştılar. Ama tılsımı yüzünden hiçbiri şehre giremedi, Senin, oraya nasıl gideceğini  ben  de bilemiyorum. Arap'tan hiçbir marifet öğrenmedin mi? • demiş.
— Kuş kılığına girmeyi öğrendim, demiş oğlan. Dev anası:
- Tamam, şimdi bir kuş olup doğru o kızın yaşadığı şehre uçarsın, Sarayın içinde bir havuz, havuzun üzerin­de de taş oymalı bir kafes vardır.
Gidip, o kafesin üzerine konarsın. O zaman kızın tılsı­mı bozulur ve sana yalvarmaya başlar, Onu alıp, Arap'a götürürsün, Böylece sen de bu dertten kurtul­muş olursun, demiş,
Oğlan, hemen bir kuş olmuş ve şehre gitmiş, Sarayın penceresinin önüne konunca, kız onu görmüş.
Kız, hizmetçilerine:
- Ne kadar güzel bir kuş! Pencereleri açın, belki içe­ri girer de yakalarız, demiş.
Hizmetçiler, pencereleri açmışlar. Kuş içeri girip, doğru havuzun üzerindeki kafese konmuş. Konduğu an­da da kızın tılsımı bozulmuş.
Kuşun, bir erkek olduğunu anlayan kız:
- Ademoğlu, şimdi ben de senin gibi oldum, demiş. Oğlan silkinip, eski haline dönmüş.
Kız, artık tılsımı bozulduğu için her tarafa haberciler göndermiş; isteyenlerin şehre girebileceğini duyurmuş. Bu oğlanla evlenmek istediğini de babasına söylemele­rini emrederken, oğlan:
- Olmaz sultanım! Benim babam, bir padişahtır, Dü­ğünümüzü, bîzim sarayımızda yapalım, demiş.
Kızla beraber yola çıkmışlar. Arap'ın sarayına yak­laştıkları zaman, kız nereye götürüldüğünü anlamış. Ağ­lamaya, bağırmaya başlamış.
Oğlan:
- Sultanım, ben seni vermezdim, ama başımı kurtar­mak için seni Arap'a götürmek zorundayım, demiş.
Saraya geldiklerinde Arap, oğlanın kızı getirdiğini görüp:
- Gelme, gelme! Ben senden korktum! Benim, bunca yıldan beri uğraşıp alamadığım kızı sen aldın. Kim bilir, bana neler yaparsın? Kız da senin olsun, kılıç da, Yeter ki yanıma gelme! demiş.
Oğlan, kılıcı ve kızı alıp sevinç içinde devlerin yaşa­dığı bağa gitmiş, Devler, oğlanın kızı ve kılıcı getirdiğini görünce, onlar da:
- Gelme, gelme! Biz, senden korktuk! Sen hem Arap'ın kılıcını, hem de kızı almışsın! Biz bile, onların hak­larından gelemedik, Kim bilir, sen onlara ne yaptın? Kız
da, kılıç da, ayna da, kopardığın allar da senin olsun! diye bağırmışlar.
Oğlan, dev anasının i yanına dönmüş. Ona, İ yaptığı iyilikler için teşek­kür etmiş. Sonra da dev anasına veda edip, sarayı­na doğru yola çıkmışlar. Üç yol ağzına gelmişler. Oğlan, taşı kaldırıp bakınca yüzüklerin orada olduğunu görmüş. Tam o sıra­da, kardeşleri de gelmiş. Ama tanınmayacak bir hal-deymişler. Üstleri başları kirli ve yırtık pırtıkmış. Neyse, bir­birlerine kavuşunca kucaklaşmışlar. Büyük oğlanlar, ay­nayı küçük kardeşlerinin bulmasını kıskanmışlar. Bu yet­miyormuş gibi, yanında da güzel bir kız varmış. Biraz otu­rup dinlendikten sonra susadıklarını söylemişler. Küçük kardeşlerini de yanlarına alarak, su aramaya çıkmışlar, Kızı, orada bırakmışlar. Biraz gittikten sonra, az ileride büyük bir kuyu görmüşler. Bu kuyunun ağzında, demir bir kapak varmış. Küçük oğlana:
- Sen, aşağıya inip şu kaba su doldurursun. Su kabı­nın ucuna da ip bağlarız ve dolunca yukarı çekeriz. Sonra da ipi sarkıtıp, seni çekeriz, demişler,
Oğlanın beline bir ip bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Oğlan inince kabı suyla doldurmuş. Ağabeyleri, suyu yukarı çekmişler. Sonra da oğlanı kuyuda bırakıp, kuyu­nun kapağını kapatmışlar. Oğlan, kuyuya atıyla gelmiş, Ağabeyleri, atı orada bırakıp, kızın yanına dönmüşler.
Kız, oğlanın nerede olduğunu sorunca:
- O biraz gezecek, Haydi, biz yola çıkalım, O arka­mızdan yetişir, demişler.
Onlar, gide dursunlar; oğlan, çaresizlik içinde ağla­maya başlamış. O da orada ağlaya dursun. Ağabeyle­ri, babalarının sarayına varmışlar.
Padişah:
- Küçük kardeşiniz nerede? diye, endişeyle sormuş. Onlar da:
- O bizden ayrıldı, bir daha bulamadık, Nereye gitti­ğini bilmiyoruz, demişler.
Neyse, padişah aynayı görünce oğiunu unutmuş, Aynasına kavuşmanın sevinciyle gözü başka bir şey gör­mez olmuş. Kızı, büyük oğlu ile evlendirmiş ve kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Bu arada, oğlanın gözleri ku­yunun içinde ağlamaktan kör olmuş. At da aç susuz, ku­yunun kapağına ayağıyla vura vura, ağlamaktan kör olmuş, Neyse, günlerden bir gün at kuyunun kapağını kırmış; başını kuyunun içine doğru eğip, kişnemiş. Oğlan, atının orada olduğunu görünce biraz kendine gelmiş ve bu sevinçle biraz güçlenmiş. El yordamıyla, kuyunun ağ­zına tırmanmış, O sırada iki kuş gelmiş. Kuşların biri oğla­nın sağ, biri de sol omzuna konmuş. Kuşlardan biri:
- Yere düşen tüyümü, şu oğlan bulup gözüne sürse gözleri açılır, demiş.
Diğeri de:
- Kanadımdan düşen tüyü bularak şu atın gözlerine sürse, onun da gözleri açılır, demiş.

Oğlan, kuşdili bildiği için kuşların öterek söylediği bu sözleri anlamış. Hemen, elleriyle yerleri yoklamaya ve tüyleri aramaya başlamış, Tüyün birini bulup kendi göz­lerine, öbürünü de bulup atın gözlerine sürmüş. İkisinin de gözleri iyileşmiş. Atına atladığı gibi, doğru babasının sarayına gitmiş, Padişah, oğlunu görünce çok sevinmiş; onu bağrına basmış. Nerelerde olduğunu sorunca, oğ­lan da başına gelenleri bir bir anlatmış, Bunu duyan pa­dişah, büyük oğullarını o şehirden kovmuş. Kızı da küçük oğlu ile evlendirip, kırk gün kırk gece süren güzel bir dü­ğün yapmış.

KIRKLAR HAMAMI




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Vaktin bir zamanında, zamanın bir anında, bir padişahın bir oğlu, bu oğlanın da bir lalası varmış. Lalası, şehzadeyi bir dakika bile yanından ayırmazmış. Şehzade, bir gece rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Kalbini bu kıza kaptır­mış. Kız, "kırklardan" mış, Bu yüzden, ona kim sevdalanırsa, sevdasından çıralar gibi yanıp tutuşur, yataklara düşer­miş. Şehzade, başka bir gece gene rüyasında bu kızı görmüş. Oğlan ağlayınca, kız:
- Ağlama! Beni görmek is­tiyorsan, kırklar hamamına gel, demiş,
Ertesi sabah, şehzade lalasına:
-  Canım lalacığım, kırklar hamamı nerededir, biliyor musun? diye sor­muş.
-   Aman şehzadem, bunu sana kim söyledi?
O zaman şehzade, gör­düğü rüyayı lalasına anlatmış.
Lala;
- Sen hiç üzülme şehzadem. Ben sana o kızı bulurum. Ama, bunu hiç kimseye söyleme, çünkü kız kırklardan, yani o bir peri. Belki, sana bir kötülüğü dokunur, demiş.
Ertesi gece lala, doğruca kırklar hamamına gitmiş. Daha hamamın kapısından adımını atar atmaz, zavallı lalayı sille tokat dövmeye başlamışlar, Ama, lala hiç al­dırmadan ta göbek taşına kadar ilerlemiş ve oturmuş. Bir iki dakika sonra, hamamın kubbesi gök gürültüsünü andıran bir sesle açılmış, Lala, korkmuş ama, belli etme­miş. Derken, şehzadenin âşık olduğu kız hamama gel­miş. Lalayı hiç görmüyormuş gibi bileziğini, küpelerini çı­kartarak göbek taşına koymuş. Başlamış yıkanmaya. La­la, kızın bileziklerini ve küpelerini almış. Gene dayak yiye yiye hamamın kapısına gelmiş. Hamamdan çıkar çık­maz, tabana kuvvet saraya doğru koşmaya başlamış. Saraya gelince, hemen şehzadenin yanına gitmiş. Lala, hamamdan aldıklarını şehzadeye göstermiş.
Şehzade:
- Lalacığım, bu bilezikleri ve küpeleri nasıl da aldın? diye sormuş.
-  Kırklar hamamında dayak yiye yiye göbek taşın­dan aldım, diye cevap vermiş lala.
Şehzade:
- Aman lala, ne olur hamama beni de götür!
Lala;
- Her şeyi yaparım ama, bunu yapamam. Sen benim yediğim dayağı yeseydin, aklını kaçırırdın. Ama, bir gün seni kızın yaşadığı yere götürürüm. Kızı, gizlice seyreder­sin. Sakın, onlara görünme. Yoksa, sen de kırklara karışır, onlar gibi peri olursun! Bir daha ne ananı, ne padişah babanı, ne de beni göremezsin, demiş. Şehzade:
- Lalacığım, yeter ki sen beni götür. Sen ne istersen yapacağıma söz veriyorum, demiş.
Bir gece, gizlice saraydan çıkmışlar, Gide gide, bir bahçeye varmışlar. Lala, şehzadeyi bir ağacın arkasına saklamış. Kendisi de onun yanı başına gizlenmiş. Biraz son­ra, nazlı nazlı kanat çırparak kırk güvercin bahçeye inmiş. Bahçede, kocaman bir havuz varmış. Hangi güvercin ha­vuza dalarsa, ay parçası gibi güzel bir kız olup çıkıyormuş. Şehzade, rüyasında gördüğü kızı hemen tanıyarak:
-  Lala, lala, şu en öndeki benim sevdalandığım kız, demiş.
Lala, şehzadenin ağzını kapayarak:
- Sakın konuşma oğlum! Bizi duyacak olurlarsa, hep­si güvercin olup kaçarlar. Biz de buradan bir daha dışa­rıya çıkamayız, demiş.
Şehzade, hemen susmuş. Kızlar, bir ziyafet sofrası ha­zırlamışlar bahçede. Yiyip, içmeye başlamışlar. Yemek­ten sonra şehzadenin sevdiği kız, bir testi şerbet getirmiş,
Kupalara doldurarak:
- Beni sevenin aşkına! diye hep birlikte içmişler. Son­ra da oynamaya başlamışlar. Oyun bittikten sonra, hepsi soyunup havuza girmiş. İşte, bu sırada kurnaz lala şehzadenin sevdiği kızın elbiselerini gizlice almış, Kızların yıkanması bitince, birer ikişer güvercin olup havalanmış­lar, Şehzadenin sevgilisi, elbiselerini aramış durmuş. Bula­mayınca, üzüntüden gözlerinden inci gibi yaşlar süzül­müş. Kızın ağlamasına dayanamayan şehzade, saklandığı yerden çıkmış. Kız, karşısında şehzadeyi görünce:
- Aman şehzadem, kulun kurbanın olayım! Elbisele­rim sendeyse bana ver! demiş.
Şehzade, yemin ederek elbiseleri almadığını söylemiş. Kız:
- Burada senden başka kimse olmadığına göre, sen almış olmalısın. Ne olur, ver onları bana! diye ısrar etmiş.


Şehzade:
-  Ben senin sevdanla yanıp tutuşurken, sen eğlen­mekten başka hiç bir şey düşünmüyorsun,
Benimle evleneceğine yemin et, elbiselerinin nere­de olduğunu söyleyeyim, demiş.
Kız:
- Peki, seninle evleneceğime yemin ederim! demiş.
Demiş ve arkasından ortalığı öyle bir rüzgâr kasıp kavurmuş ki o güzelim bahçe ve havuz yok olmuş,
Kız:
-  Eyvah! Şehzadem, beni bütün kardeşlerimden ayırdın! Şimdi, ben de senin gibi bir insan oldum, demiş,
Şehzade:
- Sevgilim, senin elbiselerini lalam almıştı.
Ama, şimdi ortalıkta yok. Acaba, nereye gitti? demiş, Kız:
- Şehzadem, artık iafanı arama. Eğer, benim elbise­lerimi yakmış olsaydın, o zaman lalanı kaybetmezdin, Şimdi, benim elbiselerimi ona giydirdiler. O bir peri oldu ama, ben kurtuldum.
Şehzade, sevgilisine kavuşup, [alasını kaybettiği için çok üzülmüş.
Kız:
- Şehzadem, sen nasıl lalanı kaybettiysen, ben de insan olunca dadımı kaybettim. Ama üzülme, Dadım, mutlaka beni arayıp, bulacaktır. O zaman, lalanı ona anlatırım. Bir çaresini buluruz, demiş.
Şehzade, kızın sözleriyle teselli olmuş ve onunla be­raber saraya dönmüş. Şehzade ve kız, odalarında otu-ruyorlarmış. Kızın dadısı, bir güvercin olup, penceresine konmuş ve kıza:
- Ey sultanım, benden nasıl ayrıldın? Şimdi, ben sen­siz ne yaparım? demiş,
Kız:
- Sevgili dadıcığım, şu bahçedeki havuza gir ve şeh­zademin lalası neredeyse onu bana çağır, demiş.
Dadı:
-  Sultanım, arkadaşları onun yanından hiç ayrılmı­yorlar, Onu alıp buraya getirecek olsam, beni öldürür­ler. Sonra sana hasret, senden tamamen ayrı kalırım. Ama, onu yalnız başına görürsem, belki buraya getire­bilirim, demiş,
Şehzade:
- Dadıcığım, ne yaparsan yap onu buraya getir. Hiç olmazsa, bir kez yüzünü göreyim, demiş.
Dadı, uçup gitmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dadı, şehzadenin lalasını bulmuş ve demiş ki:
-  Şehzade, senin için çok ağlıyor. Seni biraz olsun görmek için, benden yardım istedi. Ne yapıp, edip seni gitmeliyiz?
Lala:
- Sana çok teşekkür ederim. Bir gece, kimselere gö­rünmeden şehzademe gideriz. Birkaç dakikalığına da olsa onu görmüş, üzüntüsünü dindirmiş olurum. Ama, çok dikkatli olmalıyız. Kısa bir zaman aralarından ayrıl-sam, arkadaşlarım beni sorup duruyorlar. Benim şehza­deye gittiğimi öğrenirlerse mutlaka öldürürler, demiş.
Masalı çok uzatmayalım, pişmiş aşa su katmayalım, Çok yükseklerde, pek alçaklarda yatmayalım. Bir gece, lala ve dadı güvercin olup, şehzadenin bahçesine gel­mişler. Bahçedeki havuza girince iala bir erkek, halayık ise bir kadın olmuş, Şehzadenin sevgilisi, lala ile dadısını içeri almış. Onlara, insan elbiseleri vermiş, giyinmişler,
Şehzade de onların havuz başına bıraktıkları elbise­leri, ateşe atıp, yakmış.
Elbiseler ateşte yanınca dadı ve lala:
- Eyvah yandık, mahvolduk! diye bağırıp, bayılmışlar,
Bayılmışlar ya, şehzade ile kız ikisini de ayıltmış. Artık m  kurtulduklarını söyleyince, iki­si de rahat bir nefes almış. Çok mutlu olmuşlar, Her şey yoluna girince, şehzade kızla, lala da dadı ile evlenmiş, Düğünleri, tam kırk gün kırk gece sürmüş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

11 Temmuz 2018 Çarşamba

ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ VE ŞEHZADE


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeni ca­mi içinde, abıhayat içince, ben kendimden geçince, bayırda "vak, vak"; "sultanım börek" diye bağıran bir dervişti, Lala, buna ermişti, Ben de bilmem ne işti, Ora­dan girdik bu yola, geldik geniş bir avluya. Oturduk bir kenara, başladık masala.
Bir varmış, bir yokmuş, Bir padişah varmış. Bu padişa­hın üç de oğlu varmış, O da insan değil mi? Padişah, bir gün hastalanmış, Yataklara düşmüş ve durumu gittikçe ağırlaşmış. Artık ömrünün sonuna geldiğini anlamış, Oğullarını yanına çağırtmış. Çocuklar, üzüntü içinde ba­balarının yatağının etrafına toplanmışlar.
Padişah, güçlükle konuşarak:
- Ben öldükten sonra, büyük oğlum padişah olacak. Canı istediği zaman, avlanmaya çıksın.
Ama ormanda bir üç yol ağzına geldiğinde, soldaki yola sapsın, Ne sağdakine, ne de ortadakine sapmasın, demiş.
Padişah, iki gün sonra ölmüş. Çocuklar, üzüntü içinde ağlamışlar.                
Babalarının vasiyetini yerine getirip, ağabeylerini tahta geçir­mişler. Bir gün, padişahın canı sıkılmış, ava gitmeye karar vermiş. Atına binmiş ve ya­nına baş vezirini de aiıp yola çıkmış, Gide gide  üç yol ağzına gelmişler, Çocuk, babasının söylediklerini  hatırlamış. Ama diğer yollara sa­parsa, ne olacağını da çok merak etmiş,
Yanındaki vezirine:
- Acaba, babam niçin soldaki yola sapmamızı tem­bih etmişti? Öteki yollardan birine sapsak, ne olur ki? demiş,
Vezir:
-Sakın gitme! Elbet babanın bir bildiği vardır. Bakar­sın başına bir kaza gelir, etme eyleme, diyerek onu bı­rakmak istememiş. Ama padişah, laf dinlememiş ve onu orada bırakıp atını sağdaki yola sürmüş. Yol kenarında, çimenlerin arasında sarı bir çiğdem çiçeği görmüş. Çiğ­demin böyle vakitsiz açtığını görünce, onu koparmak için atını çiğdeme doğru sürmüş, Ama çiğdeme bir tür­lü yaklaşamamış. Çocuk, atını sürdükçe çiğdem uzak­laşmış. Çiğdem önde, çocuk arkada, gide gide epey­ce yol almışlar. Çocuk, başını kaldırınca bir mağaranın önüne geldiğini görmüş. Mağaranın önünde, dumanı tüten bir kazan sıcak pilav duruyormuş,
O sırada karnı acıkmış:
- Çiğdemi koparamadım, bari şu pilavdan birkaç lokma yiyeyim, diyerek atından inmiş. Tam pilavdan bir kaşık alacakken, mağaradan bir Arap çıkmış.
—Hey âdemoğlu! Selâmdan evvel, kelâm olmaz, Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş.
Çocuk da ne yapsın, Arap'la dövüşmeye başlamış. Bunlar, boğaz boğaza gelmişler. En sonunda Arap, ço­cuğu yenmiş ve hançerini çıkarıp çocuğun başını kes­miş. Atı da kişneyerek kaçmış.
Yol ağzında uzun zaman bekleyen vezir, bakmış ki çocuktan bir haber yok. Biraz daha bekleyip, saraya dönmüş. Olup bitenleri, kardeşlerine anlatmış. Ağabey­lerini, günlerce beklemişler, Gelmediğini görüp, ortan­ca kardeşin tahta geçmesine karar vermişler.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, ortanca çocuk da ava çıkmak istemiş. Yanına vezirini alıp, yola koyulmuş. Gi­de gide o üç yol ağzına varmışlar, Çocuk, babasının vasi­yetini hatırlasa da:
- Gidip, bakayım ağabeyime ne oldu? diyerek, ağa­beyinin gittiği yola atını sürmüş.
Onun da önüne bir çiğdem çiçeği çıkmış. O da çiğdemi koparma­ya kalkıştıkça, çiğdem uzak­laşmış. Gide gide pilav kazanının başına gelmiş, O J da, ağabeyi gibi acıktığı için pilav kazanına yaklaşmış.
Tam o sırada Arap ortaya çıkıp:
-  Hey âdemoğlu! Se­lamdan  önce,  kelâm  olmaz. Gel, seninle bir dövüşelim. Pilavı sonra yersin, demiş,
Arap, onu da yenmiş ve hançerle başını kesmiş, Onun atı da kişneyerek kaçmış ve diğer atın yanına gitmiş.
Vezir, üç yol ağzında çocuğu beklemiş, beklemiş, Bakmış ki ne gelen var, ne giden:
-  Padişahın başına bir şey geldi galiba? demiş ve saraya dönmüş.
Hem büyük, hem de ortanca çocuk dönmeyince, bu sefer de küçük çocuğu tahta geçirmişler.
Küçük padişah, bir süre sonra ağabeyleri gibi yanı­na vezirini alıp, yola çıkmış. Gide gide üç yol ağzına var­mışlar. Çocuk, ağabeylerinin gittiği yola sapmak İstemiş,
Vezir:
- Ağabeylerinin ikisi de bu yola saptı ve geri dönme­diler. Sen de gidersen, kim padişah olacak? demiş.
Ama genç padişah kararlıymış:
- Hem ağabeylerimi ararım, hem de bu yolda ne ol­duğunu görürüm, demiş.
Gide gide epeyce yol almış. Demeye kalmaz, atla­rın kişnemelerini duymuş. Çocuk, ağabeylerinin yakında olduklarını anlamış. O sırada, çiğdem çiçeğini görmüş ve çiğdemi koparmaya çalışmış. Çocuk yaklaştıkça, çiğdem kaçmış. Çocuk, çiğdemin peşinde gide gide en sonunda pilav kazanının yanına gelmiş.
Çok yorulup, karnı acıktığı için:
- Şu pilavla karnımı doyurayım, diyerek atından in­miş ve kazanın başına gelmiş, Kaşığını, tam pilava dal­dıracağı sırada mağaradan Arap çıkarak:
-Şehzadem, selâmdan evvel kelâm olmaz. Gel, se­ninle yiğitçe bir dövüşelim. Ondan sonra pilavı ye, helâl olsun, demiş. Çocuk, Arap ile dövüşmeye başlamış.
Şehzadenin bildiği, tılsımlı bir dua varmış. Bu duayı oku­yunca, Arap'ın elleri tutmaz, gücü kuvveti yetmez ol­muş ve kılıç elinden düşmüş. Şehzade, Arap'ı tuttuğu gi­bi yere yıkmış ve hançerini çekip öldürmüş, Bir de bak­mış ki, çiğdem hâlâ orada duruyor. Eğilip çiğdemi ko­partmış ve kavuğuna takmış. Atına atlayıp, ağabeyleri­nin atlarını da alarak, vezirin yanına dönmüş. Vezire ba­şından geçenleri anlatıp, ağabeylerini Arap'ın öldürdü­ğünü söylemiş.
Padişah, saraya dönmâm dükten sonra, kavuğundan çiğdemi çıkarmış  ve bir bardağın  içine koymuş. Bardağı da su ile doldurup rafın üzerine koymuş.  Sonra da  yatıp, uyumuş.
Padişahın, bir âdeti var­mış. Hizmetçiler, her gece yatağının başucuna lokum, şerbet, altın şamdan ve ayakucuna da gümüş şamdan koyarlarmış, Sonra da şamdanları yakarlarmış.
Padişah uyuduktan sonra, gece yarısı çiğdem bar­daktan çıkmış, Silkinip, bir kız olmuş ki eşi benzeri hiçbir yerde görülmemiş. Öyle güzelmiş ki, bakmaya doyui-mazmış, Kız, padişahın lokumlarını yemiş, şerbetini içmiş, başucundaki altın şamdanı ayakucuna, ayakucundaki gümüş şamdanı da başucuna koymuş. Padişahı, iki yanağından öperek yine çiğdem olmuş.
Az sonra uyanan padişah, bir de bakmış ki lokumla­rı yenmiş, şerbetleri içilmiş ve şamdanların yerleri değiş­miş. Bu işi kimin yaptığını merak ederek, sabaha kadar düşünmüş. Sabah olunca da hizmetçileri çağırıp:
- Bu akşam, benim odama kim girdi? diye sormuş.
Hizmetçiler:
-  Padişahım, kim girecek? Kimse girmedi! demişler. Padişah, inanmamış; bu işe bir türlü akıl erdirememiş. Ak­şam, padişah yine yatıp uyumuş, Lokumlar, şerbetler ha­zırlanmış ve şamdanlar yerlerine konup mumlar yakılmış. Hizmetçiler, işlerini bitirince odanın kapısını çekip çıkmışlar. Gece yarısı, padişah uyurken çiğdem yine canlanıp, bir kız olmuş. Padişahın yanına gelip lokumlarını yemiş, şerbe­tini içmiş, şamdanların yerlerini değiştirmiş ve padişahı iki yanağından öptükten sonra yine çiğdem olmuş. Sabah uyanan padişah, lokumların yenmiş, şerbetin içilmiş, şam­danların yer değiştirmiş olduğunu görünce öyle sinirlenmiş ki; yapmadığını, söylemediğini bırakmamış.
Neyse, uzatmayalım meseleyi, çatlatalım kestaneyi. Padişah, o akşam uyumadan beklemeye karar vermiş, O gece de bardaktan çıkan çiğdem, bir silkinişte kız olur. Padişahın lokumlarını yemiş, şerbeti içmiş, şamdan­ların yerini değiştirmiş ve sonra da padişahın yanaklarını öpmek için eğiimiş. Padişah, gözlerini açıp kızı bileğin­den yakalamış.
Padişaha:
- Yalvarırım, beni bırak, demiş. Padişah, ömründe hiç bu kadar güzel bir kız görmemiş, Onu görür görmez, aşık olmuş, Kızı, kaybetmek istemediği için, hemen bar­dağın içindeki çiğdemi parçalamış, Böylece tılsımı bo­zulan kız, bir daha çiğdem olamamış ve padişahın ya­nında kalmış.
Padişah ve çiğdem kız, birbirlerini öyle çok sevmiş­ler, birbirlerine öyle bir âşk ile bağlanmışlar ki, iki dünya bir araya gelse de ayrılmamaya karar vermişler. Kırk gün kırk gece düğün yapıp, muratlarına ermişler.

Düğüne giden bir adama, bir tabak helva ve bir ta­bak da kemik vermişler. Helvayı dişinin kovuğuna kıstır­mış, kemiği heybesine koymuş, Heybesi kâğıttan, eşeği­nin ayakları mumdanmış. Giderken bir yangına rastla­mış. Eşeğin ayakları erimiş, heybedeki kemikleri köpekler yemiş. Adam, dişinin kovuğundaki helvanın tadıyla ye­tinmiş.

SABIR TAŞI İLE SASIR BIÇAĞI


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde fakir bir ka­dıncağızın, bir kızı varmış. Bu kız her gün gergef işler, ana­sı da çarşıda çamaşırcılık edermiş, Günlerden bir gün, kı­zın anası çamaşır toplamaya gitmiş. Kız, pencerenin önünde gergefini iştiyormuş.
Bir kuş gelip, gergefin üstüne konarak:
- Güzel kız, senin başına belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş.
Kız, çok şaşırmış ve aksam annesine gündüz olanları anlatmış,
Kızın annesi:
- Kızım, ben yarın da evde  olmayacağım. İlk Sen, odaya gir ve ka­pıpıları, pencereleri sıkı  sıkı kapat. Ben gelinceye kadar oturup, gergefini işle, demiş.
Sabah annesi gidince kız, odaya girmiş ve kapıları, pencereleri iyice kapayarak gergefini işlemeye başlamış,
Biraz sonra, nereden girdiyse kuş gelip, gergefin üzerine konmuş:
- Güzel kız, senin başına bir belâ gelecek, demiş ve uçup gitmiş,
Akşam olunca, kız daha çok meraklanarak olanları annesine anlatmış,
Annesi:
- Yarın, odayı iyice kapadıktan sonra yüklüğe gir ve bir mum yakıp gergefini orada işle, Kuş, oraya giremez, demiş.
Kız, annesi gittikten sonra kapıları, pencereleri daha sıkı kapamış. Bir mum yakmış ve gergefini de alarak yük­lüğe girmiş. Yüklüğün kapısını da içerden kilitleyerek, gergefini işlemeye başlamış.
Kuş yine kanatlarını çırparak gelmiş ve gergefin üstüne konmuş;
- Güzel kız, senin başına be­lâ gelecek, demiş ve uçup, git­miş.                               
Artık iyice endişelenen kız, gergef işlemeyi bırakmış. Sadece kuşun   söylediklerini   düşünmeye başlamış. Akşam, anası gelince, kız:
- Kuş bugün de geldi. Aman anacığım! Bunun bir çaresi yok mu? Eğer böyle giderse, merakımdan patlayacağım, diyerek anasına dert yan­mış,
Anası da:
-  Ben artık bir yere gitmem. Burada bekler ve onu yakalarım, demiş, Ama kuşu bir daha koydunsa bul. On­lar kuşu beklerken, günün birinde komşuları gelip:
-  Bugün eğlenceye gideceğiz. İzin ver de kızını da
götürelim. Hiç olmazsa, biraz gözü gönlü açılır, demiş.
Kızın anası:
- Ah komşu, ben bu sıralarda kızımı hiçbir yere gön-deremem, Çünkü bir kuş, üç gündür gelip kızımı korkut­muş, demiş.
Komşusu:
- Ayol sen kendini pabucu büyüğe okut, o nasıl söz? Biz bu kadar kişiyiz, artık bir kıza da bakamazsak, yazık­lar olsun bize, Sen hiç kaygılanma. Biz onu güzel güzel gezdirir, sonra da getiririz, diyerek allem edip, kallem edip kızı anasından almış.
Bunlar gitmişler, gezmişler ve eğlenmişler. Dönüşte bir çeşme başına gelmişler. Bütün kadınlar, çeşmeden su içtikten sonra kız da su içmek için çeşmenin başına gelmiş. Tam o sırada, kadınlarla kızın arasına koca bir duvar örülmüş, Öyle bir duvar ki, anlatılmaz. Anlatmak­la bitmez, geçit vermez bir duvar.
Kadınlar:
- Ah başımıza gelenleri gördünüz mü? Sen anası ka­dar mı bilirsin? Ne demeye elin kızını alıp da ateşte yak­tık? Hay taş olaydık da buralara gelmez olaydık! Ah ku-ruyası başımız! Anasına şimdi ne diyeceğiz, ne cevap vereceğiz? diye ağlaşmışlar.
Sonra kadınlar:
- Böyle ağlamakla başa çıkılmaz; gidelim bari ana­sına söyleyelim! O bizden iyi bilir! Elbet bir çaresini bulur, diyerek, doğru kızın anasının yanına varmışlar.
Kızın, anası:
- Bunlar gecikti, nerede kaldılar? diye endişeyle ka­pıda onları bekliyormuş.
Komşularını görünce:
- Kızım nerede? diye bağırmış.
Kadınlar, ağlaya sızlaya olanları anlatmışlar. Kızın anası:
- Ah, ben size demiştim, diyerek koşarak kızının ya­nına gitmiş. Kız, duvarın bir tarafında, annesi bir tarafın­da ağlamaya başlamışlar, Saatlerce ağlayan kız, so­nunda yorgunluktan uyuya kalmış. Sabah, uyanınca çeşmenin yanında koca bir kapı görmüş. Kız, kapıdan içeri girmiş. Karşısında muhteşem bir saray duruyormuş. Etrafına bakındığında, duvarda asılı kırk anahtar bul­muş. Kız, anahtarları saraya girmiş, Elindeki anahtarlar­la, otuz dokuz odanın kapısını açmış. Kiminde altın, ki­minde gümüş, kiminde mücevher, kısaca her oda de­ğerli mücevherlerle doluymuş. Sonunda kırkıncı odayı da açmış, Bu odada, yakışıklı bir delikanlı uyuyormuş, Delikanlının elinde bir yelpaze ve göğsünde de bir kâ­ğıt varmış, Kız, delikanlının yanına yaklaşıp, kâğıdı almış ve okumuş.
"Beni kırk gün okuyup üfleyene, bütün malımı bağış­layacağım. Eğer bu kişi bir kız ise, onunla evleneceğim."
Kız, abdest alıp delikanlının yanına oturmuş. Otuz dokuz gün boyunca, okuyup üflemiş. Kırkıncı günün sa­bahı, pencereden bakarken, bir Arap görmüş.
Kız:
- Şunu çağırayım da azıcık delikanlının yanında dur-
sun. Ben de gideyim, kendime çekidüzen vereyim, Çünkü bukalkacak,   diyerek aap'ı yukarı çağırmış.
- Sen, bu delikan­lıya  biraz oku üfle. Ben   şimdi   gelirim, demiş.
Arap,  okuyup üflerken, kız da kendine çeki düzen veriyormuş. Arap, delikanlının göğsündeki mektubu  okumuş.  Tam bu sırada delikanlı uyanmış
ve kendisini kurtardığını sanıp, araba sarılmış. Kız, hazırlanıp yukarı çıkınca, Arap:
-  Bak şuna, ben koca bir sultanken böyle geziyorum, Ama bu kız bir halayık parçası olduğu halde süs­lenmiş, diye kızı kovmuş. Delikanlı, kızı aşçı yapmış.
Delikanlı, bir gün Arap ve kıza:
-  Ne istersiniz? diye sormuş. Çünkü ertesi gün bay-rammış. Arap, birtakım elbise istemiş, Kız, sarısabır taşı ile kara saplı bıçak isterim demiş. Delikanlı, ikisinin de iste­diklerini almış. Ama kızın, böyle tuhaf şeyler istemesine şaşırmış.
Kız, sabır taşı ile bıçağı almış ve mutfağa koymuş. De­likanlı, kızın bunlarla ne yapacağını çok merak ediyormuş. Gizlice kızın odasındaki dolaba saklanmış. Kız, gece yarısı bıçağı eline almış ve başından geçenleri sonuna kadar, sarısabır taşına anlatmış.
Kız, konuştukça sabır taşı köpürmüş, köpürmüş. Hikâ­ye bitince de patlamış.
Kız:
-  Sarısabır, sarısabır, sen sarısabır olduğun halde patlarsan, ben insan olduğum halde nasıl yaşarım? de­miş. Bıçağı karnına saplayacağı sırada, delikanlı dolap­tan fırlayıp kızın elini tutmuş. Gerçeği öğrenen delikanlı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yaparak kız ile evlen­miş.
Arap'a da:
- Kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı? demiş.
Arap:
- Kırk satır düşman koynuna, kırk katır isterim ki, memleketime kavuşayım, demiş.
Arap'ı kırk katırın kuyruğuna bağlamışlar ve birer kamçı vurup katırları dağlara sürmüşler.

Onlar muratlarına ere dursunlar. Biz de kahve içelim, çubuk tüttürelim.

Benzer Konular (Similar Topics)(Похожие темы)( Sujets similaires) ( Ähnliche Themen) (مواضيع مماثلة)